“Ah neyleyim gönül senin elinden”, “ Gel ha gönül havalanma”, “Deli gönül hangi dala konarsın”, “Bir gönüle aşk girince”, “Ah bu gönül şarkıları”, “Aldırma gönül” gibi türkü ve şarkılar bizim millet olarak “gönül”e verdiğimiz önemin küçük bir göstergesidir. Nedir gönül? Neden gönül sözünün tam karşılığı dünyada başka sözlüklerde yoktur ya da sadece Türklerin kullandığı bir sözdür? Böylesine önem verdiğimiz gönlümüzün sınırları neresidir?
Gönül, sözlüklerde sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb.
kalpte oluşan duyguların kaynağı; istek, arzu; Duyguların, ruhsal
kıpırdanmaların, iç çabaların taşıyıcısı; kişiyi Tanrı'yla, insanla ve dünyayla
içten bir ilişki içine koyan, ruhun derinliklerindeki güç; duygu bağlılığı
yetisi; duygunun bağlılık, birliktelik duyuran kavrayıcılığı, olarak
tanımlanmaktadır. İnsanın manevi varlığının ifadesi; inanç ve hislerinin
kaynağı; istek, arzu, heves, niyet; duygu, his, aşk; kibir, gurur; tabiat, huy
anlamlarına gelmektedir. Tanım bu kadar geniş olunca milletimizin en büyük
zenginliğinin gönül olduğu görülür. Bu zenginliğin de yeni bir medeniyet
eşiğinde, milletimizi kanatlandırıcı bir işlevi olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Milletimiz ne kadar çok hisseder, inanır, arzu ve istek
duyar; ruhunun derinliklerindeki gücün farkına varırsa, severse; âşık olursa o
kadar gelişmeye müsaittir diyebiliriz. Gönül coğrafyamız ise gönlümüzden geçen
coğrafyadır. Bu milletin aydınları; ülkücüleri, fertleri gönlünden ne
geçirebiliyorsa orası gönül coğrafyamızın sınırlarıdır. Hayal etmek mümkündür
ve eğitimle hayaller zenginleştirilebilir veya tam tersi, olumsuz yıkıcı tesirlerle
hayaller daraltılabilir; daha doğmadan söndürülebilir. Bir anlamda gönül,
uyanıkken rüya görmemizi sağlayan temel güçtür. Bundan yirmi yıl kadar önce
Amerikalıların Konya’nın köylerinde vatandaşlarımızın gördükleri rüyaları
araştırdıklarını duymuştum. Uykuda görülen rüyalar da milletin gönül gücünün
bir başka göstergesidir.
Bütün yıkıcı çalışmalara, hafıza kayıplarına, aşılanan
aşağılık duygusuna rağmen uygarlığın öncüsü bir millet olduğumuz şüphesizdir.
Bunu biz henüz idrak edemesek de dünya bilmektedir ve bizim de küçük
araştırmalarla bu bilgiye ulaşmamız mümkündür. Bin bir türlü mesele ile boğuşuyoruz.
Büyük bir millet olduğunun farkında olmayan nesillerimiz hızla artıyor. Bugün
milletimiz içinden neleri geçiriyor, nelere arzu duyuyor, neleri seviyor,
neleri istiyor? Bu konu çok büyük bir sosyolojik araştırma konusudur ve
meseleyi bilim adamlarına havale etmek gerekir. Biz burada “Gönül sınırlarımız
neresidir?” sorusuna cevap arayalım. Elbette önce “Türk Milleti’nin
Coğrafyaları”na bakılmalıdır. “Türk Coğrafyaları” tabirini kullanıyoruz, çünkü
Türklerin birçok coğrafyası vardır.
Türk Milleti’nin ilk coğrafyası tarihi coğrafyadır. Bu
millet tarih boyunca nerelerde yaşamış ve büyük medeniyetler, ulu devletler,
hanedanlıklar kurmuştur? Atlarımızın nalları hangi toprakları dolaşmıştır? Bu
sorunun cevabını bulduğumuzda tarihi coğrafyamız hakkında bir fikrimiz
olacaktır. Bu coğrafyanın adına devlet ve medeniyetler kurduğumuz topraklar da
diyebiliriz. Sümerler, İskitler, Hunlar, Etrüksler insanlık tarihinde
medeniyetin ilk sahipleri olarak görünmektedir. Hem tarihin en eski dönemlerine
doğru derinliğine, hem de dünyanın her tarafına yayılan genişliğine
bakıldığında durum budur. Kısaca söylemek gerekirse dünya üzerinde Türklerin
atlarının nallarının izi olmayan, medeniyet götürmediğimiz çok az yer vardır.
Asya ve Avrupa’da ayak basıp devlet kurmadığımız yer neredeyse yoktur. İlk Çin
hanedanlarından birinin kurucusu Türklerdir. Bering Boğazını geçerek Amerika
kıtasına adım atan ve günümüzde Kızılderili adı verilen yerliler Türklerdir.
Osmanlıdan çok daha uzun süre Hindistan’da hâkimiyet süren Türklerdir. Paris’te
Atilla tepesi vardır ve Atilla’nın orada konakladığı söylenmektedir. Tarihler
İskitlerin, Sakaların, Hunların, Uygurların, Göktürklerin, Karahanlıların,
Gaznelilerin, Selçukluların, Memlüklerin, Timurluların, Osmanlıların destanlarıyla
doludur.
Gönül coğrafyamızın ikinci unsuru da uygarlık
coğrafyamızdır. Her milletin bir medeniyeti vardır ve bu medeniyetin bütün
insanlığa uzanan hizmetleri, katkıları, uygarlığı oluşturmaktadır. Milletimizin
insanlığa katkılarını saymakla bitiremeyiz. Tarihte ilk defa ölülerini gömen,
kümbet geleneğini kuran millet Türklerdir. Barınmanın temelindeki çadırı ve
mimarinin temelindeki kubbeyi bulan millet Türklerdir. At evcilleştirilmemiş ve
kemer, toka, eğer bulunmamış, teker, ok ve yay icat edilmemiş olsaydı bugünkü
uygarlık, ordular, arabalar olmazdı. Sütün pastörize edilmesi, koyunun
evcilleştirilmesi, elmanın ıslahı hep Türklerin eseridir. Uygarlığın
temelindeki ana yollardan biri olan İpekyolu’nun kurucusu ve sahibi Türklerdir.
Konuyu çok uzatmak istemiyorum; dileyen istediği yerli ve yabancı kaynaktan
konuyu araştırıp abartmadığımızı görebilir. [1]
Ancak oryantalizmi unutmamak gerekir; yabancı kaynaklar genellikle medeniyetin
temelindeki birçok buluşun Asya olduğunu belirtir ama Türklerin adını zikretmezler.
Medeniyetimizin tesir sahasında kalan coğrafya da üçüncü
önemli coğrafyamızdır. Amerika’da geçtiğimiz yıl en çok satan kitaplardan biri
Mevlana idi. Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Hacıbektaş, Hacı Bayram, Gül Baba,
Süleyman Çelebi Asya’da; Türkistan’da, Avrupa’da, Balkanlar’da, Afrika’da din,
ırk, mezhep tanımaksızın, gittikçe sınırlarını genişleterek gönülleri
etkilemeye devam ediyor. Birkaç yıl önce yoğurt ABD’de yaygınlaşmaya başladı.
Dönerimiz Avrupa’da Hamburgeri perişan etmiş durumdadır. Nerede bir Türk yemeği
varsa, âdeti, geleneği, mimarisi uygulanıyorsa, kelimesi konuşuluyorsa, nerede
Nevruz kutlanıyorsa, nerede Türk müziği dinleniyorsa orası Türklerin medeniyet
coğrafyasının içindedir.
Göç coğrafyamız, dördüncü önemli coğrafyamızdır. Çeşitli sebeplerle
Türkler anayurtlarından, ata vatanlarından değişik coğrafyalara göç ettiler. İç
ve dış siyasi sebepler, savaşlar, tabi felaketler, mali sebepler, seyahat, yerinde
duramayan, kabına sığmayan bir yapıda oluşumuz gibi sebepleri bunlar arasında
sayabiliriz. Son yüzyılda Avrupa, Avusturalya, Amerika, Afrika gibi
coğrafyalara iş bulmak amacıyla giden milyonlarca Türk var. Tarihin en büyük
göçlerini Türkler yapmış ve doğal olarak önlerine çıkan devletleri ve
milletleri de göçe zorlamışlardır. Avrupa’nın medeniyetinin temelinde bu
zorunlu dalgalanmaların oluşturduğu sıkışmışlık ve ezilmişlik; korku vardır. Kavimler
göçünden söz ediyorum. Çok uzak değilse de tarihin derinliklerinde kalan bu
göçlerin, ezilmişliğin intikamını, Batı, bizden çok feci şekilde çıkardı: Son
iki yüz yıldır Balkanlarda, Kafkaslarda, Kırım’da, Azerbaycan’da, Doğu
Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Kıbrıs’ta, Arabistan’da, Mısır’da… Türkler
soykırıma uğradı, hâlâ da uğramaya devam ediyor. Sadece Balkanlar’da en az üç
milyon Türk öldü. Bugün dünyanın her ülkesinin en ıssız ve ücra köşelerinde, şu
veya bu sebeplerle oraya göç etmiş Türklere rastlayabilirsiniz. Bu da bir başka
coğrafyamız olan dil coğrafyamızın sınırlarını gösterir: Eskiden belki sadece
Bosna’dan Pekin’e Türkçe konuşularak gidilebiliyordu ama bugün –burada biraz
abartma yapabilirim- dünyanın her yerini sadece Türkçe konuşarak
dolaşabilirsiniz. Dünya üzerinde Türklüğünün farkında olan iki yüz elli milyon
Türk’ün varlığını biliyoruz. Bir o kadar da küçük bir kıvılcımla farkına varacak
Türk toplulukları bulunmaktadır ki bu topluluklar da paşa gönlümüzün olmasını
hasretle beklemektedirler.
Ülkülerimiz, hayallerimiz gibi sınırsızdır. Ülkü coğrafyamız
ise mutlaka üzerinde önemle durulması gereken bir coğrafyamızdır; Kızılelma.
Kızılelma’yı siz biliyorsunuz. Bilenler dahi İsmet Çetin’in Kızılelma[2]
Necati Gültepe’nin Kızılelma’nın İzinde[3]
kitaplarını mutlaka okusunlar. Kızılelma Türk Hakanlarının, başbuğlarının
ordularını götüreceği yerdir. Türkler istedikleri bir Başbuğ bulduklarında arkasında
kenetlenir ve çağlar açıp çağlar kapayabilir. Günümüzün orduları ise artık
bilgi, iyi yetişmiş; donanımlı insan gücü, ekonomi, geleneklerine bağlı kültür
ve sanatta ilerlemiş bilinçli bir toplum, iyi bir dış politika, devletine
güvenen, fitnenin tesir edemediği bir halktır. Böyle bir orduya sahip olan
başbuğlar Türk Milletini yeni bir medeniyet hamlesine taşıyabilir.
Size daha birçok coğrafyadan bahsedebilirim: Mesela dünya
üzerinde balbal bulunan ülkelerin bir haritasını düşününüz: Japonya’dan İrlanda’ya,
Altaylardan Hindistan’a, Arabistan’a kadar üzerinde balbal dikilmiş bütün
coğrafyalar Türk’tür. Yahut Göktürk alfabesi ile yazılmış, damgalardan
oluşturulmuş veya onun öncülü olan kaya resimlerinin bulunduğu coğrafyaların
haritasını düşünün. Bu harita içindeki Sibirya’dan Anadolu’ya, Balkanlardan
Grönland’a kadar Göktürk yazı ve resimlerine rastlayabilirsiniz. Grönland’da üç
bin Orhun Abideleri’ne benzer abidemiz bulunmaktadır. Onlar bu yazılara runik
yazılar; Futhark yazıları diyorlar.
Bitki coğrafyamız önemlidir; dünyanın en zengin bitki
coğrafyası, endemik bitkileri bizim memleketlerimizdedir. Hollanda ticaretini
yapsa da Lale bizimdir. Yavşan otunu bilmeyen, sevmeyen bir Türk yurdu yoktur.
Yemek coğrafyamız çok zengindir ve dünyanın hiç şüphesiz en zengin mutfağı
Türklerindir. Benzer şekilde oyun coğrafyamız çok zengindir. Dünyanın en zengin
çocuk oyunları bizdedir. Satranç, köçürme (mangala), dama, tavla gibi dünyanın
en gelişmiş zekâ oyunları Türklerin bulup geliştirdikleri oyunlardır. Çiçeklerimizin,
güllerimizin yetiştiği, yemeklerimizin yendiği, oyunlarımızın oynandığı
geleneklerimizin uygulandığı, yaşadığı; yaşatıldığı coğrafyalar bizim
coğrafyalarımızdır. Yüzyıllardır Türk ülkelerinden arkeolojik eserler, sanat
eserleri, kitaplar kaçırılmaktadır. Bu eserlerin bulunduğu başta Hermitaj adlı
Rus Müzesi olmak üzere, İngiliz Müzesi, Berlin Müzesi, Louvre Müzesi,
Metropolitan Müzesi gibi Türk eserlerinin bulunduğu müzeler bizimdir. Bu ve
başka müzelerdeki Türk eserleri ya geri vatanlarına getirilmeli yahut da o
ülkeler fethedilmelidir.
Güney Türkistan (bugünkü Afganistan) şairlerinden rahmetli Ergeş
Uçkun[4]
Dünyayı ikiye ayırmıştı: Asya, Avrupa, Afrika ve Avustralya’ya Büyük Turan,
Amerika kıtasına da Küçük Turan diyordu. Ziya Gökalp gibi büyük bir Turan şairi
olan Ergeş Uçkun bugün ne yazık ki fazla tanınmıyor. Bize düşen gönlümüzdeki
sınırları ortadan kaldıran bu ve benzer büyük şahsiyetleri yakından tanımaktır.
Büyük şahsiyetlerimizin hayat hikâyelerini, biyografilerini okumak ufkumuzu
açacaktır. Turan’ın ön yüzü, Turan’ın arka yüzü gibi ifadelerle dünyayı Türkler
için küçük bir coğrafyaya dönüştüren Ergeş Uçkun palavracı değildi. Bir gerçeği
ifade ediyordu. Dünya gerçekten çok küçüktür. Uluğ Bey gibi gökyüzündeki
yıldızların haritasını çizen bir şahsiyetimiz olmasaydı, haklısınız biraz
yüksekten atmış, diyebilirdim ama Uluğ Bey’imiz vardır ve olağanüstü çalışarak
bizim de uzayın hâkimiyetine soyunmamız gerekmektedir. Bugün tarihinden,
medeniyetinden habersiz, sömürgecilerin oyuncağı olmuş insanlarımızın çoğalmış
olması bizi asla ümitsizliğe düşürmemelidir. Güneş karanlığın en yoğun olduğu
bir anda doğar.
Aklımıza gelen bütün haritaları üst üste koyduğumuz zaman
bunların çakıştığını ve bir gerçeğe işaret ettiğini göreceğiz. O gerçek Türk
Milleti’dir. Biz bugün farkına varmasak da dünyanın en büyük gücüne sahibiz. Bu
güç atalarımızdan bize intikal eden her türlü zenginliktir. Biz bu zenginliği
iyi değerlendirebilirsek, yeni bir medeniyetin fitilini ateşleyebiliriz.
Farkına varamaz, zenginliklerimizi öğrenmez, unutursak yok oluruz. İnsanlık
tarihinde toplumların ulaştığı en yüksek örgütlenme olan millet kavramına en
erken ulaşan bir milletin çocukları köle olur.
Kendi çocuklarımız bile neden savaşıyoruz, barış istemiyoruz diyerek sömürgecilerin
borazanını çalarlar. Hayatın insan için bir mücadeleden ibaret olduğunu, büyük
balığın küçük balığı yediğini, millet olarak sonsuza değin yaşayabilmek için
savaşmak gerektiğini unuturlar.
Sonuç: Dünyanın her zerresi dikkatinde, gönlünde olan bir
millet olmalıyız. Gönül coğrafyamızın sınırları her insanı, her canlıyı, her
bitkiyi, her taşı, her toprağı, her suyu, her denizi, her yıldızı içine
almaktadır. Kendimizi buna göre hazırlayalım. Okuyalım, araştıralım; bir araya
geldiğimizde boşa konuşup mavra yapmayalım. Boşa vakit geçirmeyelim.
Dikkatimizi geliştirelim, gönlümüzü, gözümüzü açalım. Geleceğe hazırlanalım.
Savaşı savaşa her an hazır olanlar kazanır. Üzerinde yaşadığımız bu coğrafya
herkesin gönlünde olan bir coğrafyadır ve tarih dikkatsizliğimiz dolayısıyla
ölümün kıyısından nasıl döndüğümüzün ibretli örnekleriyle doludur.
[1] https://www.facebook.com/groups/uygarturk/
[2]http://www.kitapyurdu.com/kitap/kizilelma/281575.html
[3] https://www.otuken.com.tr/KitapDetay/kizilelma-nin-izinde
[4] Arslan
Küçükyıldız. Çapandaz Ergeş Uçkun / Şiirleri, Makaleleri, Mektupları, Hakkında
Yayılanlar. Ankara, Bengü Yayınevi, 2012, 496 sf.
Dipce: Bu yazı, Edebice Dergisi, Y.1, S.1, Mayıs Haziran 2016 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder