7 Ekim 2020 Çarşamba

Belgesel de çektik!

 Kıymetli Dostum Hayri Çölaşan'a teşekkürlerimle.

http://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/arslankucukyildiz.html 

3 Ekim 2020 Cumartesi

 

KÖÇÜRME

Ercan Çalışkan 

7 Mart 2016

Geçen gün kargodan bir paket geldi. Herhangi bir yere, herhangi bir siparişim de yoktu. Merakla açtım paketi. Bir kitap, adı Köçürme… Ve yazarı Arslan Küçükyıldız… Kardeşim gibi sevdiğim bir eski dost. Tabii ki hemen koltuğa oturdum. Başladım sayfaları çevirmeye…

Köçürme, bir oyun adı... Daha önce -utanarak itiraf ediyorum, hele hele kitabı inceledikçe daha çok utanarak itiraf ediyorum- duymadığım bir oyun ve adı..

Şimdi diyorsunuz ki bir oyunu ve adını bilmediği için utanan birine de ilk defa rastladık. Haklısınız ama şimdi okuyacağınız cümleden sonra da bakalım aynı düşüncede olacak mısınız?

Köçürme, binlerce yıllık bir Türk zeka oyunudur. Daha doğrusu çok geniş bir oyun ailesidir.

Dahası 17. Yüzyıldan sonra tüm dünyaya bizden yayılmış. Araplar da bizden almış, mangala adıyla oynamaya başlamışlar (anlamı göçürme). Dünyada da daha çok bu adla (mangala, mancala, mankala) anılmış fakat bine yakın değişik ismi de varmış.

Kitabı okudukça hayretler içinde kaldım. Kimi zaman kendime kızdım şimdiye kadar bundan niye haberim olmadı diye… Ama en çok da onlarca yıldan beri milli eğitimimizi ve kültürümüzü yönlendirenlere kızdım. Neden mi? Cevabı yazarın şu satırlarında:

“Muhteşem bir medeniyete ait bu hazinelerin, milletimiz ve insanlığın hizmetine sunulmadığı sürece, Kutadgu Bilig’de belirtildiği gibi, hiçbir değeri yoktur:

Bilgi denizin dibinde bir inci gibi durur.

Kişioğlu denizden çıkarmazsa inciyi,

Ha inci olmuş ha çakıl taşı!”

Düşünün…

Her yaşa hitap eden bir oyun…

Her mekana uygun…

Üstelik her yaşta insan oynayabilir.

Dahası çok keyifli, çok zevkli…

Bunlardan daha önemlisi, kuşaklar arasında sağlam bağı oluşturabilecek; ana, babayla evlatların, dedeyle torunların aynı ortamları paylaşmalarını sağlayabilecek çok önemli bir öğe… Kitabın yazarının deyimiyle “Çocuk oyunları onlar için bir akademi niteliğindedir.”

Söylenebilecek tek şey var: Bizleri bu akademilerde okutmayanlar utansın.

Neyse biz utanacakları kendi utançlarıyla baş başa bırakalım. Çünkü bu eserin konuşulacak çok keyifli yerleri, kitabın deyişiyle çukurları, var.

İşte bunlardan ikisi..

Beş taş ve dokuz taş… Bu oyunlar bizim oralarda da var. Bunları görünce sevindim; bak, farkında değilmişim ama bizde de varmış köçürme dedim…

Yalnız bizdekilerin oyun kuralları daha farklı…

Az kalsın unutuyordum. Bizde dokuz(bazen de on bir) kiremit  oyunu var, bu da bir köçürme oyunu. Bir de “Ebe Gömmeci(Gömmece)” oyunu var ki bizdeki bu oyunda çukurlara ebeler gömülürdü.

Önce kişisel bir seslenme izin verirseniz:

“Çok sağ ol Arslan kardeşim… Beni yıllar öncesine götürdün. Çocukluğumu hatırlattın. Oyunlarımızı yaşattın.”

Tabii bu cümleler, egomun yazdırdığı cümleler…

Şimdi hepimiz için yazacaklarıma geldi sıra:

İyi ki bu kitap yazılmış. Ne kadar çok emek verildiği belli, kültürümüze ne kadar çok katkıda bulunacağı da aşikar…

İnsanlara tavsiye verebilecek biri olabilseydim şunları yazardım:

Lütfen alın, okuyun hem kendiniz hem aileniz hem de çocuklarınız için güzel bir şey yapmış olun. 

İsteme Adresi:

DELTA KÜLTÜR YAYINEVİ

Hatay Sokak 17/B Kızılay/Ankara

Tel: 0 312 433 17 72

Mail: info@deltakitap.com


Dipçe: Sayın Ercan Çalışkan'a kitabımın ikinci baskısının yapıldığı şu günlerde; 2 Ekim 2020'de elime geçen, 7 Mart 2016 tarihli bu güzel yazısı için çok teşekkür ediyorum. A.K.

 

 

21 Mayıs 2020 Perşembe

MEĞER ŞAİR ÖLMEMİŞ; ŞİİR YAŞIYORMUŞ!


“Bir Şair Öldü” başlıklı yazım[1] beklemediğim kadar tenkit edilince kendimi bu yazıyı yazmaya mecbur hissettim. Okumamış olanlar bulunabilir, o yazıyı Öğretmen Şair Sadık Çakırsipahi’nin vefatı üzerine kaleme almıştım. Dört satırlık vefat haberinde, kendisinden “Çankırı edebiyatına önemli katkılar sunan, şair ve yazar kişiliği ile tanınan emekli öğretmen” olarak söz ediliyordu.[2] Merak edip internetten araştırdığımda bir iki fotoğrafı, kendi okuduğu birkaç şiiri[3] ve sahaflara düşmüş kitapları[4] dışında hakkında derli toplu bir bilgi bulamayınca üzülmüştüm. Haberde özgeçmiş yoktu. Kitaplarından söz edilmemiş, şiirlerinden tek bir örnek bile verilmemişti. Birçok insan öldükten sonra kıymete binerken, -şiirlerine bakıldığında iyi bir şair olduğu anlaşılan- Sadık Çakırsipahi, vefatından sonra da kıymetlendirilememişti. İnsan buna üzülmez mi? Yazma sebebim, öğretmenliği boyunca birçok çocuğun gönlünde iz bırakmış, güzel şiirleri ile sanatseverlere ulaşmış, şair yazar kişiliğiyle memleketine katkıda bulunmuş önemli bir insanın maruz kaldığı sahipsizlik, vurdumduymazlık, ilgisizlik ve vefasızlıktı. Arif Nihat Asya’nın “Ağıt” şiirinden üç mısra gelmişti aklıma, yetenek dolu böyle kişilere rastladığımda dilimden dökülen: “Yiğitlerim uyur gurbet ellerde… / Kimi Semerkant’ta bekler beni, / Kimi Caber’de”. Kahırla “…Mücevher kaynayan dağlarımızda, kadrini kıymetini bilmeyen çobanlar, elmasları sapan taşı olarak kullanıyor. Yazıktır." deyivermişim. Bu duygularla kaleme aldığım yazımda, Şair Sadık Çakırsipahi için en azından vefatının ardından bir şeyler yapması gerekirken yapmayan kişi ve kurumlar, gazeteciler, aile efradı, aydınlar, sanatçılar ve Çankırı Yazarlar ve Sanatçılar Derneği (ÇAYASAD) eleştirilerime hedef olmuşlardı. Onların şahsında, umuma, çeşitli sorular sormuştum. Çünkü söz konusu olan Şair Sadık Çakırsipahi ve sanatı değil, şairlerimizin ve Türk Şiiri’nin, nihayet Türk sanatının durumu idi. Dolayısıyla belki sorduğum sorular, eleştirilerim muhataplarına biraz ağır gelmiş olabilir. Aslında bahsetmem gereken çok önemli iki konu daha varmış ama bunları yazım yayınlandıktan sonra öğrendim: 1. Çankırı Ilgaz’daki bir öğretmen derneğinin kurucusu imiş, 2. Birçok şair ve yazar adayına rehberlik eden bir öğretmenmiş. Sen ol da vefa arama!
Yazımda, “Şair” ve “Şiir” için ilgililere çeşitli sorular sormuştum, izin verirseniz birlikte göz atalım:
1.  Gazetecilere: “Hem öğretmen, hem de şair yazar olarak ‘Çankırı edebiyatına önemli katkılar sunan; şair-yazar kişiliği ile tanınan’ bir şahsın vefat haberini verdikten hemen sonra, gazeteci arkadaşımızın oturup Şair’in hayatı hakkında ayrıntılı bilgi vermesini, eserlerini tanıtmasını, şiirlerinden örnek vermesini bekledim. Yok, yok.  Hadi haber acildi, bulamadı, koyamadı diyelim. Çankırı için böylesine önemli biri için daha önce hakkında hiç haber yapılıp, yazı yazılmaz mı?”, “Gazeteci arkadaşlarım. Siz özgeçmişe, hayat hikâyesine daha yakındınız. Ölen bir şair; elinizde hiç mi bir şiiri yok, ekleyemediniz mi?” (Maalesef aradan bir hafta geçmesine rağmen bir değişiklik olmadı.)
2. Öğretmenlere: “Çankırı’da bir okul öğretmeni onu okullarına davet etmiş, öğrencileriyle tanıştırmış. Güzel ama orada fotoğraflar, öyle uzaktan çekilmiş. Şairden çok öğretmen ve öğrenciler öne çıkmış. Acı acı düşündüm, neden insanlar yaşarken kıymetli insanlara hak ettiği değeri vermez? İlgilenmez. İlgilendiğinde de onu değil kendini öne çıkarır?” 
3. Sanatçılara, edebiyatçı ve şairlere: “Sadık Softa bir yazısında “…güzel şiir okuyanlardan birisi de şüphesiz Sadık Çakırsipahi. Çakırsipahi, Çayasad şairlerinin isteklerini geri çevirmeyerek o güzel şiirlerinden birkaçını kendi sesinden yorumladı. Bunlardan birisi de benim çok sevdiğim “Kentlerde” şiiri idi. Sayın Çakırsipahi, keşke “Kentlerde” şiirin biraz daha genişleterek bütün kentleri anlatan dizlerle genişletse demekten kendimi alamıyorum.[5] diyerek aklınca ona ayar vermiş. Sorsanız, Sadık Çakırsipahi’nin o gün okuduğu şiirlerin ses kaydı nerede deseniz, cevabı yoktur!”, “Ey anlı şanlı Çankırı Şairler Yazarlar Derneği, bakalım Şair Sadık Çakırsipahi’yi Türkiye’nin gündemine nasıl taşıyacaksınız? Nasıl anacak, hakkında neler yapacaksınız? Ey şair yazar arkadaşları, kaleminiz nerenizde? Bugün O’na ise yarın sizedir! İyi bir şair değildi ise neden aranızda gözüküyordu? Yok, iyi bir şair ise ona verdiğiniz değer nerede?” (Aradan bir hafta geçmesine rağmen hâlâ bir biyografisi hazırlanıp kamuoyuna sunulamadı.)
4. Türk Miileti’ne: “Parıldadığına göre O bir yıldızdı. Türk Milleti, bir yıldızın söndü. O yıldızı öğretmenliğin çileli yollarında yalnız bırakıp, Türk Edebiyatı’na kazandırmayan edebiyat dünyamıza ‘saygılarımı’ sunuyorum. Fotoğrafta ben daha iyi çıkayım çabasından ileri gitmeyen ‘aydınlarımız, sanatçılarımız’ farkında mısınız; bir şair öldü? … Sözün özü, mücevher kaynayan dağlarımızda, kadrini kıymetini bilmeyen çobanlar, elmasları sapan taşı olarak kullanıyor. Yazıktır. Sipahioğlu’nu öldüren işte bu vurdumduymazlıktır; güzelliğe, estetiğe, güzel şiirlere, güzel insanlara reva görülen vahşi ilgisizliktir. Kendilerini parlatmaktan başka bir şey düşünmeyenler, ne yazık ki gerçek kıymetleri unutulmaya terk ediyor. Bu yüzden ölen Şair değil, şiirdir; kaybeden ise Türk şiiridir.”
Bu yazı üzerine iki gelişme oldu:
1. Şairi hiç tanımadan hakkında böyle bir yazı yazmış olduğum için birçok insan bana teşekkür etti. “Türklerin arasında, dağ köylerinde, kasabalarda kıymeti bilinmeyen nice çok değerli vatan evlatları vardır... Onları ilgisizlik öldürür.” “Ne yazık ki yaşarken kıymetini bilmediğimiz nice cevherler var aramızda...” “Kim bilir ne yıldızlar böyle sessizce kaydı gitti...“ “...Maddi dünyanın boyalı sahte yüzü ile o kadar yoğun yaşıyoruz ki kıymetli değerli nediri unuttuk. Unutmak masum kalır. Faydacı kötücül yanımız, sade ve mütevazı kişileri görmezden geliyor. Nedense birilerinin kıymetli ve saygıdeğer olması için ötelere göçmesi gerekiyor. Bu yazı aksayan hastalıklı yanlarımızı görmek ve düşünmek için bahane olsun lütfen. Yıldızmış hakikaten, gittiğinde bile bize kendimizi onarmamız için ortaya gidişinin garipliğini koymuş.” diyerek bana katıldılar.[6] 
2. Şairin yakın çevresinden, Çankırı Şair Yazarlar Derneği’nden kendisi de bir şair olan Sayın İlknur Han, -muhtemelen derneği adına- bir mektupla bana yazdıklarımda pek çok doğru noktaların olduğunu (doğru olmayan noktaların da varlığını?) bildirdi. Sayın Han’ın mektubunu noktasına virgülüne dokunmadan sunuyorum:
“Sayın Küçükyıldız, Sadık Çakırsipahi hocamızın vefat üzerine yazdığınız yazı ve paylaşım da pek çok doğru noktalar var. Bu da yaşarken pek çok sanatçının değerinin bilinmemesi, ki, bu nokta Sadık hocamla birlikte yaptığımız sohbetlerde de konuştuğumuz konulardandı. Kendisi hem insan olarak hem şair olarak benim için çok değerli ve özel bir insandı. Onun değerini teslim etmek üzere, literatürde yerini alması anlamında, Çankırı belediyesi tarafından çıkarılan Araştırmalar Dergisinde (hakemli dergidir) hocamın yaşamını ve eserlerini konu alan bir yazıyı ben yazdım ve yayınlandı. Aynı şekilde Çankırı Karatekin gazetesinde (köşe yazdığım üç yıl içinde) Sadık Çakırsipahi ile yaptığım, -yaşamı, eserleri, edebi kişiliği- ile ilgili bir yazıyı ben yazdım, ve başka yazılarım da da hocamın şiirleri zaman zaman yer almıştır. Çankırı dan ayrılmadan önceki 5 yıl boyunca Cayasad etkinlikleri dahilinde yıl boyunca her cuma akşamı şiir sohbetlerinde tüm şairler olarak bir arada idik. Bu anlamda birbirimizin değerini de, önemini de iyi kavramış bir dernek olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu değerin ulusal düzeye yayılamamış olması hepimizin yarasıdır. Çayasad Ekim 2019 da sokakta Sonbahar Şiir dinletisi yapmıştır. Bu dinleti Sadık hocama bir vefa gecesi niteliğinde sürpriz bir dinleti idi. Ancak kendisi rahatsızlığı nedeni ile dinletiye katılamadı. Biz sonbahar yaprakları ile bezeli sokakta şiirlerimizi onun için okuduk. Ertesi gün evinde ziyaret ettim Konuyu duyunca çok duygulandı. Ben o gün Ankara'dan kalkıp, o sokakta hocam için bir şiir okumak amacı ile Çankırı ya gittim. Bu önemin derecesini anlayabiliyor musunuz. Çayasad Aralık ayında hocamıza vefa gecesi için tekrar bir şiir dinletisi yaptı ve Sadık hocam, şiirleri ve sevenleri buluştu. Görünüşte orta boylu, zayıf, oldukça mütevazi olan bu insanın sahnede şiir okurken ne kadar büyüdüğünü gören şanslı insanlardan biriyim. Yazınızı görünce hem bazı yanlış saptamalarınıza katkı sağlamak, hem bazı konularda bilgi paylaşmak adına bu yorumu yazmak istedim. Ben üstadım, hocam, dostum, abim dediğim güzel bir insanı kaybettim. Derin bir üzüntü içindeyim. Çayasad ailesi olarak acımız sonsuz. Bu vesile ile Sadık hocamla ilgili dile getirdiğiniz güzel yorum ve dilekler için teşekkürler.”
Bu mektubu cevapsız bırakmak olmazdı. Anlaşılması ümidiyle şunları yazdım:
“…Sadık Çakırsipahi'nin internet ortamında öz geçmişi, şiirleri, düz yazı örnekleri ve hakkında başka bir yazı bulunmaması beni bu yazıyı yazmaya sevk etmişti. Sözünü ettiğiniz 1. Çankırı Araştırmaları Dergisinde Şair'le ilgili yazınızı, 2. Çankırı Karatekin gazetesindeki yazınızı, 3. Diğer yazılarınızda yer verdiğiniz şiirlerinden örnekleri hemen araştıracağımdan emin olabilirsiniz… Sizin, çok yakın olduğunuz Sadık Çakırsipahi'ye vefa için sonbahar yapraklı sokakta düzenlenen şiir akşamına başka bir şehirden gelerek katılmanız ne kadar güzel. Ona verdiğiniz önemi anlayabiliyorum. Kendisi o geceye maalesef rahatsız olduğu için katılamamış. Ertesi günü gidip siz anlatmışsınız. (Keşke birlikte gidip şiirlerini yüzüne okusaydık dediğiniz oldu mu?) Acaba o geceyi anlatan bir yazı yazıldı mı, yahut siz böyle bir yazı yazdınız mı? Aralık ayında aynı vefa gecesinin tekrar yapıldığını söylüyorsunuz. İnşallah o gecenin ses ve görüntü kayıtları vardır. Böyle toplantılar sadece birilerini hatırlamak için değil geleceğe iz bırakmak için yapılacağına göre kayıtla, gece hakkında yazılar vb. olmalı diye düşünüyorum. Zira yazımı yazarken, belki de o kadar iyi bir şair değildi, iyi bir öğretmen değildi gibi düşüncelere de kapılmış, acaba anılmasına vesile olmakla iyi mi yapıyorum, diye düşünmüştüm. Beni çok mutlu eden aşağıdaki cümlenizi okumak, yazımda yapmış olduğum hatalarıma, bu hatalardan dolayı ayıplanmama ve üzüntüme değer, diye düşünüyorum: "Görünüşte orta boylu, zayıf, oldukça mütevazi olan bu insanın sahnede şiir okurken ne kadar büyüdüğünü gören şanslı insanlardan biriyim." Dediğim gibi, sizin Şair Sadık Çakırsipahi hakkındaki yazılarınızı ve başka yazılarınızda kullandığınız şiirlerini, hakkında yazılmış diğer yazıları hemen şimdi araştıracağım. Bulamazsam başınızı ağrıtmaktan korkarım. Bu vesileyle Şairin sahipsiz yaşamadığını, hayatında hak ettiği ilgiyi gördüğünü, öğrencilerinin onunla ilgili yayınlar yaptığını, şair arkadaşlarının düzenlenen geceye dair duygu ve düşüncelerini paylaştıkları ve Sadık Çakırsipahi'nin şairliğini ve şiirlerini anlattıkları yazılar yazdıklarını, İl Kültür Müdürlüğü'nün kitaplarının basımına ve dağıtımına katkıda bulunduğunu vb. gibi bilgileri benimle paylaşabilecek, Şair'i yakından tanıyan başka kıymetli insanlar da varsa, lütfen onlar da benim yanıldığımı yazsınlar. Bundan ancak mutluluk duyarım… “
Bu mektuplaşmamızdan sonra İlknur Han hanımefendinin başkanlığında çıkarılan Çankırı Araştırmaları Dergisinde sayın Sadık Çakırsipahi hakkında yazmış olduğu makale Çayasad feysbuk sayfasında yayınlandı.[7]
Mektup teatimiz burada bitmedi. Sonraki mektuplarından birinde Sayın İlknur Han, “Çayasad bir aile, herbirimiz birbirimizin kıymetini bilen, birbirini destekleyen ve takdir eden bir aile. Çayasad şairlerinin herbiri bir değer. Temelde Çayasad ı tanır ve anlarsanız sorularınızı daha kolay ve anlamlandırarak cevaplarınız. Çayasad gerek hocamız hakkında yazılanlar la ilgili gerek hocamızın yazı ve eserleri ile ilgili bir kaç link ilk anda paylaştı, siz de sayfanızdan paylaşmıssınız, endişelerinizin büyük bölümü giderildi sanırım. Sadık Çakırsipahi hocamızın anısına ve çalışmalarına ilginiz için teşekkür. Yolunuz Çankırı dan geçerse, Çayasada uğrayın, hocamızın kitap ve CD si elde kalmış ise severek hediye edeceklerdir. Son kitabında seslendirdiği şiirlerinin CD si eşim tarafından yapılmıştır.” diyordu.
Evet, yine biraz uzun oldu galiba ama yazımla ilgili olarak geldiğimiz nokta budur.
Şimdiki ruh halimi ve ne düşündüğümü açıkça söyleyeyim; endişelerim giderilmiş değil, tersine artmış bulunuyor. Çünkü buradan, Cide’den Türk Şiiri’nin can çekiştiğini görebiliyorum.
Mesele Sayın İlknur Han’ın bahsettiği kadar küçük değil. Yani öyle bir makale, bir cd, bir şiir akşamı[8] ile düzeltilecek kadar sıradan bir mesele değil. Elbette kendisine ve eşine Şair Sadık Çakırsipahi ile ilgili çalışmalarından dolayı minnet borçluyuz ama artık mızrağın çuvala sığmadığını görmemiz lazımdır. Meselenin Sadık Çakırsipahi olmadığını, asıl sahipsiz olanın Türk Milleti olduğunu; Türk Edebiyatı ve Türk Şiiri olduğunu, bu sanata gönül verenlerin önlerindeki derin uçurumu görmeleri gerektiğini, yine kendi göbeğimizi kendimizin kesmek zorunda olduğumuzu söylemek istiyorum.
Edebiyata ilgi ne kadar ki şiire ilgi olsun? Şairimizin, şairlerimizin sağlığında ve vefatında görmesi gereken ilgi bu mudur?  Şiir, Türkiye’de ne kadar ilgi görüyor? Bunda şairlerin rolü nedir? Şair yazar dernekleri şiirimize ne kadar hizmet ediyor? Şiirimiz kuvvetli mi, zayıf mı? İyi şiir yazan şairlerimiz var da görülmüyorlar mı? Görülüyor, biliniyor, onlara büyük saygı duyuluyor ve milletimize kanaat önderliği yapıyorlar da acaba halkımız mı haberdar değil? Şiir eleştirisi niçin yapılamıyor? İyi şiiri kötü şiirden ayırmak neden zor ve daha buna benzer birçok soru.
Bu soruların cevaplarını edebiyat çevreleri biliyor ama milletimiz bilmiyor. Kendi penceremden izah etmeye çalışayım ama önce şiirden ve şairden ne anlıyorum onu belirtmeliyim:
Şiir bütün sanatların önünde ve üstünde yer alan, bir dilin ulaşabildiği zirveyi gösteren söz sanatıdır. Hiç karı erimeyen bir ulu dağ zirvesi düşünün, işte o zirve şiirdir. Zirvenin karı her dem mevcut olmasa idi kenarın karı eriyip toprağı, tabiatı besleyip canlandıramazdı. Kendi başına olağanüstü etkili olan bu sanat başka herhangi bir sanatın desteğine ihtiyaç duymadan ayakta durabilecek kudrettedir. Felsefesi, muhtevası ve biçimi vardır. Bu sanatı icra eden şairler, kendi milletlerin dilini en güzel şekilde bilen ve bu dil deryasından inciler devşirerek dillerini ve milletlerini yücelten çok muhterem kişilerdir. İşlenmemiş, zayıf bir dilin şiiri de zayıftır. Şairleri iyi olan bir dil, bu zayıflıktan kurtulma yolunda demektir. (Türk parası ile Fars dilini ihya eden Firdevsi Fars milletini ayağa kaldırmıştır.) Elbette şair destek görmelidir ama bunun için şairin, milletinin kendi yaşadığı döneminin dilini bildiği kadar, milletinin o döneme kadar olan dilini de iyi bilmesi gerekir. Yeni ve güzel bir şey söyleyebilmenin yolu söylenmişleri bilmekten geçer. Sadece kendi tarihindeki değil, başka milletlerin tarihindeki söylenmişleri de bilmek gerekir. Dünya çapında bir şair olmak başka türlü nasıl mümkün olabilir? Gök kubbe altında söylenmedik söz yok denir. Eliot’un “Bir dilin bütün imkânları kullanıldığı zaman, yeni zirveler oluşturmak için dilin bir süre zenginleşmesi gerektiği” fikrine katılmıyorum. Şair odur ki söylenmiş olan en güzeli, daha güzel bir şekilde söyleyebilsin. Tabii düşünce başka, gerçekler başka, hatta birbirine karışmış olabiliyor:
İlkokuldan başlayarak çocuklarımıza çok güzel şiir örnekleri sunamadığımız halde yine de bütün çocuklarımız, gençlerimiz şiir yazmış, bunların bir kısmı yazmayı bıraksa da kalanı yazmaya devam etmiştir. Bir kıymeti parlatmaya, öne çıkarmaya dayanmayan eğitimimiz gerçek şiire ulaşabilecek birçok kişiyi yakalayamamış, buna karşılık, şiirle ilgisi olmayan birçok kişinin de kendini şair olarak görmesine yol açmıştır. Maalesef Türkiye’de bu kadar cazip başka bir sanat, başka bir meslek yoktur. En aşağıdan en yukarıya kadar herkes bilir bilmez şiir okur. Atalardan kalan bir meslek olduğu için âşık bayramlarımız vardır. Orada âşıklarımız uzun uzun uzun şiir söyleyebildiklerini gösterirler. Ülkenin önde gelen sanatçı ve yöneticileri, biraz sıkılsalar da bu bayramlara katılıp halkın ruh dünyasına nüfuz etmeye çalışırlar! Şairler sözün o kadar efendisidirler ki her dönemde iktidar sahiplerine şiirleriyle yol gösteren kişiler olmuştur! Çok şükür ki şairimiz sayıca oldukça fazladır.
Şairimiz çok olduğu için şair yazar derneklerimiz de çoktur. Bu dernekler kendi içlerinde haftada bir toplanıp şiir söyler, müzik dinlerler. Şiir okunurken geriden gelen ud sesinin şiiri bastırmasının çok da önemi yoktur. Önemli olan şiirlerin okunmasıdır. Hatta bir büyük kentimizde, bir büyük edebi kuruluşumuzda olduğu gibi, haftalık edebî konferanslardan sonra şiir okuma törenine geçilir. Sırayla herkes şiirini okur. Dinleyiciler de zaten şairlerden oluşmuştur. En nezih sanat dalı, erbaplarının elinde daha da yücelir! Kendi paralarıyla bastırdıkları şiir kitaplarını birbirlerine imzalarlar. Çünkü yayınevleri şiir satmıyor diye şiir kitabı basmazlar. Şair ne yapsın? Şair adaylarının mütevazı çalışmalar buralarda değer bulur mu, bilinmez. Her yıl birçok il ve ilçemizde şiir şölenleri, buluşmaları ve toplantıları yapılır. Toplantılara katılmak için koltuğunun altında bir şiir kitabı olmalı insanın. Toplantıların bir kısmı şair yazar derneklerinin katkılarıyla, bir kısmı da belediyelerin kültür işleri dairesindeki şair yetkililerin destekleriyle düzenlenir. Toplantılarda diğer sanat dallarına izin verilmez. Örneğin, şiir okunurken müzik icra edilmez! Gazinoda müzik icra edilirken yemek yeniyor mu? Rakının yanındaki meze gibi ne o öyle canım. Arkada şiirle ilgisi olmayan abuk sabuk görüntüler olmaz! Hele sanal ortamdaki şiirlerde konuyla ilgisi olmayan görüntüler görmeniz mümkün değildir. Hristiyanlık aşılamaya çalışan video görüntülerine rastlayamazsınız. Böylelerinin önemli edebiyat kurumlarında büyük şair diye kitabı yayınlanmaz! Şiir toplantıları demiştik; sanal basın, gazeteler, televizyonlar, radyolar bu toplantılara olağanüstü ilgi gösterirler. Burada okunan şiirler eleştirmenler tarafından ele alınıp bütün yönleriyle değerlendirilir. Şairler tanıtılır, şiire getirdiği yenilikler, yeni mecazlar üzerinde durulur! Televizyonlarda şiir programları yapılıp Hayati İnanç hazretlerinin ne kadar derin bir şiir bilgisi olduğu gösterilir; Bedirhan Gökçe Abimizin şiirlerinden örnekler verilen iftar sahur programları bile vardır! Ülkemizde şiire her alanda yer verilir. Genç kızların ve erkeklerin anı defterlerinde, sakızların fallarında, asker mektuplarında hep şiir vardır. Şairlere önem verilmekte her yıl İstiklal Marşı şairimiz anılmaktadır. Siyasetçilerimiz, din adamlarımız başları sıkışınca mutlaka şiire başvururlar. Şaire, şiire en az ilgi ve hoyrat yaklaşım edebiyat çevrelerindedir. Hatta şairlere birkaç ilin adı geçen bir şiiri için şiirlerini bütün illeri içine alacak şekilde genişletmesi bile söylenebilir. Sanki boyacı küpü; bir şiir yaz, şiir şöleni için her gittiğin yerde o ilin, içenin adını koyarak oku, geç git, ne olacak sanki!
Efendim, bendeniz “Dağdan kestim kereste / Kuş besledim kafeste / Dediler yârin hasta / Yetiştim son nefeste” gibi nahif halk şiirine bayıldığım için olacak, öyle her şiiri beğenmem. Sıradan şiirlerde bile sadelik içinde ihtişam ararım. Önüme şiir diye gelen metni önce bir düzyazı gibi okurum. Okunabiliyorsa o benim için şiir değildir. Sonra anlattığında olağanüstü bir durum, duygu, düşünce, estetik yoksa bunu babam da yazar deyip bir kenara koyarım. Yeni ve güzel bir duyuş, söyleyiş ve benzetiş yoksa o metin benim için şiir değildir.
Oturduğum evin hayatında çilek yetiştiriyorum. Çilekler suyu sever. Ben de her seher onlara su verir, saksılarında büyüyen zararlı otlar ayıklarım. Geçen gün biraz dikkatli bakınca çileğin birinin köküne yakın bir yerde kendisini çileğin rengine, şekline ve boyuna benzetmiş bir zararlı ot gördüm. Çilek kadar boyu uzamış, yaprakları çilek yaprağı gibi büyümüş, uzaktan bakıldığında ayırt etmek zor. Hâlbuki onu daha büyümeden kökünden söküp almış olmam gerekirdi. Çünkü çileğimin saksıdan alacağı besini azaltıyor, toprağın gücünü yok ediyordu. Nasıl oldu da gözden kaçırmışım. Bana kaliteli şairin yanında kendisini gizleyen kötü şair ve iyi şiir in yanında ondan nemalanan kötü şirin durumunu hatırlattı. Ne yazık ki bunların sayısı çok fazladır. Edebiyat dünyamızda ve özellikle şiirde ciddi bir tenkit geleneği olmadığı için maalesef o iklimde her türlü ayrıkotu rahatça yeşeriyor.
Bir atasözümüz şöyledir: “Yüz attan bir yüğrük at, bin yüğrük attan da bir Tulpar çıkar” Yüğrük, koşan at, Tulpar ise uçan at demektir. Dilimiz bu kadar sahipsizken, edebiyatımız bu kadar çoraklaşmış iken şiirimizin var olamayacağını söylemeye çalışıyorum. İstisnası, bu bin şairin içinden çıkan bir şairimizdir. Binlerce şair içinden bir kişi çıkar ve biz onun kıymetini bilmezsek milletimiz kaybeder; dilimiz, sanatımız, edebiyatımız kaybeder. Şiiri başka hiçbir sanat dalına meze yapmadan kendi başına yüceltmek, öncelikle şairlerin görevidir. Onlar kendilerini değerlendirerek güzeli çirkini ayırmak zorundalar. Yalnız şiir akşamları yapıp şiir okumak yetmez, o şiirin Türk şiirine getirdiği yenilik ve güzellikle, şairin başardığı şeyin ne olduğu da konuşulmalıdır. Binlerce yıllık dilimize ne kazandırmıştır? Kaybolup gitmekte olan hangi kelimeyi tam yerinde kullanıp hayata döndürmüştür? Yoksa bu şiir toplantıları kendin çal kendin oyna toplantıları oluyor. Buna bir son vermek durumundayız. Çünkü şiirimiz ölüyor. Gerçek şairler yol bulamıyor. Şair Mehmet Ali Kalkan “Şu adam şiir yazsa da okusam dediğiniz biri varsa şiir vardır.” demişti. Böyle biri var mı? Pek azı istisna tutulursa ortada dolaşanlar şair, yazdıkları da şiir değil. Vezni kafiyeyi bırakın, imlâ yok. Bir dili en üst düzeyde bilip kullanması gereken şair imlayı bilmiyor. Hece desen değil, serbest desen o da değil. Modern resim diye yutturulan tuvale atılmış boyalara benziyorlar. Rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un beş bin şiiri ezbere bildiği söylenir. Bizimki ise doğru dürüst şiir okumamış, şairleri tanımıyor ki Mehmet Kaplan’ın şiir tahlillerini okusun.
Şiirin ve şairin gıdalanacağı iklimi oluşturmada gazete ve dergilerimizin rolü nedir?
“Günümüzde hangi gazeteyi açsanız tiyatro ve müziğe ayrılmış sütunlar, hatta sayfalar dolusu yazıyla karşılaşırsınız. Gazetelerin hemen her günkü sayılarında herhangi bir gösteriye, sergiye ya da yeni yayınlanan roman, öykü, şiir kitaplarına ilişkin tanıtma ya da değerlendirme yazıları yer alır. Gerçekleşen bir etkinliğin daha dumanı üzerindeyken, o etkinliği en ince ayrıntılarına dek irdeleyen yazılar yayımlanır: Falanca dram, komedi ya da operada, falanca aktris ya da aktör filanca rolü üstlenmiş ve bilmem nasıl bir sunum sergilemiş; dramın, komedinin ya da operanın konusu şuymuş, falanca falanca üstünlükleri ya da eksikleri varmış. Falanca sanatçının keman ya da piyanoyla falanca parçayı nasıl yorumladığına, sanatçının ya da yorumladığı parçanın ne gibi üstünlükleri ya da eksiklikleri olduğuna ilişkin olarak da yine aynı ayrıntı ve özenle kaleme alınmış yazılara da rastlayabilirsiniz. Her büyük kentte en az bir tane yeni bir resim sergisi açılmıştır ve sergide yer alan yapıtların üstünlüklerine ve eksiklerine ilişkin olarak bu işin uzmanlarınca, eleştirmenlerince kaleme alınmış, derin düşünceler dile getiren yazılar, serginin hemen ertesi günü boy gösterir gazete sayfalarında. Hemen her gün dergilerde yeni romanlardan bölümler ya da şiirler yer alır ve gazeteler okurlarına bu sanat yapıtlarına ilişkin ayrıntılı değerlendirme yazıları sunmayı görev bilirler.” [9]
Sözün özü: Ben “Bir şair(vefat etmedi) öldü” derken, yaşarken unutulmaya terk edildi, kendi denizimizden inciler toplamasına yardım etmedik, çünkü şiirimizin geldiği nokta bu, öldükten sonra da onu adam yerine koymadık, layık olduğu şekilde ebediyete uğurlayamadık demeye çalıştım. Bundan kurtulmak istiyorsak kabiliyetleri erken keşfedip onu baş tacı etmemiz, nerede olursa olsun bulup desteklememiz lazımdır. Dilimizi çok seven ve ustaca kullanabilen insanları bulup önümüze katmazsak, dilimiz de çoraklaşır, gönlümüz de. Konuşma özürlü, üç yüz beş yüz kelimeyle konuşan kekeme bir toplum olup çıkarız, vesselam.
Şair öldü mü yoksa vefat mı etti; şiir yaşıyor mu, siz söyleyin. Şiir ve şair üzerine söylenmesi gereken sözleri edebiyatçılarımıza bırakıyor, Şair Sadık Çakırsipahi’ye Allah’tan rahmet diliyorum.


[6] Leyla Türkeli, Mehmet Çatak, Hasan Kallimci, Kamuran Özaktürk, Hüseyin Özbay, Emel Dinseven, Cahit Topçuoğlu, Şermin Kılıç…
[9] Burada bugünkü Türkiye değil, bundan 120 yıl kadar önceki Rusya anlatılıyor. Maalesef bu seviyede sanata ilgi gösteren bir basınımız hiç olmadı. L. N. Tolstoy. Sanat Nedir? Çev. Mazlum Beyhan. 10. Baskı. İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007, sf. 3-4

11 Mayıs 2020 Pazartesi

BİR ŞAİR ÖLDÜ




Önceki gün, 42 yıl önce mezun olduğum Göl Öğretmen Lisesi’nden öğretmenim Mehmet Sayan Hocamın feysbuk sayfasında bir haber gördüm. Çorum Öğretmen Lisesi'nden bir şair arkadaşlarının vefat ettiğini -küçük bir şiiriyle- duyuruyordu:

SADIK ÇAKIRSİPAHİ VEFAT ETTİ
Mekânı cennet olsun.

" Beni sorarsan yine eskisi gibiyim
Yine gözlerim dumanlı,
Tebessümüm belirsiz
Ve ellerim nasırlı.
Bir beklediğim yok gelecek günlerden
Türkülerim yine kırık dökük
Sırtımdaki bildiğin o eski gömlek
Düğmesiz ve yaka sökük.
Yüzümde mutsuzların acısı
Saçlarım yine ak, yine kıvrık öyle.
Hem bırak beni bir yana
Sen nasılsın onu söyle."
           Sadık Çakırsipahi

Her nefis ölümü tadacak, bundan kaçış yok. Hocama başsağlığı diledim ama arkadaşının adı dikkatimi çekmişti. Ne güzel bir şair adıydı ‘Sadık Çakırsipahi’. Kimdi, nasıl biriydi, iyi bir şair miydi, eserleri var mıydı? … Bu adın çağrışımları beni aldı, sürükledi. Sadık adı güzel bir ad, üzerimde emeği olan dayımın adıydı. Aytmatov’un dünyanın en güzel aşk hikâyesi olduğu söylenen Cemile’sinin kahramanlarından birinin adı da Sadık’tı. Çocukluğumda oynadığımız köpeğimiz Çakır’ı, ilkokul üçüncü sınıfta okuduğum İnce Memed romanında geçen Çakırdikeni’ni ve Kurtlar Vadisi’nin Çakır’ını hatırladım. Sipahi de beni Feridun Fazıl Tülbentçi’nin eserlerine ve Piyer Loti’nin “Bir Sipahinin Romanı” kitabına ve tabii Cide’ye tepeden bakan tabiat harikası Sipahi Köyü’ne götürdü. (Aklıma gelmişken, Kastamonu Cide Şenpazarı civarında böyle sipahi köyleri çoktur.) Sonra Sadık Çakırsipahi’nin şiirini tekrar okudum. Pek uzman sayılmam ama iyi şiirden zevk alırım; güzel bir şiirdi.

Sonra, onu hiç tanımadım, şiirlerini de okumadım ama bu benim cehaletim, hiç olmazsa vefat haberini paylaşayım da ardından dua edilmesine vesile olayım, dedim. Haberi paylaştım. Ardından da bu güzel şiirin, adı güzel şairi hakkında internette bir bilgi var mı diye bakınmaya başladım. O sırada bana, ne kendisini ne şiirlerini hiç tanımadığım Çakırsipahi için taziyeler de gelmeye başladı. Düşündüm, biri çıkar da sorarsa ne diyeceğim? Şairliği hakkında fikrim oldu, iyi bir şaire benziyor, Hocamın da arkadaşı. Hocam güzel bir insandır, arkadaşı da güzel olmalı. Yine de araştırmaya devam ettim ama hakkında çok az bilgi bulabildim. Çankırı Postası sitesi, 09 Mayıs 2020, saat 16:27’de şu haberi vermişti: “Emekli öğretmen, şair ve yazar Sadık Çakırsipahi (72) vefat etti. Çankırı edebiyatına önemli katkılar sunan, şair ve yazar kişiliği ile tanınan emekli öğretmen Sadık Çakırsipahi Çankırı Devlet Hastanesi yoğun bakım servisinde sabah karşı yaşama gözlerini yumdu. Çakırsipahi’nin, sahur sırasında evinde rahatsızlanarak hastane acilini kaldırıldığı öğrenildi. Evli ve 4 çocuk babası olan Çakırsipahi’nin cenazesi Pazar günü (yarın) öğleden sonra Ilgaz, Cendere köyünde defnedileceği bildirildi.”[1]

Küçük şehirlerin gazetecilerinin tecrübesizlikleri mi, imkânsızlıkları mı yoksa tembellikleri mi bilmiyorum. Hem öğretmen, hem de şair yazar olarak “Çankırı edebiyatına önemli katkılar sunan; şair-yazar kişiliği ile tanınan” bir şahsın vefat haberini verdikten hemen sonra, gazeteci arkadaşımızın oturup Şair’in hayatı hakkında ayrıntılı bilgi vermesini, eserlerini tanıtmasını, şiirlerinden örnek vermesini bekledim. Yok, yok. Hadi haber acildi, bulamadı, koyamadı diyelim. Çankırı için böylesine önemli biri için daha önce hakkında hiç haber yapılıp, yazı yazılmaz mı? Yazılmaz olur mu, yazılmış: Bir şair, anlı şanlı Çankırı Yazarlar ve Sanatçılar Derneği ÇAYASAD etkinliklerini ama daha çok kendini anlattığı bir yazıda, Şair Sadık Çakırsipahi’nin de bir şiirini okuduğunu yazmış. Merakım azalacağına arttı. Başka bir şey arıyorum. Bir fotoğraf, şiirlerinden örnekler filan. En sonunda yaşlılık fotoğraflarını buldum. Biri kahvemsi bir yerde, diğeri de bir okulda çekilmiş. Çankırı’da bir okul öğretmeni onu okullarına davet etmiş, öğrencileriyle tanıştırmış. Güzel ama orada fotoğraflar, öyle uzaktan çekilmiş. Şairden çok öğretmen ve öğrenciler öne çıkmış. Acı acı düşündüm, neden insanlar yaşarken kıymetli insanlara hak ettiği değeri vermez? İlgilenmez. İlgilendiğinde de onu öne değil kendini öne çıkarır? Araştırmama devam ettim. Kitaplarının olduğunu gördüm. İkinci el kitap satan sayfalarda kitaplarının adlarını buldum: Ilgaz, Çiçeklerde Bul Beni, Düşmüşüm Yollara, Şiirlerde Ilgaz. Belki başka kitapları da vardır, bilmiyorum.

Ben bunlarla meşgul iken, arkadaşım Elif Güner’in “Nee” diye bir nidası ekrana düştü. Hemen onu nerden tanıdığımı sordu. Tanımıyorum, sadece güzel bir insanın hayırla anılmasına vesile olmak istediğim için paylaştım, dedim. Onun ilkokul öğretmeniymiş. Öğretmeninin vefatını benden öğrenince şu yazıyı yazmış:

“Sadık Çakırsipahi Anısına

On yaşında küçük bir kız çocuğuydum. Dördüncü sınıfa gidiyordum. Çok güzel, genç bir öğretmenim vardı. Adı Güneşti. Güneş gibi parlak yüzü, içten gülüşü ve sımsıcak kalbi vardı. Bütün sınıfı tatlı sevecenliğiyle kendisine hayran etmişti. Hiçbirimiz onu üzmezdik. Yılın ilk döneminin sonuna doğru bir gün Güneş Öğretmen tayininin çıktığını söyleyerek bize veda etti. Ben çok üzüldüm, yeni öğretmeni daha görmeden sevmemiştim. Güneş Öğretmen gibi olamazdı fikrimce.

Yanlış hatırlamıyorsam öğlenciydim. Okula koşarak giderdim, okulumu çok severdim. Tarhuncu Ahmet Paşa İlköğretim Okulu'ydu ismi, hâlâ da öyledir.

Bütün sınıf şamata gırgır yaparken sınıfın kapısı açıldı. Müdürle birlikte uzun boylu, zayıfça, esmer bir bey girdi içeriye. Hepimiz ayağa kalktık ve müdürün selamına hep bir ağızdan karşılık verdik.

Oturun!

Bu yeni öğretmenimizdi, çakır rengi takım elbisesinden belliydi. Beyaz gömleği esmer yüzünü aydınlatmıştı. Kemeri ayakkabılarıyla uyumluydu. Mütevazı görünüyordu ama biz onu sevmemeye sınıfça koşullanmıştık. Müdür bey bize yeni öğretmenimizi taktim etti ve dışarı çıktı.

Sadık Öğretmen sakin sesiyle adını söyledi ve Güneş Öğretmeni sordu bizlere. Onu istediğimizi söyledik.

Kendisiyle güzel dersler işleyeceğimizi söyleyerek bizimle tanışmaya geçti. Tek tek isimlerimizi sordu. Uzun, zayıf adam sıraların arasında dolaşarak insana önem veren bir edayla hepimizi gözlemledi.

Günler geçiyor, biz Sadık Öğretmene alışıyorduk. Hepimizi tahtaya kaldırıyor, asla rencide etmiyordu.

Bir gün beslenme saatinde haşlanmış yumurta vardı ve ben yemeğimi yemiyordum. Fark etmiş olmalı ki beni yanına çağırdı." Yemeğini neden yemiyorsun? " diye sordu. "Kokusu hoşuma gitmiyor" diye yanıtladım. Ayağa kalktı, omzumdan tutup kapıya yöneldi. Cebinden para çıkardı, " Kantinden poğaça al! " dedi. İtiraz etmedim. Söyleyişi öyle güzeldi ki itiraz edemezdim, saygısızlık olurdu.

Anneme gelince o, kurallara daima uyardı ve toplum kuralları karşısında bize asla taviz vermezdi. Ona göre yumurta günü herkesle beraber yumurta yemeliydim. Ama ben yemezdim.

O gün Sadık Öğretmen yumurta sevmeyenler için başka, ortak bir seçenek sundu bize ve yumurta yemek istemeyenleri mutlu etti.

İlkokul bittikten sonra Sadık Öğretmeni hep güzel hatırladım. Yollar bir şekilde ayrıldı.

Son zamanlarda yani yirmi sekiz yıl sonra, onu bulmaya çalıştım, internette çok aradım fakat izine rastlayamadım. Bu gece facebook hesabımı açar açmaz Arslan Küçükyıldız’ın paylaşımını gördüm.

" Çakırsipahi vefat etti. " bu isim kesin benim öğretmenimin diye düşündüm, çünkü göğsümde tuhaf bir acı hissettim. Haberin devamını okudum.
"Sadık" ismini görünce emin oldum. Kıymetli öğretmenimi vefat haberiyle buldum. Geride bir şiir kitabı bırakarak fani dünyayı terk etmiş, yetiştirdiği nice güzel insanları bırakıp gitmiş. Bir de şiirini seslendirerek sesini...

Hak rahmet eylesin.

Mekânı cennet olsun.”

Bu yazıdan da onun iyi bir öğretmen olduğunu anlamıştım. Benim fikrimce bir öğretmen bir tek öğrencisinde bile böyle sıcak izler bırakabilmişse o iyidir. İnternette onca aramama rağmen, bir süre yukarıdaki haber ve öğrencisinin satırlarından başka bir bilgi bulamadım. Derken bir sinema çalışanı, kendi sesiyle okuduğu iki şiirini görüntülemiş, onlara ulaştım. Bir başka şiir kaydı. Kendi sesinden dinlediğim üç şiirin üçü de güzeldi. Yazdığı kitaplara ve şiirlerine yapılan atıflara ulaştım. Vedat Özdemiroğlu derlediği yerel sözlere yer vermiş. Sadık Softa bir yazısında “…güzel şiir okuyanlardan birisi de şüphesiz Sadık Çakırsipahi. Çakırsipahi, Çayasad şairlerinin isteklerini geri çevirmeyerek o güzel şiirlerinden birkaçını kendi sesinden yorumladı. Bunlardan birsi de benim çok sevdiğim “Kentlerde” şiiri idi. Sayın Çakırsipahi, keşke “Kentlerde” şiirin biraz daha genişleterek bütün kentleri anlatan dizlerle genişletse demekten kendimi alamıyorum… ”[2] diyerek aklınca ona ayar vermiş. Sadık Çakırsipahi’nin o gün okuduğu şiirlerin ses kaydı nerede deseniz, cevabı yoktur!

Tabi şimdi bu yazıyı ne diye uzattığımı düşünüyorsunuz. Eee sonra? Sonrası bu sevgili karilerim, okuyucularım. İyi bir şair, iyi bir öğretmen, bir ilimizin, Çankırı’nın ilim irfan hayatına katkı sunmuş bir aydın, 4 çocuk yetiştirmiş iyi bir baba, hakkında dört satırlık bir ölüm haberiyle bir anda sonsuzluk kervanına kavuşuveriyor. Bir varmış, bir yokmuş.

Siz siz olun ana babanız sağsa mutlaka hayat hikâyelerini, başlarından geçen önemli olayları, bildiği özel bilgileri, kendi tarihinizi, yazılı, görsel nasıl olursa olsun derhal kayda alın. Kaç kitap yazmış, kaç makale, kaç şiir bilginiz olsun. Doğduğunuz yeri, onun doğduğu yeri, onun gezdiği mekânları, dostlarını hayatta iken tanıyın. Gün gelir hak vaki olursa en azından gazetecileri uyaracak bilgiler elinizde olsun. Gazeteci arkadaşlarım. Siz özgeçmişe, hayat hikâyesine daha yakındınız. Ölen bir şair; hiç mi bir şiiri elinizde yok, ekleyemediniz mi? Ey anlı şanlı Çankırı Yazarlar ve Sanatçılar Derneği, bakalım Şair Sadık Çakırsipahi’yi Türkiye’nin gündemine nasıl taşıyacaksınız? Nasıl anacak, hakkında neler yapacaksınız? Ey şair yazar arkadaşları, kaleminiz nerenizde? Bugün O’na ise yarın sizedir! İyi bir şair değildi ise neden aranızda gözüküyordu? Yok iyi bir şair ise ona verdiğiniz değer nerede? Kendilerini parlatmaktan başka bir şey düşünmeyenler, ne yazık ki gerçek kıymetleri unutulmaya terk ediyor.

Türk Milleti, bir yıldızın söndü. Parıldadığına göre O bir yıldız’dı. O yıldızı öğretmenliğin çileli yollarında yalnız bırakıp, Türk Edebiyatı’na kazandırmayan edebiyat dünyamıza ‘saygılarımı’ sunuyorum. Fotoğrafta ben daha iyi çıkayım çabasından ileri gitmeyen ‘aydınlarımız, sanatçılarımız’ farkında mısınız; bir şair öldü? Hakkında bulabileceğiniz üç şiir iki fotoğraf, bir anı. Burada hakkında bulunabilen bütün bilgilere değinmeye çalıştım. Eh bu yazıyı da onu anarken “Şair Sadık Çakırsipahi hakkında yazılmış en kapsamlı yazı” olarak kabul edip zikredebilirsiniz. Onu hiç tanımayan bir adam bunları yazdı diye eklemeyi unutmayın. Sözün özü, mücevher kaynayan dağlarınızda, kadrini kıymetini bilmeyen çobanlar elmasları sapan taşı olarak kullanıyor. Yazıktır. Sipahioğlu’nu öldüren işte bu vurdumduymazlıktır; güzelliğe, estetiğe, güzel şiirlere, güzel insanlara reva görülen vahşi ilgisizliktir. Bu yüzden ölen Şair değil, şiirdir; kaybeden ise Türk şiiridir. Tepeden tırnağa yetenek dolu “Yiğitlerim uyur gurbet ellerde / Kimi Semerkant’ta bekler beni / Kimi Caber’de” (Arif Nihat Asya)

Şair Sadık Çakırsipahi’ye Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun.

Bir şiiriyle bu uzun yazıyı bitirelim:

Kentlerde

“Çorum’un düz tarlalarında buğdaylar yeşerir
Benim gönlümde sen.
Beni böyle yakıp yakıp kül eden gözlerindir
Silinmez sesin kulaklarımdan nereye gitsem.

Muş ovasında trenler koşar alabildiğine hızlı
Yolcular gelir, yolcular gider.
Nedense hep yavaş yavaş, nazlı nazlı
Senden başka herkes kompartımandan el eder.

Isparta’da gül kokar sabah ezanları
Bir sen kalmışsındır görünmeyen.
Oysa Isparta’nın gelinleri kızları
Bahçelerdedir kolları gül, elleri diken.

Hep mor beyazdır çiçekleri Afyon’un
Ege gözlerin gibi yeşildir.
Gel artık nazlım, hasretim, kaderim
Bunca dert bu garibe yetişir.

Kalabalığınla yalnızlar şehri olmuşsun Ankara
İnsan selinde kaybolmuşum.
Seymenlerin topuk vururken toprağa
O güzelim baharında kavrulmuşum.

Kader çizgimde yıldızlar bir bir kayarken
Çankırım; soframın tuzu, ağzımın tadısın.
Bozkırında doymuşluğu yaşarken
Anladım ki sen ilk ve son göz ağrımsın.” [3]

__________________
[1] https://www.cankiripostasi.com/ilgaz/egitimci-yazar-sadik-cakirsipahi-vefat-etti-h9212.html
[2] http://www.karatekin.com.tr/arsivler/5013
[3] Kendi sesinden şiirleri için bakınız:
https://www.facebook.com/RejisorHasanER/videos/1880654048655112
https://www.facebook.com/watch/?v=2216434271943708
https://www.facebook.com/watch/?v=523702125069149

Kaynak: https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/sair/5102-sadik-cakirsipahi

ÖLÜLERİ KULLANMA

Bana ülkesini milletini çok seven, onun için ömrü boyunca çalışan Atatürk gibi; adam gibi adamlardan söz edin. Sahte kahramanlar yüzünden bu ülkenin çocukları gerçek kahramanlarını öğrenemiyor. Gençlerimiz İbni Sina, Razi, Biruni, Uluğ Bey, Katip Çelebi… gibi dâhilerimizden habersiz yetişiyor. Yazık oluyor.  

Önceki gün Birol Cevizoğlu “Deniz Gezmiş Gerçeği!” diye bir yazı yazdı.[1] Ben de bu yazıyı feyste paylaşmış idim. Sen misin Deniz Gezmiş’in kirli yönlerini ortaya koyan? Birol Bey ve yazısını benim gibi paylaşanlar, solcu arkadaşlarımızın suçlamalarına hedef olduk. Nevzat Dur, “Bu yazı güçlenen antiemperyalist düşünceyi nasıl baltalarız diye,Vatanseverlerin birleşmesini engellemek için kaleme alınmıştır.”, “80 öncesi makalelerini hatırlatıyor. Baktılar ki Vatanseverler bir cehphede birleşmeye başladılar tabii ki bazı sebepler uydurmak gerekiyor, işte o sebep bu tür yazılarla destekleniyor.” dedi. TRT’den arkadaşım Erdal Özkan ise “Birileri bir yerden bir şeyler ateşlemeye çalışıyor anladığım kadarıyla. Bir zamanlar ‘Sağcılık solculuk önemli değil. Önemli olan bağımsızlık’ diye konuşurduk hatırlar mısın? Bugün biri kalkıp bunları söylüyorsa, memleketi bütünüyle emperyalizme ve kendi amaçlarına parsel parsel satan birilerine karşı aynı safta durmak varken, şimdi durduk yere nifak tohumları saçıyor diye düşünürüm. O günlerden gelen biriyim. Her iki taraftan çoğunluk genç halis muhlis hakiki vatanseverdi. Kimsenin kimseye laf etmeye bence hakkı yok.” dedi. Birol Bey yazısını gerçekten böyle bir amaçla mı yazdı, yoksa kanatılmaya hazır tutulmak için sürekli kaşınan bir yaraya mı parmak bastı? Ben ikincisi olduğunu düşünüyorum. Sadece arşivimde bulunsun diye aldığım bu yazı ve gelen eleştiriler bana toplumsal hastalıklarımızı ve Dündar Taşer’in “Doğruda birlik doğrudur, yanlışta birlik doğrudur, bizatihi birlik doğrudur!” ilkesini düşündürdü.

GünümüzdeÖlü sevicilik”(nekrofili) hastalığına çok benzeyen sosyal bir hastalıkla iç içe yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki bununla ilgili bir haber duymayalım. Önce bu ölü sevicilik nedir, ona bakalım. Dr. Şafak Taktak’a göre Ölü sevicilik “Sıkça rastlanan, parafili türü (cinsel sapkınlık) bir hastalıktır. Bu türe fetişistler, sübyancılar ve röntgenciler de giriyor. Genel tanımı ile nekrofili; bireyin cesetle ilişki kurarak veya seyrederek cinsel haz almasıdır. Birçoğu normal insanlar gibi yaşadığından ötürü, onları kimse fark edemiyor. Aileleri ve işleri var. Gerçeği değerlendirebiliyorlar. Sadece %15’lik bir kısmı psikoz. Bu kişiler genellikle mezarlıklara yakın çevrelerde oturuyor. Meslek seçimleri ise yine ölüler üzerine: Mezar bekçiliği, otopside çalışmak vb.” Bunların ölülere karşı olan ilgi ya da eğilimlerinin sebebi ise “Genellikle sevdikleri insanların ölümlerini kabul etmedikleri için bu eğilimi seçmekteler. Onların sonsuza dek yaşayacaklarını düşünüyorlar. Bunun yanı sıra, zamanında ulaşmak isteyip de ulaşamadıkları ölülere karşı da ilgileri olabiliyor. Tecavüze yeltenme nedenleri arasında, daha çok aşkı ve öfkeyi görmekteyiz.”[2] Bu hastalık aynı zamanda ölülere olması gerekenden fazla ilgi ve rağbet göstermeyi de işaret ediyor. Peki, bu hastalığa çok benzeyen anlatacağım diğer hastalık nedir? O hastalık bazı ölü kişileri veya ataları putlaştırma hastalığıdır. Ruhi, psikolojik, dini temelleri olsa da kişisel bir hastalık değil daha çok toplumsal bir hastalıktır. Elbette hastalığa yakalanan kişiler vardır; mesele şu ki bu kişiler yalnız değildir. Bu hastalığı tanımlamaya çalışırken “Atalar kültü” olan bir milletin mensubu olduğumun farkındayım. Ancak bizdeki atalara saygı, atamızın kahramanlıkları ölçüsündedir. Kişi dünyada da ahirette de ne yapmışsa o kadar saygı görür, yükselir, yükseltilir. Atatürk böyle bir şahsiyettir. Gösterilen saygının her zerresini hak etmiştir. Bazı ölüleri, ataları layık olduğundan fazla yüceltmek ise bir hastalık belirtisidir. Bu hastalık eğer ölmüş kişiyi olduğundan fazla göklere çıkarıyorsa ortada bir tuhaflığın olduğu az çok sezilir. Tuhaflığın sezilememesi, sözünü ettiğim hastalığın toplumda sanıldığından çok daha yaygın olduğunu gösterir.

Tarih boyunca yaşayan veya ölmüş kişiler üzerinden kendine güç devşirmeye çalışılmış, kendi güçsüzlüğünü, zayıflığını örtmek için canlı veya ölüler yüceltilmiş ve kullanılmıştır. Aslında ölü seviciliğin sözünü ettiğim hastalıkla benzerliği ölüyü kullanma şekilleridir. Biri bunu sapıkça yaparken, diğeri daha ölçülü yapmaktadır. Bu hastalığın bir adı yoksa ben ona “ölü kullanıcılık” diyeceğim. Maalesef bazılarının boşluklarını kapatmak için girdikleri “ölü kullanıcılık”, yerli yabancı istihbarat örgütleri ve terörist yetiştiren örgütler için istismara çok uygun bir alandır.
1977’de, İstanbul Taksim’de işçi bayramında farklı tarafların kürsüye sahip olma savaşı sırasında, muhtemelen fırsatçı yabancı servislerce öldürülen marksistleri anmak için her yıl aynı yerde toplanmaya çalışırken kavga etmek, her yıl en güzel şekilde kutlanabilecek bir ‘bayramı’ kavga gürültüyle rezil kepaze etmek, tam bir “ölü kullanıcılık”tır. Hristiyan bir ressamın geçen yüzyılda yaptığı bir kişinin resminin altına oturup onun adını kullanarak İslâmî bir güç oluşturulduğunu düşününüz. Eski bir başbakanı mağdur edebiyatıyla nasıl göklere çıkardığımızı ve onun gücünü değişik parti ve dönemlerde nasıl devşirmeye çalıştığımızı hatırlayınız. Eli kanlı teröristlerden, tozpembe kahramanlar yaratıp onları topluma sevdirmeye çalışmak da bir “ölü kullanıcılık”tır. Özellikle PKK’nın, elemanlarını örgüt içi infazla öldürüp sonra onu “TC öldürdü” şeklinde ondan bir kahraman çıkarmaya çalıştığını biliyoruz. Şimdi “ölü kullanıcılık”a muhatap olmuş birkaç isim daha vereceğimi zannediyorsunuz. Yanıldınız. Bu konuda bir kaza okuna hedef olmak istemediğim için beni mazur görünüz.
Allah’tan başka yüceltilebilecek bir kudret yokken, bir insanı yapıp ettiklerinden soyutlayarak onun sırtından güç temin etmenin boyutu ölülerden, yaşayanlara doğru genişlemişse, yaşayanlar böyle bir hastalığa tutulduklarını fark edemiyorsa, üstelik muhatabı da durumdan çok memnunsa, o vakit hastalık salgına dönüşmüştür. Derhal tecrit gerekir. Yaşayanların veya ölülerin, insanlığa, topluma hizmetlerinden öte bir anlamı olmadığını bilmemiz gerekiyor. Ülkenin geleceği de dâhil olmak üzere hiçbir izah, beş para etmez insanların yüceltilmesini bana mazur gösteremez.
Birisi çıkıp size “Ben seninle vatanın birliği ve bölünmezliği konusunda anlaşmıştım ama sen benim “ölü kullanıcılığı”ma dokunuyorsun, bundan böyle seninle aynı görüşleri savunmayacak, aynı yolda yürümeyeceğim.” diyorsa o zaten yanlış bir yol arkadaşıdır. Bunun yerine “Ben vatanın birliği ve bölünmezliği için gözümü kırpmadan canımı veririm, gel şu meseleyi bir tartışalım, neresi yanlış?” derse ve inandıklarını, geçmişini, sevdiği ölüleri rahatlıkla sorgulayabilirse; soru sorabilirse onunla yürümeye devam edebilirsiniz. Çünkü o sonuçta aklını kullanacak, eninde sonunda Sezar’ın hakkını Sezar’a verecektir.
Lütfen şunu unutmayın. Ülkü ile ülkücü farklıdır.[3] Ülküsü için ömrü boyunca yılmadan çalışmış biri için elbette takdir edilecek bir yön mevcuttur ama biz önce onun yoluna bakarız. Acaba bu kişinin ülküsü doğru bir ülkü müdür? Ülküsü yanlış birinin tuttuğu yol onu nereye götürür? Bir insan, doğru bir ülküye sahip olsa bile yanlış aletler kullanıyorsa başarıya ulaşamaz. “Kem aletle kemalât olmaz” da ondan!
Maksadım birilerini incitmek değil. Herkesin kahramanı vardır. Çocukken babamız bize kim bilir nasıl dev gibi gözükürdü? Artık büyüdük. Çocukluklarımız arkada kaldı. Bizi doğuran şartları da bugünü de anlayabiliyoruz. Bana ülkesini milletini çok seven, onun için ömrü boyunca çalışan Atatürk gibi; adam gibi adamlardan söz edin. Sahte kahramanlar yüzünden bu ülkenin çocukları gerçek kahramanlarını öğrenemiyor. Gençlerimiz İbni Sina, Razi, Biruni, Uluğ Bey, Katip Çelebi… gibi dâhilerimizden habersiz yetişiyor. Yazık oluyor.
[3] Hasan Ali Yücel döneminde çıkarılan bir derginin de adı Ülkü’dür.

Kaynak: https://haberiniz.com.tr/kose-yazilari/oluleri-kullanma-11052020/

7 Mayıs 2020 Perşembe

DENETİMLİ TİTİZ HAYAT


SALGINLA MÜCADELEDE İKİNCİ SAFHAYA GİRİLİRKEN
SAĞLIK BAKANI’NA ACİL DİLEKCE
Sayın Bakan. Son derece önemli bir mesai yürüttüğünüzün farkındayım ama size müracaat etmek lüzumunu duydum. Şahsi sebepler yüzünden başvurduğumu sanmayınız. Öleceğimi bilsem böyle bir zamanda sizi asla rahatsız etmezdim. Hayır, konu tamamen milletimizle ilgili hayati bir meseledir. “Acelesi ne idi?” diye soracaksınız; Türkiye’de Korona Salgını mücadelesinde ikinci adıma geçiyormuşsunuz. Bu döneme girilirken attığınız yanlış bir adım hakkında sizi uyarmayı kendime borç bildim. Mücadelenin bu ikinci adımında daha önce yaptığınız ve yeniden yapmaya teşebbüs ettiğiniz yanlışların da düzeltilme imkânı mevcuttur. Bugünden başlayarak yanlışlar istenirse düzeltilebilir. Daha az kayıpla bu salgını atlatabiliriz. Umarım dilekcemi mazur görürsünüz.
Sizi şahsen tanımam. Adınızı da şu Korona Salgını çıkana kadar bilmezdim. Pek tabiidir ki televizyonlarda ve basında boy gösteriyormuşsunuzdur ama ayıptır söylemesi ben biraz siyaset ve televizyon özürlüsüyüm. Sürekli ortalarda boy gösterenler yüzünden olsa gerek, haberleri seyretmiyordum. O yüzden şahsınızı tanıma fırsatı bulamamış olabilirim. Arkadaşlarım Raşit ve Ahmet’le (kendileri benim öğretmen lisesi ve fakülteden kırk yıllık arkadaşlarımdır) gençlik yıllarımızın bir kısmının geçtiği Konservatuar’dan Dörtyol’a, oradan Hamamönü’ne doğru yürürken bir kalabalığa rastlamıştık. Boş bildiğimiz Zekai Tahir Doğumevi’nin önünde canlı yayın yapan haberciler vardı. Sorduk, bir uçak dolusu salgın ihtimali olan kişi buraya getirilmiş, karantinaya alınmışmış. ‘Mecburen’ habercilerin önlerinden geçtik. Belki bizi de göstermişlerdir diye haberlere bakınırken sizi tanıma fırsatı bulmuş oldum. O tarihten beri eğer sizden önce başkaları ekranlara kurulmamışsa şahsınızı takip ediyorum. Zor bir görev yapıyorsunuz, başarılı olduğunuz da söyleniyor; Allah yardımcınız olsun.
Aslında size bu dilekçeyi Korona Salgını’nıyla ilgili olarak ekranlara çıkmaya başladığınız günlerde yazmam gerekirdi. Hatadan dönersiniz diye bekledim. O günlerde attığınız yanlış adımın ne kadar vahim sonuçlar doğuracağını size mutlaka bildirmeli idim. Malumunuz, gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklerseniz bütün düğmeleri yeniden iliklemeniz gerekir. Bunu gördüm, kendi sanal ağlarımda bunu söyledim ama çok az kişi duydu.
Korona Salgınıyla ilgili bir bilim kurulu topladığınızı ve “Salgın”ın adını “Pandemi”, ilave olarak solunum cihazına bağlı yoğun bakım hastaları da “entübe hasta” olarak duyurduğunuzu, “fizikî mesafe”yi “sosyal mesafe” olarak adlandırdığınızı duyar duymaz bu çok önemli hadisede birden fazla yanlış ve ölümcül adım attığınızı görmüştüm ama ne çare. Benim gibi bir sürü insan ve tabii dilci uzmanlar da nasıl olsa sizi uyarırlar ve bu hatalardan kurtulursunuz diye bekledim. Şimdi Korona mücadelesinde geçtiğiniz ikinci safhaya “Kontrollü Sosyal Hayat” adını vererek, attığınız bu ölümcül adıma bir yenisini daha ekliyorsunuz. Buna bir son vermelisiniz. Çünkü zararın neresinden dönülse kârdır.
Ayşen Gruda’yı hatırlarsınız. TRT tek kanal iken, bir gece gülünçlük olsun diye ağzından “Herhalde yani!” yerine “Herıld yani!” sözleri çıkıverdi. Ertesi günü bütün Türkiye “Herıld” diyordu. Yine yakınlarda her devirde görülen Efruz Bey’in biri bir konuşmasının arasında “performans” diye bir kelime kullandı. O kelime Türkçemizdeki yüzlerce kelimeyi silip süpürdü. Sadece sözümüzün değil anlamlarımızın da kaybına yol açtı. Sanattan spora kadar birçok alandaki kullanımı iğrenç bir hal aldı. Şimdi yatak odasındaki yakınlığa da performans dendiğini duyuyoruz.
Efendim arz edeyim. Siz şu anda seksen küsür milyon Türk vatandaşını dünya çapında bir salgından korumak, en az zayiatla bu felaketten Türkiye’yi kurtarmak istiyorsunuz. Bunu yaparken de halkımızı bilgilendiren açıklamalar yapıyorsunuz. Bu açıklamalarda geçen yabancı kelimeler, belki doktor olmanızdan gelen ve mesleki bir alışkanlıkla kullandığınız kelimeler. Ancak sizin ağzınızın içine bakan yüzlerce basın organı, hadiseleri sizin kullandığınız bu kelimelerle izah edip açıklıyor, bu kelimelerle yorum yapıyorlar. Böylece Türkçemizde var olmayan kelimeler, dilimizde karşılıkları olduğu halde çok kısa bir süre içinde yerleşiveriyor. Hem de dilimizde aynı anlamda var olan ve kullanılan kelimeleri de silip süpürerek! Bu durum, salgında kaybettiğimiz insanların rakamı gibi bir şey değildir. Ondan çok daha vahim bir durumdur. Salgında ölenler canımızdır, hepsine Allah’tan rahmet diliyorum, geri gelmez ama hiç olmazsa yeni doğumlarla filan avunuruz. Tek bir vatandaşımızın bile kaybı çok önemli bir kayıptır. İzin verirseniz, 300 milyon yılın 2-3 senesinde, 85 milyon Türk’ten 3-4 bininin vefat etmesini, 10 bin yılda oluşan 500 bin Türkçe kelimenin 5-10 tanesini kaybetmeyle birlikte düşünelim. Üstelik her kaybedilen Türkçe söz arkasından hızla başka sözleri de kaybolmaya sürüklemektedir. 10 yılda 15 milyon genci yetiştirebilirsiniz, kayıplarınızın yerine koyarsınız ama dikkat etmez; var olan sözlerinizi süratle kaybeder ve emek vermez; gelmiş ve gelecek olanlara kendi bağrımızdan ilmi ve ahenkli karşılıklar bulmaz iseniz dilinizi ve ona bağlı olarak da bağımsızlığınızı çok çabuk kaybedersiniz. Bu mektubun elinize ulaşıp ulaşmayacağını bilmiyorum, bu yüzden danışmanlarınızın “Hadi canım abartmış!” dediğini farz ederek ilave edeyim: Sözlüğümüzden kaybettiğimiz her kelime, serhat boylarımızdaki bir kaledir. Unutulmamalı ki bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir orduyu kurtarır; özgürlük için ısrarla kalelerimizi korumalıyız. Bazı kaleler çok önemli olmayabilir ama salgın gibi bir kelimeyi feda etmek, misal için Estergon’dan vazgeçmek anlamına gelebilir. Derme çatma bir dile sahip olanların sürekli başkaları tarafından koyun gibi güdüldüğünü, diline sahip çıkanların ise vatansız olsa bile vatanları dilleri olduğu sürece yeni vatanlar kurabildiğini düşünürüm. Bu sebeple içimden gelen ses, “Bırak, şimdi o bir sürü işle uğraşıyor, yurt dışından hasta getiriyor, hastaneler hazırlanıyor…” dediyse de dinlemedim, yazdım.
Söylemeye mecburum: Zaten ingilizce “social” kelimesi yerine “sosyal” kelimesi uydurulmuş ve dilimize sokulmuştu, siz bu yanlış, ufuksuz kelimenin anlamını da ters yüz ettiniz. Böyle yerleşmesi de çok mümkün. İnsanlar bundan böyle aralarındaki “fiziki mesafe”yi, “sosyal mesafe” olarak tarif edecek. Peki, eski sosyal mesafe kavramını, daha önce dışlanan Türkçe kelimelerimiz olmasa ne ile anlatacaksınız?
Siz de çağımızın ahmaklarına uyup “Tıp Bilimi’nde yabancı kelime kullanmak zorunluluktur.” diyebilirsiniz. Neden? Yabancı futbolcu ve çalıştırıcılar bile Türkçeyi öğrenerek memleketine dönerken siz neden ısrarla hastanelerde “kalp damar” veya “yürek damar” yerine “kardiyo vasküler” demeye devam ediyorsunuz? Tıbbın babası Türk İbni Sina yabancı kelime kullanmıyordu. Aletlerin, hastalıkların, teşhislerin, tedavilerin, ilaçların adı Türkçeydi. Daha düne kadar Batı tıp okullarında onun kitapları okutuluyordu. Türkçe o zaman bilim dili oluyordu? Neden en iyi makalelerinizi Türkçe Bilimsel Tıp Dergilerinde yayınlamak yerine ecnebinin diline çevirmeye çalışıyorsunuz? Bırakın o Türkçe çeviri parası ödesin; Türkçe bilen insanlara iş sahası açılsın! Neyse uzatmayayım, siz sizden öncekilerin yanlışından dönebilirdiniz. Düğmeler sizden önce de yanlış ilikleniyor bu yüzden sürekli aynaya baktığımızda terslik var deyip yeniden düğmelerimizi çözüyoruz, yeniden ilikliyoruz. Asıl mesele şu: Vatandaş, bu gavurca sözlerin manasını kavrayamıyor. Kavrayamayınca da bu kavrama uygun davranışlar geliştiremiyor. Siz ilk günden itibaren “Pandemi” yerine “Salgın” deseydiniz ne kaybederdiniz? Hiçbir şey. Biz kazanır, uyarılarınıza daha çabuk uyardık. Malumunuzdur ki çok şey bilen önemli biri gibi gözükmek isteyenler muhatabının bilmediği böyle sözler kullanır. Siz ‘bu pandemi işi uzayacak’ diyorsunuz ama biz, bu sözlerinizden salgının uzayacağını çıkaramıyoruz. Bizim üzerimize titriyorsanız Türkçe konuşun! Çünkü Türkçe öyle bir dildir ki matematiği, ahengi, müziği vardır. Anlaşılmak ve dediklerinizin yerine getirilmesini istiyorsanız, Allah korusun, salgında ikinci vurgunu yemememiz için, lütfen ilk düğmeden başlayarak yanlış iliklediğiniz bütün düğmeleri çözüp, yeniden ilikleyiniz. Bu “salgın” ne kadar sürer, birbirimize ne kadar “uzak” duralım, kaç tane “solunum cihazı veya solutana bağlı” hastamız var, “denetimli titiz hayat” ne zaman bitecek? öyle açıklayınız.
Hatadan dönmek erdemdir. Yoksa size bir çift sözüm olacak: “Hay dilinizi eşek arısı soksun!”
Saygılarımla.
Arslan Küçükyıldız

Corona Türkiye tablosu son durum 11 Nisan 2020! İstanbul, Ankara ...