25 Nisan 2012 Çarşamba

SOYKIRIM VE “TÜRKİYE NEDEN BÖYLE?”


Arslan Küçükyıldız

Bugünlerde soykırımı konuşuyoruz. Türklerin Ermenilere bir soykırım yapmadığını –buna inanmaya hazır ve inandırılmış- kitlelere izah etmeye çalışıyoruz. 24 Nisan’ın soykırım günü olmadığını, 24 Nisan’ın isyancı Ermeni komitecilerinin tutuklanmalarının yıldönümü olmaktan başka bir mana taşımadığını bilmezden gelenlere -boşu boşuna- anlatmaya çabalıyoruz. Milletimizin asla soykırım yapmadığını, tabiatı icabı yapamayacağını söylemeye çalışıyoruz. Bunun tam tersine Ermeni komitecilerinin Türklere yaptığının asıl soykırım olduğunu, iki milyona yakın Türk’ü ırzına geçerek, yakarak, kesip doğrayarak öldürdüğünü ise anlatmıyor, anlatamıyoruz.

Balkanlarda çıkan isyanlar sonucu çıkan Balkan Savaşından sonra bir milyona yakın Türk’ün toplu olarak soykırıma ve göçe tabi tutulduklarını, Ermeni komitecilerinin erkekleri savaşta olan Türk yerleşim yerlerinde iki milyon Türkü boğazladıklarını arşiv belgeleriyle biliyoruz. Dünya da biliyor ama görmezden geliyor. Çünkü soykırımcıların arkasında Batı var.

Batı, sadece insanımızı telef etmek üzere düşündüğü soykırımlarla yetinmiyor. Soykırımın her türlüsünü o tarihlerden bugüne sürekli üzerimizde uyguluyor ve Türkiye’yi kobay olarak kullanıyor. Etnik soykırım, siyasi soykırım, ekonomik soykırım, kültürel soykırım, eğitim yoluyla, sağlık, gıda yoluyla soykırım... Bunların her biri için ciltler dolusu kitap yazılsa yeridir. Soykırımların en tehlikelisi de Kültürel Soykırım’dır.

Kültürel Soykırım’ın oluşturulabilmesi için zemin gerekir. Bu zemin eğitim sistemidir. Her üç beş yılda değiştirilen ve yabancı uzmanlarca gerçekleştirilen reformlarla(!) Eğitim Sistemimiz iğdiş edilmiş ve kendine, milletine yabancı nesiller ortaya çıkmıştır. Bu eğitim, eğitim dışındaki araçlarla; radyo, televizyon ve gazetelerle, reklamlarla desteklenmiş ve kendi kültüründen utanan, iğrenen, yabancı kültürleri seven bir nesil meydana gelmiştir. Türkiye’de asıl kavga kendi kültürüne sahip çıkmaya çalışanlarla, başkalarının kültürlerini yaymaya çalışanlar arasında olmalı iken, Sağ-Sol, Alevî-Sünnî, Türk Kürt gibi suni konularla kamuoyu uyutulmaktadır. Bu arada Kültür Emperyalizmi yapacağını yapmakta; Türkiye’de Türklere Kültürel Soykırım uygulanmaktadır.

Bugün Türkiye’de Türk Kültürü gariptir, kimsesizdir. Türk milletinin menfaati için çalışan kişiler, kurumlar, yayın organları sahipsizdir. Yabancı kültürlerle ilgili faaliyetler boy boy öne çıkarılırken Türk Kültürü ile ilgili önemli bir çalışma bile basın yayın organlarında yer bulamaz durumdadır. Sokaklarımız yabancı ülkelerin sokakları gibidir. Türk Kültürünün ayırıcı vasıfları kaybolmuştur. Gençlerin kulaklarında artık Türk Müziği yoktur. Okudukları kitaplar –okuyan kaldıysa- ithal kitaplardır. Yollar, Türk Kültüründen habersiz, başıboş dolaşan gençlerle dolu. Eğitebildiğimiz nesiller ise çeşitli adlar altındaki burslar ve kısa-uzun dönem eğitimlerle yabancılara peşkeş çekilmektedir. Mezun edip göreve getireceğimiz kaymakam, hâkim ve savcılarımızı son kontrolleri yapılsın diye kendi elimiz ve paramızla emperyalistlerin kucağına atar olduk. Kanayan bütün yaralarımızı açılım adı altında bizzat bize kanattırıyorlar. Bölünmenin, parçalanmamın eşiğine geldik. Asıl önemlisi de bütün bunlar genç nesillerin umurunda bile değildir Yani Kültürel Soykırım tamamlanmış gibi gözüküyor.

“Türkiye bu durumdan nasıl kurtulur?” sorusunu sormamız gereken bir zamandayız. Ya şimdi bu soruyu sorarız, yahut sormaya hiç fırsatımız olmayacaktır. Ancak bu soruyu sormadan evvel hastalığımızı teşhis etmemiz gerekiyor. Oysa “Türkiye Neden Böyle?” sorusu henüz cevabını bulmamıştır. Bugünkü hastalıklarımızın ne olduğunu ve nasıl tedavi edebileceğimizi bilmemiz için tarihten beri gerilememizin sebeplerini öğrenmemiz lazımdır. “Bu konuda yüzlerce eser bulunuyor, bugün bu konuları konuşanlar da var! Hangisine bakalım?” diyebilirsiniz. Bugüne kadar bu konuda yapılmış en derli toplu çalışmalardan biri olan Ali Yürük’ün hazırladığı “Türkiye Neden Böyle?” adlı kitabı dikkatlerinize sunmak istiyorum. Sarkaç Yayınları’nca 2012’de yayınlanan bu kitap üzerinde önemle durulması gereken ve her seviyeden -özellikle lise ve üniversite seviyesindeki- okuyuculara sunulmuş derli toplu bir çalışmadır.

Ali Yürük, pek çok soruyu da içinde barındıran bu soruyu sormuş ve kitabına da başlık yapmış. Beynimizi meşgul eden şu soruların teşhisleri kitapta yer almıştır: İnsan Nedir? Kültür Nedir? Din Nedir? Yahudilik, Hıristiyanlık, Batı kültürü, Batılılaşmak Nedir? İslam Ülkeleri Niye Geri Kaldı? Osmanlı Neden Yıkıldı? Millet Nedir? Devlet Nedir? Bağımsızlık Nedir? Bugünkü Batı, Bugünkü Türkiye ve Ne Yapmak Lazım? Ayrıca bu çok özet teşhislerini anlaşılır, akıcı nefis bir üslupla ortaya koymuştur.

Ali Yürük esasen bir Tiyatro uzmanı. Üstadı da diyebiliriz. Ama ilgisi tiyatroyla sınırlı kalmamış. Oyunları, Tiyatronun perde arkasını anlattığı incelemesi, araştırmaları, romanı ve hikâye kitapları var. Otuz yıl TRT’de Yayın Denetleme Kurulu’nda çalıştı. Kitapları; Türkiye Neden Böyle?, Batı Masası, Beşiktaşlı Gonca, Çatallıköy, Fırıldak Fahri, Ödünçlü Dünya, Tiyatronun Perde Arkası, Türkmen Düğünü’dür. Yazdığı Türkmen Düğünü ve Çatallı Köy gibi oyunlar ve Tiyatronun Perde Arkası adlı kitabı Türk Tiyatro Edebiyatı için çok önemli eserlerdir. Fırıldak Fahri ve Ödünçlü Dünya yaşanmış hikâyeleri ve halk hikâyelerinden oluşmuştur. Yazdığı oyunların yıllarca oynatılmaması, Türk kamuoyundan uzak tutulması için yapılan çalışmalar, onu kültürün diğer alanlarıyla yakından ilgilenmeye mecbur etmiştir. Böylece biz de Türkiye’nin üzerinde oynanan oyunların bir kısmını, nefis Türkçesiyle onun kaleminden öğrenme fırsatını bulmuş olduk. 

Yetmiş iki yaşındaki aksakalımız, ağabeyimiz Ali Yürük’ün “Türkiye Neden Böyle?” kitabının, merhum Ali Fuat Başgil Hoca’nın “Gençlerle Baş başa” kitabı gibi gençlerin başucu kitaplarından biri olmasını arzu ederdim. Çünkü biz 1980’li yıllarda bu kitabın ilk baskılarını okumuş ve çok istifade etmiştik. 14. baskısından da inşallah günümüz gençleri yararlanırlar. Sarkaç Yayınları, kitabın satmadığı, okunmadığı bir dönemde, bir kültür hizmeti olarak Ali Yürük’ün bütün kitaplarını topluca basarak çok büyük bir kültür hizmeti vermiştir. Türk’ün ocağının tüttüğü her yerde onun kitaplarından oluşan serinin mutlaka bulundurulmasını tavsiye ediyorum.


KİTÂB-I ÖKÜZ
-Öküz Şakaları-

Arslan KÜÇÜKYILDIZ

Ömrümün baharında ve sonrasında her türden öküzü tanıma fırsatı bulmuştum…
Evet, yazarın bu tespitine Türkiye’de yaşayan herkes “ben de” diyerek katılacaktır.  Çünkü “öküzler” bizim için çok tanıdıktırlar. Daha doğumumuzdan başlayarak, ölümümüze kadar öküzlerle ilgili pek çok şey dinleyip, pek çok şeye tanık oluyoruz. Adeta “öküz” etrafında bir edebiyat hazinesi oluşmuş bulunuyor. Öküzlerle ilgili yüzlerce şaka, masal, hikâye, şiir, menkıbe, atasözü ve ninni hayatımızı kuşatıyor.

Arslan KÜÇÜKYILDIZ, “KİTÂB-I ÖKÜZ -Öküz Şakaları-” isimli bu eserde sadece “öküz” etrafında oluşan ve hayatımızı kuşatan “şakaları” topladı, bizlere sundu. “Öküz Bilgisine Giriş” mahiyetinde bu kitap ortaya çıktı.

Kitapta yer alan “öküzlerle” ilgili şakalar eğlence sebebiyle kitaba alınmış değildir. Şüphesiz, bu da okuyucu için bir faydadır. Ancak hedeflenen, bütün bu şakaların altında yatan ve zekice gizlenmiş bulunan mesajları kitlelerle buluşturmaktır.

Ayrıca bu kitapta hiçbir “öküze” hususi bir maksatla yer verilmemiştir. Yazarın bütün çabası hazine değerindeki bu bilgilerin yok olup gitmemesidir.*

24 Nisan 2012 Salı



“Yuvadan Uçurulanlar”; Büyük Felaket, Göç Yılları ve Nazmi Şimşek’in Hikâyeleri
Arslan Küçükyıldız

1915’te isyan eden Ermenilerin tehcir edilmesine, Ermeniler “Büyük Felaket (Mec Eġen)” derler. Sebebi bu kavramı “Ermeni Soykırımı” kavramından da önemli görerek dünyaya yaymaya çalışmalarıdır. Çünkü soykırım kavramını büyük felaket kavramından daha zayıf görmüşlerdir. “Türkler bize soykırım yaptı ama soykırımdan daha büyük felaketler yaşattılar!” demek istemektedirler. Tabii bunu söylerken Ermeni Komitacılarının (devlet Arşivleri’nde köy köy, kasaba kasaba, isim isim belgeli) soykırıma tabi tuttukları, ırzına geçtikleri diri diri gömdükleri iki milyon Müslüman’ı dünya kamuoyunun gözünden saklamış olmaktadırlar. Bunu başarmışlardır. Her milletin kendi politikalarına göre propaganda yapması tabiidir. Peki, Türkler neden yaşadıkları felaketleri unutuyorlar? Bunları dillendirmeleri gereken zaman ve yerde susuyorlar. Bunun psikolojisini, sosyolojisini bir yana bırakarak şunu söylemek istiyorum: Türkler, şer güçlerin elbirliğiyle Rasonyi’nin dediği, “Tehlike karşısında uyuyan, tehlike geçtikten, düşmanlarını yok ettikten sonra tekrar uykuya dalan arslan” bir millet olmaktan çıkarılıp “Tehlike geldikten sonra da uyumaya devam eden bir kedi” konumuna düşürülmek isteniyor. Bunda maalesef büyük çapta başarılı olmuşlardır.

Bu yıl Balkan Felaketi ve Balkan Göçlerinin 100. yılını idrak ediyoruz. 8 Ekim 1912’de başlayan savaşı sonucu 550 yıllık Türk Yurdu Rumeli’yi kaybettik. Justin McCarty’nin “Ölüm ve Sürgün” kitabında belirttiğine göre; bu savaşlarda evlerini barklarını bırakarak yollara düşen Türklerden 413.000’i Osmanlı Devleti bölgelerine ulaşabildi. 1911’de Balkanlarda 2.315.293 Müslüman yaşıyordu. Kalan Müslüman nüfus 870.1145 idi. 413.000’i göç ettiğine göre 632.408 sivil imha edildi. 1912’de yaşanan bu felaket belki de Türk Tarihi’nin en büyük felaketidir. Milletimiz büyüklük göstererek bu felaketi unutmaya çalışmış, hiç yaşanmamış gibi yoluna devam etmiştir.

Hâlbuki o yıllar, milyonlarca Türk ve Müslüman’ın katledildiği, büyük acılar yaşadığı, yerini yurdunu terk edip yollara yayan yapıldak düştüğü, çocuklarını yollarda sele, çamura, hastalığa terk ettiği, açlıkla boğuştuğu yıllardı. Türk’ten gayrısı Türk’ün devletini kemirdiği yetmiyormuş gibi kendi devletini kurmak için ecnebilerin eteğine sarılıp Osmanlıya ihanetle meşguldü. Komitacı Ermeniler erkekleri savaşta olan köyleri basıp yakıp yıkıyor, ırza geçiyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Aydınlarımızın uyuduğu o yıllarda “Peki bu perişan haldeki Türk Milleti ne olacak?” sorusu 190 Tıbbiyeli genç tarafından sorulmuş, nihayetinde Türk Ocakları kurulmuştu. Türk Ocakları’nın kuruluş sebeplerinden biri de hiç şüphesiz Balkanlarda, Arabistan’da yaşanan isyanlar ve yaşanan acılardır. Aynı tarihlerde Osmanlı sadece Balkanlarda değil, bütün cephelerde savaşıyor, kahramanca savaştığı halde peş peşe savaşları kaybediyor, ihanetlerle boğuşuyordu. Ermeniler ayaklanmıştı. Yakıp yıkıyor, ırza geçiyor toplu katliamlar yapıyordu. Köylerde yaşlı ve sakatların dışında erkek kalmamıştı. Asker kaçkınları çeteler kuruyor, genç kızları dağa kaldırıyordu. Ülkenin dört tarafında, düşman çizmesinden, Ermeni komitacılarından kaçan ahali, tıpkı Balkan Bozgunundan kaçanların yaptığı gibi akın akın Payitaht’a; İstanbul’a veya iç bölgelere kaçıyordu. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar büyük göç ve getirdiği acılar yaşanmamıştı. Sadece Osmanlı sınırları Türk ve Müslümanlar değil, komşu devletlerdeki, Kafkaslardaki Müslümanlar, Kırım’daki Türkler de Osmanlıya sığınmak için göç ediyordu.

Bu yıl bu en büyük göçün 100. yılı. Eğer Türk Milleti’nin her şeyine yabancı bir zihniyet mevcut olmasa idi bu büyük felaket en ince ayrıntılarına kadar ortaya serilir, milletin hafızası tazelenirdi. Bu konuda henüz ciddi bir çalışma yoktur. Millet, âlicenaplığından unutmak istemiş veya unutmuş olabilir. Peki, aydınlara ne oluyor? Onlar neden bu büyük felaketi göz ardı ediyor? Sanatçılar; müzisyenler, ressamlar, heykeltıraşlar, şairler, romancılar, hikâyeciler, senaristler nerede? Neden yazmıyor, çizmiyorlar?

1993’te Bakü’de Bahtiyar Vahapzade’ye Karabağ Hadiseleri ve Hocalı Soykırımının edebiyata aktarılıp aktarılamadığını sorduğumda bana “Aydınlarımızın yazmaya ele varmıyor” demişti. Hadiseler çok yeni idi, cenazeler gelmeye devam ediyordu. Azerbaycan’lı şair ve yazarların yazamaması acısı çok yeni felaketler için tabii karşılanabilir ama aradan 100 yıl geçtiği halde Ömer Seyfettin’in bazı hikâyeleri, Refik Halit’in “Gözyaşı” hikâyesi, Yılmaz Gürbüz’ün “Balkan Acısı” gibi birkaç istisna çalışma hariç Balkan Felâketi neden yazılamadı? Ermenilerin katlettiği 2.000.000 Müslüman Türk’ün yaşadığı dramlar unutturuldu? Bu sorulara cevap bulunabilmiş değildir.

Edebiyatımızın elini çektiği bu alanda çok sevindirici bir kitap yayınlandı. Nazmi Şimşek, yakınlarından dinlediği, tarihe tanıklık eden hikâyeleri kaleme aldı. Asil Yayın Dağıtımce “Yuvadan Uçurulanlar” yayınlandı. Dönemi yaşanmış hikâyelerle anlatan bu eser tabii olarak büyük ilgi gördü. Türk Ocakları Sanat Edebiyat Kurulu, Kuşlukta Yazarlar adlı haftalık toplantılarında 18 Nisan 2012 günü eğitimci Nazmi Şimşek’in “Yuvadan Uçurulanlar” adlı hikâye kitabını değerlendirdi. Yazarın konuk edildiği toplantıda Balkan Felaketi, savaşlar, Ermenilerin Türk Soykırımları sonrasında Türkiye’de yaşanan acıların dile getirildiği hikâyelerden oluşan kitap, yazarı dinlenildikten sonra çeşitli yönleriyle ele alındı.

Nazmi Şimşek bir eğitimci. Eğitimle ilgili birçok kitabı var. “Benimle birlikte unutulup gitmesin” diye göç ve felaket yıllarını kaleme almış. “Yuvadan Uçurulanlar” ikinci hikâye kitabı. İlk hikâye kitabı “Çığlık” ile de zamanına tanıklık etmiş. “Yuvadan Uçurulanlar” kitabında şimdiye kadar çoktan didik didik edilmesi gereken, ancak pek ele alınmayan çok önemli konuları hikâyeleştirmiş. Beynimizi kemiren sorulara ışık tutmuş. Bunlar;

  1. Türklerle Ermeniler can ciğer komşu iken ne oldu da bu ilişkiler düşmanlığa dönüştü?
  2. Ermeni çocuklarıyla Türkler hangi durumlarda evlendi?
  3. Düşmandan kaçmak için çoluk çocuk, yayan yapıldak yollara düşenlerin taşıyamadıkları yaşlılara ne oldu?
  4. On dört yıl evinden, eşinden ayrılıp cepheye giden ve köyüne şehit düştü haberi gelenlerin ailelerinin, şehit eşini küçük kardeşe nikâhladıklarını duymuştuk. Bir gün sağ salim çıkıp geldiğinde neler yaşandı?
  5. Türkiye’den rızasıyla, rızasız Yunanistan’a göç edenleri biliyoruz. Peki, Yunanistan’dan, Selanik’ten gemilere sıkış tıkış doluşup Türkiye’ye gelen muhacirler bu zorunlu göç sırasında neler yaşadı?
benzeri sorulardır.

Şair ve yazarları haykırmayan, millete neler yaşandığını hatırlatmayan, acılarını anlatmayan milletlerin uzun ömürlü olamayacağını biliyoruz. Bu yüzden Türk Milleti’ni ilgilendiren her konuda, eli kalem tutan herkesin yazmasını, bunları demleyip, iyi bir süzgeçten geçirdikten sonra dikkatli yayınevlerine vermelerini, yayınevlerimizin de gelen kitapları çok daha dikkatli bir şekilde imla hataları dâhil, hatasız yayınlamalarını beklemek hakkımız değil mi?

Yazarın kitabı belki birçok yönüyle eleştirilebilir. Eleştirilmelidir. Yazarların kendilerinin göremedikleri dil ve imlâ yanlışları olabilir. Ama bunlar önemli değildir. Önemli olan bunların olabileceğini yazarın ve yayınevinin bilmesi tedbirli olmasıdır. Eleştirmenler çıkar bunları söylerler. Daha güzel hikâyeler, romanlar yazması için bu yazar ve yolundan gidecekler için çok gerekli bir can suyudur. Eleştiriye muhtacız. Ancak Şahin’in “Yuvadan Uçurulanlar” kitabı, her şeyden önce övgüyü hak ediyor. Nazmi Şahin’i alile büyüklerinden dinlediklerini “unutulmasın diye” bize kazandırdığı için, yukarıdaki can alıcı soruları çözümlememize yardımcı olacak olan meseleleri, edebî bir üslupla kaleme aldığı için ve mütevazı davranıp “Ben hikâyeci değilim ama...” diyerek hikâyelerini (her yönüyle didiklemeye hazır bir heyet huzurunda) değerlendirmeye açtığı için yürekten kutluyorum. Bu kitap dağıtım ağı kuvvetli bir yayınevi tarafından, daha estetik ölçülerle yayınlandığında kamuoyundan çok daha büyük ilgi görecektir düşüncesindeyim. Ancak neyleyelim ki Türk Milleti ve onun dertleriyle hemdert olanlar sahipsizdir, yazarlarımız, yayınevlerimiz kendi yağlarıyla kavrulmak zorunda kalıyorlar. Mademki millet sahipsizdir, iş başa düşmüştür. Bu görev hepimizindir.

Nazmi Şimşek üzerine düşeni yapmıştır ve gördüğümüz kadarıyla yapmaya da devam edecektir. Derlediği göç hikâyelerini kayıtlara geçirmiştir. Darısı bize. Benim de göç hikâyelerim var, roman hacminde notlarım var, anıları topladım diyenler bunları yayınlamak için kollarını sıvamalıdır. Sözüm eli kalem tutup da yazmayanlaradır. Sordum, imkânlarının kısıtlı olması sebebiyle bir roman, hikâye, anı ve senaryo yarışması açamadıklarını biliyorum ama bu konuda Türk Ocaklarının elinden gelen her desteği vereceğine inanıyorum. Kendi adıma Nazmi Şimşek Beyi, yazdıklarını takip etmeye çalışacağım.

Nazmi Şimşek’in “Yuvadan Uçurulanlar” kitabını Asil Yayın Dağıtım’dan (Tel: +90.312.2302880 veya 81) temin ederek okumanızı, düşünmenizi ve sizdekileri “sizinle birlikte yok olmasın diye” yazmanızı, salık veririm. 

12 Nisan 2012 Perşembe

Güney Türkistanlı Şair Ergeş Uçkun'un basılmamış şiirleri, makaleleri, mektupları ve hakkında yazılan yazılardan oluşan "Çapandaz" adlı kitabım Avrasya Yazarlar Birliği Bengü Yayınlarınca yayınlandı. Kitapla ilgili eleştirilerinizi bekler, bu vesileyle saygılarımı sunarım.


Çapandaz kitabı ile ilgili iletişim adresleri:
Avrasya Yazarlar Birliği
Hacettepe Mahallesi Hamamönü Sokak No: 24 Altındağ ANKARA Türkiye
http://www.benguyayincilik.com/
E posta: bilgi@ayb.org.tr
Tel: +90 (312) 311 70 52
Faks: +90 (312) 311 70 32

16 Ocak 2012 Pazartesi

Çelebi'nin Doğumu / Beyza Küçükyıldız


Beyza Küçükyıldız 17 Ağustos 1998 yılında Ankara’da doğdu. İlk öğrenimine Hacı Mustafa Tarman İlköğretim Okulu’nda başladı. Gazi Anadolu Lisesi 2. sınıf öğrencisi olarak eğitimine devam etmektedir. Beyza Küçükyıldız, iki çocuklu bir ailenin ikinci çocuğudur. Annesi öğretmen olup eğitimi ile yakından ilgilenmektedir. Babası sanatla ilgilenmesinde rol oynamıştır. Ablası da resme meraklı olduğu için resim yapmaya yönelmiştir. Boş vakitlerinde moda resimleri yapmayı, kitap okumayı ve müzik dinlemeyi sever. Yayınlanmamış kısa hikâyeleri bulunmaktadır. Bu hikâye onun 7. sınıfta yazdığı ilk uzun hikâyesidir.


ÇELEBİ'NİN DOĞUMU


 
Size bir hikaye anlatmamı bekliyorsunuz. “Çelebi’nin Doğumu” başlığını okuyunca da nasıl bir hikaye anlatacağımı çıkaramadınız. Bu doğum başka doğum! Durun anlatıyorum işte, sabırsızlanmayın.

Geçenlerde bir gün, babam elinde kocaman bir paketle eve geldi. Annem, ablam, ben merak ettik. Babam, paketin içinde kitap olduğunu söyledi. Merakımız daha da arttı. Ne kitabıydı acaba? Annem: “Her zamanki gibi kitap getirmiş işte...” diyerek mutfaktaki işine döndü. Babamın kitap merakına, yanında daima kitap bulundurmasına, bize hediye olarak kitap getirmesine kızardı. O gün de öyle oldu. “Kitap yerine bir gün de çiçek alsa olmaz mı?” diye söyleniyordu.

Ablamla ben kitapların ne kitabı olduğunu öğrenmek istiyorduk. Hemen babamın elindeki pakete sarıldık. Babam “Durun acele etmeyin” demeye kalmadı, biz paketi açmıştık bile. Ne bulmayı düşünmüştük bilmiyorum, ama ikimiz de çok şaşırmıştık. Çünkü paketin içinden “Evliya Çelebi Seyahatnamesi” çıktı. (Babam buna “Külliyat” diyor.) Kitapların üzerinde 1. cilt, 1. bölüm; 1. cilt, 2. bölüm gibi notlar vardı. Tamamı 14 kitaptı. Babam yavaş yavaş anlattı: Şimdilik yayınevi; 10 ciltlik eserin 7 cildini ikişer kitap halinde yayınlamış. Daha sonra 8, 9 ve 10. ciltlerini de yayınlayacakmış. Biz de o zaman Seyahatname’nin tamamına sahip olacakmışız.
Ablam ve ben merak etmiştik; acaba bu kadar çok büyük bir kitap yazan Evliya Çelebi nasıl bir insandı? Neler yazmıştı? Nasıl yazmıştı? Babam bu kitapları hangi amaçla getirmişti? Babam, üst üste sorduğumuz sorular üzerine:
“Çocuklar üstüme gelmeyin, daha elbisemi bile çıkarmadım. Karnım acıktı. Bunları yemekten sonra konuşuruz.” dedi.
Biz de çaresiz, ödevlerimize döndük. Gerçi Evliya Çelebi’yi duymuştuk; büyük bir seyyah(gezgin) olduğunu biliyorduk ama o kadardı bilgimiz.
Yemekten sonra, televizyonda bir haber veya tartışma programını seyretmeye başlamadan babamın etrafını çevirdik. O da çayını yudumlarken anlatmaya başladı:
“Çocuklar, bu sene Evliya Çelebi’nin doğumunun 400. yılı. Onun dünyanın en tanınmış seyyahı olduğunu biliyorsunuz. İşte biz, arkadaşlarımızla bir faaliyet düzenledik. Evliya Çelebi’nin 400. Doğum Yılı anısına onun 50 yılda gezdiği, gördüğü; anlattığı yerlere 50 gezgin yazarımızı gönderip bugünün gözüyle Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ni yeniden yazdıracağız. Onun için bu kitapları aldım. Üzerinde çalışıp, aldığım notları yazarlarımızla paylaşacağım.” dedi. Söylemeyi unuttum; babamın kurucularından biri olduğu Avrasya Yazarlar Birliği, Evliya Çelebi Yılı Kutlamaları’na böyle bir faaliyetle katılacakmış.
Babamdan Evliya Çelebi’yi biraz anlatmasını istedim. Hangi dönemde yaşadığını, nereleri gezdiğini sordum. 50 yıl durmadan gezmiş miydi gerçekten? Gezdim dediği yerlerin hepsini gezebilmiş miydi? Anlattıkları gerçek miydi? Aklıma takılan soruları soruyordum.
Babamın anlattıklarından, önce Evliya Çelebi’nin nasıl bir seyyah olduğunu öğrendim. Bir gece rüyasında kendisini bir camide peygamberimiz ve arkadaşlarının arasında görmüş. Ondan “Şefaat” isteyeceği yerde, heyecanlanıp “Seyahat” istemiş ve böylece seyyah olmuş. Önce yaşadığı kent olan İstanbul’u, adım adım gezip, gördüklerini yazmış. Daha sonra Bursa, Trabzon, Erzurum gibi o günkü Türk Devleti olan Osmanlı Devleti sınırları içindeki şehirleri, yerleri, insanları yazmış. Görevli olarak gittiği yabancı ülkeleri, gezme amacıyla gittiği memleketleri yazmış. Hem öyle güzel yazmış ki okuyanlar ellerinden bırakamıyorlarmış. Tabi Evliya Çelebi bu gezilerini yaparken çok zorluklar çekmiş. Karadeniz’de bindiği gemi batmış. Haramilerin eline düşmüş. Buna benzer birçok zorluklarla karşılaşmış.
Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi’ni babam anlattıkça bende de bir gezi yazarı olma isteği uyandı. Ben de onun gibi tanınan bir seyyah olmayı düşündüm.
Hoş sohbet, şakacı, güldürmeyi bilen bir adammış. Bu yüzden anlattıklarına biraz da abartı katarmış. Nasıl mı? Meselâ Erzurum’un soğuğunu şöyle anlatmış:
“Erzurum o kadar soğuktur ki, kışın damdan dama(çatıdan çatıya) atlarken bir kedi donmuş, havada kalmış. Bahar gelince, buzlar eriyince düşmüş, gitmiş.”
Peki, Evliya Çelebi nasıl olmuş da dünyanın en tanınmış seyyahlarından biri olmuş?
Evliya Çelebi’nin çok güçlü bir gözlem yeteneği ve çok güçlü bir hafızası varmış. Bu yüzden en küçük ayrıntıları bile yazmış.
Gittiği yerlerin özelliklerini, önemli kişilerini, nasıl yönetildiğini, binalarını, yapılarını, camilerini, türbelerini, kiliselerini, medreselerini, köprülerini, saraylarını, hanlarını, hamamlarını, dükkanlarını, çarşılarını, ziyaret yerlerini, yemeklerini, meyvelerini, sebzelerini, adetlerini, giyim-kuşamlarını, tuhaflıklarını, güzelliklerini, madenlerini, zenginliklerini, eğlencelerini, kullandıkları dillerini, kelimelerini... Aklınıza ne gelirse yazmış.
Babama “ Ben de Evliya Çelebi gibi seyyah olup bir seyahatname yazmak istiyorum.” dedim. O da bana, “Tamam, olur.” dedi. Önce yakın çevremden başlayarak, semtimizi, etrafımızdaki mahalleleri, şehrimizi ve Türkiye’nin diğer şehirlerini yazmaya başlarsam, ben de bir Evliya Çelebi olabilirmişim.
“Belki yabancı ülkelere bile gidip oraları tanıtan gezi yazıları yazabilirsin.” dedi babam.
Şimdi oturduğumuz apartmanı inceliyorum. Bir yandan insanlarımızla, binamızla ilgili notlar alıyor, bir yandan da daha sonra neleri yazacağımı düşünüyorum. Yaşadığımız evin bulunduğu siteyi yazdıktan sonra Antares’i, okulumuzu ve Etlik semtini yazmak istiyorum. Daha sonra eski Ankara evlerinin bulunduğu Hamamönü semtini yazmayı düşünüyorum. Bir keresinde oraya gitmiştik, çok hoşlanmıştım.
Bu arada gezi yazıları yazmış olan yazarları okumak istiyorum. Babam bizim yaşımıza hitaben yazılmış Evliya Çelebi’nin Maceraları’ndan başlamamı tavsiye etti. Sonra yine tanınmış seyyahlardan Marko Polo’nun Seyahatnamesi’ni okumalıymışım. İbn-i Batuda da önemli bir seyyahmış. “Günümüzde,” dedi babam ve ekledi “o kadar çok gezi kitabı yazarı var ki. Artık çok güzel seyahatnameler yazılmıyor!”
İşte bu noktada babama katılmıyorum. Ben ilerde büyük bir gezi yazarı olup, çok güzel bir seyahatname yazacağım. Kimsenin görmediği yerleri gezip, anlatılmayan şeyleri anlatacağım.
Peki arkadaşlar, sizce ben, Evliya Çelebi gibi dünyaca tanınan bir seyyah olabilir miyim, ne dersiniz?