16 Aralık 2013 Pazartesi

Makale

Dört Bin Yıllık Türk Zekâ Oyunu: MANGALA / Arslan Küçükyıldız
Sayı 178, Ekim 2010
http://dergi.yenisesonder.com/icindekiler2010.html

Sinemasalı ve Türk Sineması Hakkında Arslan Küçükyıldız'la bir söyleşi


20 Mart 2012 

“ Söyleşen: Çılga GÜREL Görüntüleyen: Ebubekir İZNAEV „

Türk Sineması’nın en büyük sorunu, Türk Sineması’na para harcayanların ilgileridir.”

Türk Ocakları Sanat Edebiyat Kurulu Başkanı yazar ve yönetmen Arslan Küçükyıldız, ile Türk Sineması adıyla yürütülen çalışmaların amacına uygun sonuçlar doğurması için yapılması gerekenler ve Sinemasalı üzerine konuştuk:
 
Arslan Küçükyıldız’ı kısaca tanıyabilir miyiz?
1961 Kastamonu doğumluyum. Babam bir ilkokul öğretmeni idi, görevi dolayısıyla hem köyde hem kentte bulundum. Kastamonu Göl Öğretmen Lisesi’nde yatılı olarak okudum. Değişik açılardan zengindi bu okullar; Marangozhaneleri, demir atölyeleri, sinema salonları, konservatuar mimarisine benzer müzik salonları vesaire vardı. Ben okumayı seviyordum. Çok okuyabileceğim bir meslek diye Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik bölümünde okudum. Kütüphanecilik değişik bilimlerle, tasnifle ilgilenen bir meslek, bu yüzden farklı alanlara yönelebiliyor insan. Eskişehir Anadolu Üniversitesinde Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema ve Televizyon bölümünde yüksek lisans yapmak nasip oldu. Sinema-Televizyon alanına bu şekilde giriş yapmış oldum. 1987 yılından itibaren TRT’de yapımcı yönetmen olarak çalışmaya başladım. Kendi programlarımı hazırladım, değişik kanallarda yayınlandı. Müzik eğlence bölümünde göreve başlamıştım ama müzik eğlence yönetmeni olarak kalmak istemiyordum. Belgesel vs. değişik programlar yapmak istiyordum. Değişik türlerde programlar yaptım. Bunun için sinemanın değişik alanlarıyla da ilgilendim. 

Neden kütüphaneciliği bırakıp sinemayı tercih ettiniz?
Yatılı bir öğretmen lisesinde okudum. Şehrin dışında yapacak pek bir şeyimiz yoktu. Okulumuzda çok güzel bir sinema salonumuz vardı. Bizim de yatılı olarak okuyan öğrenciler olarak en büyük eğlencemiz hafta sonları bir araya gelip beş yüz kişi film seyretmekti. Sanırım sinemanın bende o yüzden özel bir etkisi var; o günlerden kalan bir alışkanlık olabilir. Güzel bir tesadüf sonucu yüksek lisans programını öğrenmiş ve yüksek lisans yapma fırsatı bulmuştum. Böylece kütüphaneciliği terk ettim.

Şu anda Sinemaya dair bir çalışmanız var mı?
Türkiye’de sivil toplum kuruluşları sinemaya fazla ilgi göstermiyorlar. Her alanda süratli bir değişiklik var, kültürel değişim yaşıyor Türkiye. Sinema bu değişimin en etkili motoru. Sinema kitleleri değiştiriyor, dolayısıyla kültürüne önem veren milletler, sinemaya da önem veriyor. Amerika önem verdi, devlet olarak; Hollywood’u kullanıyor. Uzak gelecekte yapmak istedikleri tüm faaliyetlerle alâkalı filmler yaptırıyor. Amerika’da devletin en etkili gücü sinema. Aynı şekilde Avrupa’da da benzer faaliyetler var; Fransız, İtalyan, Alman sinemaları oldukça iyi durumda. Rusya zaten sinemayı bir propaganda aracı haline getirmişti. Dolayısıyla Türkiye’nin sinema sektöründe bir sıkıntısı var, az gelişmişlik var. Bu yüzden ister devlet kurumları olsun, isterse sivil toplum kuruluşları olsun, Sinema’ya öncelik vererek yoğunlaşmamız gerektiğini düşünüyordum. Türk Ocakları ile Yunus Emre Vakfı’nın işbirliği sonucu bir fırsat çıktı veSinemasalı doğdu; Türk Ocakları’nda Sanat Edebiyat Kurulu’nun bir faaliyeti olarak,  “Sinemasalı” adlı bir program yapmak istedik.  Bunu Yunus Emre Vakfına götürdük. Sağ olsunlar kabul edip salonlarını bize açtılar.  Biz de iletişim fakültelerinde okuyan genç arkadaşlarımız ile farklı kesimlerden insanları bir araya getirebileceğimiz bir ekip kurduk. Her hafta bir film seyredip, yorumluyoruz. Genç arkadaşlarımızın senaryolarına, projelerine bakıyoruz. Onlara senaryo yazma tekniği ile ilgili konularda yardımcı olmaya çalışıyoruz. Değişik konuşmacılar gelip kendi alanlarında bilgiler veriyor, önemli sinemacıların yıl dönümlerinde anma programları yapmaya çalışıyoruz. Özetlemek gerekirse “Sinemasalı” Türkiye’deki çok önemli bir boşluğun giderilmesi amacıyla kurulmuş ve bu amaçla genç arkadaşlarımızı yetiştirmeye yönelik çalışmalar yapan, onların zaten içlerinde var olan sinemacı kimliklerini, yönetmen bakış açılarını geliştirmeyi kendine görev edinmiş, bir avuç gönüllünün katkılarıyla yürüyen bir etkinlik.

Gençlerin yazdığı senaryoları nasıl değerlendiriyorsunuz, görüşlerinize yakın buluyor musunuz?
Yazarlar, senaryo yazarları ya da film yapmak isteyen yönetmenler, iç dünyalarında belli bir olgunluğa, zenginliğe ulaşmış insanlardır. Dolayısıyla bizim “Sinemasalı” grubundaki tüm senaryoların kendine has bir özgünlüğü, bir güzelliği var. Bunların bizim kuşağın bakış açısına benzemesini beklemiyoruz. Zaten böyle bir şey de genç sinemacıların hayal dünyalarını, ufuklarını daraltır. Biz genç sinemacıları kendi çalışmalarında tamamen bağımsız bırakmak istiyoruz. “Genç sinemacılar kendilerini daha iyi nasıl yetiştirirler?  Hangi kaynaklara inmelidirler? Kendilerini yetiştirirken neler yapmalıdırlar?” gibi konuların üzerinde tabii ki duruyoruz. Daha çok okumaları daha çok görmeleri için onları teşvik ediyoruz. Hangi filmleri seyredebilirler, filmlerin farklı taraflarına daha iyi nasıl bakabilirler vesaire yol gösterici olmaya çalışıyoruz. Yoksa konularına, üsluplarına müdahil olmayı doğru bulmuyoruz. Arkadaşlarımız farklı bir şey yapacak ve kendi dönemlerinde topluma söylenmesi gereken ne varsa en güzelini söyleyecekler. Bunu nasıl söyleyeceklerini, sinema dillerini de kendileri bulacak. Dolayısıyla arkadaşlarımızın özgün olabilmesi için bir adım geride durmamız gerekiyor, biz sadece onların destekçisiyiz. Biz kendi çapımızda bir şeyler yapmaya çalıştık. Fakat yapılacak çok şey var ve bunu gençlerle birlikte yapmak istiyoruz, ne kadar yetişirlerse o kadar mutlu hissedeceğiz kendimizi. Türk Sineması’nın geleceği onlar. Amacımız gençlerin önünü açmak. 

“ Sinemasalı “isimli çalışmanızda izlenecek filmleri neye göre belirliyorsunuz? Kısa film çalışmalarında neler üzerinde duruyorsunuz?
Sinemasalı’da her hafta Salı günü gerçekleşen etkinliğimize devam eden arkadaşlarımızı zenginleştirecek, geliştirecek filmler seçmeye çalışıyoruz. Tanınmış yönetmenlerin en iyi filmlerini göstermeye çalışıyoruz. Mümkün olduğu kadar sinema dili olarak özgün, başarılı, tanınmış yönetmenlerin filmleri seyretmeye, değerlendirmeye çalışıyoruz. Geçen yıl konumuz Türk Dünyası Sineması idi. Türk Dünyası’ndan, çok geniş bir coğrafyadan; Türkiye’den, Türkiye dışındaki Türk topluluklarından önemli yönetmenlerin önemli filmlerini değerlendirmeye çalıştık. Bu yıl Türk ve Dünya sinemasından önemli filmleri seyretmeye, değerlendirmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de Türkiye’yi, Türk coğrafyasını ilgilendiren konuları seçmeye çalışıyoruz. Başarı öyküleri, insanların kendi kabuklarını nasıl kıracağına dair filmler bizim hoşumuza gidiyor yani kişisel ve toplumsal olarak içinde bulunduğumuz sıkıntıları aşmanın sorgulamaktan geçtiğini biliyoruz. Kendini, toplumu, aileyi sorgulayan filmler seyretmeye çalışıyoruz. Bazen sıra dışına da çıktımız oluyor tabi. Kısa film çalışmalarında bu yılki konumuz “Kirlilik.” Her yönüyle kirliliği anlatan senaryolar hazırladık ve çekimlerine başladık. 

Günümüz Türk Sinemasını nasıl yorumlarsınız?
Kültürün, herhangi bir milletin değerlerinin, müzikte, resimde, heykelde... işlenmiş haline biz sanat diyoruz. Şiir nasıl edebiyatın en ince, en zarif şekilde anlatılması ise sanatların hepsi kendi halinde etrafımızda tabiatta bulunan bir takım değerlerin tezgâhtan geçirilmesi, işlenmesi, parlatılması anlamına geliyor. Sinema da böyle bir şey; sanatlar derinleştikçe kendi kültürlerini incelemeye, parlatmaya emek harcadıkça nasıl gelişiyorsa, sinema da kendi kültürüne, tarihine ne kadar bakarsa o millete o kadar geniş ufuklar açıyor. Bu anlamda sinemada başarılı olmak için kendi kültürümüze bakmak gerekiyor. Oysa sinemamızda kendi kültürümüze bakmada çok zayıfız. Batıda çok derin felsefi çalışmalar var. Filmlerin büyük bir kısmı aslında batının felsefesine dayanıyor. Bizdeki sinemada derin bir felsefeye; tarihe, kültüre, medeniyete, bir Şark medeniyeti, bir Doğu medeniyeti, bir Türk İslam medeniyetine dayanılarak yapılan filmler göremiyoruz. Bir zayıflıktan ve belki de bilinçli bir geri bırakılmışlıktan bahsedebiliriz. Türk sineması başlangıçta çok samimi amaçlarla kurulmuştur ama bu amaçlar doğrultusunda derinleşememiştir, zenginleşememiştir. Hep yüzeyde kalmıştır. Bir toprağın üstünde gördüğünüz şeylere bakmak var birde altta derinde ne gibi hazineler var onlara bakmak var. Derinlerde saklı bu hazineleri ortaya çıkardığınız zaman sinemada da, sanatın diğer kollarında da başarılı olursunuz. Türk sinemasında bazı kıpırdanmalar var. Kendi kültürümüze bakmaya devam eder, derinleşirsek başarılı oluruz. Mesela son zamanlarda tarihi diziler görüyoruz; ”Elveda Rumeli”, “Muhteşem Yüzyıl” gibi. Yine en son “Fetih 1453” bunlar büyük eksikliklerine rağmen kendini tanıma hedefli çalışmalar olarak görülebilir. Yaptığımız işlerle, yani sanatla kendimizi tanımlıyoruz. Bu tanımlama işinde tanıtanların önemi büyük. Tanıtanların zayıflığını da ortadan kaldırabilirsek yani kendimizi ne kadar güçlü tanırsak o kadar başarılı oluruz. Yansıtma işinde sıkıntı yok, sinema tekniğini her yönüyle kullanıyoruz artık.  Ama bu çalışmalarda konuyu, derinliği tam göremiyoruz. Burada biraz sıkıntılar var. Sinema alanında kullanılan metinler edebiyat ürünüdür. Edebiyatımızın da güçlü olması gerek. Mesela bakıyorsunuz binli yıllara ait bir kostüm kitabı yok. Eğer o kostüm kitabı elinizde olsa, modacılar o dönem kostümü ile alâkalı bir yayın yapmış olsa, sinemacı da o dönem ile ilgili film çekerken rahatlık bulur. El yordamıyla bulduğumuz bilgiler yerine, değişik sanat dalları daha çok malzeme vererek yardımcı olursa Türk sineması başarılı olur. Başarının yolu hep birlikte derinleşip kökleşmekten geçiyor.

Seyredip de çok etkilendiğiniz bir film veya dizi var mı?
Türkiye’de Metin Erksan ve filmleri dışında beni etkileyen ciddi bir yönetmen ve film yok. Eskilerde kaldı; “Küçük Ağa” dizisini sevmiştim ama o günkü şartlarda bakmak lazım, bugün baktığımda çok önemli bir sinema dili olmadığı görüyorum. Elveda Rumeli, şahıslarında Damdaki Kemancı esintisi taşıyor gibi gözükmese idi güzel bir dizi olacaktı.  Büyük bir sıkıntı var; konular uyarlama veya zorlama oluyor, özgün değil. Türk Sineması budur diyebileceğimiz örnek çok az.  Dünyada ise beni Kırgızistanlı ünlü bir yönetmen Tölömiş Okeyev.etkilemiştir. Bütün filmleri güzeldir. En çok sevdiğim filmi ise Cengiz Aytmatov’un romanından uyarlanan “Gülsarı“ dır. Kendi coğrafyamızı çok iyi tanıyan, çok iyi şeyler çıkaran yönetmendi. Dostumdu. Allah rahmet eylesin. Bolatbek Şamşayev de beni etkileyen bir başka büyük yönetmendir.

Sizce Türk Sinemasının çok fazla gelişememesinin nedeni nedir?
Türk sinemasının en büyük problemi Türk sinemasına para harcayanların ilgileridir. Yapımcılar, bu coğrafyaya, bu sektöre sadece para gözüyle bakıyor. Hâlbuki bu coğrafyanın kültürüne hizmet eden ürünler zaten para getirir. Batıya ilgi duyan birçok sinema var. Bugün Hindistan sinemasına da baktığımız zaman Batı hayranlığını görüyoruz ama bunun özgün tarafı var, bu özgünlük bizim sinemamızda yok. Kendinize hiç bakmadan Batıya bakmak bir takım zaaflar, eksiklikler doğuruyor. Belki Türk Sineması’nda küçük kıvılcımlar oldu ama bu kıvılcımların çoğaltılması lazım bunu da gençler yapacak. 
Kendi kültürümüz; hemen yanı başımızda yaşayan insanların asil davranışları, onların güzel adetleri, gelenekleri, görenekleri, dinledikleri, yaptıkları şeylerdir. Çok geriye gitmeye gerek yok, bizim kültürümüz zaten yaşıyor. Çok olağanüstü yapımlara gerek yok; bir ordu ile savaş sahnesi çekmek yerine, çadırdaki savaş toplantısını, en az bir ordu ile çektiğiniz film kadar güzel anlatabilirsiniz, yeter ki bir sinema diliniz olsun. Farklı bir sinema diliyle, daha az maliyetli yapımlara girişerek, dayanışma içinde bir sinema ekibiyle başarılı işler yapmak mümkün. Herkes faklı açılardan bu eksiklik üzerine giderse, bu sıkıntı çok kolay aşılabilir. Yani pamuk eller, akrepler yüzünden cebe girmese bile yapılacak çok şey var.

Geleceğe dair hedefleriniz neler?
Önemli yazarlardan düşündüğüm uyarlamalar var, bunlar üzerinde senaryo çalışmaları yapıyorum. Bunları sinemaya aktarmak isterim ama imkânları yapabileceğim noktada görmüyorum. Kitap çalışmalarım var.  Genel olarak bir durgunluk dönemi yaşıyoruz. Kısa zaman içinde bu dönemin aşılacağına inanıyorum. Belki o zaman düşüncelerimizi gerçekleştirmek için bir takım fırsatlar buluruz. Akif’in dediği gibi “Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olaydı!” 

Son olarak Sinema ile alakalı söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Günümüzde herkeste bir kamera var. ‘Büyük Gözaltı’ndayız, ama bu insanlara yetmiyor. Sinema gerçek hayatı değil gerçeğin çekirdeğini bize sunuyor ve İnsanlar da bu gerçeğin peşinde. Teknoloji gelişiyor, ilerde kişiye has televizyonlar kurulacak. İstediğiniz programı ekleyerek evinizde, odanızda kendiniz yapacaksınız televizyonculuğu. Ama sinema ve edebiyat hep var olmaya devam edecek. Sinema, hayatı yoğurarak; sevgiyle, ilgiyle, dikkatle, sanatla, kurgu ile özelleştirdiği insana, kendi macerasını sorgulatabildiği oran ve ölçüde, yaşayacaktır. 

10 Aralık 2013 Salı

Mal


Hafta sonu eşimle birlikte kızımın veli toplantısına katılmıştık. Bir baba, çocukların birbirleriyle olan ilişkilerinden şikayetle bizzat yaşadığı bir hadiseyi anlattı:

Arabasında Kızının bir telefon görüşmesine şahit olmuş, çocuk konuşmasında "Mal, salak, aptal, manyak, geri zekâlı" gibi hitaplar kullanıyormuş. Konuşması bitince sormuş.
-Kızım sen kiminle konuşuyordun öyle?
-En samimi olduğum arkadaşımla görüşüyordum.
-İnsan hiç en yakın arkadaşına böyle hitap eder mi?
-Baba ya, biz aramızda böyle konuşuyoruz.
Eve gelmişler. Yemek vaktiymiş. Yemek masasına oturacakken kızına seslenmiş:
-Geri zekâlı, yemek yiycez, gelsene!
Yemekte:
-Mal, şu tuzu ver!
-Salak, ekmeği uzatsana!
...
Eşi bu saçmalığa daha fazla dayanamamış;
-Bey, sen ne yapıyorsun? Söylediğin şeyler hiç hoş değil. Bir de çocuga örnek olacaksın. Sana yakışıyor mu?
diyecek olmuş. Kızı oradan atılmış:
-Anne, bırak babama dokunma, biz onunla daha yeni iletişim kurmaya başladık...

6 Aralık 2013 Cuma

Efsanenin Adı Şahmeran




EFSANENİN ADI ŞAHMERAN

Arslan Küçükyıldız

Elimde Bilge Kültür Sanat Yayınevi’nce yayınlanan “Efsanenin Adı Şahmeran” adlı nefis kapaklı bir kitap duruyor. (İstanbul, Kasım 2013,176 sf.) Sadece yazarınca imzalanan ilk kitap değil, zevkle okuduğum nadir kitaplardan biri olduğu ve Türk Edebiyatı’nın önemli bir başucu eseri olacağını düşündüğüm için hakkında bir şeyler yazma ihtiyacı hissediyorum. Öncelikle Bilge Kültür Sanat Yayınevi’ni Türk Edebiyatı’na böyle bir eseri kazandırdığı için kutluyorum.

Çocukluğumda okuduğum ve hayal dünyamı derinden etkilediğini düşündüğüm bir hikâyeydi Şahmeran.1960’lı yıllarda okumuştum. Kim kaleme almıştı bilmiyorum ama o efsaneyi bir köy ilkokulu kitaplığından aldığım, şimdi adını hatırlamadığım bir kitapta okumuştum. Şahmeran, binlerce yıldan beri söyleye geldiğimiz bir efsaneydi ve özellikle çocuklar ve gençler için müthiş bir uyarıcı etkisi vardı. En azından benim için öyle olmuştu. Kim kaleme aldıysa Allah ondan razı olsun.

Aradan çok uzun zaman geçti ama ne zaman bir yılan hikâyesi okusam, dinlesem ve yılan görüntüsü seyretsem, aklıma hep Şahmeran hikâyesi geldi. O kadar güçlü bir derin etkisi vardı ki sanki her büyük efsane gibi kendini hatırlatıyordu. Geçtiğimiz yıl Avrasya Yazarlar Birliği’nin Ankara Hamamönü’nde Kabakçı Konağı’ndaki Hikâye Okumaları etkinliğinde ödüllü reklamcı, hikâyeci Hatice Üzgül’le tanışıp onun Şahmeran’la ilgili bir roman kaleme aldığını duyduğumda bunun için çok heyecanlanmıştım. Efsane yeniden sahnedeydi. Büyük bir merak ve sabırsızlıkla Hatice Üzgül’ün romanını bitirmesini bekledim. Romanın yazımı biter bitmez ilk okuyanlardan biri olmak istedim. Hatice Hanım beni kırmadı ve biter bitmez gönderdi. Okudum, değerlendirmemi yazarına söyledim. Hayâl dünyamı zenginleştirmekle kalmayıp halkbilime ilgi duymamın da sebebi olan Şahmeran efsanesi olağanüstü bir kurgu ve nefis bir Türkçeyle, bir roman olarak, elimde idi. Bir çırpıda müsveddeleri okuyup bitirmiştim. Beklediğime değmişti. Sonraki günlerde, eseri Türkiye’nin önemli edebiyat ortamlarından biri olarak gördüğüm Türk Ocakları Kuşlukta Yazarlar Topluluğu yazarları da kitabı değerlendirdi. Çocuk ve Gençlik kitaplarının konuşulduğu Bala Kitap Topluluğu da eseri görüştü. İyi de oldu. Çünkü ciddi mahfillerde değerlendirilmeye layık bir eserdi. Sanıyorum Şahmeran gibi basılmamış bir eseri önceden konuşmak, eleştirmenler için de büyük rahatlık sağlıyor. Hatırladığım kadarıyla kitap eleştirmenlerce epey didiklendi. Hakkında yazılar yazıldı.[1] Şimdi de yayınlanmış güzel bir roman olarak elimizde. Yazarına ne mutlu... Çektiği onca sıkıntıdan sonra eserine kavuştu.

Biliyorsunuz Şahmeran Efsanesinin, Doğu Türkistan’dan Balkanlara kadar Türk Dünyası’nın birçok yerinde çok değişik anlatımları bulunuyor. Hacı Yakup Anad’ın hatıralarından okumuştum; Doğu Türkistan Şahmeran’ını. Türkiye’de de Mersin, Adana, Urfa, Mardin anlatımlarını okumuştum. Hatice Üzgül, bütün farklı anlatımları büyük bir titizlikle araştırmış, incelemiş, bunlardan yararlanarak pırıl pırıl bir Türkçe ile çok güçlü bir roman yazmıştı. Kanaatimce romancı olarak Hatice Üzgül üç önemli başarıya imza atmıştır. Romanın ilk özelliği, bu değişik anlatımları çok sağlam ve sahih bir anlatımla tekleştirmesidir. Hiçbirini ihmal etmeden, hepsinin üzerine çıkabilen bir efsaneyi, roman tekniği ile kaleme almak çok da kolay bir iş değildir. Hatice Üzgül, bu zor işi başarmıştır: Herkes kaşık yapar ama sapını ortalayamaz. Üzgül’ün ikinci başarısı Türk Edebiyatı'na olan hizmetidir. Reklamcılıktan gelmesi dolayısıyla olsa gerek, Türkçesi çok güzel. Bu güzel Türkçeyle, Şahmeran gibi insanlık tarihinin başından beri iyi ile kötünün mücadelesini anlatan zor bir konuyu, çok akıcı bir şekilde işlemesi Türkçemize büyük bir hizmettir. Efsane etrafında roman kurgusu içine dünya kuruldu kurulalı beri yaşanan iyi ile kötünün kavgasının mahir bir şekilde yerleştirilmiş olması kanaatimce yazarın önemli bir başarısıdır. Din ve ahlâk alanlarının derin konularını, çok nahif bir şekilde kaleme almış Üzgül.

Her yaştan okuyucuya hitap edebilecek duru bir dille kaleme alınmış Şahmeran, zaman içinde gittikçe daha çok değer kazanacak bir kitap. Çünkü “Küçük Prens” gibi hayalleri zenginleştiren, derin göndermeci(sembolik) anlatımlı bir kitap. Antoine de Saint-Exupéry’in Küçük Prens adlı kitabı Dünya Edebiyatı için ne anlam ifade ediyorsa Hatice Üzgül’ün Şahmeran kitabı Türk Edebiyatı için aynı anlamı ifade edecektir. 

Kitap, arka kapağında okuyucuyu hemen kendine çeken şu çarpıcı sözlerle özetleniyor:
Düşmanlarının ortaya çıkardığı bir efsanedir Şahmeran!
Dostluğun ve husumetin, ihanetin ve pişmanlığın, bilgeliğin ve büyücülüğün çarpıştığı bir dünyada geçer.
Belki bilirsiniz, kazananlar kaybetmeyi göze alanlar olur.
Ve diyardan diyara, nesilden nesile aktarılır yüzyıllarca…
Fakat çok önemli ayrıntıları hep eksik kalır.
Ta ki bugüne kadar!
Ta ki bu kitaba kadar!
Bu kitap, Şahmeranın şimdiye kadar hiç anlatılmamış kimliğini ortaya çıkarıyor. Efsaneyi gerçeklerle harmanlıyor. Hikâye içinde hikâye karşılıyor sizi. Hiç kesintiye uğramadan Âdem’in yaradılış sürecine tanık oluyorsunuz. Kâbil, Hâbil’i neden öldürdü, Camsab’la birlikte dinliyorsunuz. Akıp gidiyor anlam dolu cümleler peş peşe… Nuh Tufanı kopuyor. Kara bir gül ağlıyor. Şahmeran anlatıyor! Yalın bir dille, bilgece ve cesaret dolu… Hem tanıdık geliyor anlatılanlar hem de yeniden öğretiyor; sevmeyi ve sevilmeyi!”

Üzgül’ün yine 2013’te Bengü Yayınlarınca yayınlanmış bir hikâye kitabı var: Gece Yolcusu.[2]  Hikâyelerini yayınladığı bloğunda “Hayattan kesitler, insanlardan anılar araklayıp kâğıtlara döküyorum. Bazen şiirle, bazen hikâye ile kendimi paylaşıyorum. Hayatımın mesleği, reklamcılık..” diyor. “Reklamcı” ve “Hikâyeci” kimliğine bu kitabıyla “Romancı” kimliğini de eklemiş Hatice Üzgül. Bence mesleği bundan böyle sadece yazarlık olmalı.  Çünkü bu Türkçesiyle, erken kifayet duygusuna kapılmadan, yorulmadan yazarsa Türk Edebiyatı’na büyük katkısı olacağına inanıyorum. Efsanenin Adı Şahmeran kitabının sonunu okuyanlar Efsanelerin bir seri roman olacağını görecek ve sanıyorum gelecek efsane romanları büyük bir merakla bekleyecektir. Merak edenler için bir sır vereyim: Serinin ikinci romanı Lokman Hekim’in yazımı bitmek üzere.

Hatice Üzgül’ü, kitabın basımına katkıda bulunan dostları, Bilge Sanat Kültür yayınevini kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.

(Bilge Kültür Sanat: 0.212.5207253 ve kitapçılarınıza müracaat ediniz.)