22 Ağustos 2017 Salı

Fitnenin Anası Fetullah Gülen Tarafından Yürütülüyor

Kur’an-ı Kerim’de bize fitnenin ne kadar kötü olduğu, yok edilmesi gerektiği çeşitli ayetlerle bildirilmektedir. Fitne kelimesi Kur’an’da otuz dört ayette geçmekte, yirmi altı ayette ise türevleri zikredilmektedir. Fitne, bulunduğu ayetlerin bağlamları ya da ayetlerin tefsirlerine ilişkin rivayetler dikkate alınarak farklı anlamlarla açıklanmıştır: Bunlar, şirk, sapkınlığa götürmek, öldürmek, alıkoymak, mazeret, hüküm ve yargı, günah, hastalık, ibret, ceza, azap, yakmak, imtihan ve delirmek şeklinde özetlenebilir.[1] Kur’an’da fitne üreticisi Yahudilerle ilgili ayetler de oldukça fazladır ve haklarında “Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar” (5/64) buyrulmuştur. Müslümanlar arasındaki ilk ihtilaflarda Yahudilerin rolünü, ilk siyasi bölünmelerin onların marifetiyle olduğunu da az çok biliyoruz. Fazla okumayan bir toplum olduğumuz için detaylarına inmesek de bugün Ortadoğu’da ve Dünyada meydana gelen olaylardaki fitnenin kökünün ta o dönemlere atıldığını görüyoruz.

Sapasağlam bir bünyesi olan İslam’ın ve Türklüğün, asr-ı saadetten bu yana, adım adım nasıl kemirildiğini, Türkiye ve İslam Dünyası’nın üç yüz yıldır büyük bir fitneyle karşı karşıya olduğunu az çok duyuyoruz. Dünyanın bütün coğrafyalarına bakıldığında Müslümanların içine düştüğü nifak, cehalet ve sefaletin bu fitnenin sonucu olduğunu da biliyoruz. Bilmediğimiz, bu fitnenin kimler tarafından, nerelerde tezgâhlanıp, hangi yöntemlerle çalıştığıdır. Bu konuda kafamız olabildiğince karıştırılmıştı. Peş peşe cereyan eden olaylar, olayların derinine bakılması halinde, bize fitnenin kaynağını da göstermektedir.

Ters yola giren Karadenizlinin, polis telsizindeki “Otoyolda ters yönde giden bir araç var!” anonsuna verdiği cevap gibi “Ne biri yüzlerce, yüzlerce”, “Yüzlerce kollu bir ejderha gibi fitne çeşidi var!” dediğinizi duyar gibiyim. Merkezi tanıdıkça çeşitlenmeyi daha iyi kavrıyor insan. Kanaatimizce bu fitnelerin kaynağı, merkezi bellidir. Belli merkezlerde (İngiltere ve Amerika’da) planlanıp dünya üzerinde belli odaklar üzerinden yürütülmektedir. Günümüzdeki en büyük fitne ise Fethullah Gülen üzerinden yürütülen fitnedir.

Bu fitnenin adına “İslâm ve onun koruyucusu Türk Dünyası’nı paramparça edip yönetme, kaynaklarını kullanmak” diyelim. Fitnenin kullandığı araçların başında basın; gazete, radyo, sinema ve özellikle televizyonlar gelmektedir. Uydu veya internetten yayın yapan onlarca anglo-amerikan ruhlu, görünüşte İslami tv kanalı, baş örtülü, sakallı, takkeli, Afrikalı-Arap binlerce sunucu, programlarda görülüyor. Sanırsınız ki dünya küresel olarak İslamlaşmış! Sahiplerinin Yahudi olduğu yüzlerce tv kanalı çaktırmadan ve fakat insanların gözünün içine soka soka içi boşaltılmış kof bir İslam propagandası yapıyor. Üstelik Müslümanları da kandırmayı başarıyor.

Bu konuyu biraz aralayalım: İslam Dünyasını ve Osmanlı’yı asrın başında paramparça eden fitnenin baş aktörlerinden İngiltere’nin yayın organı BBC Dünya Servisi 70 yıldır Arapça yayın yapıyor. BBC aslında 1990’lı yıllarda Suudi Arabistan’la ortak bir televizyon projesi başlatmıştı. Yayın politikası ve haber seçimi konusunda anlaşılamadı ve girişim noktalandı. 1996 yılında Katar’da kurulan El Cezire televizyonu ile BBC’ nin ilk Arapça Televizyon projesi arasında önemli bir bağ vardı. BBC’ nin Arapça Televizyon projesi askıya alınınca, kanal için tahsis edilen personel El Cezire’ye katıldı. Yaygın görüşe göre El Cezire BBC ve İngiltere tarafından kuruldu. (El Cezire’nin İngilizce kanalı Londra’dan yayın yapmaktadır.)

İngiltere’nin kurduğu El Cezire’nin, 11 Eylül’den sonra servis ettiği Usame Bin Ladin kasetleriyle, Afganistan ve Irak’ın ABD ve İngiltere tarafından işgaline, nasıl zemin hazırladığı malumunuzdur. Bu kasetler neden CNN ve BBC gibi dev kuruluşlara gitmedi de El Cezire’ye gitti? Onu da İngiliz gizli servislerinden sormak lazım! (Meraklıları için söyleyelim: İngiltere, el altından sahibi olduğu El Cezire kanallarının yayını ile de yetinmedi ve BBC 11 Mart 2008’de Arapça yayına başladı. Kamu kaynaklarıyla yayın yapıyor ve reklam almıyor. Bütçesi 40 Milyon dolar. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da uydu ve kablo yoluyla seyirciye ulaşıyor. Hedefi, radyo, tv ve web sitesiyle 2010’da 20, 2013’de 40 Milyon kullanıcı idi. Arapça Web sitesinin bir milyon civarında günlük ziyaretçisi var. 2009’da Farsça yayına başladı. Urduca ve Endonezya dilleriyle yayın yapan kanalları var.) Hiç merak buyurmayın, bu kanallarıyla İslam’ın ve Arapların kalkınması için değil, “Böl, Parçala, Yönet” projeleri için çalışmaktadır.

El Cezire. Katar Emiri Hamed bin Halife El Sani’nin hibe ettiği anaparayla kurulduğu günden beri, İslam Dünyası’nın içinden kimsenin ulaşamadığı haberlere ulaşan, yapamadığı dosyaları yapan bir TV kanalı olarak ününü arttırdı. Bugün, Mısır başta olmak üzere diğer ülkelerde yaşanan ayaklanmaları dünya ülkeleri neredeyse onun sayesinde takip edebiliyor. Rejimi korumak isteyen devletler ulusal medyalarını susturabiliyorlar fakat El-Cezire, haber-görüntü-bilgi sızdırmaya devam ediyor. El Cezire’nin kurucusu Katar Emiri Şeyh Hamed bin Halife El Sani, 1995 yılında kansız bir darbeyle iktidara geldi. Ondan sonra Emir olması beklenen kişi, Tamim bin Hamed El Sani…İkisi de İngiltere’de Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’nde eğitim almış. Katar Emiri, en zengin Hanedan’lardan birisi.

Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi, 1947 yılında açıldı. Öğrencilerini ahlaki, entelektüel ve fiziksel açıdan donatma iddiasında olan bir askeri akademi. West Point ve benzerleri gibi bir üniversite olmaktan öte bir yer Sandhurst. Üniversite mezunu öğrencileri de var. Tam anlamıyla bir Akademi diyebiliriz. Akademi’nin mezunları: Bahreyn Kralı Hamed Bin İsa El Halife, Brunei Sultanı Sultan Hassanal Bolkiah…, Haşimi Ürdün Kralı II. Abdullah…, Terengganu Sultanı Mizan Zainal Abidin…, Umman Sultanı Seyid Kâbus bin Seyd El Ebu Seyd, Katar Emiri ve sonraki olası Emir, ikisi de Sandhurst mezunu…, Suudi Arabistan’ın neredeyse bütün prensleri… (Mutaib bin Abdullah, Halid Bin Abdullah, Halid bin Sultan vb.) Birleşik Arap Emirlikleri, olası başkanı Muhammed Bin Zayed El Nahyan. Listeyi uzatabiliriz, bitirmeden Pakistan’ın ilk başkanı İskender Mirza’nın, Botswana Başkanı Seretse Khame Ian Khame’nin, Afrika, Ortadoğu ve Müslüman birçok ülkenin önemli generallerinin neredeyse hepsinin Sandhurst mezunu olduğunu hatırlatmak gerekir.

Benzer amaçlarla ülkemizde de birtakım vakıfların kabiliyetli gençlere burs vererek yurt dışına gönderdiklerini, bunların dönüşte başımıza yönetici yapıldığını biliyoruz. Bazı ülke yöneticileri de, ayrıntıya girmeyeceğim, Lavrens ve Humpery gibi İslam’ı parçalayan ajanların yetiştirildiği, İngiltere’nin önde gelen ajan yetiştirme okullarından biri olan Şark Enstitüsü’nde yetiştirilmektedir. İlaveten, sadece yönetecekleri ülke liderlerini yetiştirmekle kalmayıp, onlarla akrabalık da kurmaktadırlar. Günümüz Ürdün Kralının annesi bir İngiliz, annesinin İngiliz olan babası da Ürdün Genelkurmay başkanıdır.

İşte El cezire böyle bir yayın kurumu. CNN veya BBC ile El Cezire fark etmiyor yani. Peki El Cezire neden Türkiye’ye getiriliyor? Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı son açıklama şu şekildeydi: ”Diyarbakır’da halk, Mısır’daki gibi günlerce sokaklardan ayrılmazsa, taleplerini dile getirirse…” Nerede kan, zulüm, işkence, cehalet, pislik, bölücülük varsa BBC ve CNN’in orada hazır olduğu gibi, El Cezire de Diyarbakır’dan canlı yayınlara hazırlanmaktadır.

“Fitne’nin, İngiltere ile El Cezire ilişkisinin, Türkiye ve Fethullah Gülen ile ilgisi nedir?” diyebilirsiniz. Şimdi sıkı durun: Bu El Cezire şimdi Türkiye’de El Cezire TV kanalı’nı kuruyor. TMSF’nin satışa sunduğu Cine 5 TV kanalını 40.5 milyon dolara El Cezire satın aldı. “Ne var bunda, CNN de Türkiye’de bir kanal kurdu, Türkiye de dışarıya yayın yapıyor?” diyebilirsiniz… Kazın ayağı öyle değil! El Cezire Türkiye’nin yüzde 75 hissesine sahip olan ortağı Ali Vural Ak adlı bir Türk! Diğer ortaklar da Katar’lı. Biri ilginç; El Cezire Genel Müdürlüğünden bugünlerde baskı altında kaldığını söyleyerek istifa eden Wadeh Aref Khanfer.

Bu Ali Vural Ak kimdir? Bileniniz var mı? Ben söyleyeyim. 21 yaşında 1992’de kurduğu şirketi iflas etmiş bir memur çocuğu. Kendisi şu anda Türkiye gelen en büyük özel uçağına sahip; 37 milyon dolarlık bir uçağı var. Bir yıl önce ABD’de, Washington’daki George Mason Üniversitesinde, 4 milyon dolar bağışla “Ali Vural Ak Küresel İslâm Araştırmaları Merkezi” adıyla bir merkez kurdu, daha doğrusu üniversitenin bir projesine destekçi oldu. Bu merkezin açılışını ise Başbakanımız Tayyip Erdoğan yaptılar![2]

Hemen akla şu soru geliyor; Neden Anglo Amerikan (Yahudi-Hristiyan) bir Üniversiteye bu parayı vermiş? 37 milyon dolarlık bir uçağa bineceksin, açlıktan ölen onca Müslüman feryat ederken, sen gidip elin gavuruna 4 milyon dolar vererek İslâm’a ve Türkiye’ye hizmet ettiğini söyleyeceksin! Bunu kimse yemez, yutturamazsınız! Bu paraya, yani 37+4=41 milyon dolara El Cezire ortaklığı için verdiği 30 milyon doları da ekleyiniz. Bu parayı, meselâ konunun uzmanı IRCICA’ya verse idi, dünyanın bütün İslam uzmanlarını İstanbul’a getirir istediği araştırmayı da yaptırtırdı. Yine meselâ Ankara’nın göbeğinde, misyonerlerin cirit attığı, 50-100 dolarların uçuştuğu bir ortamda kiliselere gitmek durumunda kalan Türk çocuklarını Hıristiyanlaşmaktan koruyabilirdi. Ama maksat başkadır.

Hatırlarsanız, Atlantik ötesinden gelemeyen Fethullah Hoca da 14 Kasım 2006’da 2 milyon dolarlık böyle bir bağış yapmıştı, Hartford Seminary adlı bir Papaz Okuluna. Bu hadise başlı başına bir komedidir. Ayrıntılarına sonra bakarsınız.[3] Şu kadarını söyleyelim: 1833’de kurulan bu Papaz Okulu bugün papaz yetiştirmenin yanında kilisenin toplumdaki yeri ve rolü, İslam, Hıristiyan -Müslüman ilişkileri üzerinde araştırmalar yapmaktadır. Okulun 1911’den beri The Muslim Word adıyla çıkardığı dergisinin amacı Hıristiyan misyonerlerin İslam’ı ve Müslümanları Hıristiyanlaştırma konusunda eğitilmesi için araştırma yapmaktır. Esas amaçlarından biri de Osmanlılar tarafından Avrupa’da hızla yayılan İslâm’ın nasıl durdurulacağı üzerinde çalışmaktı. Bunun yanında menfi propagandalar ile İslam aleyhinde negatif bir imaj meydana getirmekti. Amaç “Dünya genelinde Müslümanları maddi ve manevi olarak Hıristiyanlığa yönlendirmek, Hıristiyanlığın önündeki İslam engelini kaldırmak ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmaktır. Pratik olarak Müslümanların İslâm’a sevgi ve muhabbetlerini azaltıp dinlerinden uzaklaştırarak manen yaralayıp Müslümanları, İsa’yı kurtarıcı olarak arzu edecek kıvama getirmektir.” (Cilt. 1, No. 1, Ocak 1911, Sayfa: 3) “İstanbul (Costantinapol) İslâm’ın Merkezidir” adlı bir makalede “Bugün Türkiye’deki Müslümanlar Hıristiyanların Tanrısına ve İsa’nın Mesih olduğuna inanmaktadırlar. Genelde Türk köylüleri Arapça bilmediğinden Kur’an hakkında kulaktan dolma bilgilere sahip cahil insanlardır. Bu kişiler ilmi bir eğitime sahip olmadıklarından dolayı kolaylıkla Hıristiyanlaştırılabilirler.” denilmektedir. (Cilt. 1, No. 3, Haziran 1911, Sayfa: 231) Dergide, İslâm’ı ve Müslümanlığı yıpratıcı bu yayınların yanında Peygamber efendimize (A.S.M.) hakaret içeren makaleler de yayınlanmıştır. Şöyle ki; “Muhammedi’lere Misyonerlikle Tesir Etmek” adlı yayınlanan bir makalede “İslam uzlaşma dinidir. Bu dinin kurucusuna karşı menfi hisleri uyandırarak yani onun din duygusunu kendi politik hırsı için kullandığını ve doğruluğu savunmasının nedeni ise; ahlaksız, cinsel arzu ve isteklerine ulaşmak için yaptığını nazara verip bu şekilde Muhammed’in sevgisini Müslümanların kalbinden çıkararak başarılı olunabilecektir.” (Vol. III, No.1, Ocak 1, Sayfa:5) Fethullah Hoca’nın 2 Milyon dolar verdiği Hartford Seminary; İslam’ı yozlaştırıcı ve Müslümanların imanını tahrip edici yayınlara devam etmekte, genellikle taklidi imana sahip Müslümanlar arasında etkili olmaya çalışmaktadır. Hartford Seminary “Ilımlı İslam” adı altında İslam’ı yeniden yorumlayan kişileri yetiştirmekte, birçok İslam ülkesinden gelen Müslüman öğrencileri sözde İslâm konusunda eğitmektedir. Ayrıca zamanın Diyanet İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın ile ve diğer bakanlık görevlileri Hartford Seminary’i resmi olarak ziyaret etmişler ve yapılan ziyaret neticesinde Hartford seminary’e Türkiye’den öğrenci değişimi programı görüşülmüştür. Türkiye’den buraya gelen öğrenciler dinler arası diyalog üzerine eğitim almaktadır.

George Mason Üniversitesinden Papaz Okuluna Fethullah Hoca’nın yardımı konusuna geçiverdik. Laf lafı açıyor. Bu George Mason Üniversitesini araştırdığınız zaman bu üniversitenin, Türkiye’de kanayan sosyal yaralarla ilgili konular başta olmak üzere birçok alanda cirit attığını, araştırmalar yaptığını, ortak programlar gerçekleştirdiğini görürsünüz. Ama en ilginç olan ortak çalışmaları Türkiye’nin en büyük gazetesi ile ortak çalışmalarıdır. Bu gazete malum Fethullah Hoca’nın gazetesi olarak bilinir. Bu gazete, George Mason Üniversitesi’nin adamlarının “Dünya Dinleri, Diplomasi Ve İhtilaf Çözümü Merkezi Başkanı” ve benzeri sıfatlarla yazdıkları makalelerle Türkiye’deki yandaşlarına, sık sık mesajlar verir, haktan görünerek Müslümanları yönlendirirler. Böyle bir yazının başlığını ve muhtevasını hatırlıyorum: “İlhamını Osmanlı’dan alan Bir Aydınlanmanın Zamanı Geldi” yazıda[4] Ortadoğu şekillenirken yöneticilerin ne yapması gerektiğinin yol haritası anlatılıyordu. Bugün olup bitenlerin oradan nasıl dikte edildiğini okuyabilirsiniz.

Ben bir taraftan da dünyanın çeşitli Hıristiyan Üniversitelerinde arka arkaya açılan Fethullah Gülen Kürsülerine, merkezlerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani şimdi bunların başına saksı filan mı düştü şimdi? Hayır. Bunlar tamamen planlı programlı işlerdir. Bu kürsüleri kuranlar, bizim gariban Türk ve Müslümanlarımızın öyle ayaküstü Müslümanlığı öğretiverdiği insanlar değildir. Hepsi de en az bir ilahiyat profesörümüz kadar Müslümanlığı bilmektedir. Yani biz ayakta uyutuluyoruz.

İngiltere’nin akıl hocalığı ve desteğinde, Amerika’da pişirilen politikalar işte bu merkezlerde olgunlaştırılıp televizyonlar ve diğer basın organlarıyla Müslümanlara yutturulmaktadır. Adını andığımız George Mason Üniversitesi olsun, Hartford Seminary gibi Papaz Okulları olsun gizli servislerle bağlantılı çalışan kurumlardır. Fahri Başkanlığını Fethullah Hoca’nın yaptığı, kurucularından biri de FBI yöneticisi olan Niagara Foundation, The Institute of Interfaith Dialog, Rumi Forum gibi kurumlar ve kuruluşlar var. (Fethullah Hoca’nın kaldığı yerin de bir FBI malikânesi olduğu yazılıyor.) Müslümanlardan görünen ama Hıristiyan, Yahudi din adamlarını yemeklerde ağırlamaktan bir şey yapmaya vakit bulamamış bir vakıf ki evlere şenlik.

El Cezire ile Fethulah Gülen’i anladık da Başbakan’la Fethullah Gülen ilişkisini anlayamadık diyebilirsiniz. O zaman ben de size Başbakan’ın Fethullah Gülen’in ekibine teslim ettiği, TRT ve TRT Haber Merkezi’ne, yapılan program ve haberlere ve İbrahim Şahin’den sonra TRT Genel Müdürü yapılmaya hazırlanan eski Samanyolu çalışanı Ahmet Böken’e dikkat edin derim. Son dönemde TRT’ye alınan üç bine yakın elemanın büyük bir kısmının Fethullahçı olduğunu söylerim. Bunların TRT’nin mescidine devam eden kısmı, hep aynı şekilde, ne hikmetse ayaklarını iki yana açarak Allah’ın huzuruna çıkıyorlarmış. (Bu da yeni bir mezhep oluşturma çalışmasının bir parçası olmalı.)

Küçük balığa, durmadan büyük balığı yutabileceği telkin ediliyor. “Osmanlı olabilirsin!” deniyor. Ancak sürekli küçük balığın fedakârlığıyla yürüyen bir ilişki var. Tam Tom ve Jerry vaziyetleri. (Küçük bir farenin üstesinden gelemeyen koca bir kedi) Türkiye’den toplanan paraların harcandığı yerlere bir bakınız lütfen. Osmanlı olmaya doğru yürüdüğünü zanneden bir Türkiye, onun ne yaptıklarının farkında olmadığını düşündüğüm yöneticileri, üç kuruşa talim ettikleri okullarda doğru dürüst Türkçeyi öğretemediklerini, sadece İngilizceye hizmet ettiklerini fark edemeyen fedakâr öğretmenlerimiz. Dünyada İslam’ın yükselişine şahit olduğunu zanneden halkımız.

Konsüller halinde çalışan Yahudileşmiş Katolik Vatikan’ın çok önemli bir organı olan Misyonerlik Konsülü görevini yapamaz hale gelince Papa Diyalog Konsülü’nü kurmuştur. (Konsüllerin işleyişi için bkz: Mehmet Ali Ağca, Doğan Kitap.) Bu konsül Amerika üzerinden İslam Dünyası’nı yutmaya yönelik bir çalışma yapmaktadır. Bu çalışma Müslümanları bölüp parçalamaya ve yönetmeye, yapabilirse Hıristiyanlaştırmaya odaklanmıştır. Dinler Arası Diyalog adlı Hıristiyan projesi Türkiye’ye Fethullah Gülen ile sokulmuştur. Hükümetle al gülüm ver gülüm ilişkileri alenen ortada olan Fethullah Gülen, Yahudilerin kontrolündeki Amerika’nın Türkiye, Türk ve İslâm Dünyasındaki Truva Atı’dır. En utanç verici olan da Müslümanların parasıyla İslâm parçalanmaktadır. Bu işleri yapanların parasını Türk Milleti vermektedir: Türkiye Kaddafi’yi devirenlere, Libya’ya 300 milyon dolar peşin para yardım etti. (Herhalde isyancıların harcadığı para bu kadardır.) Türk Milleti de Somali’ye aşağı yukarı bu kadar para toplayıp yardım etti. Yani bizim dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız, gırtlağımızdan geçiremeyip yardım olarak gönderdiğimiz para kadar bir parayı yöneticilerimiz, Batılılar; İngiltere, ABD vb. ülkeler Kaddafi’nin tonlarca altınlarına, milyar dolarlarına rahatça el koyabilsin diye, elden, Batılıların kontrolündeki, onların ajanları durumundaki isyancılara veriliyor.

Bir memur çocuğu, Mason Üniversitesine 4 milyon bağışlıyor, 37 milyon dolarlık uçağa biniyor. Daha dün sıradan bir imam olan biri bir papaz okuluna 2 milyon dolar bağışlıyor. Onlar bu paralarla bizi canlı canlı ameliyat ediyor. Biz ise hala “Bize bir şey olmaz” diyoruz. Türköne’nin, şunun bunun sayıklamalarını tartışıyoruz. Kurbağa gibi yavaş yavaş pişiriliyoruz vesselam. Güneşi, ancak doğuştan körler göremez. Bu büyük fitneyi görmek istemeyenlere, yarın ahrette “Ben sizi uyardım!” diyeceğiz. Keşke yanılmış olsak, keşke.

El Cezire’nin Diyarbakır’dan canlı isyan yayınlamasına imkân verilmemelidir.

Sözüm size, bana, hepimize.

[1] http://www.kurannesli.info/bilgibankasi/yazi.asp?id=1153

[2] Milliyet 12 Nisan 2010
[3] http://dinlerarasidialog.blogcu.com/fethullah-gulen-cemaatinin-2-milyon-dolar-bagisladigi-papaz-okul/6957254
[4] 19 Mart 2009 Zaman

13 Ağustos 2017 Pazar

DTCF BİRLİK KANTİN

Akıllı telefonlarda çok yaygın olan bir uygulama olan watsap uygulaması biz yaşlıların bile takip edebildiği bir kolaylık sunuyor: Kolayca bir topluluk kurabiliyor, belirli bir ortaklığı, mazisi olan arkadaşlarınızla sohbet edebiliyorsunuz. Kırk yıl önce mezun olduğum Öğretmen Lisesi mezunu arkadaşlarla oluşturduğumuz bir topluluğumuz da var; otuz beş yıl önce mezun olduğum fakültedeki arkadaşlarımızın kurduğu topluluğa da üyeyim. Bugün bu ikinci topluluğumuzdan, birbirine kopmaz bağlarla bağlı ülkücülerin oluşturduğu DTCF BİRLİK KANTİN topluluğumuzdan söz edeceğim.
Neden okulun adının yanına ‘Birlik’ adının geldiğini kolayca tahmin edebilirsiniz; birleşmek, birlik olmak, birlikte meseleleri çözmek veya memleketin meselelerini birlikte omuzlamak güzeldir. Neden bu iki adın yanına ‘Kantin’ adının geldiğini merak edebilirsiniz. Ben de uzun uzun bunun anlamını düşündüm.
Bizim zamanımızda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ve tahmin ediyorum birçok fakülte de öyleydi, bugünkü fakülteler gibi okul bahçesi, binaları, derslikler, katlar, geçitler, okul bahçesi, yemekhanesi, toplantı salonu, kütüphanesi, kantini ve sosyal faaliyetleri olan, öğrencilerin serbestçe bunlardan yararlanabildiği okullar değildi. Elbette “görünürde” bir fakülteye girmeye hak kazanmış olan bir öğrenci için bunların hepsi önünde bir imkân olarak vardı. Ama gerçekte, okulun bahçesine ya tek başınıza giriyordunuz, hiçbir şeye karışmayan bir Ot’tunuz, sosyal demokrat, selametçi, nurcu veya kulakları düşüren bir başka tarikat mensubuydunuz; yahut bir topluluk içinde giriyordunuz, Ülkücü veya Komünist’tiniz. Bizim okulumuz DTCF’de de Otları saymazsak iki taraf vardı; Ülkücüler ve Komünistler. 
Fakülteye geldiğimiz 1978 senesinde, okulun dış kapı duvarına Goministlerin yazdığı “Buraya Muhammed’in piçleri giremez” yazısı silinmiş olduğu halde okunabiliyordu. Otların ve diğer kulağı düşüklerin çeşitli sebeplerle bir itirazı yoktu ama biz Ülkücülerin buna, Türkiye’nin adım adım kurtarılmış bölge haline getirilmeye çalışılmasına itirazımız vardı. Solun kurtarılmış bölgesi durumundaki Sıhhiye’deki bu okulda biz de vardık ve var olacaktık. Bu sebeple okula her sabah toplu olarak geliyorduk. Ara sıra bu toplu geliş gidişlerde çevredeki solcu gruplar bize saldırırdı. Okula girdiğimizde de derse girecekler, kendi bölümündeki arkadaşlarıyla oluşturduğu küçük topluluğu ile kendi bölümüne, bölümün bulunduğu katına, sınıfına gidiyordu. Dersi olup da bölümüne, katına, sınıfına komünist hâkimiyeti dolayısıyla gidemeyenler veya dersi olmayanlar ise yine topluca gidip ortasına polis yerleştirilmiş Kantin’de Ülkücülerin oturduğu sağ tarafa oturuyordu. Ya dersi bekliyor, ders saatinde yine toplu olarak derse gidiyor veya gidemiyorsa bölümünün “Gominist” işgalinden kurtarılacağı vakte kadar Kantin’i bekliyordu. Böyle akşama kadar Kantin’de komünistlerle karşı karşıya oturmak, laf atmalar, karşılıklı sinir harbi oluşturuyordu. Zaman zaman kavgalar olur, polis herhangi bir tarafın polisi değilse çabuk ayrılırdı. Ne yazık ki genellikle Pol-Der’li polislerdi, Komünistler polislerin gözetiminde en zayıf anımızı kollar saldırırlardı. Bu kavgalarda ne bulursak birbirimize fırlatıyorduk. Yumruklaşmalar vesaire sonucu ciddi yaralanmalar olurdu. Kantin dışında da kavgalar eksik olmazdı. Yolda, katlarda, sınıflarda bir anda kavga çıkardı. Kim daha güçlüyse öbür tarafı püskürtür, püskürtülen taraf, ciddi yaralanma vesaire olmamış, karakola götürülmemişse kös kös Kantin’e dönerdi. Öğle vakti gelir, Ülkücüler belli bir saatte, Komünistler belli bir saatte toplu olarak yemeğe giderdik. Kavgada kullanılmasın diye yemekhaneden çatal ve bıçak kaldırılmıştı. Ne yemeği olursa olsun sadece kaşıkla yiyecektiniz. Gidip gelirken iki grup mutlaka karşılaşır, bir kavga, en azından hırlaşma olur, yiyeceğimiz, yediğimiz burnumuzdan gelirdi. Yemekten sonra akşam çıkış saatine kadar yine arı kovanı gibi işleyen, bazen içinden ateşler çıkan, bazen sakinleşen ama hep dumanlı bir Kantin’i beklerdik. Bu duman yangın yerine dönen Türkiye’nin bizim bizzat yaşadığımız, görebildiğimiz yangınının dumanıydı. Tabii akşama kadar oturulan bu Kantin’de içilen sigaraların dumanı ayrı bir konu. Bunca sene sonra Tren yolundan kantinin içinde bulunduğu yabancı diller binasına baktığınızda hâlâ sigara dumanından simsiyah olduğunu görebilirsiniz. Bu kantinde, hadisesiz gün olmazdı; çıkan kavgalarda yakalanıp Solmaz Kılıçtepe Karakolu’na götürülenler mi dersiniz, oradan Ankara Emniyeti’ne veya Mamak Cezaevi’ne götürülenler mi dersiniz, yaralananların hastaneye götürülmesi mi dersiniz, yok yoktu. Bazı günler derse, bölümüne gidemeyen arkadaşlara sınıflarına kadar eşlik edip dönerdik kantine. Karşı taraf da armut toplamadığı için bu gidiş dönüşler mutlaka kavgalı olurdu. Komünist grup 500’e yakın, biz ise en fazla olduğumuz zaman 125 kişiydik. Müdavimler olduğu gibi Kantin’e ara sıra gelenler de vardı
Kantin’de çay filan olduğunu düşünmeyin. Okulun dekanı rahmetli Prof. Dr. Yaşar Yücel, biz ona “Çamur Yaşar” derdik, bir kavga sırasında çay bardakları havada uçuşunca çayı kaldırmış. Biz çaysız bir kantinde aç susuz oturuyor, sabahtan akşama kadar sohbet ediyor, vatan kurtarıyor, mavra yapıyorduk. Ders konuşulduğu da oluyordu tabi ama çok az! Bazı arkadaşlarımız çok disiplinliydi, bunca kavga gürültüye rağmen kitap okuyabiliyor, ders çalışabiliyordu. Gecesi de yurtlarda genellikle birlikte geçen Kantin ahalisi bu kadar süre birlikte oturup, sohbet edip vatan kurtarınca, kavga edince birbirleriyle kardeş oluyor, dost oluyordu. Âşık olanlar da az değildi tabii. Bunca gürültü içinde dedikodunun hası yapılmaz mı? Onu da yapıyorduk. Şurası var ki hepimiz samimi ülkücülerdik. Milletimizin menfaatlerini şahsi menfaatlerimizin önünde görüyor, bu milleti ölümüne seviyorduk. Bu milleti seven herkesi çok seviyorduk. Milletimizin düşmanlarına düşmandık. Maksadımız ise Türk milletini her alanda güçlü ve mutlu yapmak, Allah rızasını kazanmaktı. Gün geçmiyordu ki kurşunlanan, yaralanan arkadaşımız olmasın! Her an her şeye hazır olmak durumundaydık. Çoğumuz fakirdi. Paramız yoktu. Belki hepimizde azdı ama her şeyimizi paylaşıyorduk. Okuduğumuz kitabı, dinlediğimiz bir konuşmayı, yaşadığımız hadiseleri birbirimize anlatarak zenginleşmeye çalışıyorduk. Bizim için esas okul Kantin idi. Orada bir üniversitede öğrenemeyeceğimiz yüce duyguları yaşayarak öğrendik. Arkadaşlığı, dostluğu, aşkı, karşılıksız sevmeyi, paylaşmayı, vefayı… Okumayı, yazmayı, dinlemeyi, münakaşa etmeyi, sohbet etmeyi… Daha bir sürü duyguyu, biz, doyasıya yaşadık. 
Bu durum ihtilale kadar devam etti.
Bizim öğrencilik yıllarımız ne yazık ki sınıf kantin yemekhane arasında devam etti. Kütüphaneyi bu üçgenin içine sokmamız ancak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra oldu. O da kısmen. Dile kolay, yıllarca kütüphane görmeden bilim yapmışsın, alışmak kolay mı? Kütüphaneye gitmeye başladığımızda kütüphaneyi de Kantin’e çevirmiştik. 
Bu yüzden DTCF’li Ülkücüler için, sanırım Koministler için de durum aynı idi, Kantin’in ayrı bir önemi vardı. Tahminim bu yüzden yıllar sonra bile o pis kokulu, kavgalı gürültülü, çaysız çekilmez Kantin’i hâlâ özlüyoruz. Watsap yazışma topluluğumuza da bu yüzden DTCF BİRLİK KANTİN gibi bir ad koyuyoruz.
Zaman zaman 12 Eylül 1980’den beri ülkücülerin yapamadığı, bize yaptırılmayan muhasebeyi yapıyoruz. Birikmiş dağ gibi meselelerimizi konuşmaya çalışıyoruz. Bağrımız Karacaahmet Mezarlığı gibi. Ülkemiz ve milletimiz için yapamadığımız ülkülerimizi konuşuyoruz. Ciğeri beş para etmediği halde memleketi idare edenlerin yanlış uygulamalarını, Türkiye’nin her alanda içinde bulunduğu kötü vaziyeti masaya yatırıyoruz. Hepimiz düşünme, proje üretme, konuşma, susma yorgunuyuz. Bazen birbirimize bile tahammül edemediğimiz anlar da oluyor ama her şeye rağmen biz Ülkücüler, birbirimizi seviyoruz. Bu sevgimizin altında koskoca bir tarih ve medeniyet var. Sadece Kantin bile bizi bir ve güçlü kılmaya yetiyor. 
Gürol Delice'nin de söylediği gibi "Kantin, 80 öncesi kavga günlerinin bir mevzii idi. Aslında güzel ülkemin her tarafı bir kantindi. Bizler, bu hareketi siyasi bir hareketten olmaktan çıkarıp bir medeniyet inşası haline getirebilmenin mücadelesi verebilseydik bu sıkıntıları hiç yaşamazdık. Hâlâ böyle bir tecrübe ve birikimimiz var diye düşünüyorum. Muhteşem bir maziyi az çok tanıma imkanımız oldu. Tarih, edebiyat, felsefe, din ve tasavvuf alanında az çok bir şeyler biliyoruz. Bütün bu bildiklerimizi bir medeniyet hamlesine dönüştürebilirz, diye düşünüyorum. İşte o zaman kısır siyasi ve fikir çatışmalarından kendimizi kurtarıp geleceğe ümitle bakabiliriz. Karınca misali menzile varamasak da yolunda ölürüz." 
Allah son nefesimize kadar yapabileceğimiz güzel işler için bize yardımını esirgemesin. Allah dostluğumuzu, kardeşliğimizi ve birliğimizi daim etsin. Bize bu dar geçitte kurulan bütün birliklerin birlik olması yolunda akıl, fikir, güç kuvvet versin.
Not: Dün, bugünün aynasıdır. Bugün yaşadıklarımız, dünü iyi kaydetmediğimiz, sorgulamadığımız için, diye düşünüyor; dünü ve geleceğimizi konuşan, yazan arkadaşlarımızın kalemlerini kınlarından çıkarmalarını rica ediyorum.

3 Ağustos 2017 Perşembe

HER DEM YENİDEN DOĞARIZ

Arslan Küçükyıldız

Mangal kelimesi az gelir, volkan gibi bir yüreğe sahip bir adamdı Gültekin Öztürk. Onu üniversite sıralarından hatırlamıyorum. 1978 yılında biz Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine başladığımızda Gültekin Abi okula ara sıra gelirmiş. O yıllardaki fotoğraflarına baktığımda gördüğüm, çok yakışıklı, yiğit duruşlu bir gençti. 

Dönem her gün kavga gürültünün, karakolun, cezaevinin eksik olmadığı, mahallelerin, üniversitelerin, fakülte katlarının kurtarılmış bölge ilan edildiği bir dönemdi. DTCF’de de aynı sıkıntılar fazlasıyla vardı. Her gün kantinde, katlarda, sınıflarda hâkimiyet kurup bizi okuldan atmak isteyenlerle mücadele ediyorduk. Okumak ve milletine hizmet etmek isteyen çocuklardık. Bir yandan derslere girmeye, okulda tutunmaya çalışıyor, öte yandan kendimizi yetiştirmeye, bulabildiğimiz milli meselelerle ilgili eserleri okumaya çalışıyorduk. Ama nerede; gündüz kavga gürültü, gece yurtlara silahlı saldırılar, nöbetler vesaire bizi kendimizi istediğimiz gibi yetiştirmeye bırakmıyordu. Gençtik. Parasızdık. Âşıktık. Geleceğimizi karanlık görüyor, bunun için de gece sabahlara kadar vatan kurtarıyor, kafa patlatıyorduk.

Böyle bir dönemde 12 Eylül darbesi oldu. Yıllardır 'Bu darbe sola karşı yapıldı.' diyenler yalan söylüyor; 12 Eylül, ülkücüleri silindir gibi ezip geçmiştir. O kadar ki ülkücüler bir daha bellerini doğrultamamıştır. Aranan, kaçak olanlar eğer yakalanmamışsa çok ciddi mahrumiyetler yaşadı. Yakalananlar tarihte pek az yaşanan işkencelere uğradılar. C 5 denilen yerde çarmıhlara gerilenler en ağır imtihanları verdiler. Eşleriyle, ana babalarıyla tehdit edilerek isnat edilen suçları kabule zorlandılar. C 5’ten kurtulanlar koğuşlarda psikolojik işkence yaşamaya devam ettiler. Kurtulamayanlar, işkence sırasında ölenler oldu. Dışarıda aileler perişandı. Bu acıları yalnız başlarına yaşamak zorunda kaldı ülkücüler. Sahipsizdiler. Neyse ki bir avuç fedakâr insan vardı.

Bu hengâmede okulu zar zor bitirmiş olanlar, okuldan çeşitli sebeplerle ayrılıp daha sonra bitirenler vardı. Bazıları uyanıklık edip askerliğini bu dönemde yaparak paçayı kurtardı. Ben bu dönemde hem kaçaklıkla boğuşmak, hem cezaevinde yatmak, hem çıktığımda içerde ve dışardakilerin hukuki meseleleriyle ilgilenmek, hem de yüksek lisans yapmak ile meşguldüm. Maişet temini için memuriyete girişim ve mesleğimde tutunmaya çalışmam da o yıllarda oldu. 1990’lı yıllara böyle geldim. Birçok ülkücü de benzer süreçler yaşadı. Lafı çok uzattım ama söylemek istediğim şu: Biz DTCF mezunu ülkücüler olarak çil yavrusu gibi dağılmıştık. Pek azıyla haberleşebiliyorduk. Bazı arkadaşlarımız vefat etmişti. Ülkücülerin üzerine ölü toprağı serpiliyordu sanki. Yeniden doğmak lazımdı.

1993 yılı olsa gerek. DTCF’li arkadaşlardan güzel haberler almaya başladım. Küçük bir hanımlar grubu sık sık bir araya geliyormuş. Bu samimi küçük ekibi geliştirme amacıyla Nur Özbay’ın ev sahipliğinde toplanıp kararlar aldık. Her yıl Ankara’da Ramazan ayında iftarda ve sonraki yıllarda da 3 Mayıs’ta DTCF’li ülkücüler olarak toplanmaya başladık. Tatilde Erdemli’de buluştuk. Ankara dışındaki ilk resmi toplantımız güzel insan Şerif Kutludağ’ın gayretleriyle 2010 yılında Denizli’de yapıldı. Bu tip toplantılarda iki tür katılımcı bulunur; daha önce katılmış olanlar ki bunlar geçen zamanı telafi etmiş, kaynaşmışlardır ve ilk defa katılıp biraz yabancılık çekenler. Her yeni toplantımızda ilk defa toplantılara katılan arkadaşlarımızı daha yakından tanımaya çalışırdım. Geçen bunca yıldan sonra Gültekin Öztürk’ü ilk defa işte bu toplantıda tanıdım. Tanıdığı tanımadığı her arkadaşımızla en küçük bir yabancılık çekmeden kaynaşması dikkatimi çekmişti.

Yeni ameliyat olmuş, hastalığına rağmen ülkücülerin toplandığını duyunca koşup gelmiş. Denizli Öğretmenevi'nin bahçesinde onun okul kantinindeki arkadaşlarını seyredercesine bizi sevgiyle kucaklayan bakışlarını hatırlıyorum. Daha ilk görüşte Gültekin Abi insanda farklı bir etki uyandırıyordu. “Komando” denilen kişilerin çoğu hem fizik, hem de beyin olarak güçlü olduklarını bilir, duyardım. O gün Komando Gültekin adını, duruşuyla, konuşmasıyla, hadiselere bakışındaki samimiyetiyle hak ettiğini düşünmüştüm. Sadece vurma kırmayla ilgili olmadığı, derin bir birikime, müthiş bir tarih şuuruna sahip olduğu görülüyordu. Üstelik çok nazik bir insandı. Arkadaşlarına o kadar sıcak ve hassasiyetle yaklaşıyordu ki sanki avucundaki kelebeği incitmemeye çalışıyor, derdiniz. Konuşurken isimlere “Can” hitabını da ekliyordu; “Şerif Can, Erdal Can…” Ülkücülük onun canı, DTCF Ülkücüleri de canının bir parçasıydı. Anladığım kadarıyla arkadaşlarıyla çok çeşitli sebeplerle uzun yıllar görüşememiş olmanın acısını çıkartıyor, kavuşmanın hazzını DTCF BİRLİK mensupları ile birlikte doyasıya yaşıyordu. İlk tanışmamda sanki onun yeniden doğuşuna şahitlik ediyordum.

Aynı gün akşam yapılan toplantıda sırayla herkese söz veriliyordu. Arkadaşlarımız sırayla ya okul, kantin hatıralarını yahut DTCF BİRLİK ile ilgili duygu ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Sıra bana gelince, -belki de Gültekin Abi’de gördüğüm halin bana verdiği ilhamla- artık yaşını başını almış insanlar olarak yeniden doğabileceğimizi, güzel şeyler yapabileceğimizi anlatmak amacıyla bir şeyler söyledim. Bu arada kırk yaşına gelen, yaşlanıp yiyecek yakalamakta zorlanan kartalın bir yüksek kayalığa çekilip gagasını kırması ve yeni çıkan gagasıyla yaşlı pençelerini söküp yeniden kırk yıl daha yaşamasıyla ilgili hikâyeyi anlattım. Gültekin Abi’nin bu konuşma sonrasındaki ifadelerinden duygularına tercüman olduğumu gördüm. Bu toplantıdan sonra biz Gültekin Abi ile çok güzel bir dostluk yaşadık. Telefonla, yazışmalarla birbirimizden haber alıyorduk. Toplantılarımızda karşılaşıyorduk. Tabii ki dostluğumuzun temeli ülkücülüğümüz idi.

Gültekin Öztürk Abi bütün birikimini, samimiyetini yazdığı yazılara dökmeye başladı. Aydın’da bir mahalli gazetede yazarken, Haberiniz.com sitesinde de yazmaya başladı. Meselelere derin ve samimi bakışı, sağlam mantığı onu yazıları aranılan ve takip edilen bir yazar yapmıştı. Şahsen onun duruşundan çok ders aldığımı ifade etmek isterim. Gültekin Öztürk yeniden doğmuştu. Ülkücüler biraraya geldikçe, birleştikçe o yeniden doğuyordu. DTCF BİRLİK'in Kuşadası'ndaki ve Konya'daki toplantılarında buna şahit olanlardanım. 

Ne yazık ki yazılarıyla, fikirleriyle her Can’ına güç, kuvvet vermeye, heyecan aşılamaya çalışırken bir yandan da ağır hastalığıyla boğuşuyordu. Konya buluşmamızda aynı otel odasını paylaşmıştık; hasta idi. Acımasız hastalığı onu gün geçtikçe nefessiz bırakıyordu. Bu süreçte ölümle boğuştuğunu, birkaç defa yoğun bakıma girip çıktığını duyuyor, dua ediyorduk. Telefonla ulaşabildiğimde moral vermeye çalışıyordum. Kendisini hastalığı boyunca bir an bile yalnız bırakmayan eşi ve kızının bütün çabalarına rağmen son yoğun bakım süreci çok uzun sürdü. Nakil için atılan adımlar sonuçsuz kaldı. Ve kaçınılmaz son; yeniden doğuş. 
Kıymetli eşi Ayşen Ablanın ifadesiyle onu en son ziyaret eden DTCF’li ben olmuşum. Yoğun bakım vs. demeyip iyi ki de gitmişim. 21 Temmuz Cuma günü saat 17.00 idi. O etrafıyla ilgisi azaldığı söylenen Gültekin Öztürk gitmiş, yerine gözleri sevgiyle parlayan Gültekin Abi geri gelmişti. Beni görünce çok memnun oldu, adeta canlandı. Kendisine bütün Dil Tarihlilerin selam, sevgi ve saygılarını ilettim. Bazı isimleri zikrettim. Gültekin Abi elini birkaç defa kalbine götürdü ve açtırdığı avucuma getirip kalbini koydu. Boğazına takılı hortumdan dolayı konuşamamaktan ıstırap duyuyordu. Nice badireler atlattığını, bunu da atlatacağını söylemeye çalıştım. Kendisinden adına açacağımız yazışma topluluğumuza arada sırada göz atması için söz aldım. Hepinize selamları vardı. Meğer size yüreğini ve selamlarını gönderirken helallik istiyormuş. 

28 Temmuz Cuma sabahı kızı Ayça üzücü haberi ağlayarak verdi. Gültekin Öztürk Ağabey, “Komando Gültekin” ebedi aleme göç etmiş, Allah’ın rahmetine kavuşmuş. Mevla’m dünyada çektiği hastalıkların, acıların ve ülkücülüğü yüzünden yaşadığı sıkıntıların yüzü suyu hürmetine taksiratını bağışlasın. Musalla taşında yanına vardığımda aklıma Atsız için söylenen “Bu taş böyle yiğit az görmüştür.” sözleri düştü. 28 Temmuz günü cenazesine katılan yüzlerce insan ona olan haklarını yürekten helal ettiler, ettik. Siz de ediniz. Üzerimizdeki haklanını ise nasıl öderiz bilmiyorum. Kabrine arkadaşlarının okuduğu iki hatimle indirilmesi ne kadar sevildiğinin bir göstergesidir, diye düşünüyorum. Elimde hâlå kalbinin sıcaklığı var.

Bana göre Gültekin Abi yeniden doğmuş, gittiği yerde sevdikleriyle doyasıya sohbetlere dalmıştır. Söz verdiği gibi ara sıra facebooktaki "Gültekin Öztürk Dostları" topluluğuna göz atıyordur. 
Mekânı cennet olsun.
Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası:

Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası
Dinlemeden anladık anlamadan eyledik
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi
Biz sevdik aşık olduk sevildik maşuk olduk
Her dem yeni dirlikte sizden kim usanası
Yetmiş iki dilcedi araya sınır düştü
Ol bakışı biz baktık yermedik am-u hası
Miskin Yunus ol veli yerde gökte dopdolu
Her taş altında gizli bin imran oğlu musi (Yunus Emre)

Yayın: http://haberiniz.com.tr/kose-yazisi/425171/her-dem-yeniden-dogariz--ahmet-zaimoglu.html

23 Haziran 2017 Cuma

ÇAL-MAK

https://www.facebook.com/arslan.kucukyildiz/posts/10207423253660013

2 Mayıs 2017 Salı

SAHAF DAYI

Çağrı Küçükyıldız

          Kartal, kuyruğuna basılmış gibi miyavlayıp balkon kapısını tırmalıyor, geçen hafta kaşla göz arasında kapının aralık kaldığını fark edip kaçan nankör kardeşini arıyordu. Hangi dilde olursa olsun, ayrılık acısının kalplerde uyandırdığı tatsızlık aynıydı. Evde Kartal’ın miyavlamasına pek aldırış eden yoktu ama beni derinden etkilemişti.
Dayım Kartal’ın ısrarı karşısında, bu çaresizliğini bir nebze giderebilmek için onu kucağına alıp pencereyi açıyor, “Aslaaan! Oğlum hadi gel artık bak kardeşin seni özledi.” diye sesleniyordu. Kartal da elinden geldiğince dayımın seslenişine katılıyordu. Oysa ne gelen vardı ne de giden. Küçücük bir miyav sesi bile gelmeyince Kartal sinirlendi ve dayımın kolunu tırmaladı. Canı yanmasın diye jilet gibi tırnaklarını kesmeye kıyamayan dayımın kolu kanıyordu. Hışımla kucağından Kartal’ı yere attı. Zavallı kediciğin yediği küfürlerin bini bir paraydı.
Anneannem dayımın canı yandığında Kartal’a bağırmasını duymuş olacak ki bir elinde kolonya şişesi, bastonuyla seke seke mutfağa daldı.  “Oğlum sen kendine doğru düzgün bakamazken, bu kediye nasıl bakacaksın!” diye söyleniyordu. Dayımın eve kedi almasına başından beri karşı çıkmış ama sözünü dinletememişti. Masada duran peçetelerden bir tane alıp kolonya ile ıslattı ve dayımın kanayan koluna bastırdı. O kolundaki yarayı temizlerken ben yanmasın diye üflüyordum.
Boşuna dememişler nankör kedi diye. Kartal gitti, dayımın yatağına kıvrıldı. Bir sonraki yalnızlık krizi gelene kadar uykuya daldı. Sen git yatağını bile paylaş, sonra kolunu tırmalasın. Olacak iş miydi? Dayım çok öfkeliydi. Dayım yalnızlığını gidermek için bu kedileri almıştı ama şimdi tam tersine Kartal’ın yalnızlığını gidermek, ona yarenlik etmek zorundaydı.
Bu evde yolun sonu umutsuzluğa varıyordu. Dayımın yalnızlığı, anneannem ve Kartal’ın dırdırları arasında daha da belirginleşiyordu. Evdeki üç yalnız birbirlerine sırtını dönmüş gibiydi. Kimsenin birbirinin yalnızlığını gidermeye gücü yetmiyordu. Hâlbuki birçok ortak noktaları vardı. Mesela hepsi de terk edilmişti.
Dayımın kolundaki kanama durmuş gibiydi. Koluna yapışmış peçeteyle sanki çok acilmiş gibi bulaşık işine girişti. Sinirinden bulaşıklıktan çekip aldığı temiz tabakları yeniden yıkıyor diye düşündüm. Kendimi tutamadım. Böyle gergin anlarda gülmek gibi kötü bir huyum var. Ne bileyim başıma dert açacağını... Neden burnumu sokarım böyle işlere bilmem ki... Beni bir gülme krizi aldı. Dayım neden güldüğümü sordu. “Neden olacak, bunca stresle başa çıkmak için temiz bulaşıkları yeniden yıkayan birini hiç görmemiştim.”dedim. “Şimdi sana da söverim bak, çık git başka işin yok mu senin!” diye bağırdı.
Anneannem tiyatrolarda sahne aralarında ortaya çıkan hikâye anlatıcıları gibi yine mutfağa girdi. Elimi tutarak beni çekiştiriyordu: “Oğlum bırak sen o deliye uyma. Neymiş efendim, benim gözlerim iyi görmüyormuş da bulaşıkları iyi yıkayamıyormuşum.”
Moralim çok bozuk. İçeri geçiyorum. Anneannem hâlâ söyleniyor: “Bizimkinin kötü huyları var. Yoksa o kadını da çıldırtmazdı, beni çıldırttığı gibi. İşi gücü, zoru derdi kitap, kitap, kitap! Bu da yetmezmiş gibi cigara. Zaten o zampara kediyi de balkonda sigara içerken kaçırdı.” derken eliyle duvar diplerine dizilmiş kitapları işaret ediyor. İyi de kitap en iyi arkadaş değil miydi? En güzel alışkanlık derlerdi. Anneannem çok sinirli. Elleri titriyor. Bastonuyla, oturma odasının duvarına yaslanmış kitap yığınını deviriyor. “Bu kitap hastalığı deden olacak herifin sorumsuzluğundan çıktı. Çocukla doğru düzgün ilgilenmedi bile. O da ne yapsın, kendini kitaba verdi.” Kitap yığınları domino taşları gibi yıkılmasın diye elimle destek veriyorum ve son anda yan sıradaki kitapları kurtarıyorum ama yine de çok kitap yere yıkılıveriyor. Dayımın o kadar çok kitabı var ki... Yengemle tartışmalarına neden olacak kadar var sanki.
“İyi de dedemi evden kaçıran senin dırdırın değil miydi ki!” diyorum. Rahmetliye laf söyletemem. Gözlüklerinin üzerinden bana bakıp bastonunu bana doğru sallıyor: “Şimdi kafana yersin şunu!” Bir yandan anneannemi teskin etmeye çalışırken diğer yandan kitapları devrildiği yerden toplamaya çalışıyorum. Devrilen bölüm, şiir kitaplarından oluşuyor. Dayım, kitapları kolay bulabilmek için evin odalarını konulara, türlere göre tasnif etmiş. Sanırsın halk kütüphanesi. Zaten bu sayede aradığı kitabı kütüphanedekiler gibi enine değil de boyuna araştırarak buluyor.
Kitaplık kullanmak varken neden böyle bir şey tercih ettiğini sorduğumda, “Ne fark eder ki, biri Cağ Kebabı gibi enine, diğeri döner gibi boyuna. İkisi de karın doyurur.” demişti. Oysa işin aslı başkaymış: Kapıyı vurup evinden ayrıldıktan sonra dayım bu evi kiralamış. Tabi ev sahibi nereden bilsin bu kadar çok kitabı olan bir kiracı bulacağını... Dayım yeni eve taşındıktan sonra ev sahibine bir gün evin bütün duvarlarına kitaplık yaptırmak istediğini söylediğinde, adamcağız şaşırmış. Dayım işi ciddiye almayan ev sahibini eve çağırmış. Tabi adam gözlerine inanamamış. Dayım ne kadar dil dökse de adam bir türlü ikna olmamış. Belki de duvarların delik deşik olacağını tahmin ettiğinden.
Bu yalnızlar konağını sevmemin birçok nedenlerinden belki de en önemlisi evin içindeki kitap kokusu. Evin kapısına “Sahaf Dayı” yazılsa yeridir. Eminim çok müşterisi olurdu. Kediler ve kitaplar ne kadar da uyum sağlıyorlar. İkisi de nankör, hemen unutuyor, unutuluyor. İkisi de gamsız, sözlerini söyleyip çekiliyorlar hayatlarımızdan. Onlar bize değil, biz onlara uyuyoruz. Üzerine bir de dayımın odasında devamlı çalan Türk Sanat Müziği radyosundan gelen nağmeler... Hüzzam bir eser çalacakmış: “Dinmiyor hiç bu akşam ne gözyaşım, ne acım.” Anneannem başını pencereye yaslamış, evin bahçesine uzunca bakıyor. İşte şimdi ev sağanak hüzün yağmuruyla ıslanıyor. Mutfaktan yağmur sesi mi geliyor? Dayım bir temiz tabağı daha şarıldayan çeşme suyunun altında yıkayıp tekrar bulaşıklığa bırakıyor olmalı.
Kitap yığınları bir anda kale surlarına dönüşüyor. İçimi bir huzur kaplıyor. Ben hüznü seviyor olmalıyım. Dayım kitaptan duvarlarıyla dış dünyadan kendini soyutlamış. Ben de bu eve ait olmalıyım. Yoksa ben de mi terk edildim? İyi de hiç sevgilim olmadı ki terk edileyim.
Anneannem evlilik programlarına bayılıyor. Kumandayı azarlar gibi basıyor açma düğmesine. Hüzne ara vermeliyiz. Program saati gelmiş de geçiyor. Kabak çekirdeği kavanozunu istiyor benden. Çerezler bayatlamasın diye paketini yırtıp illâ cam kavanoza koyar. Neden bu saçma programları izlediğini sormadan edemiyorum. Hemen azarlıyor beni:
“Dayın yetmezmiş gibi bir de sen çıktın başıma. Size mi soracağım ne izleyeceğimi!” diyor ve devam ediyor:“Hem belki dayına yeni bir kısmet buluruz. Belli mi olur!”
“O zaman bana da bir kısmet ara. Bak kedi bile kısmetini aramak için evden kaçmış. Ne yapsın, zavallının evlilik programı yok ki kendine eş arasın.” diyorum.
“Hergele! Şimdi atarım terliği! Daha lise talebesinin zoruna bak!”
Bu kadın terlik fırlatma huyundan ne zaman vazgeçecek! Bence dayıma kısmet arama işin bahanesi. Kendi gibi, dayım gibi, eşleri tarafından terk edilmiş insanlarda bulduğu teselliler o programı izlettiriyor. Yalnız hayat o kadar da kötü değilmiş. Demek başkaları da aynı ızdırapları yaşıyormuş. Kim bilir... O kadar gururlu ki sorsan rahmetliyi özlemiyor ama dedemin yedek subayken çektirdiği siyah beyaz gençlik fotoğrafını odasındaki duvara astırmış.
Dedemin evi terk edişini hatırlıyorum. Çiftçilik yaparak ekmeğini kazanırdı. Bir akşam domates fabrikasına bir römork dolusu domates götürmüş. Mahsulün bol olduğu o sene fabrikaya o kadar çok domates satmışlar ki domates para etmez olmuş. Çok az bir para teklif etmişler. O da o sinirle basmış damperi kaldıran düğmeye. Etraftakilerin “Dur, yapma!” demelerine aldırmadan bir römork dolusu domatesi fabrikanın girişine boşaltmış, soluğu meyhanede almış. Anneannem gecenin bir yarısında telefonla bizim evi aradı. Telefon benim yattığım odaya yakındı. Anneannemin ahizeden taşan çığlıkları hâlâ kulaklarımda. Ahizeyi kaldıran annem daha hiçbir şey diyemeden, “Yetişin, bu adam beni öldürecek” diye bağırıyordu. Henüz küçüktüm. Beni evde bırakmak istemiyorlardı. Pijamalarımızı bile değiştirmeden öylece arabaya atladık ve resmen uçarak gittik. Eve vardığımızda içerisi çamurlu ayak izleriyle doluydu. Dedem bir elinde bıçakla ayakkabılarını bile çıkarmadan yatağında sızıp kalmıştı.
Sonradan öğrendik ki anneannem, her zamanki gibi o gece de dedeme eve para getirmediği için söylenmişti. Dedem elinde bıçakla, o sarhoş haliyle kovalamış ama dayım ona engel olunca pes etmiş ve sızmıştı. Bizimkilerle o gece evde sabahladık. Dedem uyanınca başında bizi gördü. Yerdeki ve çarşaftaki kurumuş çamur izlerine baktı. Anneannemin diğer odadan gelen sızlanışlarına daha fazla katlanamadı. Hiçbir şey söylemeden ceketini giyip çekip gitti.
Bu dedemi son görüşümüzdü. O evi terk ettikten sonra annem dahil evdeki herkes dedeme dargındı. Oysa ben farklı düşünüyordum. İki yıl boyunca kimse adam akıllı izini sürmedi. Duyduk ki İstanbul’da eskiden beraber balıkçılık yaptıkları bir arkadaşının evine yerleşmiş. Sonra bir gün ölüm haberi geldi. Kanserden ölmüş. Bize haberi ulaştıran arkadaşıydı. Cenazesini kaldırmak için bizi çağırıyordu. Arkadaşına sıkı sıkı tembih etmiş, o ölene kadar bize haber vermesin diye.
Anneannemi zor da olsa cenazeye gitmek için ikna etmeyi başardık. Dedem kendi evini terk edip bizi tek göz oda yeni evine çağırmıştı. Kıyamete kadar içinde kalacağı yeni evine... Dedemi bir kez daha görebilseydim keşke. Onu özlüyorum. Şimdi sağ olsaydı anneannemin düşünceleri farklı mı olurdu, bir şeyler iyiye gider miydi, bilemiyorum. Tek bildiğim bir şey var, o da anneannem ömrünün son demlerini böyle göçebe geçirmezdi.
Dedem evi terk ettikten sonra anneannem kendi evinde çok kalmıyordu. Bazen anneme, bazen dayıma misafir oluyordu ama dayımın yengemle yaşadığı sorunlar büyüyünce bizimle yaşamaya başladı. Herkes olacakları merakla beklerken bir gün dayım bombayı patlattı. Sonunda istenmeyen son gerçekleşmiş, başka bir eve taşınmıştı. Bu, hem anneannem hem de benim için başka bir fırsattı. O biricik oğluna doyasıya annelik yapacak, ben biricik dayımla sabahlara kadar hayatın anlamı üzerine derin sohbetler yapabilecektim.
Anneannemi bavuluyla dayımın yeni evine getirdiğimiz gün öyle bir şey oldu ki, o gün hüznün anneannemle beraber kapının eşiğinden eve girdiğini anlamıştım. Bir daha hiç çıkmamak üzere... Her şey mevsiminde güzeldi. Biz bir mevsimi yakalamaya çalışırken üzerine nice mevsimler gelip geçiyordu. Hâlbuki bir anne için oğluyla birlikte yaşamanın nesi kötü olabilirdi? O gün dayım bizi evin dışında karşılamıştı. Anneannem arabadan iner inmez dayımın boynuna sımsıkı sarıldı ve şöyle dedi: “Anasının kuzusu. Ben sana bakmaz mıyım hiç. Varsın o kadın seni sevmesin. Ben seni hep sevdim. Yetmez mi?” Anneannem oğluna öyle sarılıyordu ki, sanki dayım daha beş yaşında bir çocuktu. Bunlara şahit olan annem arabadan inmekten vazgeçti. Arabanın kapısını çekip kimseye görünmemeye çalışarak ağladı, ağladı... Dayım durumu fark etti, “Haydi biz çıkalım, ablam sonra gelir kendi.” dedi.
Kapının iç tarafında, evin diğer sakinleri bizi bekliyordu. Tabi, Kartal ve Aslan henüz bu kadar büyük değillerdi. Anneannemin telefonda yoğun itirazlarına rağmen dayım işi oldubittiye getirmiş, daha o gelmeden kedileri almıştı. Hatta aldığı gün beni aramıştı: “Oğlum bir sor bakalım kedisi olan arkadaşların vardır senin. Nasıl doyurmak lazım bunları?” Her zamanki dalgın, hayal dünyasında yaşayan dayımdı işte... Onları alırken sormayı akıl etmemişti de benden medet umuyordu. “Ne bileyim, kasaptan ciğer al, bir de süt içir.” demiştim. Dayım kedileri eve koyar koymaz mahallenin kasabına gitmiş. Aldığı iki kedinin birkaç günlük olduğunu söyleyip kasaptan ciğer istemiş. Onları nasıl besleyeceğini tam olarak bilmediğini söyleyince kasap da dalga geçmiş. Ciğerleri doğrarken kedilerin isimlerini sormuş. Amcam da henüz bir isim koymadığını söylemiş. Bunlar konuşulurken televizyonda haberler varmış. Ekranda Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarlarının kavga ettiği anların görüntüleri çıkınca o an karar vermiş. “İsimlerini buldum. Birinin adı Kartal, diğeri Aslan olacak.” Meğer idealist dayım Türkiye’ye önemli bir ders vermek istemiş! Böylece kavga etmeden kardeşçe yaşamamız gerektiğini hatırlatmış. 
Anneannem kedileri kapıda görünce hevesi kursağında kalmıştı ama yine de gururu elden bırakmadan uyarmayı da ihmal etmemişti: “Şimdilik misafirim, sesimi çıkarmıyorum ama misafirlik bitince bu evin nüfusu azalacak, haberin olsun!” Çaktırmadan dayım bana göz kırptı ve gülümsedi. Bu, ileride kedilerin büyük sorun olacağına dair bir işaretti. Mutlaka benden destek isteyecekti. Sonra anneannemin odasına geçtik. Dayım güzelce dayayıp döşemişti. Onun sevdiği renkte perde, perdeye uygun halı, halıya uygun yatak örtüsü almıştı. Biz ne kadar güzel seçtiğini söyleyince itiraf etti: Kadınların renk uyumuna önem verdiğini yengemle yaşadığı acı tecrübeler sonucu öğrenmişti. Anneannem dolapları, çekmeceleri sırayla açıp kapadı. Yatağına oturdu. Yatak rahata benziyordu. Odasını sevmişti ama bir eksiği vardı. “Keşke babanın bir resmi olsaydı...” dedi. Dayım ona da hazırlıklıydı. Salon duvarından çıkardığı çerçeveyi getirdi. Uygun bir yer ararken önceki kiracıdan kalan bir çiviyi gözüne kestirdi. Dedemin fotoğrafı, duvardaki yerini almıştı. İşte aile tamamlanmıştı. Eski günlerdeki gibi. Herkes bir aradaydı. Herkes farklı bir mevsimi yaşıyor olsa da.
Anneannem eşyalarını yerleştirmek için bavulunu istedi. Dayım eski gazete sayfalarını yere serdi önce. Bu önemli ayrıntı da temizlik düşkünü yengemden kalmış olmalıydı. Dayımın kitaplığı bile toz yuvasından ibaretti. Kitaplar bile evde istenmiyordu. O an dayımın eve kedi almaktaki ısrarını daha iyi anlıyordum. İçinde ukde kalan kedi besleme hayalini geç de olsa gerçekleştirmişti. Bavulu gazetelerin üzerine bıraktım. Oldukça ağırdı. Anneannem bir kaplumbağa misali evini yanında taşımış olmalıydı. Bavulun başına oturdu. Fermuarını açarken ben dayımla pencereden bahçeye bakıyordum. Dayım bahçeye bitişik olan zemin katta oturduğu için kedileri arada sırada dışarı saldığını anlatıyordu. Anneannem tuhaf bir şekilde benden odadan çıkmamı rica etti. Anlaşılan dayıma özel bir şey söyleyecekti. Dediğini yaptım. Kapıyı kapatır gibi yaptım ama tam kapatmadım. Merakıma yenik düşmüştüm. Önlerinde bunca gün dururken bu kadar özel ve acil olan şey neydi bilmek istiyordum.
Kapının açık kalan aralığından içeriyi izliyordum. Anneannem bavulundan siyah bir poşet çıkardı. Dayıma uzattı. Bir şey söylemeye niyeti yok gibiydi. Dayımın anlamasını bekliyordu sanki. Poşetin içinden bir top beyaz kumaş çıkardı. “Oğlum öyle görünüyor ki belki de bu ev artık benim için son durak. Ne olur ne olmaz. Belki sana sonra vermek kısmet olmayabilir. Bunu al ve sakla. Yarın bir gün lazım olacak. İçinde biraz da para var. Biliyorsun kimseye yük olmak istemem.” dedi. Dayımın bir anda gözleri nemlendi, dudaklarını ısırıyordu. Sırtını döndü. Hızla kapıya doğru yöneldi. Hemen kapıdan uzaklaştım.
Bunlara şahit olduktan sonra, bu da yetmezmiş gibi anneannemin bizimle yaşamasına bu kadar alışmışken ondan ayrılmak bize çok zor geldi. Evimize dönerken anneannemi sık sık arayıp sormaya, ziyaret etmeye karar verdim. Ne de olsa artık genç adamdım. Otobüse atlar, bir saatlik yolculuktan sonra dayımla onu görebilirdim.
Şimdiki gibi onları ziyaret ettikçe bir gün benim de bu evde yaşamaya başlayacağımı hissediyorum. Belki bu şehirde güzel bir üniversite kazanırım, Sahaf Dayı’nın müdavimlerinden olurum. Ben çiçek tarlasında gezinir gibi kitap yığınlarının arasında gezinirken anneannem evlilik programını izlerken uyuyakalmış. Gözlüğü neredeyse gözünden düşmek üzere. Gözlüğünü alıp masanın üzerine koyuyorum. Dayım temiz bulaşıklara kirli muamelesi yapıp tekrar yıkama işini bitirmiş olmalı. Mutfağa, yanına gidiyorum. Yine sigara yakmış. Balkon penceresi açık. Kartal yine miyavlamaya başlıyor. “Yeter be oğlum! Yeter. Bak hiç vazgeçmiyorsun.” Dayım son bir teselli kapıdan sesleniyor: “Aslaaaan! Gel oğlum. Bak kardeşin burda seni bekliyor.” Uzaklardan bir yerden bir miyav sesi geliyor. Bunu duyan Kartal çılgına dönüyor. Dayım dışarı çıkmasın diye engel olmaya çalışıyor. Pantolonunu tırmaladıkça tırmalıyor. Sanırım Kartal da yalnızlığa pes etti. O da az sonra çıkıp gidecek ve bir daha gelmeyecek.
Uzaktan gelen ses daha da yakınlaşıyor. Bu miyav sanki bir vuslat miyavlaması. Kartal da ona cevap veriyor. Dayım Kartal’ı zor zaptediyor. Akşamın karanlığında parlayan bir çift sarımtırak göz beliriyor karşımızda. Balkona tırmanıyor. Dayım heyecanlı: “Aslan? Oğlum? Bu sen misin!”


24 Ocak 2017 Salı

Türk Zekâ Oyunu "Köçürme" ile ilgili bir söyleşi

Türk Zekâ Oyunu “Köçürme”
22.11.2016 ~ 15:53Söyleşi: Nazan Ekinci
Dünyada genel olarak   “Mangala” veya   “Mankala” adıyla bilinen Türk zekâ oyunu Köçürme tüm tarihi geçmişiyle ilk defa bir kitap haline getirildi.
Türkiye’de Mangala adıyla bilinen Köçürme oyunu, Türkler tarafından bulunup geliştirilir. Binlerce yıllık bir oyunun Türk zekâ oyunları içinde önemli bir yeri bulunuyor. Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lügat ‘it-Türk adlı kitabında oyunun en eski adını  “Köçürme” olarak belirtir. Köçürme oyunu dünyada Mankala adıyla, Türk dünyasında ise Dokuz Kumalak, Dokuz Korgol, Mangala gibi yüzlerce adla bilinir. Köçürme oyununun, Türk dünyasında ve Türkiye’nin 64 ilinde 225 ad ve 150’den fazla kuralla; farklı taş ve kuyu sayıları ile oynandığı tespit ediliyor. Dünyadaki en zengin oyun çeşitliliğinin Türkiye’de olduğu belirtiliyor. Oyun kırda yere karşılıklı olarak açılan belli sayıda küçük kuyulara belli sayıdaki taşlar sırayla göçürülerek, dağıtılarak oynanıyor.
            Köçürme oyununu araştıran alanında ilk kitap olma özelliğini taşıyan  “Türk Zekâ Oyunları:1 Köçürme (Mangala)”adlı kitabının yazarı Arslan Küçükyıldız ile Köçürme oyunu ve kitabı hakkına bir söyleşi gerçekleştirdik.
11 Mayıs 1961’de babasının öğretmen olarak görev yaptığı Kastamonu ili Taşköprü ilçesi Alamakayış Köyü’nde doğar. İlkokulu babasının öğretmen olarak görev yaptığı Kastamonu Akçakese köyünde okur. 1978’de Kastamonu Göl Öğretmen Lisesi’ni bitirir.  1982’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nden mezun olur. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde başladığı yüksek lisansı yarıda bırakmak zorunda kalır. Daha sonra Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yapar. “Türk Sineması’nda Edebiyattan Yararlanma” adlı bitirme tezini hazırlar. 1985 yılında Ankara’da Ulaştırma Bakanlığı Telsiz Genel Müdürlüğünde memuriyete başlar. 1987 yılında TRT’nin açtığı yardımcı prodüktörlük imtihanını kazanır. Ankara Televizyonu Müzik Eğlence Programları Müdürlüğü’nde, Televizyon Dairesi Yurt Dışı Yayınlar Müdürlüğü’nde müzik, eğlence ve sanat programları yapar. Bir Cumartesi Gecesi, Pazar Konseri,  Mehter Musikisi, Meşk Zamanı, Asya’dan Müzikli Esintiler, Avrasya Sanat, Toy, Köprü, Bizden Sesler gibi programlarda ve yüzlerce konser programında yapımcı-yönetmen olarak çalışır. 2000 yılında Türkmenistan Devlet Başkanı Safarmurad Türkmenbaşı’na sunulan “Altın Asra Girerken Türkmenistan” adlı kitabını hazırlar. 2004-2009 tarihleri arasında Televizyon Dairesi Başkanlığı Yurt Dışı Yayınlar Müdürlüğü görevini yürütür. TRT INT ve TRT TÜRK kanallarının yayınlarının iyileştirilmesine; Yurt dışında yaşayan Türkler ve Türk Dünyasıyla doğrudan ilgili özel programların hazırlanmasına çalışır. Bu görevi sırasında Bosna’da, Srebzenitsa’da Sırpların yaptığı soykırımla ilgili olarak “Mavi Kelebeğin İzinde” adıyla 26 saat süren bir canlı yayının yapılmasına öncülük eder. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında görev alır. Arkadaşlarıyla birlikte Sinemasalı, Kuşlukta Yazarlar ve Bala Kitap topluluklarını kurar. Makaleler ve köşe yazıları yazmaya devam ediyor. Türk dünyasının sorunlarına, sanata, sinemaya, edebiyata, Mehmet Akif’e, halkbilime, zekâ oyunlarına, satranca ilgi duyuyor. Altın Asra Girerken Türkmenistan, Çapandaz (Şair Ergeş Uçkun hakkında) , Kitab-ı Öküz (Edebiyatımızdaki öküz fıkraları)  ve Türk Zekâ Oyunları-1: Köçürme / Mangala adlı yayınlanmış dört kitabı bulunuyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan Küçükyıldız halen TRT’de İç Yapımlar Koordinatörlüğü’nde prodüktör olarak memuriyetine devam ediyor. 
-Köçürme oyunu nedir?
-Köçürme satrancın da atası olan ve zorluk seviyesi satranca yakın olan bir oyun. Oyuncuların kendine ait kuyuları oluyor. Bu kuyulardaki taşlar sırayla birer birer dağıtılıyor. Bırakılan son taşın konumuna göre taş alınıyor ve oyun bu şekilde ilerliyor. Ya boş kuyuya düşünce karşı kuyudaki taşlar alınıyor yahut çift yapıldığında taş alınıyor. Her seviyedeki insan için zorluk dereceleri artan birçok çeşidi olan bir oyun. Atalarımızdan gelen, günümüzde de oynanan çok zevkli bir Türk zekâ oyunu. Bu oyun, Türkiye ve Türkistan’da çok değişik adlarla bilindiği gibi, Dünyanın da yakından bildiği bir oyun. Maalesef, Türkiye’de, hızlı şehirleşmenin sonucu olsa gerek, neredeyse unutulmuş durumda. Zekâ geliştirmeye o kadar müsait bir oyun ki Avrupa’da ilköğretimde ders olarak okutulması bile düşünülmüş. Oyunu bizden başka herkes biliyor. Daha düne kadar babalarımızın oynadığı bu oyunu, biz birçok zenginliğimizde olduğu gibi bir kenara bırakmışız. Ortaya çıkarılıp yeniden yaygınlaştırılması gerekli olan harika bir oyunumuz. Biz unutulmaya bırakmışken, Avrupa ve Amerikalılar bu oyun üzerinde o kadar çalışmışlar ki, akıllara durgunluk verir. İnternette Mancala veya Bantumi olarak bir arama yaparsanız, karşınıza yüzlerce site veya makale çıkıyor. Oyunu İnternet üzerinde oynayabildiğiniz gibi, bilgisayarınıza indirip öyle de oynayabiliyorsunuz. Cep telefonlarınızda bile bu oyuna rastlamak mümkün.
-Oyunla ilk olarak ne zaman tanıştınız?
-Oyunla ilk tanışmamız 1992 yılında görevli olarak TRT İNT-AVRASYA kanalında yayınlanacak programlar için ön araştırmalar yapmak ve bölgeyi tanımak amacıyla, Sovyetlerin dağılmasından sonra yeni kurulan Türk Cumhuriyetlerine gitmiştik. Üniversitedeki odasında ziyaret ettiğimiz güzel insan Prof. Dr. Marat Saraleyev, bana Kırgızların Âşık Oyununu, Beş Taş’ı, Dokuz Korgol’u, Ordo’yu, Güreş’i ve daha birçok geleneksel kültür öğesini, öğrencileriyle uygulamalı olarak anlattı. Kültürüne, tarihine böylesine aşkla bağlı bir insanı tanımak benim için bahtiyarlıktı. Dokuz Korgol adlı bu oyunun dikkatimi çeken bir yönü Batı’da okullara ders olarak okutulması oldu. Oyunun en büyük özelliği, oyuncuya sayı saydırması, son taşını koyacağı kuyuyu ve buna göre karşı tarafın hamlesinin ne olacağını hesaplatması, ona göre karşı hamlelerini, birkaç oyun sonrasını düşündürtmesiydi. Oyun bu yönüyle de satranca çok benziyordu. Belki de bu yüzden Kırgızistan’da, Dokuz Korgol ustası, Dünya Satranç Şampiyonu Kasporov’u yenmişti.
-İlginiz nasıl gelişti?
-Türkiye’ye döndüğümde, Kırgız kardeşlerimizin oynadığı bu oyunun bir benzerinin Türkiye’de de oynanıyor olması gerektiğini düşünerek soruşturmaya başladım. Oyunun kendisi veya bir benzeri olmalıydı. Her zamanki gibi babama sordum.  O vakit yetmiş yaşlarında olan babam, bu oyunun çocukluğunda  “Amen” adıyla oynandığını biliyor ama kurallarını hatırlamıyordu. Bolu ilinin Dörtdivan ilçesinde ilki yapılan Köroğlu Şenliği’nin çekimleri için Dörtdivan Yaylasında toplanan kalabalığın içindeki yaşlılara bu oyunu sordum. Onlar da Marat Hoca’nınkine benzer bir heyecanla, oyunu bildiklerini, istersem öğretebileceklerini söyleyerek yere oyun için gereken kuyuları kazmaya, taşları toplamaya başladılar. Oyunun çok güzel bir oyun olduğunu hatırlıyorlardı; ama uzun süredir oynamamışlardı. Onlar oynadılar, biz çekim yaptık ama maalesef oyunun tamamını zaman sıkıntısından dolayı çekemedik. Oradan da kuralları öğrenemeden eli boş dönmüştüm. Benim için Dokuz Korgol oyununun Türkiye’de de oynanıyor ve yaşıyor olduğu bilgisi çok önemliydi.
-Araştırmanıza belli aralıklarla mı devam ettiniz?
-On yıl kadar ama ara ara toplamaya devam ettim 2004 yılı olsa gerek. TRT’nin sabah programı Gaziantep’te bir kahvehaneden canlı yayında söyleşi yapılıyordu. Dikkat kesildim, çünkü bahsettikleri oyun, benim ilk olarak Kırgızistan’da gördüğüm, Babamın Amen adıyla hatırladığı, Bolu Dörtdivan’da da oynanırken çekimlerini yaptığım Dokuz Korgol Oyunundan başkası değildi. Gaziantep’te Mangala adıyla oynanan Kuyu Oyunu… Hemen programın yapımcısı Şeref Ulucan’ı aradım. Ondan oyunu kim biliyor ve canlandırmaya çalışıyorsa adres ve telefonlarını bulmasını rica ettim… Kahveci vasıtasıyla Yüksek Mühendis Abdülkadir Evişen ile tanıştım. Ondan bilgi aldım. Bildiklerimi, Kırgızistan’daki Dokuz Korgol’u anlattım Karahanlılar döneminden kalan Dokuz Korgol oyun taşı hakkında bilgi verdim. Bana Gaziantep kalesindeki Mangala kayasından bahsetti. (Sonraları benzer bir oyun kayasının Elbistan Ulu Camii’nin bahçesinde bulunduğunu, ancak tamirat sırasında nereye kaldırıldığının bilinmediğini öğrendim.) Bana oyunun hatırladığı kurallarını ve kurt dişinden yapılan oyun taşlarını göndermek nezaketinde bulundu. Abdülkadir Evişen de oyundaki bazı kuralları belirginleştirmek için oyunu bilenleri aramış ve ne yazık ki bulmakta güçlük çekmiş. Oyunu yeniden canlandırmak için verdiği mücadeleyi anlatınca çok etkilendim. Birileri nasıl olsa biliyordur, yapıyordur dediği birçok kültür öğesi gibi bu oyun da yok olmak üzereydi. Tehlikeyi görünce, konu üzerine eğilmeye karar verdim. Bilim adamlarımızı konuyu araştırmaya, iş adamlarımızı yatırım yapmaya çağırdım. Yetmedi, oturdum bu konuda derlemeler yaptım. Tabir yerinde ise sinekten yağ çıkardım. Oyunun yüzlerce ad ve türünü, satranç, dama, domino gibi oyunlara atalık ettiğini, her yaştan insana hitap eden güzel bir oyun olduğunu öğrenmiş oldum. Bu konuda bilimsel makaleler yazıp bilim âlemine de oyunu tanıtmaya çalıştım. “Satrancın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu: Mangala” makalesi böyle yazıldı. Bundan sonra her önüme gelen kaynak kişi mahiyetindeki insana oyunu bilip bilmediğini sormaya başladım.  Öğrendiğim her yeni türü, bir bulmaca çözer gibi bana yeni bir kapı açtı. Kendimi satranç oyununun nasıl oluştuğunu adım adım izleyen biri olarak buluvermiştim. Böyle yapmasaydım en kıymetsiz gördüğümüz varlıklarımızın bile biraz araştırılıp üzeri cilalandığı zaman ne büyük bir hazine üstünde oturduğumuzu belki de göremeyecektim. Çorbada bir tutam tuzum olamayacaktı. Kitap böyle bir çalışmanın ürünü oldu.
-Adı çok ilginç olan Köçürme adlı kitabınız alanında ilk olma özeliği taşıması bakımından önemli; kaç yıllık çalışmanın ürünü?
-Kitap üzerinde yaklaşık yirmi yıldır çalışıyordum. Bine yakın insanla görüşmüş derlemeler yapmış, kökenlerini araştırmıştım. Yüz elliden fazla çeşidini ve 225 adını bulmuştum. (Türkiye’de yaygın bir oyunun 130 adı tespit edilebilmişti.) Her gün yeni bir bilgi geliyordu ama artık yayınlanmalıydı. Oyun, Divan-ı Lügat ‘it Türk’te “Köçürme” adıyla geçiyordu. Kazakistan’da 4000 yıllık oyun taşları bulunmuştu. Hakikaten oyun kuyulardaki taşları diğer kuyulara göç ettirme, göçürme esasına göre oynanıyordu. Altı Ev, Amen, Eme, Emen, Çal, Çalık, Foduk, Göz, Han, Hane, Huyne, Kale, Kuyu, Kuyucuk, Kuyu Taşı, Melle, Mene, Mere, Yalak gibi adların yanında Göçek, Göç, Göçme, Göçmec, Göçmeci Emen, Göçmecik, Göçme Yalak, Göçtüm Göç, Göçük, Göçün, Göçürme v. b. gibi oyun adları kullanılıyordu. Oyun tahtalarını Türkiye’de satışa çıkaranlar ise Mangala adını kullanmışlardı. Dünyada da Mancala adıyla biliniyordu ve bu adı Türklerden öğrenmişlerdi.  Ancak Mangala adı bazı bölgelerimizdeki oyun adı olduğu gibi ticari olarak piyasaya sürülen üretilmiş oyunun adı olarak da kullanılıyordu. Bu karışıklığı önlemek için oyunun genel adının Köçürme olması gerektiğine karar verdim. Kitap da Köçürme-Mangala adıyla yayınlandı.
-Köçürme oyununun birçok çeşidinden söz ediyorsunuz. Mangala da bunlardan biri. Oyunun nasıl oynandığına dair bir örnek olarak birini anlatabilir misiniz?
-Mesela Çankırı ili Yapraklı ilçesi Tatlıpınar köyünde Köçürme oyunu, Alt Emen adıyla oynanır.  2 kişinin oynadığı bir oyundur. Bu oyunda karşılıklı olarak 6’şar çukur açılır. Çukurların içine de 6’şar taş konur. Oyuna önce başlayacak kişi sayışmayla veya çöp çekerek seçilir. Oyuna ilk başlayacak oyuncu kendi çukurundaki 6 taşı eline alır ve diğer çukurlara birer birer bırakmaya başlar. Oyuncunun elindeki taşlar hangi çukurda biterse o çukurdaki taşları alır ve diğer çukurlara tekrar dağıtmaya devam eder. Oyuncu bu işlevi böyle devam ettirirken elindeki taşlardan biri boş bir çukura denk gelirse, o boş çukurun karşısındaki çukurdaki taşları alır. Alınan taşlar oyuncuya puan kazandırır. Fakat oyuncu elindeki son taşı boş çukura koyduğunda karşı çukurda alacak taş yoksa oyun diğer oyuncuya geçer. Oyunun sonunda kimin daha fazla taşı varsa o oyuncu oyunun galibi olur. Kitapta birçok yöremizin benzer Köçürme oyunlarının kendine has tarifleri yer alıyor.
-Kitabınızla ilgili çalışmalar yaparken ilginizi çeken neler oldu?
-Beni en çok etkileyen şey, derlemelerim sırasında oyunu bilip bilmediğini sorduğum kişilerin tepkileri oldu. Biliyorlarsa çok uzun süredir oynamamış olduklarını söylüyor ve heyecanla çocukken çok oynadıklarını söylüyorlardı. Ancak çoğu, oyunun kurallarını tam olarak hatırlayamıyordu. Onlara, “şöyle mi oynardınız, böyle mi oynardınız” şeklinde ipuçları verdiğim zaman hemen hatırlıyor ve gözleri parlayarak “çok zevkli bir oyundu” diyerek, sanki uzun süredir oynamayan, unutan onlar değilmiş gibi ballandırarak anlatmaya, oynamaya başlıyorlardı. Bu durum beni hem çok üzmüş, hem de sevindirmiştir. Bir de bu oyunun bir tarihi bir Türk zekâ oyunu olduğunu öğrenenlerin şaşkınlığını söylemem lazım! Satranç dâhil birçok zekâ oyununun sahibi olduğunu öğrenen birçok kişinin buna inanamadığını, hatta inanmak istemediğini, “Olamaz böyle bir şey” dediğini gördüm.
-Satranç da mı Türk Zekâ Oyunu?
-Elbette. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Bu konudaki çalışmalarımın bir kısmını “Bir Türk Zekâ Oyunu Olarak Satranç” adlı makalemde açıkladım. Şu kadarını söylemek isterim: Tarihi, arkeolojik veriler başta olmak üzere birçok veri şu tezi destekliyor: Satranç söylenildiği gibi Hindistan’da doğmuş ve oradan İran, Araplar üzerinden Avrupa’ya gitmiş bir oyun değildir. Hindistan’a Kuşhan Türkleri zamanında inmiş, özellikle Sibirya bölgesinden; Altay, Tuva’dan Türkistan’a inmiş bir oyundur. Piramitlerde oynandığı görülen oyun Senet oyunudur ve satrançla hiç ilgisi yoktur. Bizim Tavla veya Kös oyunumuza daha yakındır. İngilizler, o zaman sömürgeleri olan Hindistan’a oyunu mal ederek “İngiliz’in olan her şey İngiliz’indir” mantığıyla oyuna bir tarih uydurmuşlar; bunu da dünyaya bilim diye kabul ettirmişlerdir. Biz de kaynaklarımızda bu bilgileri sorgulamadan papağan gibi tekrar ediyoruz. İlk satranç taşı Kuşhanlar’ın başkentinde, ilk satranç taşları Semerkant’ta Afrasiyap kalesinde, ilk satranç tam takımı da Büyük Selçuklu dönemi şehirlerinden Isfahan’da bulunmuştur. Ellerinde abartılarıyla bilinen Firdevsi’nin Şehnamesi’nden başka bir kaynak yoktur. Hindistan’da satrancın kökeni diye kabul edilen oyun; Çaturanga bir nevi Gaziantep’te oynanan Peçiç oyunudur. Bir oyunun meydana gelmesi için onun ilkel hallerinin bulunması gerekir. Hâlbuki Hindistan’da ne satrancın ilkel hali, ne de gelişmiş hali vardır. Bir tek tarihi satranç takımı bulunmuş değildir. Buna karşılık Altay’da Satrancın ilkel hali Şatra halen oynanmaktadır. Ayrıca dünyanın en zor satrancını da Timur icat etmiştir. Avrupa’da yapılan satranç makinesinin adı da “The Turc” dür.
-Zekâ oyunlarının, toplumların yaşantısı hakkında bilgi verdiğini söyleyebilir miyiz? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
-Zekâ oyunları sadece toplumların yaşantısı hakkında bilgi vermez. Toplumumuzun tarihi gelişimi, yaşantısı, insanları nasıl eğittiği, dili, töresi, felsefesi, düşüncesi, ahlâkı, inancı, görgüsü… Gibi birçok bilgi zekâ oyunlarımızda vardır. Mesela Köçürme çeşitlerinden birinde “Yurdun sahipsiz bırakılmaması” bir kural olarak vardır. Bir milletin zekâ oyununa sahip olması ise çok önemli görülmektedir. Zaten bizim meseleleri hemen çözüveren zekâmız da dünyada ünlüdür.
-Bir ilki gerçekleştirdiniz. Bir oyunla ilgili çok hacimli bir kitap yazdınız. Oyun konusunda çalışmak isteyenlere neler tavsiye edersiniz?
-Benim sıradan bir oyunu incelerken bir bulmaca çözer gibi oyunların kökenleri, gelişme çizgileri üzerinde düşünmeye başlayışım, herkese biraz tuhaf gelebilir. Ancak milletimizin milyonlarca kültür kodu içinden unutulmuş olan bir tanesini dahi alıp yerine koyabilmek benim için çok anlamlı oldu.  İlmi eserlerimizde pek az yer verilen oyunlarla ilgili bilgileri, derlemelerle zenginleştirme çalışırken karşılaştığım diğer zenginliklerimiz beni mutlu etti. Birçok kişinin de boş vakitlerini değerlendirirken, unutulmuş bir değerimizi kıymetlendirebilecek, benzer bir çalışmayı rahatlıkla yürütebileceğine, gönülden inanıyorum. İki binden fazla oyunumuz olduğu düşünülürse bu oyunlarımız içinden çalışılacak çok konu çıkar. Sadece oyunla ilgili olarak değil her alanda bu tür çalışmalar yapılabilir. Ben sahilde ölmek üzere olan denizanalarından birini denize atarak kurtarmış olmaktan mutluyum. Genç araştırmacıları mutlu olmaya çağırıyorum.
 Kaynak: http://bsu.yenimedia.az/?sec=news&id=623