9 Temmuz 2010 Cuma

NE YAPABİLİRİZ?





“Çocuğuma Hangi Kitabı Okutmalıyım?” topluluğu çok kısa bir sürede büyük ilgi gördü. Anlaşılıyor ki kanayan bir yara ile karşı karşıyayız.
Bu topluluk, aslında Facebook’u sevmeyen, internet kullanmasını çok iyi beceremeyen ama çocuklarını internete kaptırmış ebeveynler olarak acilen bir şeyler yapmak isteyenlerin oluşturduğu bir topluluk. Burada neler yapılabileceği konuşulacak, tecrübeler paylaşılacak. Belki sadece anne babalara değil, kardeşlere, akrabalara, okullara, basına, yayınevlerine, bakanlıklara, RTÜK’e kısacası tüm sorumlulara da ışık tutacak bu tecrübeler.
Okumanın gerekli olduğuna, çok albenili çocuk edebiyatı oluşturmamız gerektiğine, önce kendi kültürünü çocuğa tanıtıp sonra diğer kültürleri, ama mutlaka vermemiz, kendini, çevresini ve dünyayı ona olabildiğince etraflı tanıtmamız gerektiği konusunda sanırım herkes hemfikirdir. Asıl mesele, “yıkıcı tehlikeleri olan televizyon ve internetten onları koruyarak, kurtararak nasıl okutacağımız, okuma alışkanlığı kazandıracağımız ve dolayısıyla bu alışkanlığı kazandırabilmek için hangi kitapları, hangi çağlarda okutacağımızdır” diye düşünüyorum. Onları hayatı bütün canlılığıyla kavrayan ve yaşayan, kültürüne sahip bir çocuk olarak yetiştirebilmek için bize ağır bir görev düşüyor.

Benim nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği konusunda kişisel görüşüm şudur:

Önce çocukların doğum öncesinden itibaren yaş dönemlerine göre nelerden hoşlandıklarını, nelere ihtiyaç duyduklarını tespit etmeliyiz. Bu dönemleri olabildiğince ayrıntılı yapmalıyız ki, bu dönemlerde yapılabilecek çalışmaları, okutabileceğimiz kitapları herkese net bir şekilde sunabilelim.
İkinci olarak çocuklarına okuma alışkanlığı kazandırabilmiş kişilerin tecrübelerini göz önüne alarak çocuklarımıza kazandırmak istediklerimizi en güzel şekilde kazandıracak kitapları, yaş ve cinsiyetlerine göre, ilgi ve duygusal zekâlarına göre listelemeliyiz.
Bu listeleri bütün anne babalara, okullara, bakanlıklara, yayınevlerine göndermeli, onları bu milli tecrübeye en azından saygı duymaya davet etmeliyiz.
Bu arada biz bu çalışmaları yaparken çocuklarımızı sömürge vatandaşı yapmak isteyenler boş durmayacak, yeni mükemmel hazırlanmış romanlar, vampir serileri, şeytan serileri, çizgi filmler, bilgisayar oyunları üretecekler. Bunlarda bizim milletimizi barbar olarak gösterecek, yok edilmesi gereken yaratıklar olarak anlatacaklardır. Bize kendi çocuğumuzu kendi milletini aşağılık bir millet olarak gören çocuklar yetiştirmemiz dayatılmaktadır. Bunlarla da mücadeleyi elden bırakmamamız gerekiyor. Kanaatimce zararlı kitaplar ve bunların neden zararlı olduğunu da listeleyip ilgililere duyurmalıyız.
Tabii en büyük engel televizyon ve internet olmaya, cep telefonları, müzik çalarlar karşımızda tehlike saçmaya devam edeceği için yeni mücadele yöntemleri bulup bunlara karşı çocuklarımızı nasıl yönlendirebileceğimizi, aynı zamanda bu aletlerin cazibesine kapılmadan, bunlardan en iyi bir şekilde yararlanabileceklerini araştırmamız gerekiyor.

Bunu nasıl gerçekleştirebiliriz?

Arkadaşlarımız, belli yaş veya sınıflardaki, cinslerdeki çocuklarına okuma alışkanlığı kazandırmak için neler yaptıklarını, ne gibi çözümler bulduklarını, neler okuttuklarını paylaşsınlar.
Bazı arkadaşlarımız kendine görev edinip, bu tecrübeleri, nasıl okutulduğunu, okutulan kitapları listeleştirsin.
Bu arada zararlı her mecradaki yayınların da tespitini yapan arkadaşlarımız olabilir.
Bunları dönem dönem başta biz olmak üzere sorumlulara duyuralım.
Şimdilik benim aklıma gelen bunlar.

Neden böyle bir topluluk?

Basın çok büyük bir güç, yabancı kültürlere hizmet ediyor.
Millet olarak en büyük zaaflarımızdan biri başkalarını taklit etmeyi sevmemiz; bu şekilde her kötü şeyi de kolayca moda diye taklit ediyor, etkisinde kalıyoruz.
Okullar ise yerli, milli hiç bir şey vermemek için çaba gösteriyor.Kala kala aile kalıyor.
Aile ise sahipsiz. Büyük ailenin yıkılması ve çekirdek aileye dönülmesiyle birlikte Töre, yani yazılmamış Türk Anayasasını aktaran kalmadı ve unutuldu. Türk Ailesi yıkılmak üzere, ki milletlerin geleceğinin en büyük teminatı ailelerdir. Aile sağlamsa gelecek parlak olur. Türk Ailesi kan kaybediyor. Boşanmalar yüzde beş yüz arttı. Kavgalar, geçimsizlikler, yalanlar arttı. Çocuklar bu ortamda tamamen başıbozuk bir şekilde büyüyorlar ve karşılarında sadece her şeylerini paylaştıkları internet arkadaşları, oyunları, kültürü var.
Gerçekte internet okumayı bitiriyor. Yine de okumayı sürdürdüklerini farz edelim. İnternet kafeleri bırakın, üniversitelerin internet salonlarında bile bir tek ciddi veya ilmi bir konuyu araştırana ben rastlamadım.
Bütün bu olumsuzluklar içinde çocuğuna kitap okutmayı sevdirebilmiş olan ailelerin karşısında ise en büyük tehlike yerli edebiyatın gelişmemiş olması. Kaliteli yazar yokluğundan bahsetmiyorum. Kaliteli bir yayıncılığın olmamasından bahsediyorum. Olağanüstü kaliteli bir şekilde hazırlanmış, "Misyoner Edebiyatı" diyeceğim bir edebiyat, bir virüs gibi gençlerimize bulaşmış vaziyette. Geçmişte kendi milletine barbar diyen çizgi filmleri seyretmiş olan bizim çocuklarımız, bizi barbar olarak anlatan Tolkien gibi yazarları okuyabilmek için çırpınıyorlar. (Bu sabah belediye otobüsüne bindim. Otobüs çok doluydu, orta kapıya kadar yanaştım. Hamburger ile beslendiği için azmanlaşmış on beş, on altı yaşında, elinde Tolkien'in bir kitabı, gözleri kan çanağı olmuş bir çocuk orta kapının basamağına yığılırcasına oturdu. Tahminim bedeni o kiloyu çekemiyordu. Yazık, bir yandan telefonunda mesaj çekmeye çalışıyor, bir yandan kitaptan bir iki satır okumaya çalışıyordu. İşin garibi otobüs her durakta duruyor, orta kapının düğmesine de basıldığı için kapı açılıyor, çocuk her kapı açılışında ayağa kalkıyor, basamaktan kapı çarpmasın diye yukarı çıkıyor, sonra tekrar yığılırcasına oturuyordu. İçim sızladı. Bizim çocuklarımızı ne hale getirdiler diye.)İşte biz hep birlikte bu tehlikeye karşı ne yapmak gerektiğini ortaya koymalıyız.
Dikkatli aileler çocuklarını televizyon ve internetin zararlarından iyi bir okuma programıyla koruyabiliyorlar. Bize onların tecrübeleri lazım vesselam...

30 Haziran 2010 Çarşamba

Fazıl da Ülkücü

Hatırlarsınız, üniversitede öğrencilik yaptığımız yıllar, kavga gürültünün çok olduğu yıllardı. DTCF'de de en çok kavga Kantin'de, büyük dershanelerde, Felsefe ve Coğrafya bölümlerinin olduğu üçüncü katta olurdu. Arkadaşlarımız Dil Tarih’in dördüncü katındaki felsefe arkeoloji ve benzeri bölümleri genellikle tercih etmediği için o kata kantinden, bizim oturduğumuz taraftan pek giden olmazdı. Olsa da nadirdi. Ya çok korkulan biri olmalıydı, okul karışmakla kalmaz, Çamur Yaşar okulu kapatırdı, ya da ara sıra geldiği için ufak sıkıştırmalarla geçiştirilir, gelenin gözü korkutulmakla kalınırdı. Yine de yeni gelenlere bu işler yaptırıldığı için o kata çıkan arkadaşlarımız mutlaka kendini bilmez birilerinin baskısına maruz kalır, genellikle de daima kaçındıkları(!) şiddetle karşı karşıya kalırlar ve 'olay' çıkardı. Kiminin kafası kimini gözü yarılır; artık Allah ne verdiyse sonucuna katlanılırdı. Arkadaşlarımızın çoğunlukla solcuların seçtiği bu gibi bölümleri de tercih etmesi için Ocaklar uyarılmıştı ama nafile. Üniversite tercihlerinde Ocakların etkisi nedir ki! Çoğu küçük kasaba ve köylerden gelen gariban Türk gençlerinin ulu bildiği Edebiyat, Tarih gibi bölümlerdi. Yabancı Dil, Tiyatro, Sanat Tarihi, Coğrafya gibi bölümlere arkadaşlarımız nadiren itibar ederlerdi. Arkeoloji, Felsefe, Prehistorya, Antropoloji ve benzeri bölümlerin bize ne gereği vardı ki? Neyse. Lafı uzatmayalım.

Yine böyle yolunu şaşırmış iki arkadaşımız, Mithat Topçu ve Fazıl Çetiner Felsefe bölümüne gelmişler. Bizimle irtibat kurdular. Onları sağlıkları açısından uyardık. Şöyle bir bakın, etrafınızı tanıyın, belki sizin gibi başka arkadaşlarımız da gelmiş olabilir, onları tanımaya çalışın, eğer belli bir güce kavuşursanız dördüncü katta da açık kimliğimizle dolaşabiliriz filan dedik. Onlar da öyle derslere gidip gelmeye başladılar. Kantine gelmiyorlar filan. Mithat boksör olduğunu söylüyor, ki öyle biraz uğraşmış, sınıfında sporla uğraştığını filan anlatıyor. Fazıl ile birlikte vaziyeti idare ediyorlar.

Bunlar bir derse girmişler, galiba Felsefe Tarihi. Hocasının da kim olduğunu söylemişlerdi ama şimdi unuttum. Hatırladığım, adamın sıkı bir Marksist olduğu. Derste hoca çeşitli konulardan bahsediyor, bu arada İslam Felsefesinden bir şeyler anlatıyor. Fazıl’ı bilmem ama Mithat konuyu galiba pek dikkatle dinlememiş olacak, dersten sonra hocanın kapısına dayanıyor. Zannediyor ki Hoca sağlam. Mithat, Boks sporuyla uğraştığı için beyin hücreleri biraz yorgun. Bu arada hem kendisine güveniyor, hem de galiba bu kimliğini gizleme vaziyetlerinden de çok sıkılmış. Dalıyor hocanın odasına. Nasıl bir girizgah yaptı bilmiyorum:

– "Hocam” diyor, “Ben Ülkücüyüm, Fazıl da Ülkücü!”

Tabii, bu sohbetin sonu nasıl gelişti, odadan çıktıktan sonra ne oldu bilmiyorum ama Mithat ve Fazıl ertesi yıl bölüm değiştirmek zorunda kaldılar. Galiba Tarih bölümünü bitirdiler.

Şimdi Mithat Topçu Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğünde çalışıyor, Fazıl da yurt dışında imiş.

Düşünüyorum da, Dil Tarih’te İslam Felsefesinden bahseden, Türklükten, İslamlıktan dem vuran hoca o kadar az mıydı, yoksa bize mi öyle geliyordu?

Kaynak: https://web.archive.org/web/20101206102707/http://dtcf.wordpress.com/category/arslan-kucukyildiz/

2 Ocak 2010 Cumartesi

TAZE MİLLET (i)

































Arslan KÜÇÜKYILDIZ

İnsanların dünyayı algılama şekilleri başka başkadır. Görüşlerini “bana göre, fikrimce, zannederim” gibi üsluplar kullanarak ifade ederler. Gördüklerini, yaşadıklarını veya hissettiklerini kendi görüş ve kabullerine göre değerlendirip buna göre davranır ve tavır alırlar. Doğru veya yanlış eksik veya fazla bile olsalar, bu görüş ve kabuller davranışların temelini oluşturur. İnsan topluluklarının gelişmiş şekli olan milletler de fertler gibi kendi bakış açılarına sahiptir. Hadiseleri “kendine göre” yorumlayıp, ona göre davranırlar. Zamanla bu davranışlar belli üsluplara ve şekillere dönüşerek kalıplaşır. Artık millete mensup fertler bu kalıp veya temellere göre hareket ederler. Bazen de bu kalıplar, milletin içinde bulunduğu kültür dairesindeki diğer milletlere yansır; milletin ince buluşları, tavırları ve üslubu birkaç milletin ortak malı olmuştur. Böylece biriken kıymetler medeniyeti şekillendirir. Medeniyetler, kendine özgü bakış açılarına, inceliklere sahipse başka medeniyetleri de etkilemeye başlarlar. Yine milletler kendine has bakış açıları ve davranışlar geliştirebilecek canlılıklarını korudukları sürece, fertlerinin gayret ve kabiliyetleri, toplumlarını teşkilatlandırıp birlik beraberlik içinde belli hedeflere götürebilme yeteneğine bağlı olarak uygarlığa belirleme sıkıntısı başlarsa başka medeniyetlerin davranışları kopyalanmaya başlanır. Böylece milli yapıda çözülme başlar. Türk Milleti bu yapıda olmakla beraber, aynı hızla toparlanabilen bir bünyeye sahiptir.
Milletlerin uygarlığa olan katkıları, bir veya birçok alanda, bazı asırlarda daha az, bazılarında daha çok olabilmektedir. Katkı ne oranda olursa olsun takdire şayandır. Bazı milletler ve medeniyetler uygarlığa çok mühim katkılarda bulunduktan sonra yok olup gitmiştir. Bir bakıma tarih bunların hikayesidir. Hem hizmet etmiş, hem de yok olmamış, dünya durdukça da inşallah var olacak milletimiz, insanlığa sayılamayacak güzellikler hediye etmiştir. Son asırlarda yaşadığımız sıkıntılara rağmen hizmetlerini sürdürmeye devam etmektedir.
Milletimiz bugün değişik coğrafyalarda yaşayan halklara bölünmüş, muhteşem medeniyeti unutturulmuş, dev gibi meseleleri devraldığı için bunlarla boğuşmak zorunda kalan bir millet haline gelmiştir. Anadolu Türkleri yüzyıllarca süren savaşlardan sonra girdiği Çanakkale ve büyük zorluklarla kazandığı Kurtuluş Savaşı’nda yetişmiş evlatlarının, özellikle aydınlarının büyük bir kısmını kaybetmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bu yaraları sarmaya, fakir düşen halkı kalkındırmaya çalışmaktadır. Türkistan Türklerininse 1917 ihtilali sonrasında önderleri, aydınları yok edilmiş, milyonlarcası öz yurtlarından zorla başka ülkelere göç ettirilmiştir. Türk Milleti’nin top yekun Ruslaştırılması için dil, din, tarih, ve medeniyetimiz yozlaştırılmaya ve unutturulmaya çalışılmıştır. Her alanda Rus alışkanlığı ve davranışlarının sokulduğu bu dönemde Türkistan’da içki içme yaygınlaşmış, kadın erkek ilişkilerinde başıbozukluk başlamış, Türk ailesi, bozulmaya çalışılmıştır. Türk Mimarisi ve zevki sonucunda ortaya çıkan klasik ayakyolu (TDK TÜRKÇE SÖZLÜK: 92) bölümleri, yeni yapılan inşaatlarda görülmez olmuştur. Bunun yerine alafranga tuvalet dediğimiz tuvaletler hızla yaygınlaştırılmıştır. Medeniyet, birbirine bağlı davranışların bir bütünü olduğundan, temizlik konusundaki bozulma kültürümüzün başka alanlarında da erozyona yol açmıştır. O günlerde bu tahribata itiraz edenler öldürülmekten kurtulabilirlerse ömür boyu çalışma kamplarında tutuluyordu.
Türkiye Türklerinin kısmi bir toparlanma dönemi geçirdikleri 1990 sonrasında bir kısmı bağımsız devletlerine kavuşan Türkistan Türkleri son yetmiş yılın ve geçen asırların ağır askeri, siyasi, iktisadi ve medeni meseleleriyle karşı karşıya kalmışlardır. İster bağımsız, ister özerk, kardeş, bağırdaş bütün halklar, dünyanın neresinde olursa olsunlar, Türk Milleti’nin ayrılmaz birer parçasıdır ve onun medeni mirasının varisidirler. Geçen asırlarda sahip olduğumuz bilgi, görgü ve tecrübelerimizi, maruz kaldığımız düşmanlık, kendi sıkıntı, bölünmüşlük ve zafiyetlerimizden dolayı bu asra layıkıyla aktaramasak bile bu gerçek değişmez. Türklüğün medeniyete yaptıkları sınırsız hizmetleri kamil manada bilinmese ve bilinenleri de başkaları sahiplerse bile biz, bir büyük medeniyetin sahipleriyiz. Türk İslam Medeniyeti adını verdiğimiz bu medeniyetin insanlığa yaptıkları en önemli hizmetlerden biri temizlik alanında olmuştur. Yetkili herkesin hakkımızı teslim ettiği böyle önemli bir konuda, bizim neden uygulama noksanlıklarımızın olduğunu, batının bu alanda bizim önümüze nasıl geçtiğini veya geçer gibi görünüp hala bize ulaşamadığını araştırmamız gerekir.
Her medeniyetin olduğu gibi, Batı Medeniyeti’nin de kendine özgü bir temizlik anlayışı vardır şüphesiz. Ancak nedendir bilinmez, en önemli temizlik malzemesi olan su bolluğuna rağmen Avrupalılar temizlikte su kullanmasını çok geç öğrenmişlerdir. Hıristiyan sofular ortaçağın ilk devrelerinde yıkanmazlardı. Azizelerden Elizabeth, bu zevkten öylesine hulusi kalple kaçınıyordu ki, kirden koklamaya başlamış, etrafındakiler dayanamaz hale gelince onu banyo etmeye zorlamışlardı. Fakat başarıları pek sudan oldu, çünkü kadıncağız suyla temasa gelir gelmez banyodan dışarı fırladı; işlediği günahtan dolayı tövbe, istiğfara başladı. (KEMMERRİCH: 119) imparator III. Friedrich’in Tutlingen’i ziyaret arzusu, şehrin pek pis oluşu dolayısıyla akim kaldı. 28 Ağustos 1485’te İmparator, Tutlingen’de az kaldı, atıyla birlikte sokağın çamurlarına gömülüp kalıyordu. Ancak 1531’de Parisliler evlerinde birer hela ve lağım yaptırmaya mecbur tutuldular. Bu tarife kadar bu vazifeyi sokaklar görüyordu. Almanya’nın birçok yerinde sokakları kirletme aleti 17. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. (KEMMERİCH: 120). 1697 yılında bile bir polis raporuna nazaran, Paris Halkı, bütün kirli suları, sidikleri, her çeşit pislikleri gece gündüz pencerelerden sokağa (XIV. Luis dönemi) boşaltıyorlardı. (KEMMERİCH: 121). Avrupa’da 18.asrın sonlarına kadar evlerde ayakyolu veya ona benzer bir mekân yoktu. İhtiyaçlar, kapalı, ayrı bir mekân aranmaksızın klozetlere yapılıyordu. Bırakınız evleri, saraylarda dahi koskoca asilzadeler ayaklarına getirilen kaplara defi hacet ediyorlar, sıkılmıyorlardı.(ii) Sonra da bu kaplar pencerelerden aşağı boca ediliyordu. Fötr şapkanın çıkış sebeplerinden biri de bu pislikten sakınmak idi. Avrupa’yı resmen ziyaret eden ilk Osmanlı Padişahı Abdülaziz Han için özel konaklar tahsis edilmiş ve aylarca karşılama provaları yapılmıştı. Buna rağmen Türk Heyeti’nin kendilerine tahsis edilen Paris’teki konağa ilerlerken burunlarını tutup, yüzlerini buruşturmalarına kimse anlam verememişti. Halbuki ortalıktaki koku onları buna mecbur etmişti. Batılılar asırlarca bu kokuları duymamak için çeşitli kokular kullandılar. Parfüm sanayileri de bu şekilde gelişti. Bugün hanımlarımızın bu kokulara, parfüm şişelerine hayranlık duyacak noktada bulundukları da bir vakıadır. Avrupa’ya; Almanya, Avusturya ve Hollanda’ya çalışmaya gönderdiğimiz işçilerimiz yerleştirildikleri evlerde ayakyolu ve banyo bulamamış, bunları yeniden inşa ve ilave etmek zorunda kalmışlardır. Çünkü yerleştirildikleri bu evler halen de kullanılan klasik evlerdi. Günümüz Avrupa’sı pırıl pırıl gibi gözükse de gerçek temizliği evlerde köpek besleme alışkanlığı yüzünden yakalamaları zaman alacaklardır.
Temizlik, Türk İslam Medeniyeti’nin en önemli konularından biridir. Bazı yazarlar, suya çok fazla önem verdiğimiz için medeniyetimize “Su Medeniyeti” adını vermiştir. Suya düşkünlüğümüz asırlarca ayıplanmıştır. Batı klasik eserlerinde sık sık yıkanmaktan beynimizin sulandığı bile yazılmıştır. Tam bir gönül rahatlığıyla ifade edebiliriz ki temizlenmeyi, suyu kullanmayı, yıkanmayı, taharetlenmeyi, insanlığa öğreten bir millet varsa o da Türklerdir. Belki de saf ve temiz bir millet olduğumuz için temizlikle ilgili maddi manevi olağanüstü bir mirasa sahibiz. Türk mitolojisinde suya önem verilmiştir. Destanlarımızda, masallarımızda ve efsanelerimizde sıkça sudan söz edilir. Daha Cengiz döneminde suyun kullanılması ve temizlikle ilgili kanunlar çıkarılmıştır. Tarih içinde dünyanın söz dağarcığına “Türk Hamamı” gibi bir kavram yerleştirmişizdir. Dünya bizi, her köşe başındaki çeşmelerimizle, camilerimizin yanı başında gürül gürül suları akan şadırvan ve abdest hanelerle, edep hanelerle (DANİŞMEND,1: 25 ) Türk Evlerindeki ayakyolu, hamam ve gusülhane dolapları ile tanımıştır. İlk gördüklerinde bir şey anlamadıkları bu dolapların işlevini öğrendiklerinde çok şaşırmışlar, “Türkish Bath” dedikleri hamamlarımız etrafında oluşturduğumuz kültürü tanımaya başladıklarında cehaletlerini anlamışlar ve maruz kaldıkları hastalıkların tedavisinde temizliğin önemeni kavramışlardır. Köpeklerin yemek yediği kaptan yemek yemediğimizi sükunet ve temizliği bozmaması için evlerimize hayvan sokmadığımızı, dışarıda giydiğimiz ayakkabıyla evin üst köşesine çıkmadığımızı görmüşler, önceleri bunu garip karşılarken yavaş yavaş takdir etmeye başlamışlardır.
Türkler pek güzel uyum sağladıkları İslam Dini’ni kendilerine göre anlayıp yaşadılar. İslamiyet’in temizlik anlayışını ve emirlerini kendilerine göre yorumladıkları için bu konuda aynı medeniyet dairesi içindeki Araplardan çok daha ileri gittiler. İslamiyet’teki maddi ve manevi temizliğin birlikte düşünülmesi, taharet ve nezafete önem verilmesini, bir kısım ibadetlerin girişi, anahtarı ve ön şartı olmasına çok iyi değerlendirdiler. Gerçekten de temiz olunmadıkça, taharetlenmedikçe bazı ibadetler yerine getirilemiyordu. Peygamberimiz (S.A.V) “Namazın anahtarı temizliktir” ve “Temizlik imandandır” diyordu. Böylece hemen her gün hamama gidilmesi, köylerde dahi mutlaka bir hamamın bulunması, mutfak temizliğine önem verilmesi, yemeklerin tertemiz oluşu, yemekten önce ve sonra yıkanması, misafirlere sofradan kalkınca sıcak su ve sabun getirilmesi (bazı evlerde gül suyu getirilmesi) cami civarlarında bakıcılı edep hanelerin bulunması, vücut, el, ağız, tırnak, sakal ve bıyık temizliği gibi konular Türk Milleti’nin yorumuyla insanlığın dikkatine sunulmuş oldu. Öyle ki Müslümanlara yol gösteren İlmihal kitaplarının ilk bölümü iman ise hemen ardından gelen bölüm temizliğe ayrılıyordu.
Batılılar, geçen asırlarda kendi medeniyetlerinde görebildikleri eksiklikleri gidermeye çalıştılar. Bunda başarılı da oldular. Milletlerin medenilik ölçülerinden biri olarak kullandıkları su, sabun veya tuvalet kağıdı miktarlarını kıstas olarak kabul ettiler. Tarihin garip bir tecellisi olarak nesillerimiz temizlik kültürünü yaşayarak öğrenemez hamam ve ayakyolu kültürümüz, milli ve dini bilgilerin aktarılamayışı sebebiyle yok olurken, Avrupalılar temizlikte yol aldılar. Vücut ve ağız temizliğinde, sabun kullanmada bizden ileri gittiler. Ancak hayvanlarla iç içe yaşamaları ve kullandıkları ayakyolu biçimi yüzünden temizlikte istenilen ilerlemeyi sağlayamadılar. Gerçi teknoloji ve (desinatörlük) çok geliştiği için, kendilerine göre harika tuvaletler yaptılar. Ancak nedense donlarındaki pislik kalıntısından bir türlü kurtulamadılar. AİDS ve HIV virüslerinin çıkışıyla klozet şeklindeki üzerine oturularak kullanılan tuvaletlerin diğerlerine göre daha kullanılan tuvaletlerin diğerlerine göre daha sağlıksız olduğu ortaya çıktı. Avrupa tuvaletlerinin sağlıksızlığının farkına varırken biz Türkler temizlikte kendi ulaştığımız seviyenin de altına düştük. Avrupalı seyyah Grelot 1680 yılında bizim Edephane denilen umumi tuvaletlerimiz olduğunu, bunların temizlikçilerinin bulunduğunu yazarken (DANİŞMEND) günümüzde biz umumi tuvaletlerimiz, “Aslan yatağından belli olur” sözü gereğince olması gereken yere getiremedik. Ve Avrupa’nın tuvalet biçimine ve taharet şekline itibar etmeye başladık. Türkiye’ye kendi elimizle soktuğumuz bu kötü alışkanlık Türkistan’a Ruslar marifetiyle girdi. Onların soğuk havada bile yıkanma alışkanlığı müspet bir davranış olarak bünyemize girerken, Avrupa’dan aktarıp bizi de alıştırdıkları klozetli tuvalet adetine maalesef bizlerde alıştık. Kanser vücudumuzda yayılmaya başlamıştı. Kanaatimizce Rusların Türkistan’da yaptıkları en büyük kötülüklerinin biri güzelim Türk Ayakyolu’nu unutturup, yerine suyu olmayan, sadece kağıtla temizlenebilen bir tuvalet (iii) alışkanlığını getirmeleridir. Maalesef Ruslar ayakyolu kültürümüzü unutturdular. Biz Türkler bu yeni tuvaletlere “alafranga hela” yani Frenk’in helası demişiz. Çünkü bizim kendimize has bir tuvalet anlayışımız vardı.
Türk ayakyolunda insanlar, bedenlerine en uygun, yani ergonomik şekilde ihtiyacını giderir. Sonra sol eliyle yanı başındaki musluktan akan suyla gıcır gıcır temizlenir. (iiii) Defi hacet yere çömelerek yapıldığından tam bir boşaltma işlemi söz konusudur ve sağlıklıdır. Bu şekilde prostat ve benzeri hastalıklardan korunmuş olur. Hiçbir yerimiz başkasının oturduğu yere dokunmaz. Öncesinde ve sonrasında bol su dökerek kendimizi ve ayakyolumuzu tertemiz tutabiliriz. İnşası, kullanımı kullandıktan sonra mekanın temizliği çok kolay, edep ve haya gereği kapısı kapalı olan bir tuvalet bedene ve ruha sıhhat verir. Ayakyolumuz içeri girilirken ve bırakıldığında tertemiz olursa olsun evlerimiz de tertemiz ve kokusuz olur.
Türkiye’de hızla yaygınlaşan Alafranga helalara dikkatinizi lütfediniz. İster kullanılmak üzere, isterse “O da bulunsun” veya “İhtiyarlıkta lazım olur” düşüncesiyle inşa edilsin, evlerimize bu Frenk icadı sokulmaktadır. Unutulmasın ki beş vakit namaz için abdest alan, yıkanan vücutlar asla böyle bir güvenceye ihtiyaç duymaz. Maalesef yeni yapılan binalarda sadece bizim kültürümüze yabancı bu tuvaletler vardır. Modanın çok çabuk tesirinde kalan bazı zayıf karakterli insanlarımız güzelim Türk ayakyolunu iptal ettirip veya yaptırmayıp bizleri batının tünekliğine mahkum etmektedirler. Bu görüşleri bağnazca bulanlar olabilir. Onlara Kırgızistan’ da Bişkek’de, Filarmoni binasındaki kapıları, suyu, tuvalet kağıdı olmayan umumi tuvaletlere göstermek isterdim. Kırgız kardeşlerimizi asla suçlamıyorum: Onlar, kültürlerini korumak istemiş, ancak başaramamışlardır. Eski Sovyet sınırları içindeki kardeşlerimizin çoğu aynı durumdadır.
Eğer temizlik ve sağlık istiyorsak Türk ayakyoluna dönüş yapmak zorundayız. Bunun için de önce klozetlerden kurtulmamız gerekmektedir. Özellikle Türk Devlet ve Topluluklarındaki kardeşlerimiz bu konuda daha titiz olmalıdır. Gürül gürül suların aktığı, Ala dağların eteklerindeki kardeşlerimiz bu konuda ihtilale hazırlanmalıdır. Türk Dünyasında yeni yapılmakta olan binlerce eve, mesela Kırım’daki kardeşlerimiz yaptıkları evlere mutlaka bizim kültürümüze daha uygun Türk Tuvaleti’ni katmalıdır. Bu yeni mekânlar bize daha fazla temizlik, kokusuz ve sağlıklı bir hayat ile zaman tasarrufu sağlayacaktır. Rus kültürünün kötü bir kalıntısı olan herkesin bir arada, çırılçıplak suya girmesi, tuvaletleri kapısız yerde ihtiyaç görülmesi gibi alışkanlıkları terk etmenin ve bu konuda da özümüze dönmenin zamanı çoktan gelmiştir ve geçmektedir. En azından her iki türdeki ayakyolunu yan yana inşa edip, aradaki farkın görülmesi sağlanmalıdır. Özetle ayakyolu ve hamam kültürümüz yeniden canlandırılmalıdır.(v) Görsel ve yazılı basım bu konuda ısrarlı olursa bu medeniyet ayıbımız ortadan kalkacaktır. Medeniyetimizin bu küçük ayrıntıları üzerinde durulmazsa, daha birçok alanda da kaybetmeye devam edeceğimizi bilmemiz gerekir. Türkiye’de sabun, su ve tuvalet kağıdı sıkıntısı olmadığı için şimdilik tehlike olarak görülmeyen alafranga tuvaletler, Türkistan’da bir medeniyet ayıbı olarak karşımızda durmaktadır ve bu ayıp hepimizindir.

AÇIKLAMALAR

(i) Türkistan’da “taze” sözcüğü “temiz” anlamında kullanılmaktadır. Burada her iki anlamıyla kullanılmıştır.

(ii) Bu ülkelerde tuvalet kağıdı yaygın olarak bulunmadığı için tuvaletlere konulan kitapların sayfaları aynı amaçla kullanılıyor. Tabii olarak bu kağıtlar birikiyor.

(iii)Sağ el ekmek ve yemek yeme için kullanıldığından taharette kullanılmaz.

(iv)Burada Sivas yöresindeki hamam kültürünü araştıran Müjgan Üçer ve Hamam Kültürünü bizzat yaşatarak bütün canlılığıyla devam ettiren Kastamonu Tosya ilçesi halkını yad etmeyi zevkli bir vazife addediyorum.


DİPNOTLAR

Da Grelot relationnouvelle d’un Voyage de 1680 Constantinople, Paris.

Maks Kemmerich, Tarihte Garip Olaylar, 1968 Varlık Yayınevi, İstanbul.

Danişmend, İsmail HamiGarb Menba’larına Göre eski Türk seciye ve Ahlakı, 3. Bsk., İstanbul Kitapevi, İstanbul,

TDK Türkçe Sözlük , Genişletilmiş 7. Baskı, 1982