22 Ağustos 2017 Salı

Fitnenin Anası Fetullah Gülen Tarafından Yürütülüyor

Kur’an-ı Kerim’de bize fitnenin ne kadar kötü olduğu, yok edilmesi gerektiği çeşitli ayetlerle bildirilmektedir. Fitne kelimesi Kur’an’da otuz dört ayette geçmekte, yirmi altı ayette ise türevleri zikredilmektedir. Fitne, bulunduğu ayetlerin bağlamları ya da ayetlerin tefsirlerine ilişkin rivayetler dikkate alınarak farklı anlamlarla açıklanmıştır: Bunlar, şirk, sapkınlığa götürmek, öldürmek, alıkoymak, mazeret, hüküm ve yargı, günah, hastalık, ibret, ceza, azap, yakmak, imtihan ve delirmek şeklinde özetlenebilir.[1] Kur’an’da fitne üreticisi Yahudilerle ilgili ayetler de oldukça fazladır ve haklarında “Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar” (5/64) buyrulmuştur. Müslümanlar arasındaki ilk ihtilaflarda Yahudilerin rolünü, ilk siyasi bölünmelerin onların marifetiyle olduğunu da az çok biliyoruz. Fazla okumayan bir toplum olduğumuz için detaylarına inmesek de bugün Ortadoğu’da ve Dünyada meydana gelen olaylardaki fitnenin kökünün ta o dönemlere atıldığını görüyoruz.

Sapasağlam bir bünyesi olan İslam’ın ve Türklüğün, asr-ı saadetten bu yana, adım adım nasıl kemirildiğini, Türkiye ve İslam Dünyası’nın üç yüz yıldır büyük bir fitneyle karşı karşıya olduğunu az çok duyuyoruz. Dünyanın bütün coğrafyalarına bakıldığında Müslümanların içine düştüğü nifak, cehalet ve sefaletin bu fitnenin sonucu olduğunu da biliyoruz. Bilmediğimiz, bu fitnenin kimler tarafından, nerelerde tezgâhlanıp, hangi yöntemlerle çalıştığıdır. Bu konuda kafamız olabildiğince karıştırılmıştı. Peş peşe cereyan eden olaylar, olayların derinine bakılması halinde, bize fitnenin kaynağını da göstermektedir.

Ters yola giren Karadenizlinin, polis telsizindeki “Otoyolda ters yönde giden bir araç var!” anonsuna verdiği cevap gibi “Ne biri yüzlerce, yüzlerce”, “Yüzlerce kollu bir ejderha gibi fitne çeşidi var!” dediğinizi duyar gibiyim. Merkezi tanıdıkça çeşitlenmeyi daha iyi kavrıyor insan. Kanaatimizce bu fitnelerin kaynağı, merkezi bellidir. Belli merkezlerde (İngiltere ve Amerika’da) planlanıp dünya üzerinde belli odaklar üzerinden yürütülmektedir. Günümüzdeki en büyük fitne ise Fethullah Gülen üzerinden yürütülen fitnedir.

Bu fitnenin adına “İslâm ve onun koruyucusu Türk Dünyası’nı paramparça edip yönetme, kaynaklarını kullanmak” diyelim. Fitnenin kullandığı araçların başında basın; gazete, radyo, sinema ve özellikle televizyonlar gelmektedir. Uydu veya internetten yayın yapan onlarca anglo-amerikan ruhlu, görünüşte İslami tv kanalı, baş örtülü, sakallı, takkeli, Afrikalı-Arap binlerce sunucu, programlarda görülüyor. Sanırsınız ki dünya küresel olarak İslamlaşmış! Sahiplerinin Yahudi olduğu yüzlerce tv kanalı çaktırmadan ve fakat insanların gözünün içine soka soka içi boşaltılmış kof bir İslam propagandası yapıyor. Üstelik Müslümanları da kandırmayı başarıyor.

Bu konuyu biraz aralayalım: İslam Dünyasını ve Osmanlı’yı asrın başında paramparça eden fitnenin baş aktörlerinden İngiltere’nin yayın organı BBC Dünya Servisi 70 yıldır Arapça yayın yapıyor. BBC aslında 1990’lı yıllarda Suudi Arabistan’la ortak bir televizyon projesi başlatmıştı. Yayın politikası ve haber seçimi konusunda anlaşılamadı ve girişim noktalandı. 1996 yılında Katar’da kurulan El Cezire televizyonu ile BBC’ nin ilk Arapça Televizyon projesi arasında önemli bir bağ vardı. BBC’ nin Arapça Televizyon projesi askıya alınınca, kanal için tahsis edilen personel El Cezire’ye katıldı. Yaygın görüşe göre El Cezire BBC ve İngiltere tarafından kuruldu. (El Cezire’nin İngilizce kanalı Londra’dan yayın yapmaktadır.)

İngiltere’nin kurduğu El Cezire’nin, 11 Eylül’den sonra servis ettiği Usame Bin Ladin kasetleriyle, Afganistan ve Irak’ın ABD ve İngiltere tarafından işgaline, nasıl zemin hazırladığı malumunuzdur. Bu kasetler neden CNN ve BBC gibi dev kuruluşlara gitmedi de El Cezire’ye gitti? Onu da İngiliz gizli servislerinden sormak lazım! (Meraklıları için söyleyelim: İngiltere, el altından sahibi olduğu El Cezire kanallarının yayını ile de yetinmedi ve BBC 11 Mart 2008’de Arapça yayına başladı. Kamu kaynaklarıyla yayın yapıyor ve reklam almıyor. Bütçesi 40 Milyon dolar. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da uydu ve kablo yoluyla seyirciye ulaşıyor. Hedefi, radyo, tv ve web sitesiyle 2010’da 20, 2013’de 40 Milyon kullanıcı idi. Arapça Web sitesinin bir milyon civarında günlük ziyaretçisi var. 2009’da Farsça yayına başladı. Urduca ve Endonezya dilleriyle yayın yapan kanalları var.) Hiç merak buyurmayın, bu kanallarıyla İslam’ın ve Arapların kalkınması için değil, “Böl, Parçala, Yönet” projeleri için çalışmaktadır.

El Cezire. Katar Emiri Hamed bin Halife El Sani’nin hibe ettiği anaparayla kurulduğu günden beri, İslam Dünyası’nın içinden kimsenin ulaşamadığı haberlere ulaşan, yapamadığı dosyaları yapan bir TV kanalı olarak ününü arttırdı. Bugün, Mısır başta olmak üzere diğer ülkelerde yaşanan ayaklanmaları dünya ülkeleri neredeyse onun sayesinde takip edebiliyor. Rejimi korumak isteyen devletler ulusal medyalarını susturabiliyorlar fakat El-Cezire, haber-görüntü-bilgi sızdırmaya devam ediyor. El Cezire’nin kurucusu Katar Emiri Şeyh Hamed bin Halife El Sani, 1995 yılında kansız bir darbeyle iktidara geldi. Ondan sonra Emir olması beklenen kişi, Tamim bin Hamed El Sani…İkisi de İngiltere’de Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’nde eğitim almış. Katar Emiri, en zengin Hanedan’lardan birisi.

Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi, 1947 yılında açıldı. Öğrencilerini ahlaki, entelektüel ve fiziksel açıdan donatma iddiasında olan bir askeri akademi. West Point ve benzerleri gibi bir üniversite olmaktan öte bir yer Sandhurst. Üniversite mezunu öğrencileri de var. Tam anlamıyla bir Akademi diyebiliriz. Akademi’nin mezunları: Bahreyn Kralı Hamed Bin İsa El Halife, Brunei Sultanı Sultan Hassanal Bolkiah…, Haşimi Ürdün Kralı II. Abdullah…, Terengganu Sultanı Mizan Zainal Abidin…, Umman Sultanı Seyid Kâbus bin Seyd El Ebu Seyd, Katar Emiri ve sonraki olası Emir, ikisi de Sandhurst mezunu…, Suudi Arabistan’ın neredeyse bütün prensleri… (Mutaib bin Abdullah, Halid Bin Abdullah, Halid bin Sultan vb.) Birleşik Arap Emirlikleri, olası başkanı Muhammed Bin Zayed El Nahyan. Listeyi uzatabiliriz, bitirmeden Pakistan’ın ilk başkanı İskender Mirza’nın, Botswana Başkanı Seretse Khame Ian Khame’nin, Afrika, Ortadoğu ve Müslüman birçok ülkenin önemli generallerinin neredeyse hepsinin Sandhurst mezunu olduğunu hatırlatmak gerekir.

Benzer amaçlarla ülkemizde de birtakım vakıfların kabiliyetli gençlere burs vererek yurt dışına gönderdiklerini, bunların dönüşte başımıza yönetici yapıldığını biliyoruz. Bazı ülke yöneticileri de, ayrıntıya girmeyeceğim, Lavrens ve Humpery gibi İslam’ı parçalayan ajanların yetiştirildiği, İngiltere’nin önde gelen ajan yetiştirme okullarından biri olan Şark Enstitüsü’nde yetiştirilmektedir. İlaveten, sadece yönetecekleri ülke liderlerini yetiştirmekle kalmayıp, onlarla akrabalık da kurmaktadırlar. Günümüz Ürdün Kralının annesi bir İngiliz, annesinin İngiliz olan babası da Ürdün Genelkurmay başkanıdır.

İşte El cezire böyle bir yayın kurumu. CNN veya BBC ile El Cezire fark etmiyor yani. Peki El Cezire neden Türkiye’ye getiriliyor? Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı son açıklama şu şekildeydi: ”Diyarbakır’da halk, Mısır’daki gibi günlerce sokaklardan ayrılmazsa, taleplerini dile getirirse…” Nerede kan, zulüm, işkence, cehalet, pislik, bölücülük varsa BBC ve CNN’in orada hazır olduğu gibi, El Cezire de Diyarbakır’dan canlı yayınlara hazırlanmaktadır.

“Fitne’nin, İngiltere ile El Cezire ilişkisinin, Türkiye ve Fethullah Gülen ile ilgisi nedir?” diyebilirsiniz. Şimdi sıkı durun: Bu El Cezire şimdi Türkiye’de El Cezire TV kanalı’nı kuruyor. TMSF’nin satışa sunduğu Cine 5 TV kanalını 40.5 milyon dolara El Cezire satın aldı. “Ne var bunda, CNN de Türkiye’de bir kanal kurdu, Türkiye de dışarıya yayın yapıyor?” diyebilirsiniz… Kazın ayağı öyle değil! El Cezire Türkiye’nin yüzde 75 hissesine sahip olan ortağı Ali Vural Ak adlı bir Türk! Diğer ortaklar da Katar’lı. Biri ilginç; El Cezire Genel Müdürlüğünden bugünlerde baskı altında kaldığını söyleyerek istifa eden Wadeh Aref Khanfer.

Bu Ali Vural Ak kimdir? Bileniniz var mı? Ben söyleyeyim. 21 yaşında 1992’de kurduğu şirketi iflas etmiş bir memur çocuğu. Kendisi şu anda Türkiye gelen en büyük özel uçağına sahip; 37 milyon dolarlık bir uçağı var. Bir yıl önce ABD’de, Washington’daki George Mason Üniversitesinde, 4 milyon dolar bağışla “Ali Vural Ak Küresel İslâm Araştırmaları Merkezi” adıyla bir merkez kurdu, daha doğrusu üniversitenin bir projesine destekçi oldu. Bu merkezin açılışını ise Başbakanımız Tayyip Erdoğan yaptılar![2]

Hemen akla şu soru geliyor; Neden Anglo Amerikan (Yahudi-Hristiyan) bir Üniversiteye bu parayı vermiş? 37 milyon dolarlık bir uçağa bineceksin, açlıktan ölen onca Müslüman feryat ederken, sen gidip elin gavuruna 4 milyon dolar vererek İslâm’a ve Türkiye’ye hizmet ettiğini söyleyeceksin! Bunu kimse yemez, yutturamazsınız! Bu paraya, yani 37+4=41 milyon dolara El Cezire ortaklığı için verdiği 30 milyon doları da ekleyiniz. Bu parayı, meselâ konunun uzmanı IRCICA’ya verse idi, dünyanın bütün İslam uzmanlarını İstanbul’a getirir istediği araştırmayı da yaptırtırdı. Yine meselâ Ankara’nın göbeğinde, misyonerlerin cirit attığı, 50-100 dolarların uçuştuğu bir ortamda kiliselere gitmek durumunda kalan Türk çocuklarını Hıristiyanlaşmaktan koruyabilirdi. Ama maksat başkadır.

Hatırlarsanız, Atlantik ötesinden gelemeyen Fethullah Hoca da 14 Kasım 2006’da 2 milyon dolarlık böyle bir bağış yapmıştı, Hartford Seminary adlı bir Papaz Okuluna. Bu hadise başlı başına bir komedidir. Ayrıntılarına sonra bakarsınız.[3] Şu kadarını söyleyelim: 1833’de kurulan bu Papaz Okulu bugün papaz yetiştirmenin yanında kilisenin toplumdaki yeri ve rolü, İslam, Hıristiyan -Müslüman ilişkileri üzerinde araştırmalar yapmaktadır. Okulun 1911’den beri The Muslim Word adıyla çıkardığı dergisinin amacı Hıristiyan misyonerlerin İslam’ı ve Müslümanları Hıristiyanlaştırma konusunda eğitilmesi için araştırma yapmaktır. Esas amaçlarından biri de Osmanlılar tarafından Avrupa’da hızla yayılan İslâm’ın nasıl durdurulacağı üzerinde çalışmaktı. Bunun yanında menfi propagandalar ile İslam aleyhinde negatif bir imaj meydana getirmekti. Amaç “Dünya genelinde Müslümanları maddi ve manevi olarak Hıristiyanlığa yönlendirmek, Hıristiyanlığın önündeki İslam engelini kaldırmak ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmaktır. Pratik olarak Müslümanların İslâm’a sevgi ve muhabbetlerini azaltıp dinlerinden uzaklaştırarak manen yaralayıp Müslümanları, İsa’yı kurtarıcı olarak arzu edecek kıvama getirmektir.” (Cilt. 1, No. 1, Ocak 1911, Sayfa: 3) “İstanbul (Costantinapol) İslâm’ın Merkezidir” adlı bir makalede “Bugün Türkiye’deki Müslümanlar Hıristiyanların Tanrısına ve İsa’nın Mesih olduğuna inanmaktadırlar. Genelde Türk köylüleri Arapça bilmediğinden Kur’an hakkında kulaktan dolma bilgilere sahip cahil insanlardır. Bu kişiler ilmi bir eğitime sahip olmadıklarından dolayı kolaylıkla Hıristiyanlaştırılabilirler.” denilmektedir. (Cilt. 1, No. 3, Haziran 1911, Sayfa: 231) Dergide, İslâm’ı ve Müslümanlığı yıpratıcı bu yayınların yanında Peygamber efendimize (A.S.M.) hakaret içeren makaleler de yayınlanmıştır. Şöyle ki; “Muhammedi’lere Misyonerlikle Tesir Etmek” adlı yayınlanan bir makalede “İslam uzlaşma dinidir. Bu dinin kurucusuna karşı menfi hisleri uyandırarak yani onun din duygusunu kendi politik hırsı için kullandığını ve doğruluğu savunmasının nedeni ise; ahlaksız, cinsel arzu ve isteklerine ulaşmak için yaptığını nazara verip bu şekilde Muhammed’in sevgisini Müslümanların kalbinden çıkararak başarılı olunabilecektir.” (Vol. III, No.1, Ocak 1, Sayfa:5) Fethullah Hoca’nın 2 Milyon dolar verdiği Hartford Seminary; İslam’ı yozlaştırıcı ve Müslümanların imanını tahrip edici yayınlara devam etmekte, genellikle taklidi imana sahip Müslümanlar arasında etkili olmaya çalışmaktadır. Hartford Seminary “Ilımlı İslam” adı altında İslam’ı yeniden yorumlayan kişileri yetiştirmekte, birçok İslam ülkesinden gelen Müslüman öğrencileri sözde İslâm konusunda eğitmektedir. Ayrıca zamanın Diyanet İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın ile ve diğer bakanlık görevlileri Hartford Seminary’i resmi olarak ziyaret etmişler ve yapılan ziyaret neticesinde Hartford seminary’e Türkiye’den öğrenci değişimi programı görüşülmüştür. Türkiye’den buraya gelen öğrenciler dinler arası diyalog üzerine eğitim almaktadır.

George Mason Üniversitesinden Papaz Okuluna Fethullah Hoca’nın yardımı konusuna geçiverdik. Laf lafı açıyor. Bu George Mason Üniversitesini araştırdığınız zaman bu üniversitenin, Türkiye’de kanayan sosyal yaralarla ilgili konular başta olmak üzere birçok alanda cirit attığını, araştırmalar yaptığını, ortak programlar gerçekleştirdiğini görürsünüz. Ama en ilginç olan ortak çalışmaları Türkiye’nin en büyük gazetesi ile ortak çalışmalarıdır. Bu gazete malum Fethullah Hoca’nın gazetesi olarak bilinir. Bu gazete, George Mason Üniversitesi’nin adamlarının “Dünya Dinleri, Diplomasi Ve İhtilaf Çözümü Merkezi Başkanı” ve benzeri sıfatlarla yazdıkları makalelerle Türkiye’deki yandaşlarına, sık sık mesajlar verir, haktan görünerek Müslümanları yönlendirirler. Böyle bir yazının başlığını ve muhtevasını hatırlıyorum: “İlhamını Osmanlı’dan alan Bir Aydınlanmanın Zamanı Geldi” yazıda[4] Ortadoğu şekillenirken yöneticilerin ne yapması gerektiğinin yol haritası anlatılıyordu. Bugün olup bitenlerin oradan nasıl dikte edildiğini okuyabilirsiniz.

Ben bir taraftan da dünyanın çeşitli Hıristiyan Üniversitelerinde arka arkaya açılan Fethullah Gülen Kürsülerine, merkezlerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani şimdi bunların başına saksı filan mı düştü şimdi? Hayır. Bunlar tamamen planlı programlı işlerdir. Bu kürsüleri kuranlar, bizim gariban Türk ve Müslümanlarımızın öyle ayaküstü Müslümanlığı öğretiverdiği insanlar değildir. Hepsi de en az bir ilahiyat profesörümüz kadar Müslümanlığı bilmektedir. Yani biz ayakta uyutuluyoruz.

İngiltere’nin akıl hocalığı ve desteğinde, Amerika’da pişirilen politikalar işte bu merkezlerde olgunlaştırılıp televizyonlar ve diğer basın organlarıyla Müslümanlara yutturulmaktadır. Adını andığımız George Mason Üniversitesi olsun, Hartford Seminary gibi Papaz Okulları olsun gizli servislerle bağlantılı çalışan kurumlardır. Fahri Başkanlığını Fethullah Hoca’nın yaptığı, kurucularından biri de FBI yöneticisi olan Niagara Foundation, The Institute of Interfaith Dialog, Rumi Forum gibi kurumlar ve kuruluşlar var. (Fethullah Hoca’nın kaldığı yerin de bir FBI malikânesi olduğu yazılıyor.) Müslümanlardan görünen ama Hıristiyan, Yahudi din adamlarını yemeklerde ağırlamaktan bir şey yapmaya vakit bulamamış bir vakıf ki evlere şenlik.

El Cezire ile Fethulah Gülen’i anladık da Başbakan’la Fethullah Gülen ilişkisini anlayamadık diyebilirsiniz. O zaman ben de size Başbakan’ın Fethullah Gülen’in ekibine teslim ettiği, TRT ve TRT Haber Merkezi’ne, yapılan program ve haberlere ve İbrahim Şahin’den sonra TRT Genel Müdürü yapılmaya hazırlanan eski Samanyolu çalışanı Ahmet Böken’e dikkat edin derim. Son dönemde TRT’ye alınan üç bine yakın elemanın büyük bir kısmının Fethullahçı olduğunu söylerim. Bunların TRT’nin mescidine devam eden kısmı, hep aynı şekilde, ne hikmetse ayaklarını iki yana açarak Allah’ın huzuruna çıkıyorlarmış. (Bu da yeni bir mezhep oluşturma çalışmasının bir parçası olmalı.)

Küçük balığa, durmadan büyük balığı yutabileceği telkin ediliyor. “Osmanlı olabilirsin!” deniyor. Ancak sürekli küçük balığın fedakârlığıyla yürüyen bir ilişki var. Tam Tom ve Jerry vaziyetleri. (Küçük bir farenin üstesinden gelemeyen koca bir kedi) Türkiye’den toplanan paraların harcandığı yerlere bir bakınız lütfen. Osmanlı olmaya doğru yürüdüğünü zanneden bir Türkiye, onun ne yaptıklarının farkında olmadığını düşündüğüm yöneticileri, üç kuruşa talim ettikleri okullarda doğru dürüst Türkçeyi öğretemediklerini, sadece İngilizceye hizmet ettiklerini fark edemeyen fedakâr öğretmenlerimiz. Dünyada İslam’ın yükselişine şahit olduğunu zanneden halkımız.

Konsüller halinde çalışan Yahudileşmiş Katolik Vatikan’ın çok önemli bir organı olan Misyonerlik Konsülü görevini yapamaz hale gelince Papa Diyalog Konsülü’nü kurmuştur. (Konsüllerin işleyişi için bkz: Mehmet Ali Ağca, Doğan Kitap.) Bu konsül Amerika üzerinden İslam Dünyası’nı yutmaya yönelik bir çalışma yapmaktadır. Bu çalışma Müslümanları bölüp parçalamaya ve yönetmeye, yapabilirse Hıristiyanlaştırmaya odaklanmıştır. Dinler Arası Diyalog adlı Hıristiyan projesi Türkiye’ye Fethullah Gülen ile sokulmuştur. Hükümetle al gülüm ver gülüm ilişkileri alenen ortada olan Fethullah Gülen, Yahudilerin kontrolündeki Amerika’nın Türkiye, Türk ve İslâm Dünyasındaki Truva Atı’dır. En utanç verici olan da Müslümanların parasıyla İslâm parçalanmaktadır. Bu işleri yapanların parasını Türk Milleti vermektedir: Türkiye Kaddafi’yi devirenlere, Libya’ya 300 milyon dolar peşin para yardım etti. (Herhalde isyancıların harcadığı para bu kadardır.) Türk Milleti de Somali’ye aşağı yukarı bu kadar para toplayıp yardım etti. Yani bizim dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız, gırtlağımızdan geçiremeyip yardım olarak gönderdiğimiz para kadar bir parayı yöneticilerimiz, Batılılar; İngiltere, ABD vb. ülkeler Kaddafi’nin tonlarca altınlarına, milyar dolarlarına rahatça el koyabilsin diye, elden, Batılıların kontrolündeki, onların ajanları durumundaki isyancılara veriliyor.

Bir memur çocuğu, Mason Üniversitesine 4 milyon bağışlıyor, 37 milyon dolarlık uçağa biniyor. Daha dün sıradan bir imam olan biri bir papaz okuluna 2 milyon dolar bağışlıyor. Onlar bu paralarla bizi canlı canlı ameliyat ediyor. Biz ise hala “Bize bir şey olmaz” diyoruz. Türköne’nin, şunun bunun sayıklamalarını tartışıyoruz. Kurbağa gibi yavaş yavaş pişiriliyoruz vesselam. Güneşi, ancak doğuştan körler göremez. Bu büyük fitneyi görmek istemeyenlere, yarın ahrette “Ben sizi uyardım!” diyeceğiz. Keşke yanılmış olsak, keşke.

El Cezire’nin Diyarbakır’dan canlı isyan yayınlamasına imkân verilmemelidir.

Sözüm size, bana, hepimize.

[1] http://www.kurannesli.info/bilgibankasi/yazi.asp?id=1153

[2] Milliyet 12 Nisan 2010
[3] http://dinlerarasidialog.blogcu.com/fethullah-gulen-cemaatinin-2-milyon-dolar-bagisladigi-papaz-okul/6957254
[4] 19 Mart 2009 Zaman

13 Ağustos 2017 Pazar

DTCF BİRLİK KANTİN

Akıllı telefonlarda çok yaygın olan bir uygulama olan watsap uygulaması biz yaşlıların bile takip edebildiği bir kolaylık sunuyor: Kolayca bir topluluk kurabiliyor, belirli bir ortaklığı, mazisi olan arkadaşlarınızla sohbet edebiliyorsunuz. Kırk yıl önce mezun olduğum Öğretmen Lisesi mezunu arkadaşlarla oluşturduğumuz bir topluluğumuz da var; otuz beş yıl önce mezun olduğum fakültedeki arkadaşlarımızın kurduğu topluluğa da üyeyim. Bugün bu ikinci topluluğumuzdan, birbirine kopmaz bağlarla bağlı ülkücülerin oluşturduğu DTCF BİRLİK KANTİN topluluğumuzdan söz edeceğim.
Neden okulun adının yanına ‘Birlik’ adının geldiğini kolayca tahmin edebilirsiniz; birleşmek, birlik olmak, birlikte meseleleri çözmek veya memleketin meselelerini birlikte omuzlamak güzeldir. Neden bu iki adın yanına ‘Kantin’ adının geldiğini merak edebilirsiniz. Ben de uzun uzun bunun anlamını düşündüm.
Bizim zamanımızda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ve tahmin ediyorum birçok fakülte de öyleydi, bugünkü fakülteler gibi okul bahçesi, binaları, derslikler, katlar, geçitler, okul bahçesi, yemekhanesi, toplantı salonu, kütüphanesi, kantini ve sosyal faaliyetleri olan, öğrencilerin serbestçe bunlardan yararlanabildiği okullar değildi. Elbette “görünürde” bir fakülteye girmeye hak kazanmış olan bir öğrenci için bunların hepsi önünde bir imkân olarak vardı. Ama gerçekte, okulun bahçesine ya tek başınıza giriyordunuz, hiçbir şeye karışmayan bir Ot’tunuz, sosyal demokrat, selametçi, nurcu veya kulakları düşüren bir başka tarikat mensubuydunuz; yahut bir topluluk içinde giriyordunuz, Ülkücü veya Komünist’tiniz. Bizim okulumuz DTCF’de de Otları saymazsak iki taraf vardı; Ülkücüler ve Komünistler. 
Fakülteye geldiğimiz 1978 senesinde, okulun dış kapı duvarına Goministlerin yazdığı “Buraya Muhammed’in piçleri giremez” yazısı silinmiş olduğu halde okunabiliyordu. Otların ve diğer kulağı düşüklerin çeşitli sebeplerle bir itirazı yoktu ama biz Ülkücülerin buna, Türkiye’nin adım adım kurtarılmış bölge haline getirilmeye çalışılmasına itirazımız vardı. Solun kurtarılmış bölgesi durumundaki Sıhhiye’deki bu okulda biz de vardık ve var olacaktık. Bu sebeple okula her sabah toplu olarak geliyorduk. Ara sıra bu toplu geliş gidişlerde çevredeki solcu gruplar bize saldırırdı. Okula girdiğimizde de derse girecekler, kendi bölümündeki arkadaşlarıyla oluşturduğu küçük topluluğu ile kendi bölümüne, bölümün bulunduğu katına, sınıfına gidiyordu. Dersi olup da bölümüne, katına, sınıfına komünist hâkimiyeti dolayısıyla gidemeyenler veya dersi olmayanlar ise yine topluca gidip ortasına polis yerleştirilmiş Kantin’de Ülkücülerin oturduğu sağ tarafa oturuyordu. Ya dersi bekliyor, ders saatinde yine toplu olarak derse gidiyor veya gidemiyorsa bölümünün “Gominist” işgalinden kurtarılacağı vakte kadar Kantin’i bekliyordu. Böyle akşama kadar Kantin’de komünistlerle karşı karşıya oturmak, laf atmalar, karşılıklı sinir harbi oluşturuyordu. Zaman zaman kavgalar olur, polis herhangi bir tarafın polisi değilse çabuk ayrılırdı. Ne yazık ki genellikle Pol-Der’li polislerdi, Komünistler polislerin gözetiminde en zayıf anımızı kollar saldırırlardı. Bu kavgalarda ne bulursak birbirimize fırlatıyorduk. Yumruklaşmalar vesaire sonucu ciddi yaralanmalar olurdu. Kantin dışında da kavgalar eksik olmazdı. Yolda, katlarda, sınıflarda bir anda kavga çıkardı. Kim daha güçlüyse öbür tarafı püskürtür, püskürtülen taraf, ciddi yaralanma vesaire olmamış, karakola götürülmemişse kös kös Kantin’e dönerdi. Öğle vakti gelir, Ülkücüler belli bir saatte, Komünistler belli bir saatte toplu olarak yemeğe giderdik. Kavgada kullanılmasın diye yemekhaneden çatal ve bıçak kaldırılmıştı. Ne yemeği olursa olsun sadece kaşıkla yiyecektiniz. Gidip gelirken iki grup mutlaka karşılaşır, bir kavga, en azından hırlaşma olur, yiyeceğimiz, yediğimiz burnumuzdan gelirdi. Yemekten sonra akşam çıkış saatine kadar yine arı kovanı gibi işleyen, bazen içinden ateşler çıkan, bazen sakinleşen ama hep dumanlı bir Kantin’i beklerdik. Bu duman yangın yerine dönen Türkiye’nin bizim bizzat yaşadığımız, görebildiğimiz yangınının dumanıydı. Tabii akşama kadar oturulan bu Kantin’de içilen sigaraların dumanı ayrı bir konu. Bunca sene sonra Tren yolundan kantinin içinde bulunduğu yabancı diller binasına baktığınızda hâlâ sigara dumanından simsiyah olduğunu görebilirsiniz. Bu kantinde, hadisesiz gün olmazdı; çıkan kavgalarda yakalanıp Solmaz Kılıçtepe Karakolu’na götürülenler mi dersiniz, oradan Ankara Emniyeti’ne veya Mamak Cezaevi’ne götürülenler mi dersiniz, yaralananların hastaneye götürülmesi mi dersiniz, yok yoktu. Bazı günler derse, bölümüne gidemeyen arkadaşlara sınıflarına kadar eşlik edip dönerdik kantine. Karşı taraf da armut toplamadığı için bu gidiş dönüşler mutlaka kavgalı olurdu. Komünist grup 500’e yakın, biz ise en fazla olduğumuz zaman 125 kişiydik. Müdavimler olduğu gibi Kantin’e ara sıra gelenler de vardı
Kantin’de çay filan olduğunu düşünmeyin. Okulun dekanı rahmetli Prof. Dr. Yaşar Yücel, biz ona “Çamur Yaşar” derdik, bir kavga sırasında çay bardakları havada uçuşunca çayı kaldırmış. Biz çaysız bir kantinde aç susuz oturuyor, sabahtan akşama kadar sohbet ediyor, vatan kurtarıyor, mavra yapıyorduk. Ders konuşulduğu da oluyordu tabi ama çok az! Bazı arkadaşlarımız çok disiplinliydi, bunca kavga gürültüye rağmen kitap okuyabiliyor, ders çalışabiliyordu. Gecesi de yurtlarda genellikle birlikte geçen Kantin ahalisi bu kadar süre birlikte oturup, sohbet edip vatan kurtarınca, kavga edince birbirleriyle kardeş oluyor, dost oluyordu. Âşık olanlar da az değildi tabii. Bunca gürültü içinde dedikodunun hası yapılmaz mı? Onu da yapıyorduk. Şurası var ki hepimiz samimi ülkücülerdik. Milletimizin menfaatlerini şahsi menfaatlerimizin önünde görüyor, bu milleti ölümüne seviyorduk. Bu milleti seven herkesi çok seviyorduk. Milletimizin düşmanlarına düşmandık. Maksadımız ise Türk milletini her alanda güçlü ve mutlu yapmak, Allah rızasını kazanmaktı. Gün geçmiyordu ki kurşunlanan, yaralanan arkadaşımız olmasın! Her an her şeye hazır olmak durumundaydık. Çoğumuz fakirdi. Paramız yoktu. Belki hepimizde azdı ama her şeyimizi paylaşıyorduk. Okuduğumuz kitabı, dinlediğimiz bir konuşmayı, yaşadığımız hadiseleri birbirimize anlatarak zenginleşmeye çalışıyorduk. Bizim için esas okul Kantin idi. Orada bir üniversitede öğrenemeyeceğimiz yüce duyguları yaşayarak öğrendik. Arkadaşlığı, dostluğu, aşkı, karşılıksız sevmeyi, paylaşmayı, vefayı… Okumayı, yazmayı, dinlemeyi, münakaşa etmeyi, sohbet etmeyi… Daha bir sürü duyguyu, biz, doyasıya yaşadık. 
Bu durum ihtilale kadar devam etti.
Bizim öğrencilik yıllarımız ne yazık ki sınıf kantin yemekhane arasında devam etti. Kütüphaneyi bu üçgenin içine sokmamız ancak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra oldu. O da kısmen. Dile kolay, yıllarca kütüphane görmeden bilim yapmışsın, alışmak kolay mı? Kütüphaneye gitmeye başladığımızda kütüphaneyi de Kantin’e çevirmiştik. 
Bu yüzden DTCF’li Ülkücüler için, sanırım Koministler için de durum aynı idi, Kantin’in ayrı bir önemi vardı. Tahminim bu yüzden yıllar sonra bile o pis kokulu, kavgalı gürültülü, çaysız çekilmez Kantin’i hâlâ özlüyoruz. Watsap yazışma topluluğumuza da bu yüzden DTCF BİRLİK KANTİN gibi bir ad koyuyoruz.
Zaman zaman 12 Eylül 1980’den beri ülkücülerin yapamadığı, bize yaptırılmayan muhasebeyi yapıyoruz. Birikmiş dağ gibi meselelerimizi konuşmaya çalışıyoruz. Bağrımız Karacaahmet Mezarlığı gibi. Ülkemiz ve milletimiz için yapamadığımız ülkülerimizi konuşuyoruz. Ciğeri beş para etmediği halde memleketi idare edenlerin yanlış uygulamalarını, Türkiye’nin her alanda içinde bulunduğu kötü vaziyeti masaya yatırıyoruz. Hepimiz düşünme, proje üretme, konuşma, susma yorgunuyuz. Bazen birbirimize bile tahammül edemediğimiz anlar da oluyor ama her şeye rağmen biz Ülkücüler, birbirimizi seviyoruz. Bu sevgimizin altında koskoca bir tarih ve medeniyet var. Sadece Kantin bile bizi bir ve güçlü kılmaya yetiyor. 
Gürol Delice'nin de söylediği gibi "Kantin, 80 öncesi kavga günlerinin bir mevzii idi. Aslında güzel ülkemin her tarafı bir kantindi. Bizler, bu hareketi siyasi bir hareketten olmaktan çıkarıp bir medeniyet inşası haline getirebilmenin mücadelesi verebilseydik bu sıkıntıları hiç yaşamazdık. Hâlâ böyle bir tecrübe ve birikimimiz var diye düşünüyorum. Muhteşem bir maziyi az çok tanıma imkanımız oldu. Tarih, edebiyat, felsefe, din ve tasavvuf alanında az çok bir şeyler biliyoruz. Bütün bu bildiklerimizi bir medeniyet hamlesine dönüştürebilirz, diye düşünüyorum. İşte o zaman kısır siyasi ve fikir çatışmalarından kendimizi kurtarıp geleceğe ümitle bakabiliriz. Karınca misali menzile varamasak da yolunda ölürüz." 
Allah son nefesimize kadar yapabileceğimiz güzel işler için bize yardımını esirgemesin. Allah dostluğumuzu, kardeşliğimizi ve birliğimizi daim etsin. Bize bu dar geçitte kurulan bütün birliklerin birlik olması yolunda akıl, fikir, güç kuvvet versin.
Not: Dün, bugünün aynasıdır. Bugün yaşadıklarımız, dünü iyi kaydetmediğimiz, sorgulamadığımız için, diye düşünüyor; dünü ve geleceğimizi konuşan, yazan arkadaşlarımızın kalemlerini kınlarından çıkarmalarını rica ediyorum.

3 Ağustos 2017 Perşembe

HER DEM YENİDEN DOĞARIZ

Arslan Küçükyıldız

Mangal kelimesi az gelir, volkan gibi bir yüreğe sahip bir adamdı Gültekin Öztürk. Onu üniversite sıralarından hatırlamıyorum. 1978 yılında biz Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine başladığımızda Gültekin Abi okula ara sıra gelirmiş. O yıllardaki fotoğraflarına baktığımda gördüğüm, çok yakışıklı, yiğit duruşlu bir gençti. 

Dönem her gün kavga gürültünün, karakolun, cezaevinin eksik olmadığı, mahallelerin, üniversitelerin, fakülte katlarının kurtarılmış bölge ilan edildiği bir dönemdi. DTCF’de de aynı sıkıntılar fazlasıyla vardı. Her gün kantinde, katlarda, sınıflarda hâkimiyet kurup bizi okuldan atmak isteyenlerle mücadele ediyorduk. Okumak ve milletine hizmet etmek isteyen çocuklardık. Bir yandan derslere girmeye, okulda tutunmaya çalışıyor, öte yandan kendimizi yetiştirmeye, bulabildiğimiz milli meselelerle ilgili eserleri okumaya çalışıyorduk. Ama nerede; gündüz kavga gürültü, gece yurtlara silahlı saldırılar, nöbetler vesaire bizi kendimizi istediğimiz gibi yetiştirmeye bırakmıyordu. Gençtik. Parasızdık. Âşıktık. Geleceğimizi karanlık görüyor, bunun için de gece sabahlara kadar vatan kurtarıyor, kafa patlatıyorduk.

Böyle bir dönemde 12 Eylül darbesi oldu. Yıllardır 'Bu darbe sola karşı yapıldı.' diyenler yalan söylüyor; 12 Eylül, ülkücüleri silindir gibi ezip geçmiştir. O kadar ki ülkücüler bir daha bellerini doğrultamamıştır. Aranan, kaçak olanlar eğer yakalanmamışsa çok ciddi mahrumiyetler yaşadı. Yakalananlar tarihte pek az yaşanan işkencelere uğradılar. C 5 denilen yerde çarmıhlara gerilenler en ağır imtihanları verdiler. Eşleriyle, ana babalarıyla tehdit edilerek isnat edilen suçları kabule zorlandılar. C 5’ten kurtulanlar koğuşlarda psikolojik işkence yaşamaya devam ettiler. Kurtulamayanlar, işkence sırasında ölenler oldu. Dışarıda aileler perişandı. Bu acıları yalnız başlarına yaşamak zorunda kaldı ülkücüler. Sahipsizdiler. Neyse ki bir avuç fedakâr insan vardı.

Bu hengâmede okulu zar zor bitirmiş olanlar, okuldan çeşitli sebeplerle ayrılıp daha sonra bitirenler vardı. Bazıları uyanıklık edip askerliğini bu dönemde yaparak paçayı kurtardı. Ben bu dönemde hem kaçaklıkla boğuşmak, hem cezaevinde yatmak, hem çıktığımda içerde ve dışardakilerin hukuki meseleleriyle ilgilenmek, hem de yüksek lisans yapmak ile meşguldüm. Maişet temini için memuriyete girişim ve mesleğimde tutunmaya çalışmam da o yıllarda oldu. 1990’lı yıllara böyle geldim. Birçok ülkücü de benzer süreçler yaşadı. Lafı çok uzattım ama söylemek istediğim şu: Biz DTCF mezunu ülkücüler olarak çil yavrusu gibi dağılmıştık. Pek azıyla haberleşebiliyorduk. Bazı arkadaşlarımız vefat etmişti. Ülkücülerin üzerine ölü toprağı serpiliyordu sanki. Yeniden doğmak lazımdı.

1993 yılı olsa gerek. DTCF’li arkadaşlardan güzel haberler almaya başladım. Küçük bir hanımlar grubu sık sık bir araya geliyormuş. Bu samimi küçük ekibi geliştirme amacıyla Nur Özbay’ın ev sahipliğinde toplanıp kararlar aldık. Her yıl Ankara’da Ramazan ayında iftarda ve sonraki yıllarda da 3 Mayıs’ta DTCF’li ülkücüler olarak toplanmaya başladık. Tatilde Erdemli’de buluştuk. Ankara dışındaki ilk resmi toplantımız güzel insan Şerif Kutludağ’ın gayretleriyle 2010 yılında Denizli’de yapıldı. Bu tip toplantılarda iki tür katılımcı bulunur; daha önce katılmış olanlar ki bunlar geçen zamanı telafi etmiş, kaynaşmışlardır ve ilk defa katılıp biraz yabancılık çekenler. Her yeni toplantımızda ilk defa toplantılara katılan arkadaşlarımızı daha yakından tanımaya çalışırdım. Geçen bunca yıldan sonra Gültekin Öztürk’ü ilk defa işte bu toplantıda tanıdım. Tanıdığı tanımadığı her arkadaşımızla en küçük bir yabancılık çekmeden kaynaşması dikkatimi çekmişti.

Yeni ameliyat olmuş, hastalığına rağmen ülkücülerin toplandığını duyunca koşup gelmiş. Denizli Öğretmenevi'nin bahçesinde onun okul kantinindeki arkadaşlarını seyredercesine bizi sevgiyle kucaklayan bakışlarını hatırlıyorum. Daha ilk görüşte Gültekin Abi insanda farklı bir etki uyandırıyordu. “Komando” denilen kişilerin çoğu hem fizik, hem de beyin olarak güçlü olduklarını bilir, duyardım. O gün Komando Gültekin adını, duruşuyla, konuşmasıyla, hadiselere bakışındaki samimiyetiyle hak ettiğini düşünmüştüm. Sadece vurma kırmayla ilgili olmadığı, derin bir birikime, müthiş bir tarih şuuruna sahip olduğu görülüyordu. Üstelik çok nazik bir insandı. Arkadaşlarına o kadar sıcak ve hassasiyetle yaklaşıyordu ki sanki avucundaki kelebeği incitmemeye çalışıyor, derdiniz. Konuşurken isimlere “Can” hitabını da ekliyordu; “Şerif Can, Erdal Can…” Ülkücülük onun canı, DTCF Ülkücüleri de canının bir parçasıydı. Anladığım kadarıyla arkadaşlarıyla çok çeşitli sebeplerle uzun yıllar görüşememiş olmanın acısını çıkartıyor, kavuşmanın hazzını DTCF BİRLİK mensupları ile birlikte doyasıya yaşıyordu. İlk tanışmamda sanki onun yeniden doğuşuna şahitlik ediyordum.

Aynı gün akşam yapılan toplantıda sırayla herkese söz veriliyordu. Arkadaşlarımız sırayla ya okul, kantin hatıralarını yahut DTCF BİRLİK ile ilgili duygu ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Sıra bana gelince, -belki de Gültekin Abi’de gördüğüm halin bana verdiği ilhamla- artık yaşını başını almış insanlar olarak yeniden doğabileceğimizi, güzel şeyler yapabileceğimizi anlatmak amacıyla bir şeyler söyledim. Bu arada kırk yaşına gelen, yaşlanıp yiyecek yakalamakta zorlanan kartalın bir yüksek kayalığa çekilip gagasını kırması ve yeni çıkan gagasıyla yaşlı pençelerini söküp yeniden kırk yıl daha yaşamasıyla ilgili hikâyeyi anlattım. Gültekin Abi’nin bu konuşma sonrasındaki ifadelerinden duygularına tercüman olduğumu gördüm. Bu toplantıdan sonra biz Gültekin Abi ile çok güzel bir dostluk yaşadık. Telefonla, yazışmalarla birbirimizden haber alıyorduk. Toplantılarımızda karşılaşıyorduk. Tabii ki dostluğumuzun temeli ülkücülüğümüz idi.

Gültekin Öztürk Abi bütün birikimini, samimiyetini yazdığı yazılara dökmeye başladı. Aydın’da bir mahalli gazetede yazarken, Haberiniz.com sitesinde de yazmaya başladı. Meselelere derin ve samimi bakışı, sağlam mantığı onu yazıları aranılan ve takip edilen bir yazar yapmıştı. Şahsen onun duruşundan çok ders aldığımı ifade etmek isterim. Gültekin Öztürk yeniden doğmuştu. Ülkücüler biraraya geldikçe, birleştikçe o yeniden doğuyordu. DTCF BİRLİK'in Kuşadası'ndaki ve Konya'daki toplantılarında buna şahit olanlardanım. 

Ne yazık ki yazılarıyla, fikirleriyle her Can’ına güç, kuvvet vermeye, heyecan aşılamaya çalışırken bir yandan da ağır hastalığıyla boğuşuyordu. Konya buluşmamızda aynı otel odasını paylaşmıştık; hasta idi. Acımasız hastalığı onu gün geçtikçe nefessiz bırakıyordu. Bu süreçte ölümle boğuştuğunu, birkaç defa yoğun bakıma girip çıktığını duyuyor, dua ediyorduk. Telefonla ulaşabildiğimde moral vermeye çalışıyordum. Kendisini hastalığı boyunca bir an bile yalnız bırakmayan eşi ve kızının bütün çabalarına rağmen son yoğun bakım süreci çok uzun sürdü. Nakil için atılan adımlar sonuçsuz kaldı. Ve kaçınılmaz son; yeniden doğuş. 
Kıymetli eşi Ayşen Ablanın ifadesiyle onu en son ziyaret eden DTCF’li ben olmuşum. Yoğun bakım vs. demeyip iyi ki de gitmişim. 21 Temmuz Cuma günü saat 17.00 idi. O etrafıyla ilgisi azaldığı söylenen Gültekin Öztürk gitmiş, yerine gözleri sevgiyle parlayan Gültekin Abi geri gelmişti. Beni görünce çok memnun oldu, adeta canlandı. Kendisine bütün Dil Tarihlilerin selam, sevgi ve saygılarını ilettim. Bazı isimleri zikrettim. Gültekin Abi elini birkaç defa kalbine götürdü ve açtırdığı avucuma getirip kalbini koydu. Boğazına takılı hortumdan dolayı konuşamamaktan ıstırap duyuyordu. Nice badireler atlattığını, bunu da atlatacağını söylemeye çalıştım. Kendisinden adına açacağımız yazışma topluluğumuza arada sırada göz atması için söz aldım. Hepinize selamları vardı. Meğer size yüreğini ve selamlarını gönderirken helallik istiyormuş. 

28 Temmuz Cuma sabahı kızı Ayça üzücü haberi ağlayarak verdi. Gültekin Öztürk Ağabey, “Komando Gültekin” ebedi aleme göç etmiş, Allah’ın rahmetine kavuşmuş. Mevla’m dünyada çektiği hastalıkların, acıların ve ülkücülüğü yüzünden yaşadığı sıkıntıların yüzü suyu hürmetine taksiratını bağışlasın. Musalla taşında yanına vardığımda aklıma Atsız için söylenen “Bu taş böyle yiğit az görmüştür.” sözleri düştü. 28 Temmuz günü cenazesine katılan yüzlerce insan ona olan haklarını yürekten helal ettiler, ettik. Siz de ediniz. Üzerimizdeki haklanını ise nasıl öderiz bilmiyorum. Kabrine arkadaşlarının okuduğu iki hatimle indirilmesi ne kadar sevildiğinin bir göstergesidir, diye düşünüyorum. Elimde hâlå kalbinin sıcaklığı var.

Bana göre Gültekin Abi yeniden doğmuş, gittiği yerde sevdikleriyle doyasıya sohbetlere dalmıştır. Söz verdiği gibi ara sıra facebooktaki "Gültekin Öztürk Dostları" topluluğuna göz atıyordur. 
Mekânı cennet olsun.
Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası:

Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası
Dinlemeden anladık anlamadan eyledik
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi
Biz sevdik aşık olduk sevildik maşuk olduk
Her dem yeni dirlikte sizden kim usanası
Yetmiş iki dilcedi araya sınır düştü
Ol bakışı biz baktık yermedik am-u hası
Miskin Yunus ol veli yerde gökte dopdolu
Her taş altında gizli bin imran oğlu musi (Yunus Emre)

Yayın: http://haberiniz.com.tr/kose-yazisi/425171/her-dem-yeniden-dogariz--ahmet-zaimoglu.html