Anmalar


MEĞER ŞAİR ÖLMEMİŞ; ŞİİR YAŞIYORMUŞ!

“Bir Şair Öldü” başlıklı yazım[1] beklemediğim kadar tenkit edilince kendimi bu yazıyı yazmaya mecbur hissettim. Okumamış olanlar bulunabilir, o yazıyı Öğretmen Şair Sadık Çakırsipahi’nin vefatı üzerine kaleme almıştım. Dört satırlık vefat haberinde, kendisinden “Çankırı edebiyatına önemli katkılar sunan, şair ve yazar kişiliği ile tanınan emekli öğretmen” olarak söz ediliyordu.[2] Merak edip internetten araştırdığımda bir iki fotoğrafı, kendi okuduğu birkaç şiiri[3] ve sahaflara düşmüş kitapları[4] dışında derli toplu bir bilgi bulamayınca üzülmüştüm. Haberde özgeçmiş yoktu. Kitaplarından söz edilmemiş, şiirlerinden tek bir örnek bile verilmemişti. Birçok insan öldükten sonra kıymete binerken, -şiirlerine bakıldığında iyi bir şair olduğu anlaşılan- Sadık Çakırsipahi, vefatından sonra da kıymetlendirilememişti. İnsan buna üzülmez mi? Yazma sebebim, öğretmenliği boyunca birçok çocuğun gönlünde iz bırakmış, güzel şiirleri ile sanatseverlere ulaşmış, şair yazar kişiliğiyle memleketine katkıda bulunmuş önemli bir insanın maruz kaldığı sahipsizlik, vurdumduymazlık, ilgisizlik ve vefasızlıktı. Arif Nihat Asya’nın “Ağıt” şiirinden üç mısra gelmişti aklıma, yetenek dolu böyle kişilere rastladığımda dilimden dökülen: “Yiğitlerim uyur gurbet ellerde… / Kimi Semerkant’ta bekler beni, / Kimi Caber’de”. Kahırla “…Mücevher kaynayan dağlarımızda, kadrini kıymetini bilmeyen çobanlar, elmasları sapan taşı olarak kullanıyor. Yazıktır." deyivermişim. Bu duygularla kaleme aldığım yazımda, Şair Sadık Çakırsipahi için en azından vefatının ardından bir şeyler yapması gerekirken yapmayan kişi ve kurumlar, gazeteciler, aile efradı, aydınlar, sanatçılar ve Çankırı Yazarlar ve Sanatçılar Derneği (ÇAYASAD) eleştirilerime hedef olmuşlardı. Onların şahsında, umuma, çeşitli sorular sormuştum. Çünkü söz konusu olan Şair Sadık Çakırsipahi ve sanatı değil, şairlerimizin ve Türk Şiiri’nin, nihayet Türk sanatının durumu idi.... Devamı



SADIK ÇAKIRSİPAHİ; BİR ŞAİR ÖLDÜ 

Önceki gün, 42 yıl önce mezun olduğum Göl Öğretmen Lisesi’nden öğretmenim Mehmet Sayan Hocamın feysbuk sayfasında bir haber gördüm. Çorum Öğretmen Lisesinden bir şair arkadaşlarının vefat ettiğini -küçük bir şiiriyle- duyuruyordu:

SADIK ÇAKIRSİPAHİ VEFAT ETTİ

Mekânı cennet olsun.

" Beni sorarsan yine eskisi gibiyim
Yine gözlerim dumanlı,
Tebessümüm belirsiz
Ve ellerim nasırlı.
Bir beklediğim yok gelecek günlerden
Türkülerim yine kırık dökük
Sırtımdaki bildiğin o eski gömlek
Düğmesiz ve yaka sökük.
Yüzümde mutsuzların acısı
Saçlarım yine ak, yine kıvrık öyle.
Hem bırak beni bir yana
Sen nasılsın onu söyle."
                 Sadık Çakırsipahi

Her nefis ölümü tadacak, bundan kaçış yok. Hocama başsağlığı diledim ama arkadaşının adı dikkatimi çekmişti. Ne güzel bir şair adıydı ‘Sadık Çakırsipahi’. Kimdi, nasıl biriydi, iyi bir şair miydi, eserleri var mıydı? … Bu adın çağrışımları beni aldı, sürükledi. Sadık adı güzel bir ad, üzerimde emeği olan dayımın adıydı. Aytmatov’un dünyanın en güzel aşk hikâyesi olduğu söylenen
Cemile’sinin kahramanlarından birinin adı da Sadık’tı. Çocukluğumda oynadığımız köpeğimiz Çakır’ı, ilkokul üçüncü sınıfta okuduğum İnce Memed romanında geçen Çakırdikeni’ni ve Kurtlar Vadisi’nin Çakır’ını hatırladım. Sipahi de beni Feridun Fazıl Tülbentçi’nin eserlerine ve Piyer Loti’nin “Bir Sipahinin Romanı” kitabına ve tabii Cide’ye tepeden bakan tabiat harikası Sipahi Köyü’ne götürdü. (Aklıma gelmişken, Kastamonu Cide Şenpazarı civarında böyle sipahi köyleri çoktur.) Sonra Sadık Çakırsipahi’nin şiirini tekrar okudum. Pek uzman sayılmam ama iyi şiirden zevk alırım; güzel bir şiirdi... Devamı

GENEL MÜDÜRÜM ŞENOL DEMİRÖZ

TRT'de birlikte iki yıl görev yaptığım, sevgili Genel Müdürüm Şenol Demiröz vefat etmiş. Cemal Gulas Abi'den öğrendim. Üzüldüm. Mekanı cennet olsun. Bugün hep yayıncılıktan filan konuşmuş, yazmıştım. Bu haberi alacakmışım.



Ölülerimizi hayırla yad etmemiz gerekir. Şenol Beyin önem verdiği bir alanda, yurt dışı televizyon yayıncılığında sorumlu müdür olarak çalışan biri sıfatıyla onu hayırla yad ediyorum. Fazla bir görüşmüşlüğümüz yoktu. Sohbetimiz olmadı desem yeridir. Ancak birlikte çalıştığımız dönemle ilgili bazı hususları anlatmam gerekir diye düşündüm. Çünkü onun döneminde Televizyon Dairesi Başkanlığı Yurt Dışı Yayınlar müdürü idim. Görevimi hiç başını ağrıtmadan başarıyla yürüttüğümü sanıyorum. Belki de bu yüzden, çok yakın olmasak da o dönemde arkadaşımız dediğimiz kişilerin aleyhimdeki tezviratlarına rağmen hep yanımızda durdu diyebilirim. En azından ben öyle hissettim ve bunu da dedikoduculara hissettirdim. Böylece doğru bildiğimiz işleri yapma imkanı buldum. Bana da dönüp, 'böyle yapma' demedi. (Yine de kendisine fırsat bulup soramadığım bir konu var; birimimize tayin emrini verdiği 5-6 arkadaşın tayinini bir hafta sonra niçin geri çevirdiğini hâlâ çözebilmiş değilim.) Kendisiyle irtibatımızı Genel Müdür Danışmanı Çağatay Özkan sağlıyordu. Çağatay Abi ile birlikte önüne götürdüğümüz her program teklifine destek verdi. Konuyu biraz açmam lazım: .Devamı...


HER DEM YENİDEN DOĞARIZ

Mangal kelimesi az gelir, volkan gibi yüreğe sahip bir adamdı Gültekin Öztürk. Onu üniversite sıralarından hatırlamıyorum. 1978 yılında biz Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine başladığımızda Gültekin Abi okula ara sıra gelirmiş. O yıllardaki fotoğraflarına baktığımda gördüğüm, çok yakışıklı, yiğit duruşlu bir gençti.



Dönem her gün kavga gürültünün, karakolun, cezaevinin eksik olmadığı, mahallelerin, üniversitelerin, fakülte katlarının kurtarılmış bölge ilan edildiği bir dönemdi. DTCF’de de aynı sıkıntılar fazlasıyla vardı. Her gün kantinde, katlarda, sınıflarda hâkimiyet kurup bizi okuldan atmak isteyenlerle mücadele ediyorduk. Okumak ve milletine hizmet etmek isteyen çocuklardık. Bir yandan derslere girmeye, okulda tutunmaya çalışıyor, öte yandan kendimizi yetiştirmeye, bulabildiğimiz milli meselelerle ilgili eserleri okumaya çalışıyorduk. Ama nerede; gündüz kavga gürültü, gece yurtlara silahlı saldırılar, nöbetler vesaire bizi kendimizi istediğimiz gibi yetiştirmeye bırakmıyordu. Gençtik. Parasızdık. Âşıktık. Geleceğimizi karanlık görüyor, bunun için de gece sabahlara kadar vatan kurtarıyor, kafa patlatıyorduk.
Böyle bir dönemde 12 Eylül darbesi oldu. Yıllardır 'Bu darbe sola karşı yapıldı.' diyenler yalan söylüyor; 12 Eylül, ülkücüleri silindir gibi ezip geçmiştir. O kadar ki ülkücüler bir daha bellerini doğrultamamıştır. Aranan, kaçak olanlar eğer yakalanmamışsa çok ciddi mahrumiyetler yaşadı. Yakalananlar tarihte pek az yaşanan işkencelere uğradılar. C 5 denilen yerde çarmıhlara gerilenler en ağır imtihanları verdiler. Eşleriyle, ana babalarıyla tehdit edilerek isnat edilen suçları kabule zorlandılar. C 5’ten kurtulanlar koğuşlarda psikolojik işkence yaşamaya devam ettiler. Kurtulamayanlar, işkence sırasında ölenler oldu. Dışarıda aileler perişandı. Bu acıları yalnız başlarına yaşamak zorunda kaldı ülkücüler. Sahipsizdiler. Neyse ki bir avuç fedakâr insan vardı.

(Devamı) http://arslanevi.blogspot.com.tr/2017/08/her-dem-yeniden-dogariz.html


ÜLKÜCÜ AMA NASIL?
(Milletimin Çobanlarına)

Geçen ayın yirmisinde Ankara’da TÜBAV’ın düzenlediği Taştaki Türk İzleri / Servet Somuncuoğlu’nun Çalışmaları adlı güzel bir toplantıya katıldım. Türkolog Selda Serin ve Prof. Dr. Dursun Yıldırım duyurulan konuşmacılardı ama Prof. Dr. Nakış Karamağaralı ve Prof. Dr. Ali Akar da toplantıda Servet Somuncuoğlu’nun çalışmalarını ve onunla ilgili hatıralarını ve tespitlerini anlatma fırsatı buldular. Önce Servet Somuncuoğlu’nun yardımcısı genç Türkolog Selda Serin çok güzel bir sunum yaptı. Ardından Türk Dünyasının aksakalı Dursun Yıldırım ile Nakış Hoca ve Ali Hoca Serveti, servetimizi anlattılar. Doyurucu bilgiler verdiler, yeni ufuklar gösterdiler. Bu toplantı kanaatimce sıradan bir toplantı olmaktan öte, bir ülkücünün nasıl olması gerektiği konusuna ışık tutan bir ziyafetti.

TRT Yapımcı-Yönetmeni Servet Somuncuoğlu’nu daha çok belgeselleriyle tanıyorsunuz: Servet Bey, ardında yüz binden fazla fotoğraf, belgeseller ve bilim adamlarına, sanatçılara ışık tutacak kitaplar, makaleler, yazılar, notlar ve asıl önemlisi projeler bırakarak, çok genç yaşta aramızdan ayrılan bir aydın, bir ülkücü. O ciddi bir Türkologdu; tarihten edebiyata, sanattan felsefeye, halkbilimden sosyolojiye kadar geniş bir ilgi sahasına sahip, okuyan bir ülkücüydü. Sahip olduğu on bin kitabın çoğunu okumuş olduğu söylendi.

O, tarihin akışını değiştiren bir milletin medeniyetinin bu kadar genç olmaması, mutlaka bir geçmişinin olması, bununla ilgili bilgi ve belgelerin çok daha eski dönemlere dayanması gerektiğini söylerdi. Bunun ortaya çıkarılması için kendine yüzey arkeolojisi denilebilecek, alanı seçti; taşlardaki, kayalardaki yüzlerce, binlerce yıllık Türk resimlerini, damgalarını ve yazılarını belgeliyordu. Odaklandığı bu konuyla ilgili çalışmalar yapıyor, fotoğraflar çekiyor, filmler, belgeseller yapıyor, yazılar yazıyor, kitaplar hazırlıyordu. Türklerin taşlara bıraktığı izleri belgelemeyi, önemli oranda başardı. Ömrü vefa etseydi, belgelediği ama henüz yayınlamadığı bölgelerin de izlerini kamuoyuna sunacaktı. Vaktinin az olduğunu sanki biliyor ve bunu çevresindekilere de söylüyordu...



TÜRK DÜNYASI BÜYÜK BİR SANATÇISINI KAYBETTİ
ALİ ÖZAYDIN HAKKA YÜRÜDÜ

Galip Erdem Abi, Rahmi Oruç Güvenç’in TÜMATA Topluluğu’nun Türk Standartları Toplantı Salonunda verdiği konserden sonra topluluğun üyesi Bünyamin Aksungur’a şöyle bir soru sormuştu; “Bünyamin, bu çocuklar ne kadar önemli bir iş yaptıklarının farkında mı?” Evet, onlar yaptıklarının ne kadar önemli olduğunun farkında idi. Gerçekten de onların açtığı bu çığır, Türk Milletinin yirminci yüzyıl kültür tarihi içinde çok önemli bir yer tutmaktadır...

(Devamı) http://arslanevi.blogspot.com/2011/06/turk-dunyasi-buyuk-bir-sanatcisini.html