16 Aralık 2013 Pazartesi

Makale

Dört Bin Yıllık Türk Zekâ Oyunu: MANGALA / Arslan Küçükyıldız
Sayı 178, Ekim 2010
http://dergi.yenisesonder.com/icindekiler2010.html

Sinemasalı ve Türk Sineması Hakkında Arslan Küçükyıldız'la bir söyleşi


20 Mart 2012 

“ Söyleşen: Çılga GÜREL Görüntüleyen: Ebubekir İZNAEV „

Türk Sineması’nın en büyük sorunu, Türk Sineması’na para harcayanların ilgileridir.”

Türk Ocakları Sanat Edebiyat Kurulu Başkanı yazar ve yönetmen Arslan Küçükyıldız, ile Türk Sineması adıyla yürütülen çalışmaların amacına uygun sonuçlar doğurması için yapılması gerekenler ve Sinemasalı üzerine konuştuk:
 
Arslan Küçükyıldız’ı kısaca tanıyabilir miyiz?
1961 Kastamonu doğumluyum. Babam bir ilkokul öğretmeni idi, görevi dolayısıyla hem köyde hem kentte bulundum. Kastamonu Göl Öğretmen Lisesi’nde yatılı olarak okudum. Değişik açılardan zengindi bu okullar; Marangozhaneleri, demir atölyeleri, sinema salonları, konservatuar mimarisine benzer müzik salonları vesaire vardı. Ben okumayı seviyordum. Çok okuyabileceğim bir meslek diye Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik bölümünde okudum. Kütüphanecilik değişik bilimlerle, tasnifle ilgilenen bir meslek, bu yüzden farklı alanlara yönelebiliyor insan. Eskişehir Anadolu Üniversitesinde Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema ve Televizyon bölümünde yüksek lisans yapmak nasip oldu. Sinema-Televizyon alanına bu şekilde giriş yapmış oldum. 1987 yılından itibaren TRT’de yapımcı yönetmen olarak çalışmaya başladım. Kendi programlarımı hazırladım, değişik kanallarda yayınlandı. Müzik eğlence bölümünde göreve başlamıştım ama müzik eğlence yönetmeni olarak kalmak istemiyordum. Belgesel vs. değişik programlar yapmak istiyordum. Değişik türlerde programlar yaptım. Bunun için sinemanın değişik alanlarıyla da ilgilendim. 

Neden kütüphaneciliği bırakıp sinemayı tercih ettiniz?
Yatılı bir öğretmen lisesinde okudum. Şehrin dışında yapacak pek bir şeyimiz yoktu. Okulumuzda çok güzel bir sinema salonumuz vardı. Bizim de yatılı olarak okuyan öğrenciler olarak en büyük eğlencemiz hafta sonları bir araya gelip beş yüz kişi film seyretmekti. Sanırım sinemanın bende o yüzden özel bir etkisi var; o günlerden kalan bir alışkanlık olabilir. Güzel bir tesadüf sonucu yüksek lisans programını öğrenmiş ve yüksek lisans yapma fırsatı bulmuştum. Böylece kütüphaneciliği terk ettim.

Şu anda Sinemaya dair bir çalışmanız var mı?
Türkiye’de sivil toplum kuruluşları sinemaya fazla ilgi göstermiyorlar. Her alanda süratli bir değişiklik var, kültürel değişim yaşıyor Türkiye. Sinema bu değişimin en etkili motoru. Sinema kitleleri değiştiriyor, dolayısıyla kültürüne önem veren milletler, sinemaya da önem veriyor. Amerika önem verdi, devlet olarak; Hollywood’u kullanıyor. Uzak gelecekte yapmak istedikleri tüm faaliyetlerle alâkalı filmler yaptırıyor. Amerika’da devletin en etkili gücü sinema. Aynı şekilde Avrupa’da da benzer faaliyetler var; Fransız, İtalyan, Alman sinemaları oldukça iyi durumda. Rusya zaten sinemayı bir propaganda aracı haline getirmişti. Dolayısıyla Türkiye’nin sinema sektöründe bir sıkıntısı var, az gelişmişlik var. Bu yüzden ister devlet kurumları olsun, isterse sivil toplum kuruluşları olsun, Sinema’ya öncelik vererek yoğunlaşmamız gerektiğini düşünüyordum. Türk Ocakları ile Yunus Emre Vakfı’nın işbirliği sonucu bir fırsat çıktı veSinemasalı doğdu; Türk Ocakları’nda Sanat Edebiyat Kurulu’nun bir faaliyeti olarak,  “Sinemasalı” adlı bir program yapmak istedik.  Bunu Yunus Emre Vakfına götürdük. Sağ olsunlar kabul edip salonlarını bize açtılar.  Biz de iletişim fakültelerinde okuyan genç arkadaşlarımız ile farklı kesimlerden insanları bir araya getirebileceğimiz bir ekip kurduk. Her hafta bir film seyredip, yorumluyoruz. Genç arkadaşlarımızın senaryolarına, projelerine bakıyoruz. Onlara senaryo yazma tekniği ile ilgili konularda yardımcı olmaya çalışıyoruz. Değişik konuşmacılar gelip kendi alanlarında bilgiler veriyor, önemli sinemacıların yıl dönümlerinde anma programları yapmaya çalışıyoruz. Özetlemek gerekirse “Sinemasalı” Türkiye’deki çok önemli bir boşluğun giderilmesi amacıyla kurulmuş ve bu amaçla genç arkadaşlarımızı yetiştirmeye yönelik çalışmalar yapan, onların zaten içlerinde var olan sinemacı kimliklerini, yönetmen bakış açılarını geliştirmeyi kendine görev edinmiş, bir avuç gönüllünün katkılarıyla yürüyen bir etkinlik.

Gençlerin yazdığı senaryoları nasıl değerlendiriyorsunuz, görüşlerinize yakın buluyor musunuz?
Yazarlar, senaryo yazarları ya da film yapmak isteyen yönetmenler, iç dünyalarında belli bir olgunluğa, zenginliğe ulaşmış insanlardır. Dolayısıyla bizim “Sinemasalı” grubundaki tüm senaryoların kendine has bir özgünlüğü, bir güzelliği var. Bunların bizim kuşağın bakış açısına benzemesini beklemiyoruz. Zaten böyle bir şey de genç sinemacıların hayal dünyalarını, ufuklarını daraltır. Biz genç sinemacıları kendi çalışmalarında tamamen bağımsız bırakmak istiyoruz. “Genç sinemacılar kendilerini daha iyi nasıl yetiştirirler?  Hangi kaynaklara inmelidirler? Kendilerini yetiştirirken neler yapmalıdırlar?” gibi konuların üzerinde tabii ki duruyoruz. Daha çok okumaları daha çok görmeleri için onları teşvik ediyoruz. Hangi filmleri seyredebilirler, filmlerin farklı taraflarına daha iyi nasıl bakabilirler vesaire yol gösterici olmaya çalışıyoruz. Yoksa konularına, üsluplarına müdahil olmayı doğru bulmuyoruz. Arkadaşlarımız farklı bir şey yapacak ve kendi dönemlerinde topluma söylenmesi gereken ne varsa en güzelini söyleyecekler. Bunu nasıl söyleyeceklerini, sinema dillerini de kendileri bulacak. Dolayısıyla arkadaşlarımızın özgün olabilmesi için bir adım geride durmamız gerekiyor, biz sadece onların destekçisiyiz. Biz kendi çapımızda bir şeyler yapmaya çalıştık. Fakat yapılacak çok şey var ve bunu gençlerle birlikte yapmak istiyoruz, ne kadar yetişirlerse o kadar mutlu hissedeceğiz kendimizi. Türk Sineması’nın geleceği onlar. Amacımız gençlerin önünü açmak. 

“ Sinemasalı “isimli çalışmanızda izlenecek filmleri neye göre belirliyorsunuz? Kısa film çalışmalarında neler üzerinde duruyorsunuz?
Sinemasalı’da her hafta Salı günü gerçekleşen etkinliğimize devam eden arkadaşlarımızı zenginleştirecek, geliştirecek filmler seçmeye çalışıyoruz. Tanınmış yönetmenlerin en iyi filmlerini göstermeye çalışıyoruz. Mümkün olduğu kadar sinema dili olarak özgün, başarılı, tanınmış yönetmenlerin filmleri seyretmeye, değerlendirmeye çalışıyoruz. Geçen yıl konumuz Türk Dünyası Sineması idi. Türk Dünyası’ndan, çok geniş bir coğrafyadan; Türkiye’den, Türkiye dışındaki Türk topluluklarından önemli yönetmenlerin önemli filmlerini değerlendirmeye çalıştık. Bu yıl Türk ve Dünya sinemasından önemli filmleri seyretmeye, değerlendirmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de Türkiye’yi, Türk coğrafyasını ilgilendiren konuları seçmeye çalışıyoruz. Başarı öyküleri, insanların kendi kabuklarını nasıl kıracağına dair filmler bizim hoşumuza gidiyor yani kişisel ve toplumsal olarak içinde bulunduğumuz sıkıntıları aşmanın sorgulamaktan geçtiğini biliyoruz. Kendini, toplumu, aileyi sorgulayan filmler seyretmeye çalışıyoruz. Bazen sıra dışına da çıktımız oluyor tabi. Kısa film çalışmalarında bu yılki konumuz “Kirlilik.” Her yönüyle kirliliği anlatan senaryolar hazırladık ve çekimlerine başladık. 

Günümüz Türk Sinemasını nasıl yorumlarsınız?
Kültürün, herhangi bir milletin değerlerinin, müzikte, resimde, heykelde... işlenmiş haline biz sanat diyoruz. Şiir nasıl edebiyatın en ince, en zarif şekilde anlatılması ise sanatların hepsi kendi halinde etrafımızda tabiatta bulunan bir takım değerlerin tezgâhtan geçirilmesi, işlenmesi, parlatılması anlamına geliyor. Sinema da böyle bir şey; sanatlar derinleştikçe kendi kültürlerini incelemeye, parlatmaya emek harcadıkça nasıl gelişiyorsa, sinema da kendi kültürüne, tarihine ne kadar bakarsa o millete o kadar geniş ufuklar açıyor. Bu anlamda sinemada başarılı olmak için kendi kültürümüze bakmak gerekiyor. Oysa sinemamızda kendi kültürümüze bakmada çok zayıfız. Batıda çok derin felsefi çalışmalar var. Filmlerin büyük bir kısmı aslında batının felsefesine dayanıyor. Bizdeki sinemada derin bir felsefeye; tarihe, kültüre, medeniyete, bir Şark medeniyeti, bir Doğu medeniyeti, bir Türk İslam medeniyetine dayanılarak yapılan filmler göremiyoruz. Bir zayıflıktan ve belki de bilinçli bir geri bırakılmışlıktan bahsedebiliriz. Türk sineması başlangıçta çok samimi amaçlarla kurulmuştur ama bu amaçlar doğrultusunda derinleşememiştir, zenginleşememiştir. Hep yüzeyde kalmıştır. Bir toprağın üstünde gördüğünüz şeylere bakmak var birde altta derinde ne gibi hazineler var onlara bakmak var. Derinlerde saklı bu hazineleri ortaya çıkardığınız zaman sinemada da, sanatın diğer kollarında da başarılı olursunuz. Türk sinemasında bazı kıpırdanmalar var. Kendi kültürümüze bakmaya devam eder, derinleşirsek başarılı oluruz. Mesela son zamanlarda tarihi diziler görüyoruz; ”Elveda Rumeli”, “Muhteşem Yüzyıl” gibi. Yine en son “Fetih 1453” bunlar büyük eksikliklerine rağmen kendini tanıma hedefli çalışmalar olarak görülebilir. Yaptığımız işlerle, yani sanatla kendimizi tanımlıyoruz. Bu tanımlama işinde tanıtanların önemi büyük. Tanıtanların zayıflığını da ortadan kaldırabilirsek yani kendimizi ne kadar güçlü tanırsak o kadar başarılı oluruz. Yansıtma işinde sıkıntı yok, sinema tekniğini her yönüyle kullanıyoruz artık.  Ama bu çalışmalarda konuyu, derinliği tam göremiyoruz. Burada biraz sıkıntılar var. Sinema alanında kullanılan metinler edebiyat ürünüdür. Edebiyatımızın da güçlü olması gerek. Mesela bakıyorsunuz binli yıllara ait bir kostüm kitabı yok. Eğer o kostüm kitabı elinizde olsa, modacılar o dönem kostümü ile alâkalı bir yayın yapmış olsa, sinemacı da o dönem ile ilgili film çekerken rahatlık bulur. El yordamıyla bulduğumuz bilgiler yerine, değişik sanat dalları daha çok malzeme vererek yardımcı olursa Türk sineması başarılı olur. Başarının yolu hep birlikte derinleşip kökleşmekten geçiyor.

Seyredip de çok etkilendiğiniz bir film veya dizi var mı?
Türkiye’de Metin Erksan ve filmleri dışında beni etkileyen ciddi bir yönetmen ve film yok. Eskilerde kaldı; “Küçük Ağa” dizisini sevmiştim ama o günkü şartlarda bakmak lazım, bugün baktığımda çok önemli bir sinema dili olmadığı görüyorum. Elveda Rumeli, şahıslarında Damdaki Kemancı esintisi taşıyor gibi gözükmese idi güzel bir dizi olacaktı.  Büyük bir sıkıntı var; konular uyarlama veya zorlama oluyor, özgün değil. Türk Sineması budur diyebileceğimiz örnek çok az.  Dünyada ise beni Kırgızistanlı ünlü bir yönetmen Tölömiş Okeyev.etkilemiştir. Bütün filmleri güzeldir. En çok sevdiğim filmi ise Cengiz Aytmatov’un romanından uyarlanan “Gülsarı“ dır. Kendi coğrafyamızı çok iyi tanıyan, çok iyi şeyler çıkaran yönetmendi. Dostumdu. Allah rahmet eylesin. Bolatbek Şamşayev de beni etkileyen bir başka büyük yönetmendir.

Sizce Türk Sinemasının çok fazla gelişememesinin nedeni nedir?
Türk sinemasının en büyük problemi Türk sinemasına para harcayanların ilgileridir. Yapımcılar, bu coğrafyaya, bu sektöre sadece para gözüyle bakıyor. Hâlbuki bu coğrafyanın kültürüne hizmet eden ürünler zaten para getirir. Batıya ilgi duyan birçok sinema var. Bugün Hindistan sinemasına da baktığımız zaman Batı hayranlığını görüyoruz ama bunun özgün tarafı var, bu özgünlük bizim sinemamızda yok. Kendinize hiç bakmadan Batıya bakmak bir takım zaaflar, eksiklikler doğuruyor. Belki Türk Sineması’nda küçük kıvılcımlar oldu ama bu kıvılcımların çoğaltılması lazım bunu da gençler yapacak. 
Kendi kültürümüz; hemen yanı başımızda yaşayan insanların asil davranışları, onların güzel adetleri, gelenekleri, görenekleri, dinledikleri, yaptıkları şeylerdir. Çok geriye gitmeye gerek yok, bizim kültürümüz zaten yaşıyor. Çok olağanüstü yapımlara gerek yok; bir ordu ile savaş sahnesi çekmek yerine, çadırdaki savaş toplantısını, en az bir ordu ile çektiğiniz film kadar güzel anlatabilirsiniz, yeter ki bir sinema diliniz olsun. Farklı bir sinema diliyle, daha az maliyetli yapımlara girişerek, dayanışma içinde bir sinema ekibiyle başarılı işler yapmak mümkün. Herkes faklı açılardan bu eksiklik üzerine giderse, bu sıkıntı çok kolay aşılabilir. Yani pamuk eller, akrepler yüzünden cebe girmese bile yapılacak çok şey var.

Geleceğe dair hedefleriniz neler?
Önemli yazarlardan düşündüğüm uyarlamalar var, bunlar üzerinde senaryo çalışmaları yapıyorum. Bunları sinemaya aktarmak isterim ama imkânları yapabileceğim noktada görmüyorum. Kitap çalışmalarım var.  Genel olarak bir durgunluk dönemi yaşıyoruz. Kısa zaman içinde bu dönemin aşılacağına inanıyorum. Belki o zaman düşüncelerimizi gerçekleştirmek için bir takım fırsatlar buluruz. Akif’in dediği gibi “Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olaydı!” 

Son olarak Sinema ile alakalı söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Günümüzde herkeste bir kamera var. ‘Büyük Gözaltı’ndayız, ama bu insanlara yetmiyor. Sinema gerçek hayatı değil gerçeğin çekirdeğini bize sunuyor ve İnsanlar da bu gerçeğin peşinde. Teknoloji gelişiyor, ilerde kişiye has televizyonlar kurulacak. İstediğiniz programı ekleyerek evinizde, odanızda kendiniz yapacaksınız televizyonculuğu. Ama sinema ve edebiyat hep var olmaya devam edecek. Sinema, hayatı yoğurarak; sevgiyle, ilgiyle, dikkatle, sanatla, kurgu ile özelleştirdiği insana, kendi macerasını sorgulatabildiği oran ve ölçüde, yaşayacaktır. 

10 Aralık 2013 Salı

Mal


Hafta sonu eşimle birlikte kızımın veli toplantısına katılmıştık. Bir baba, çocukların birbirleriyle olan ilişkilerinden şikayetle bizzat yaşadığı bir hadiseyi anlattı:

Arabasında Kızının bir telefon görüşmesine şahit olmuş, çocuk konuşmasında "Mal, salak, aptal, manyak, geri zekâlı" gibi hitaplar kullanıyormuş. Konuşması bitince sormuş.
-Kızım sen kiminle konuşuyordun öyle?
-En samimi olduğum arkadaşımla görüşüyordum.
-İnsan hiç en yakın arkadaşına böyle hitap eder mi?
-Baba ya, biz aramızda böyle konuşuyoruz.
Eve gelmişler. Yemek vaktiymiş. Yemek masasına oturacakken kızına seslenmiş:
-Geri zekâlı, yemek yiycez, gelsene!
Yemekte:
-Mal, şu tuzu ver!
-Salak, ekmeği uzatsana!
...
Eşi bu saçmalığa daha fazla dayanamamış;
-Bey, sen ne yapıyorsun? Söylediğin şeyler hiç hoş değil. Bir de çocuga örnek olacaksın. Sana yakışıyor mu?
diyecek olmuş. Kızı oradan atılmış:
-Anne, bırak babama dokunma, biz onunla daha yeni iletişim kurmaya başladık...

6 Aralık 2013 Cuma

Efsanenin Adı Şahmeran




EFSANENİN ADI ŞAHMERAN

Arslan Küçükyıldız

Elimde Bilge Kültür Sanat Yayınevi’nce yayınlanan “Efsanenin Adı Şahmeran” adlı nefis kapaklı bir kitap duruyor. (İstanbul, Kasım 2013,176 sf.) Sadece yazarınca imzalanan ilk kitap değil, zevkle okuduğum nadir kitaplardan biri olduğu ve Türk Edebiyatı’nın önemli bir başucu eseri olacağını düşündüğüm için hakkında bir şeyler yazma ihtiyacı hissediyorum. Öncelikle Bilge Kültür Sanat Yayınevi’ni Türk Edebiyatı’na böyle bir eseri kazandırdığı için kutluyorum.

Çocukluğumda okuduğum ve hayal dünyamı derinden etkilediğini düşündüğüm bir hikâyeydi Şahmeran.1960’lı yıllarda okumuştum. Kim kaleme almıştı bilmiyorum ama o efsaneyi bir köy ilkokulu kitaplığından aldığım, şimdi adını hatırlamadığım bir kitapta okumuştum. Şahmeran, binlerce yıldan beri söyleye geldiğimiz bir efsaneydi ve özellikle çocuklar ve gençler için müthiş bir uyarıcı etkisi vardı. En azından benim için öyle olmuştu. Kim kaleme aldıysa Allah ondan razı olsun.

Aradan çok uzun zaman geçti ama ne zaman bir yılan hikâyesi okusam, dinlesem ve yılan görüntüsü seyretsem, aklıma hep Şahmeran hikâyesi geldi. O kadar güçlü bir derin etkisi vardı ki sanki her büyük efsane gibi kendini hatırlatıyordu. Geçtiğimiz yıl Avrasya Yazarlar Birliği’nin Ankara Hamamönü’nde Kabakçı Konağı’ndaki Hikâye Okumaları etkinliğinde ödüllü reklamcı, hikâyeci Hatice Üzgül’le tanışıp onun Şahmeran’la ilgili bir roman kaleme aldığını duyduğumda bunun için çok heyecanlanmıştım. Efsane yeniden sahnedeydi. Büyük bir merak ve sabırsızlıkla Hatice Üzgül’ün romanını bitirmesini bekledim. Romanın yazımı biter bitmez ilk okuyanlardan biri olmak istedim. Hatice Hanım beni kırmadı ve biter bitmez gönderdi. Okudum, değerlendirmemi yazarına söyledim. Hayâl dünyamı zenginleştirmekle kalmayıp halkbilime ilgi duymamın da sebebi olan Şahmeran efsanesi olağanüstü bir kurgu ve nefis bir Türkçeyle, bir roman olarak, elimde idi. Bir çırpıda müsveddeleri okuyup bitirmiştim. Beklediğime değmişti. Sonraki günlerde, eseri Türkiye’nin önemli edebiyat ortamlarından biri olarak gördüğüm Türk Ocakları Kuşlukta Yazarlar Topluluğu yazarları da kitabı değerlendirdi. Çocuk ve Gençlik kitaplarının konuşulduğu Bala Kitap Topluluğu da eseri görüştü. İyi de oldu. Çünkü ciddi mahfillerde değerlendirilmeye layık bir eserdi. Sanıyorum Şahmeran gibi basılmamış bir eseri önceden konuşmak, eleştirmenler için de büyük rahatlık sağlıyor. Hatırladığım kadarıyla kitap eleştirmenlerce epey didiklendi. Hakkında yazılar yazıldı.[1] Şimdi de yayınlanmış güzel bir roman olarak elimizde. Yazarına ne mutlu... Çektiği onca sıkıntıdan sonra eserine kavuştu.

Biliyorsunuz Şahmeran Efsanesinin, Doğu Türkistan’dan Balkanlara kadar Türk Dünyası’nın birçok yerinde çok değişik anlatımları bulunuyor. Hacı Yakup Anad’ın hatıralarından okumuştum; Doğu Türkistan Şahmeran’ını. Türkiye’de de Mersin, Adana, Urfa, Mardin anlatımlarını okumuştum. Hatice Üzgül, bütün farklı anlatımları büyük bir titizlikle araştırmış, incelemiş, bunlardan yararlanarak pırıl pırıl bir Türkçe ile çok güçlü bir roman yazmıştı. Kanaatimce romancı olarak Hatice Üzgül üç önemli başarıya imza atmıştır. Romanın ilk özelliği, bu değişik anlatımları çok sağlam ve sahih bir anlatımla tekleştirmesidir. Hiçbirini ihmal etmeden, hepsinin üzerine çıkabilen bir efsaneyi, roman tekniği ile kaleme almak çok da kolay bir iş değildir. Hatice Üzgül, bu zor işi başarmıştır: Herkes kaşık yapar ama sapını ortalayamaz. Üzgül’ün ikinci başarısı Türk Edebiyatı'na olan hizmetidir. Reklamcılıktan gelmesi dolayısıyla olsa gerek, Türkçesi çok güzel. Bu güzel Türkçeyle, Şahmeran gibi insanlık tarihinin başından beri iyi ile kötünün mücadelesini anlatan zor bir konuyu, çok akıcı bir şekilde işlemesi Türkçemize büyük bir hizmettir. Efsane etrafında roman kurgusu içine dünya kuruldu kurulalı beri yaşanan iyi ile kötünün kavgasının mahir bir şekilde yerleştirilmiş olması kanaatimce yazarın önemli bir başarısıdır. Din ve ahlâk alanlarının derin konularını, çok nahif bir şekilde kaleme almış Üzgül.

Her yaştan okuyucuya hitap edebilecek duru bir dille kaleme alınmış Şahmeran, zaman içinde gittikçe daha çok değer kazanacak bir kitap. Çünkü “Küçük Prens” gibi hayalleri zenginleştiren, derin göndermeci(sembolik) anlatımlı bir kitap. Antoine de Saint-Exupéry’in Küçük Prens adlı kitabı Dünya Edebiyatı için ne anlam ifade ediyorsa Hatice Üzgül’ün Şahmeran kitabı Türk Edebiyatı için aynı anlamı ifade edecektir. 

Kitap, arka kapağında okuyucuyu hemen kendine çeken şu çarpıcı sözlerle özetleniyor:
Düşmanlarının ortaya çıkardığı bir efsanedir Şahmeran!
Dostluğun ve husumetin, ihanetin ve pişmanlığın, bilgeliğin ve büyücülüğün çarpıştığı bir dünyada geçer.
Belki bilirsiniz, kazananlar kaybetmeyi göze alanlar olur.
Ve diyardan diyara, nesilden nesile aktarılır yüzyıllarca…
Fakat çok önemli ayrıntıları hep eksik kalır.
Ta ki bugüne kadar!
Ta ki bu kitaba kadar!
Bu kitap, Şahmeranın şimdiye kadar hiç anlatılmamış kimliğini ortaya çıkarıyor. Efsaneyi gerçeklerle harmanlıyor. Hikâye içinde hikâye karşılıyor sizi. Hiç kesintiye uğramadan Âdem’in yaradılış sürecine tanık oluyorsunuz. Kâbil, Hâbil’i neden öldürdü, Camsab’la birlikte dinliyorsunuz. Akıp gidiyor anlam dolu cümleler peş peşe… Nuh Tufanı kopuyor. Kara bir gül ağlıyor. Şahmeran anlatıyor! Yalın bir dille, bilgece ve cesaret dolu… Hem tanıdık geliyor anlatılanlar hem de yeniden öğretiyor; sevmeyi ve sevilmeyi!”

Üzgül’ün yine 2013’te Bengü Yayınlarınca yayınlanmış bir hikâye kitabı var: Gece Yolcusu.[2]  Hikâyelerini yayınladığı bloğunda “Hayattan kesitler, insanlardan anılar araklayıp kâğıtlara döküyorum. Bazen şiirle, bazen hikâye ile kendimi paylaşıyorum. Hayatımın mesleği, reklamcılık..” diyor. “Reklamcı” ve “Hikâyeci” kimliğine bu kitabıyla “Romancı” kimliğini de eklemiş Hatice Üzgül. Bence mesleği bundan böyle sadece yazarlık olmalı.  Çünkü bu Türkçesiyle, erken kifayet duygusuna kapılmadan, yorulmadan yazarsa Türk Edebiyatı’na büyük katkısı olacağına inanıyorum. Efsanenin Adı Şahmeran kitabının sonunu okuyanlar Efsanelerin bir seri roman olacağını görecek ve sanıyorum gelecek efsane romanları büyük bir merakla bekleyecektir. Merak edenler için bir sır vereyim: Serinin ikinci romanı Lokman Hekim’in yazımı bitmek üzere.

Hatice Üzgül’ü, kitabın basımına katkıda bulunan dostları, Bilge Sanat Kültür yayınevini kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.

(Bilge Kültür Sanat: 0.212.5207253 ve kitapçılarınıza müracaat ediniz.)

21 Kasım 2013 Perşembe

Yer


- Vardım baktım herzamanki yerimde bir adam duruyordu, dedi genç kız.
Annesi merakla sordu:
- Öğrenci velisi miymiş? Kimmiş?
- Bilmemki hiç veliye filan benzemiyordu. Tanımıyorum.
- Peki sen ne yaptın, ayakta mı gittin okula; koca dolmuşta sana yer veren biri çıkmadı mı?
- Dolmuşta değildi, beklediğim yerdeydi.



18 Kasım 2013 Pazartesi

Bir Dost Hikayesi: Şirinlerin Dünyası


AHMET KÖMEÇOĞLU  - 1964 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Gazi Üniversitesi TEF Elektrik-Elektronik Bölümünü bitirdi. TRT’de Kurgucu olarak çalıştı. Avrupa’da Bir Sultan, Yayla Yollarında, Su Perisi Kayıklar, Sivas Kangal Köpeği, Ferhunde Hanım ve Kızları, Ankara Tiftik keçisi, Van Kedisi, Ankara Kedisi gibi pek çok drama ve belgesel programının kurgusunu yaptı. TRT Türkmenistan Temsilciliğinde üç yıl süreyle Türkmen Diyarı isimli haftalık programın yapımında yer aldı. Kırk dört bölümlük Avrupa’da belgeselinin danışmanlığını yaptı. Bir Çay İçiminde Türkmenistan kitabını yazdı. 

 ŞİRİNLERİN DÜNYASI

“Hocam kafanızı karıştırmaya geldim.”
Sesle beraber açılan kapıdan içeri dolan, Bilade’nin gülen yüzüydü. Asık suratlı görünmesine alışıkken böyle bir gülümseme takmışsa yüzüne arkasında bir şeyler var, demekti. Daha doğrusu bu ifade, çoğunlukla, o konuşacak ben dinleyeceğim, demekti.
‘Beni uyandırıyor hocam bu meret’ dediği acı kahveyi pek sevmememe rağmen, onunla beraber içmem gerektiğini düşünür, gelir gelmez çaycı hanıma siparişimi verirdim. Yine öyle yaptım. Onun deyişiyle ‘iki gâvur kahvesi’ söyledim. Bir garip adamdı, Bilade. Şu koca kurumda konuşabildiği, dertleşebildiği kaç kişi vardı ki dostum, arkadaşım diyebileceği?
O kendi işinden, daha doğrusu işindeki sıkıntılarından, ben de benimkilerden konuştuk, kahveler gelinceye kadar. Söz döndü, dolaştı, her zaman olduğu gibi memleket meselelerine geldi. Gündemdeki konuları, öncelikli sorunlarımız olmadığını bildiğimiz halde, nasıl olup ta herkesin konuştuğuna, bilir veya bilmez yorumladığına, hatta taraf oluşuna bir anlam bulmaya çalıştığını anlattı, uzun uzun. “Senin Şirin’den farkımız yok be hocam” dedi, Bilade. “Ne yapıyorsun sen?” diye sorduktan sonra, ağzımı açmama bile fırsat vermeden cevaplamaya başladı: “Şirin’in yemini veriyorsun, suyunu içiriyorsun. Kapıyı, pencereyi örttükten sonra, arada bir kafesin kapağını açıp dışarı salıyorsun. O ne yapıyor? Ürkek adımlarla kafesin kapağına geliyor, etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra başlıyor uçmaya. Odanın içinde gürültüyle bir tur attıktan sonra ya tekrar kafesin üzerine geliyor ya da odada başka insanlar olmasına rağmen senin başına, omzuna konuyor. Yani kendisini kafese kapatana bağlılığını ilan ediyor. Kuş beyinli işte!”
-Kuş beyinliymiş!
“Bizim iyiliğimiz için kanunlar çıkartılıyor, eli kolu bağlanan biz oluyoruz. Hayat seviyemizi iyileştireceği söylenen yapılar yükseliyor, biz küçülüyoruz. Geniş yollar, ferah parklar çoğalıyor, biz siniyoruz. Cisimler ışıltıyla parlarken, ruhlarımız çelişkiler dünyasının karanlığında boğuluyor. Kim, tüm bunların sebebi?”
-Kendin bir şey yapma, ona buna çamur at. Oh, ne âlâ. Kuş beyinliymiş!
Derin bir soluk aldı, daha doğrusu iç geçirdi. Kahvesine baktı, bitmediğini görünce bir yudum daha içti. Akşamın alaca karanlığı basıyordu. Mesaimiz bitmek üzereydi. Önüne o gün yazdığım makalemi uzattım, hem okuması hem de biraz susması niyetiyle.
Ben Şirin’in yemeğine takviye yapıp, suyunu bırakayım, dedim. O yarın ki gazetede yayınlanacak makalemi okurken, ben Şirin’le uğraştım. Bu arada da ekledim:
-Ama ben Şirin’i çok seviyorum...
Gülümsedi, cevap verecek gibi oldu vazgeçti, okumaya devam etti.
-Çok seviyormuş! Sen kendini seviyorsun. Seninki hayvan sevgisi değil ki! Sen ve senin gibiler, her dediğinizi yapanları, size hiç itiraz edemeyecek zavallıları seviyorsunuz, adına da hayvan sevgisi diyorsunuz!
Bakalım beğenecek mi yazdıklarımı diye göz ucuyla Bilade’ye bakarken, yavaş yavaş çıkış hazırlıklarımı yaptım. Bir şey söylemez ama belli ederdi mimiklerinden, beğendiğini veya hoşlanmadığını. Aslında gazeteci değildim. Zaten kim gazeteciydi ki? Herkes yazıyordu, ben de yazarak rahatlayayım dedim, kendi kendime. Son zamanlarda yaşanılanlar karşısında belki sesimizi duyan birileri olur, milleti uyarmalı, diye düşündüm. Olan biteni önemsizleştirmek isteyenlere; paronaya ya da şizofrenik bir bakış diye alaya alanlara karşı, ilerleyen senaryonun devamında olabilecekleri, ülkenin ve milletin başına gelebilecekleri, söyleyelim istedim. Çünkü zaman gerçekten milletin aleyhine işliyordu. Dünyanın kaderini ellerinde tutanlarla, onların memleket içindeki uzantıları, insanlığı çağdaş birer köle yapma yarışındaydılar.
“Kültürümüzü etki altına alarak sömürüyü kolaylaştırmanın bütün yollarını deniyorlar. Tüketim toplumu olmanın önündeki en büyük engel olan dini ve dili, kendi ölçülerine uydurmak ve bunların belirlediği hayatı denetimlerine geçirmek için ne gerekiyorsa, behemehal yerine getiriyorlar. Tüketim ekonomisinden beslenen basın ve yayın organları vasıtasıyla, halk, çağdaş birer birey olmaları yolunda bilgilendiriliyor! Kimi zaman sözde bilim adamı, siyasetçi, sporcu ya da sanatçı denilen taklitçiler yoluyla, kimi zaman da bilinçli hazırlanmış moda ve eğlence programlarıyla benliklerin değiştirilmesine çalışılıyor. Millet, yeme içme adabından, konuşma biçimine kadar başka bir hayat tarzının içine sürükleniyor. Düşünmesine, sorgulamasına fırsat bırakılmadan tatlı sert tüketmeye zorlanan ve üretmeyen bir toplum, en büyük değer yargısı bireyler üzerinden sağlanan menfaat olan çağdaş dünyalılar için biçilmiş kaftan. Kendilerine yakınlaşan kişi ve toplulukları, her açıdan, özellikle iktisadi güçlerini ve toplumdaki durumlarını üst düzeye ulaştırarak, imrenilenler olmasını sağlıyorlar. Böylece sömürü düzenlerine hizmet eden, sadık kullarının sayısını çoğaltıyorlar. Bütün bu olanlar karşısında suskun kalmayı, şeytanla işbirliği yapmakla eşdeğer görenler,- ben ne yapabilirim?- sorusunun cevabını, aramalılar…”
-Hıh! Sanki kendi bulmuş ta başkalarına salık veriyor!
Yazımın son kısmını niye sesli okudu, merak ettim doğrusu. Ama nasıl olsa bir şeyler söyler diye sabırla bekledim. Okumayı bitirdikten sonra önce Şirin’e sonra bana baktı.
“Aramalılar,” dedi sustu. Tekrar, “aramalılar hocam,” dedikten sonra pencereden, sıra sıra dizilmiş bekleyen beyaz araçlara bakarak gitme vaktinin geldiğini söyledi. Kafasından geçenleri söylemek yerine böyle ilgisiz bir söz söylediğini düşündüm. “Doluşalım otobüslere, gidelim evimize” dedi, vedalaştık ve gitti. Şirin’in gönlünü okşayıcı birkaç güzel sözden sonra, onu kafesine kapattım ve ben de çıktım.
-Beni seviyormuş… ‘Kendine iyi bak kızım, yarın görüşürüz’ dedi ve gitti. El insaf! Bu nasıl sevgi? Bu karanlık yerde, beni bir başıma bırak git, sabahlara kadar gelme! Şimdi birazdan, temizlikçiler girer odaya. Şakır, şakır kilit açılır, pat küt çöp kovaları boşaltılır, o oraya, bu buraya çekiştirilir. Demezler ki; Şirin ürkebilir, korkabilir, biraz dikkat edelim. Beni Seviyormuş! Peh! Sevgiye bak! Uçmak isterim; kafesin kalın ve soğuk parmaklıklarına çarparım. Konuşmak isterim; ben söyler, ben dinlerim. Yemi ve suyu koydu gitti ya, her şey tamam onun için. Şirin yer değil yuva ister, bilmez ki! Ah bu insanoğlu… Hele şu arkadaşı! Gelir gider aynı lafları söyler. Be adam önce sen git kendi hayatını bir düzene sok. Sana ne düzenden, düzene kul olmuşlardan. Önce sen insan olmayı başar da ondan sonra başkasına ahkâm kes. Oh, özü höpürdete höpürdete kahvesini içiyor, keyif çatıyor, arada bir de bilmiş bilmiş bana bakıyor. Sanırsınız ki beni düşünüyor. Nerdee? Yok Şirin’den farkları yokmuş, yok kuş beyinliymiş? Ne boş laflar Ya Rabbim! Ne sanıyor bunlar kendilerini? Hadi siz kendinizi kendi ellerinizle, darlığa, yokluğa mahkûm ediyorsunuz, bizden ne istiyorsunuz? Ömrünüz boyu çalışıp, kendinizi konudan komşudan, eşten dosttan, havadan topraktan ayıran evler alıyorsunuz, hapishanede yaşarcasına yaşıyorsunuz diye bizi de kendiniz gibi mi sanıyorsunuz? Amaan, güle güle gidin. Alın çantalarınızı, siz de akşamları insan yutan, sabahları insan kusan homurtulu beyaz canavarlara doğru akıp giden güruhun içine katılın…
Eyvah! İşte, biri daha giriyor içeri. Bitmez bu gece bitmez… ‘Güvenlikçi’ dedikleri gölgeden nem kapanlardan biridir, kesin. Yavaş aç be adam şu kapıyı, insan ol biraz… Evet, o. Tek gelir her zaman ama yanında görünmeyen biri daha var. Elindeki karaltıdan gelir sesi. İşte yaklaşıyor. Allah’ım dokunmasa bari… Eyvah, ah salladı yine kafesi... Zalim bunlar zalim.
- Zzıt. Merkezden gezici üçe. Merkezden geçici üçe. İntikal ettin mi la? Zzıt.
- Zzıt. Evet, amirim. Guşmuş, guş! Zzıt.
- Zzıt. Aynı guş mu la? Zzıt.
- Zzıt. Evet, amirim. Hep okuyan yazan bir herif var ya onun guşu işte. Aynı, aynı. Zzt.
-Yavaş ört şu kapıyı. Ahh! Yine çarptı. İnsan oğlu insan! Her gün aynı sahneyi yaşıyorum, buraya geldiğim günden beri. Herkes gittikten sonra biri gelir, kapıyı açar içeri bakar, gider sonra başkası gelir, yanındaki görünmez adamla. Görünmez olan illa ki soracak, ne gördün diye, öbürü de her zaman cevap verir, alık alık. Dese ya sen de buradasın, ben de buradayım, niye bana sorup duruyorsun diye. Yok, demez. Akıl sır ermez şu insanların işine. Kul etmiş kendini, avucunun içindeki karaltıya! Guş imiş!.. Adımızı bile bilmiyor daha. Yok, yok hepsi aynı bunların. Bizimki yuvasında mışıl mışıl uyur, ben burada yoldan geçen ışıkları sayarım. Bir de korkularının mahkûmu olmuş bu tacizcileri beklerim, diken üstünde. Neymiş, beni seviyormuş… Peh!..

Kaynak: http://edekitap.com.tr/dergi-49

Bir Tas Çorba


Kemal Abi ömrünü inandığı gibi yaşayan nadir insanlardan biriydi. Hiç karşılık beklemeden, onca yaşına rağmen habercilik yapmaya, bir internet gazetesi çıkarmaya çalışıyordu. Haber ve yazı sıkıntısı çekiyordu. Haber ajanslarına abone olacak gücü yoktu. Gazetesinin yazarlarına hiç para veremiyordu, çünkü kendisi de bu işten fazla kazanamıyordu. Ama her şeye rağmen gazete çıkmalı, fikirler söylenmeli, dertlere çare olunmalı, güzellikler paylaşılmalıydı. Telefonda:
-Neden yazmıyorsun? diyordu.
O, her zamanki babacan üslubuyla konuşurken, ben yıllar öncesine, ortak hatıralarımıza doğru bir yolculuğa çıkmıştım. Nedense hep böyle olur, ne zaman onunla konuşsam geçmiş gözümde canlanırdı ve bir tas çorba...
Cevabım kısa oldu:
-Abi, yazacağım, söz!
Yazmaz olur muydum, yazacaktım tabi ama... Neyi yazacaktım ki? Bütün kelime ve kavramların, değerlerin birbirine karıştığı, kirlendiği, kirletildiği şu dünyada anlatılacak, yazılacak, çizilecek çok şey vardı. Lakin bunların pek azı kıymetliydi; Aşk, sevgi, dostluk, kendini düşünmeme, ömrünü bir değere adama gibi...
Ankara’nın, Türkiye’nin Komünist ve Ülkücü gruplar arasında paylaşıldığı yıllardı. Kimse kimsenin semtine, okuluna, sınıfına, yurduna serbestçe giremezdi. Siyasi kimliğinizi ispatlamak zorundaydınız. Ya bir tanıdık yahut o fikre mensubiyetini gösteren bir şeyler bilmeliydiniz. Öyle her ülkücü, elini kolunu sallayarak evinden, kaldığı öğrenci yurdundan okuluna kolayca gidemezdi. Okula hangi grubun ne şekilde gideceği belli idi. Mesela biz Ülkücü Dil-Tarihliler, Numune Hastanesinin karşısındaki kahvede toplandıktan sonra topluluk halinde gidebiliyorduk okula. Çünkü yalnız yakalandığınızda birileri sizi “indirebilir”di. Kaldığımız Konya Yurdu okula yürüyerek on dakika bile sürmezken önce Numune’den geçen dolmuşlara biner, sonra kahvede herkesin toparlanmasını beklerdik. Sıhhiye, Komünistlerin elindeydi. Bazı okulların her iki grubun girdiği yerler olmasının yanında, kelleyi koltuğa alarak gidilebilen okullar da vardı. Gidilemeyen okullar da. Meselâ ODTÜ, Siyasal Bilgiler gibi okullar bunlardan bazılarıydı. Komünistler Hacettepe, Siyasal, ODTÜ gibi devlet öğrenci yurtlarında hâkim ve birçok özel yurda sahip iken, ülkücülerin elinde resmi yurt olarak Site Yurdu (Atatürk Öğrenci Yurdu), özel yurt olarak da Yozgat, Kütahya, Konya, Niğde, Adana, Sivas, Giresun gibi illerin kalkındırma derneklerince yaptırılmış bazı yurtlar vardı.
Bunların bir kısmında ben de kaldım. Okula başladığım ilk hafta, bir gece Yozgat Yurdu’nda kaldım. Kırık pencereli geniş bir koğuşta yattım ve bir daha o yurda hiç uğramadım. Çünkü sabah kalktığımda her tarafım tutulmuştu. Üşütmüştüm. Sonra Site Yurdu'nda yer olmadığı için Kütahya Yurdu’nda üç beş ay kalmış, birinci yılın sonlarında yer açılınca Site Yurdu’na geçmiş, kapanınca da Konya Yurdu’na gelmiştim.
Konyalı hayırseverlerce yaptırılmıştı yurt. Ülkücülerin hâkimiyetindeki birkaç yurttan durumu oldukça iyi olan bir yurttu. Odaları büyüklü küçüklüydü. Elektriği, suyu, kaloriferi vardı. Olaylara uzak bir bölgede sayılırdı. Kütahya Yurdu gibi her gün kurşunlanmıyordu. Adana, Sivas, Giresun Yurtları gibi ateş ortasında değildi. Gerçi arada bir, “filanca yerde olay varmış, yardıma ihtiyaç var; koşun!” gibi haberler gelirdi ama öyle sınır bölgelerindeki yurtlar gibi değildi. Oralarda silahlı çatışmalar, kavga gürültü, yaralamalar, ölümler hiç eksik olmazdı.
Yurtta kantin yoktu. Karnımızı doyurmak için Niğde Yurdu’na giderdik. Yemekler ucuz sayılırdı, tabii parası olanlar için. Doğru dürüst paramız olmadığı için ara sıra giderdik. Tek ayrıcalığımız, kazara bir arkadaşımıza bir yerden biraz para geldiğinde soluğu yurdun karşısındaki pidecide almaktı. Parasız günlerimizde de yurtta peynir ekmeğe talim ederdik. Çoğu zaman onu da bulamayan arkadaşlarımız vardı. Bunlardan birini, Taşar’ı hiç unutmayacağım. Sabah kahvaltısı için aldığı sayılı zeytinle ekmeğini yer, öğlen okulda –ucuz olduğu için- iki defa yemek alır, onu güzelce yer ama akşam yemeği yemezdi, yiyemezdi. Çünkü ailesi veya başka bir yerden parası gelmezdi. Aldığı devlet kredisi ile ancak zeytin ekmeğe parası yetiyordu.
1979 yılı Ankara’da çok soğuk, çetin bir kış yaşadık. O yıl yurdun ihtiyaçları için yardımcı olan hamiyetperverler nedense ortalıktan kayboldu. Kaloriferler yanmıyordu. Acil durumlarda bile banyo yapamıyor, komşu yurtlara rica ediyor, hamam arıyorduk. Odalarda küçük elektrik ocaklarıyla ısınıyorduk. Üzerindeki çaydanlıklarda çayımızı yemeğimizi pişiriyorduk. Her odada bu ocaklardan yanınca, tabii olarak yurdun şebekesi buna isyan etti. Bir gece sigorta panosu yanmış. İkinci katın tuvaletindeki musluklardan birinin de gevşemesi aynı günü bulmuş. Tuvaletten koridora doğru akan su merdivenlere süzülmüş ve donmuş. Gece ihtiyaç görmeye kalkan bir çocuk tuvalete yönelince buzlanmış zemini fark edememiş, kaymaya başlamış. Elektrik kaçağı oluşmuş; bir yandan cereyana kapılmış, bir yandan kayıyor, bir gürültüdür koptu. Kurtarmaya koşanlar da aynı akıbete uğruyor, güç bela kurtuldular. Bu buzlanmanın iki üç gün sürdüğünü, yurdun parası olmadığı için elektrik ve su tesisatının tamirinin bir hafta filan yaptırılamadığını hatırlıyorum. Nispeten durumu iyi olan bir yurttu dediğim Konya Yurdu’nun ahvali böyle idi. Gerisini siz düşünün.
Böyle bir kış gününün sabahında yatağında kaskatı kesilmiş, donmak üzereyken bulan arkadaşlar Muhammed Ulubaş adlı o arkadaşımızı hastaneye ucu ucuna yetiştirmişlerdi.  Böyle bir sürü hikâye hatırlıyorum ama size şu bir tas çorbanın hikâyesini anlatmak istiyorum:
O ağır kış güç bela geçmiş, tatil yaklaşmış, yurtta kalanlar azalmıştı. Maddi durumum oda arkadaşım Taşar’a göre iyiydi ama çoğu zaman ben de parasız kalıyordum. Gene böyle günlerimdeydim. Ramazan yakındı. Bende beş para yok; oda arkadaşlarım Cengiz’de, Raşit’te, İsmail’de de, kimsede para yok. Yurda tıkılıp kaldım. Bir tarafa gidemiyorum. Yurdun kalabalık odalarından birinde yatıyorum. Karnım aç ama tek kuruş param olmadığı için yataktan çıkamıyorum. Arada bir kalkıp su içiyorum. Kitap okumaya elim varmıyor. Açım. Hiçbir şey yemeyeli bir gün geçmiş. Aç insan ne yapar? Sürekli açlığını düşünür; ben de düşünüyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Bari o anda içinde bulunduğum fizikî ve ruhî durumu yazıya geçireyim, elime aldığım kâğıda açlığımı ve açlık psikolojimi yazayım diye yazmaya başladım; işte şöyle oldu, böyle oldu, karnım guruldadı, şunu yemeği düşündüm, bunu yemeği düşündüm, şunu canım istedi gibi şeyler yazıyorum. Ümitliyim; bir yerlerden bir imdat nasıl olsa gelir diye düşünüyorum. Açlığımın birinci günü böyle yataktan çıkmadan, arada bir açlığımın seyrini kaleme alarak geçti. Kendimi dinliyorum. Hissettiklerimi kaydediyorum. Zola gibi aklıma ne gelirse olduğu gibi yazıyorum. Dostoyevski’nin açlık içindeki kahramanlarına benzetiyorum kendimi. Yazabilmek hoşuma gidiyor. Kendi kendime ne kadar aç kalabileceğimi merak ediyorum… Kararlıyım; sonuna kadar aç kalacak ama açlığımı yazmaya devam edeceğim. Nasıl olsa diyorum kendime, yılda bir ay oruç tutuyoruz, oruçlu olduğunu farz et! Zaten Ramazan da gelmiş, sabrediyorum.
Açlığımın ikinci günü Arife günü idi. Oldukça zor geçti. Açlığı daha sık düşünüyor, daha az yazabiliyordum. Zar zor akşamı buldum. Fikret'in "Bugün yine açız evlatlarım" şiirini hatırlayarak, ertesi günün Ramazan olması hasebiyle sahuru beklemeden suyumu içtim ve oruca niyetlendim. Zaten açtım. Açlığa talimliydim, su içmeden de durabilirdim. Tabii ki orucumu da tutacaktım.
Ertesi gün -açlığımın üçüncü, Ramazan’ın birinci günü- ortalıkta farklı bir hava var. Kimse yemek yemiyor, kahvaltı yapmıyor, çay içmiyor. Ben yine yataktan çıkmıyorum. Uyumuyorum ama bir halsizlik, uykusuzluk var üstümde. Sanki daha az açlık hissediyor gibiyim. Tarihe not düşmek için başladığım açlık hikâyemi de bir türlü ilerletemiyorum! Açlıktan başka bir şey düşünemiyorum ki. İyice yazamaz oldum ama bunu da çok büyük bir mesele olarak görmüyorum. Açlığıma bir çözüm üretmem lazım. Beynim sadece bununla meşgul.
Ramazan’ın ilk gününü, battaniyenin altında, oruç tutmakta zorlananların sohbetlerini; akşama ne yiyecekleri ve ne pişireceklerini konuşanları dinlemekle geçirdim. İftar saati yaklaştıkça herkesteki uhrevî heyecan artıyor. Oruç tutanlar iftar sofrası hazırlamaya başlamışlar. Birazdan top atılacak! Üç gündür sadece su ile idare ettiğim için hiç telaşlanmıyorum. İftarda kalkıp suyumu içeceğim ve yeniden yatacağım. Ama nefis öyle bir şey ki, yan odalarda yapılan bütün yemekleri tarifliyor insana. Hazırlanmakta olan iftar sofralarına kendimi nasıl davet ettirebileceğimi filan düşünüyorum. Aksi gibi iftar sofrası hazırlayanların hiçbirini tanımıyorum. Başka okullardan çocuklar. Merhabamız olsa da tanışıklık yok. Dil Tarihliler de ortalıkta gözükmüyor. Kalkıp sersem sepeler ortalığı kolaçan ettim ama en küçük bir ümit ışığı yok. Serde gururlu olmak var. Kimseye minnet etmemeye karar veriyorum. Yapacak bir şey yok. Biraz sonra iftar olacak. Sudan başka bir şey olmayan soframı hazırladım. Orucumu açacağım. Ezanın eli kulağında.
Koğuşun kapısından Behçet Kemal Abi girdi. Benim sudan ibaret iftar soframı görmüş ve durumumu anlamış olmalı ki:
-Arslan ne yapıyorsun?
Bende söylenecek söz yok.
-...
-Kalk gidiyoruz! dedi. 
Tabii nereye gittiğimizi merak ediyorum, o sıralarda yurtta adam az, olaylar artmış, sık sık nöbete yazıyorlar. ‘Herhalde nöbete filan gidiyoruz.’ diyorum. Ama içimde de küçücük bir ümit ışığı parlıyor. Diğer nöbetçiler de iyi kötü bir şeyler getirir, ben de nasiplenirim, diye düşünüyorum ve Kemal Abi’nin peşine takılıyorum. Kemal Abi beni kendi odalarına sokuyor. Ortadaki sehpanın üstünde bir tas çorba ve pideden oluşan iftar sofrası hazırlanmış. Birkaç kişi var. Beni sofraya buyur ediyorlar. İçerdekilere selam veriyorum ama içimden Allah’a dua ediyorum, şükürler ediyorum. Allah’ım benim yurt köşelerinde aç bilaç oruç tutmama razı olmamış, bir kulunu iftar yapabilmeme vesile etmişti.
Kemal Abi’nin ev sahipliğinde üç beş arkadaşla yaptığımız o iftar hayatımın en güzel iftarı, yediğimiz o bir tas çorba, hayatımda içtiğim en güzel çorba oldu.

15 Kasım 2013 Cuma

Zeka ve Düzen Oyunu: Çelik Çomak


Çelik çomak eski bir Türk oyunudur. Uygulamada yörelere göre küçük farklılıklar görülse de, özü itibariyle aynı esaslara dayanır.
Bir oyun şekline göre; bir metrelik kazık üzerine konan çeliğin bir sopayla uzaklaştırılması ve yere düşmeden rakip takım tarafından tutulması veya dokunulmasıyla el değiştiren bir oyundur. İki takım halinde oynanması, özellikle sayı saymayı ve hesap yapmayı da ihtiva eden, rekabete dayalı bir oyundur. Ayrıntılı kuralları vardır. Bu oyun Batı ülkelerindeki “kriket” oyununun bazı özelliklerini de üzerinde taşımaktadır.
Bir başka oyun şekline göre de; çelik çomak oyunu, iki taş üzerine 10 cm. büyüklüğünde ve yaklaşık 2 veya 3 cm. kalınlığında “çelik” adı verilen ağaç parçasının köprü şeklinde konularak ya da elle havaya atılarak diğer elde tutulan bir değnekle vurulması suretiyle oynanan bir çocuk oyunu çeşididir. Çelik havada iken yakalamak esastır. Çelik havada yakalanır ise onu çelen (vuran) kişi ölmüş sayılır. Ancak onun tekrar oyuna katılabilmesi için, diğer arkadaşının oyun esnasında ona can (oyunda oynama hakkı) vermesi lazımdır. Bu oyunda oyunu oynayan çeliği çelen tarafa “çelik çelen/oynayan” taraf, onu karşılayan tarafa “yelen taraf” adı verilmektedir.
Tarihi Türk çocuk oyunu çelik çomak hakkında Arslan Küçükyıldız * şu bilgileri veriyor: “Kullanamadığımız, kıymetini bilmediğimiz, değerlendiremediğimiz değerimizi, zenginliğimiz, dünya çapındaki değerimiz; hepimizin yakından bildiği Çelik Çomak Oyunu'dur. Hepimizin çok iyi bildiği, ama kullanmadığımız, dönüp bakmadığımız bir zenginlik! Kutadgu Bilig'den şöyle bir mısra var: "Bilgi, denizin dibinde bir inci gibi durur. Kişioğlu inciyi denizden çıkarmazsa, ha inci olmuş ha çakıl taşı!" Bildiğimiz bir çocuk oyunu çelik çomak. Ama onda ne büyük bir cevher olduğunu görmüyoruz. İngilizler, bizim Anadolu'da, mesela Bolu'da Hülü olarak bildiğimiz, oynadığımız Golf oyununu Hindistan'da görüp ülkelerine taşıdılar. Yine çevgen oyunumuzu Atlı Polo olarak ülkelerine götürdüler. Bu oyunlar için takımlar kurdular. Kurallarını belirlediler, oyunun özelliğine uygun kıyafetler buldular. Turnuvalar düzenlediler. Bizim değerlerimizi işleyip geliştirdiler. Elmasın topraktan çıkarılıp işlenmesi gibi bir şeydi bu.
Bizim bir değer atfetmediğimiz, çoluk çocuk oyunu olarak gördüğümüz çelik çomak da bu türden bir elmastır. Çelik çomak oyununun, Türkiye çapındaki ve Türk Dünyası'ndaki çok az farklı oynanışlarını ele alıp bir güzel inceledikten sonra kısa bir zamanda kurallarını belirleme imkanı vardır. Kuralları belirledikten sonra oyun mekânları bulmak, sahayı belirlemek gerekmektedir. Bu oyun için başlangıçta çok büyük ve çok şatafatlı sahalar gerekmiyor. İleride şüphesiz adına turnuvalar düzenlenen, ligler kurulan bir spor haline geldikten sonra, elbette özel sahalar yapılabilir. Bizim ilk önce düşüneceğimiz şey, oyuncu sayısı, temel kuralları, oyun için gerekli malzemeler olacaktır.
Kendisine ait dernekleri, basını, ligleri olan, önce Türkiye genelinde yerleşecek, sonra dünya çapında bir oyun haline getirilecek çelik çomak, ülke adına büyük bir kazanç olacaktır. İngilizlerin iki yüz yıl önce yaptıklarını biz niye yapamayalım; milli bir oyunumuzu, tüm insanlığa mal etmeyelim?
Çelik çomak oyunu öncelikle bir savaş oyunudur. İnsan dikkatini en üst noktaya çıkaran, fevkalade güzel bir oyundur. Çeviklik, cesaret, sürat… spor olarak ne isterseniz içindedir. Çocukluğumda 25-30 yaşlarındaki büyüklerin bu oyunu zevkle, hem de iddialı bir şekilde oynadıklarını biliyorum. Kaybedenlere verilen cezaları hatırladıkça katıla katıla gülerim. Bir defasında yenilenler, öteki takımı sırtında taşımış, bir yandan da merkep sesi çıkarmakla cezalandırılmışlardı. Bu oyunun çok az da olsa tanınmasıyla müthiş bir cazibe merkezi olacak bir spor koluna dönüşeceğinden hiç kuşkum yok. Herkesin yapabileceği, her yaşa uygun bir spor olduğu kesin. İlgi gösterilmesi halinde çok kısa bir zamanda kalkınacağı da şüphesizdir.

Aynı şekilde, batılıların gördükleri zaman akıllarının şaştığı gökbörü oyununun da dünya çapında müsabakaları yapılabilir. En azından Türk Devletleri arasında bu ve benzer milli sporlarımızın karşılaşmaları düzenlenebilir. Bu çalışma, dünyada spor turizmine yeni bir boyut getirecek bir çalışma olacaktır. Sonuçta devletimiz ve milletimiz için çok kârlı bir iştir. Yine, dünyada milyonların seyrettiği satranç müsabakalarını solda sıfır bırakacak bir oyunumuz var ki adı Dokuz Kumalak-Dokuz Korgool-Mangala’dır ve dünya şampiyonu satranççı Kasparov bile bu oyunun ustasına yenilmiştir. Bizde ne zenginlikler var ama haberimiz yok!”        

14 Kasım 2013 Perşembe

Kurtarma


Güneşli bir sonbahar günüydü. Osmanlı İş Merkezi'ndeki kuruyemişçiden birşeyler alıp çıktım. Eve gidecektim. Yolumun üzerinde koyu bir sohbete dalmış üç yaşlı teyze vardı. En yaşlıları hararetle birşey anlatıyor, öbürleri dinliyordu. Yanlarından geçerken kulağıma yarım bir cümle çalındı. "...demiş atalarımız." Konuşmanın bu kadarını duyabildim. Yürüyor, bir yandan da düşünüyordum; Söylediği, bir atasözü idi ama ne idi? Herhalde konuştukları mesele ile alâkalı bir atasözüydü. Belki de çok önemli bir mevzunun can damarına temas ediyordu. Kimbilir ne hikmetli bir sözdü. Bu sözü ve ilgili olduğu konuyu işitebilseydim keşke, dedim kendi kendime.  Akyurt uludükkanının köşeyi döndüm, yürüyorum, bir yandan da kendime kızıyorum; Neden yanlarından ağır geçmedim, neden duyamadım...Sonra şöyle düşündüm. Belki bu yaşlı teyze, hayatında büyüklerinden bir kere işittiği ve kendisine miras kalmış bir atasözünü ömründe ilk defa kullanıyor ve bu sözü işiten şu arkadaşları bu atasözünü unutup gidecekler. Bir kez bile olsun bu sözü kullandıkları ve kendilerinden genç birilerinin de dinlediği bir sohbet yapmayacaklar. Yapamayacaklar; fırsatları olmayacak, hızlanan hayatta kendilerine ne kadar yer veriyoruz ki sözlerine önem verip söylediklerini aklımızda tutalım. Böyle bir sohbet olsa, atasözünü de bir vesileyle aktarmış olsalar bile dinleyenler bu sözü akıllarında tutup aktarmayacaklar. Her zaman dinledikleri ama akıllarına veya bir kenara bunu yazmadıkladrı için orada kalacak. Kayıt altına alınmış olmayacak. Böylece belki de bir roman hacmindeki bir büyük tecrübe bu kadınlarla birlikte yok olacak. Bütün bunlar böyle bir anda aklıma geldi ve geri dönüp söylenen atasözünü kendisinden sormayı düşündüm. Kağıt kalem arandım, yanımda yoktu. İşin ucunda azarlanmak, "Sana ne? Sen kimsin? Niye bizi dinledin?" gibi sorularla hırpalanmak da vardı. Kısa bir tereddüt geçirdim. Gidip sorsam mı, yoksa 'bana ne' deyip yoluma mı gideyim? Ne kazanacak, ne kaybedecektim?  Yüreğim elvermedi ve geçtiğim yirmi yirmibeş metrelik yoldan geri döndüm. Geçen bir iki dakikalık süreyi telafi etmek için hemen yanlarına yaklaştım ve özür dileyerek, az önce oradan geçerken bir atasözü söylediklerini işittiğimi ama bunu tam duyamadığımı, atasözleri üzerine çalışan biri olduğum için merak ettiğimi, söyledim. Mevzuları çoktan değişmiş. Az önce ne konuştuklarını hatırlamaya çalıştılar. Bir süre onların hatırlama çabalamasını gözledim. Hatırlayamadılar. Sonra nereli olduklarını sordum. Yozgat, Çankırı, Kırıkkaleli imişler. Her biri bir başka memleketten... Türk örf ve adetlerinin canlı olarak yaşatıldığı ve yerinde güzel, ibretlik, hikmetli sözler söyleme geleneğinin hâlâ yaşadığı bölgelerden gelmişler. Sonra atasözünün hangi mevzu için söylenmiş olabileceğini hatırladılar. Komşuları olan bir delikanlı, nışanlısı için "Ben o kızla yapamam." demiş de filan... Ama atasözünü hatırlayamadılar. Kimbilir neydi? Herkesin bildiği bir atasözü müydü? Yoksa hiç kimsenin ömründe duyamayacağı kadar güzel bir atasözü müydü? Bilmiyorum. Hatırlarlarsa bunun gibi ataözlerimizi, meselleri torunlarına da anlatmalarını, öğretmelerini söyledim ve öyle, eli boş, gönlü kırık oradan ayrıldım. Onlar sohbetlerine kaldıkları yerden devam etti.
Bir atasözümüzü, kayıt altına alarak, kurtarmak istedim, kurtaramadım.
Hergün, gözümüzün önünde, öylece, kaybolup giden binlerce hikmetin içinden birini olsun kurtarmak.. mümkün olmadı.

Nefs


Sen de kimsin, diye sordu.
Tatmin edilememiş biri, dedi.
Uyandı. Nefsiymiş.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Şiirlerle Bir Şehri Anlatmak


Arslan Küçükyıldız

Türk Ocaklarının bir sanat edebiyat faaliyeti olarak başlayan ve iki yıldır süren ciddi bir edebi eser eleştiri/değerlendirme kurulu olduğunu düşündüğüm Kuşlukta Yazarlar etkinliğinde geçen hafta ‘Taşra’dan, Denizli’den bir konuk vardı; Şair Şerif Kutludağ. Taşra’nın her türlü güzelliği, yetiştirdiği ürünleri, önemli şahsiyetleri ne yazık ki büyük şehirlerin hay huyu arasında kaybolur, unutulur, görülmez. Büyük şehirlerinkinden çok daha mühim şeyler birkaç fedakâr insanın sırtında yürütülür oralarda. O fedakâr insanlar gerçek kahramanlardır. Kıt imkânlarla gönül verdikleri sevdalarına sessiz sedasız hizmet ederler. Kutludağ da onlardan biri. Amacı eser değerlendirmek olan Kuşlukta Yazarlar ekibinin işi doğrusu zordu. Bir yanda değerlendirilecek bir şiir kitabı, diğer yanda bir gönül adamı; bir memleket aşığı...

Şiir herhalde Allah’ın insana verdiği en büyük nimetlerden biri olan söz’ün en damıtılmış halidir. Şerif Kutludağ’ın “Şiirlerle Denizli” kitabını[1] biraz da bir şehri en damıtılmış haliyle tanıma fırsatını bulabileceğim için büyük bir merakla okudum. Gittiğim, gördüğüm, sevdiğim Denizli’yi daha yakından tanımak istiyordum.

Denizli, tarihi ve muhteşem tabiatıyla, ürettiği ürünlerle yerli ve yabancı herkesin dikkatini çeken bir yurt köşemiz. Basında yer almasa da dikkatinizi çekmiştir; Bugünlerde Denizli’nin Türk tarihindeki önemini daha da arttıran bir keşif de yapıldı. Denizli'nin Bozkurt İlçesi'ne bağlı İnceler Beldesi'nde üzerinde Göktürk alfabesiyle yazılan yazıların bulunduğu bir kaya bulundu. Yazının, Türklerin Batı Anadolu’ya İslamiyet’ten önce geldiklerini ortaya koyduğu ve tarih kitaplarındaki bilgileri değiştireceği söylendi. İşaretlerin çevirisini yapan araştırmacı Kürşad Baytok, ‘Üç Enenmiş At Aldı’ cümlesinin kayada yer aldığını ve 8. y.y.’a ait olabileceğini ileri sürdü. Sadece bu haber dolayısıyla bile Denizli üzerine ne kadar konuşulsa yeridir.

Neyse, konumuz “Şiirlerle Denizli”. Şair Şerif Kutludağ, her şeyden önce bir gönül adamı. Gönülleri bir araya getirmeye, o gönüllerle de yurdu yeniden imar etmeye soyunmuş. Şair, Öğretmen, İdareci, Yazar, Öğretim Üyesi, Gazeteci, Radyocu, Televizyoncu kimlikleriyle Denizli’ye âşık ve onun için yapılması gereken ne varsa yapmaya çalışan bir Beyefendi. İyi bir öğretmen, iyi bir dost. Böylesine zengin bir coğrafyayı şiirlerle anlatmak, tanıtmak; sahipsiz, bakımsız kalmış bir yurt köşesini şiirlerle ayağa kaldırmak, doğrusu çok zor bir iştir ve Şerif Kutludağ kanaatimce bu zor işi başarmıştır. Nasıl mı? Denizli Belediyesi’nin katkılarıyla basılan kitabında Kutludağ, Denizli’yi, şiirleriyle, tarihî, medenî mirasıyla; Kale içi, camileri, dokumaları, çınarları, servileri, çeşmeleri, arkları, meydanları, hazireleri, dinlenme köşeleri, pınarları, şelaleleri, dereleri, Hıdırellez’i, Tugay’ı, Bayramyeri, mektepleri, konakları ile; kahramanları, Alpları, erenleri, Ahileri, şairleri, müftüleri, anaları ile; horozları, üç telli sazı, sipsisi, âşıkları, türküleri, ağıtları, destanları, hikayeleri ile, şehir ve ilçeleri, köyleri... ile tastamam anlatmış.

Bir Denizli aşığının ağzından, şiir gibi Denizli’yi, şiirle tanımak ayrı bir lezzet veriyor. Yahya Kemal’deki İstanbul sevgisine benzer bir Denizli sevgisi ile yazmış Şerif Kutludağ şiirlerini. Kutludağ, eseriyle zannediyorum Türkiye’de bir şehir için yazılan ilk şiir kitabının sahibi oldu. Denizli’ye güzelleme şeklinde özetlenebilecek kitap iki bölümden ve tarihi Denizli fotoğraflarından oluşuyor. Birinci bölümdeki şiirlerde Denizli merkezi anlatılmış. İkinci bölümde de adım adım Denizli ilçeleri anlatılıyor. Her iki bölümde de sadece Denizli’yi merak edenlere değil şiiri seven herkese hitap eden çok güzel şiirler var: Kınalar Yakılırdı, Kelimeler; Güneyce,  Çekirge,  Kocaırlantı, Hazireleri Vardı Denizli’nin, Benim Şehirlerimde, Ümmü Gelin, Karcı Dayı’ya, Ne Çok Anamız Vardı, Terk edilenler, Bayram Yeri, Delikliçınar Meydanı’nda Çınar Ağacıydım. Bunlar, edebiyatçılarımızın mutlaka değerlendireceğini düşündüğüm, kalıcı şiirler.

Yine şu şiirleri de işaret etmeden geçmemek lazım: Halı Kilim İşte Halim, Denizli Rüyasındayız, Pamukkale Akşamlarıncaydı Duygularım,  Bir Eski Kırkbeşlik Çalar, Kolera Vakası, Der... Pamukkale, Denizli’nin Servileri, Denizli’nin Türküleri, Üç Telli Saz, Sipsi İle, Kadınlar Pazarı, Bahtiyar Açtım Yare, Denizli’nin Yemek Destanı, Denizli’nin Horozları, Neler Oldu Denizli’de, Şelale’nin Dili, Ömrüm, Ege’ye Ata’ya Selam... Her biri çok güzel duygu ve düşünceleri edebiyatımıza taşımış. Her şiirde farklı lezzetlerle tanış oluyor insan.

Aynalar, Özüstü’nde Demlenirdi Sohbetler, Kızılcabölük Baharı, Sarayköy, Yatağan’a Güzelleme, Honaz, Çeşmelerimiz, Güney’den Esti Rüzgârım, Çameli, Bozkurt, Beyağaç, Bekilli başlıklı şiirlerin de Türkiye’de ilçeler için yazılmış nadir şiirlerden olduğunu söylemeliyiz.

Şiirlerin bir kısmının yazıldıktan hemen sonra çeşitli mecralarda yayınlandığını, bu yüzden de yeterli sürede damıtılmaya bırakılmadığını söylemek istiyorum. Bu da sevenin sevgisini her vesileyle ifşa etme ihtiyacının bir sonucu olsa gerek. Okuyucu şiirlerin hepsinden aynı lezzeti almayabilir. Ancak şunu söylemek lazım; hepsinde buram buram Denizli sevgisi var. Kutludağ’ın gönlü var.[2] 

Bir şiir kitabının bu kadar yüksek bir baskı sayısına ulaşması doğrusu tebrik edilecek bir konudur. Denizli Belediyesi bu tür yayınlara verdiği destekle takdir edilecek bir hizmette bulunmuştur.       



[1] Şerif Kutludağ, Şiirlerle Denizli, 3. Bsk. Denizli, Denizli Belediyesi Kültür Yayınları, 2012, 143 sf.

20 Eylül 2013 Cuma

Satranç'ın Tarihi ve Kökeni Üzerine




                       Şekil: Timur Satrancı

SATRANÇ’IN TARİHİ VE KÖKENİ ÜZERİNE

Arslan KÜÇÜKYILDIZ[1]

Türkiye’de “Satranç’ın Tarihi” konusuyla ilgili araştırma yapmaya kalkışan bir araştırmacı iki açmazla karşı karşıyadır: Birincisi kaynak yetersizliğidir. Bize kadar gelen bilgiler, tartışılmadan, olduğu gibi veya eksik, yanlış aktarılmış bilgilerden öteye gitmez. İkincisi de bu bilgilerin bir ezber oluşturduğu gerçeğidir. Neredeyse bütün Türkçe kaynaklarda, hatta satrançla ilgili birçok kurumun örütbağdaki sayfalarında bile, bazı basmakalıp ifadeler, ilmî hiçbir temele dayanmadan aktarılmaktadır. Kaynakların büyük bir kısmında satrancın tarihi, gelişimi, felsefesi, yayılması ve benzeri konular yerine, satrancın günümüzde nasıl oynandığı ve kuralları üzerinde durulmaktadır. Özellikle satrancın tarihi üzerinde pek az durulmakta, bunlar da sıradan ansiklopedik bilgileri geçmemektedir. Kaynaklarda verilen çok kısa tarihçe ise Batılı kaynakların verdiği basmakalıp bilgilerdir; Kaynak belirtilmeden alınmış, kaydedilmiş ve tartışılmadan doğru kabul edilmiştir. İlk bakışta tabii sayılabilecek ve birçok alanda da görülebilen bu durum, aslında Türk Aydını’nın satranç hakkında ciddi hiçbir okuma yapmadığını, okuduklarını da üstünkörü okuduğunu, düşünmediğini, tartışmadığını, araştırma yapmaya zahmet etmediğini, açıkça göstermektedir. Ne yazık ki çocuklarımızın ve gençlerimizin zekâ gelişiminde ve eğitiminde önemli bir yeri olan bu oyunun tarihiyle ilgilenen bilim adamları yok denecek kadar azdır.

Eğer satranç, şansa yer vermeyen, sadece akılla oynanabilen dünyanın en gelişmiş zekâ oyunu ise bu oyunla ilgili her türlü bilgi araştırılmaya değerdir. Özellikle de satrancın tarihi... Çünkü bir icadın tarihi gelişimini öğrenmek bize farklı ufuklar açabilmektedir. Yeni araştırmaları ve icatları tetikleyen bu tür bilgiler, milletlerin gelişmesi ve uygarlığın ilerlemesi için önemlidir. Burada konuyla ilgili araştırmalara küçük bir katkıda bulunmak için Satranç’ın Hindistan’dan dünyaya yayıldığına dair ve satrancın kökenleri ile ilgili diğer “ezberler” i tartışacağız.

Aşağı yukarı bütün kaynaklar birbirinin kopyası bilgiler verdiği için, kaynakların bilgilerini tekrarladığı kaynaklardan birini, Gelişim Hachette Alfabetik Genel Kültür Ansiklopedisi’ni esas alacağız. Kaynaktaki ilk cümle şudur:

“Satranca eski yazıtlarda rastlanmıştır.”[2]

Bu ve sonraki bilgiler, oldukça fazla soru sormamızı gerektiriyor. Bunlar;
1.   Hangi eski yazıtlar? Bu yazıtlar hangi asra aittirler?
2.   Nerede bulunmuşlardır? Hangi milletindirler?
3.   Güvenilirliği nedir? Yazdıranlar ve yazarları kimlerdir?
4.   Bu yazıtlar satranç hakkında hangi bilgileri vermiştir?
5.   Yazı olarak mı, resim olarak mı bu yazıtlarda yer almıştır?

Kaynağımızı okumaya devam edelim:

“İ.Ö. 3000 yıllarında Satrancı andıran bir oyunun Mısır ve Hindistan’da oynandığı sanılır.”[3]

Sorular:
1.      İ. Ö. 3000 yıllarında satranca benzeyen bir oyun mu oynanmıştır?
2.      Bu oyunun adı, şekli, kuralları belli midir?
3.      Sonraki dönemlerde bu oyunun daha gelişmiş hallerine rastlanmış mıdır? Satranca dönüştüğünün belgesi var mıdır?
4.      Bu oyun hem Mısır’da, hem de Hindistan’da aynı anda mı oynanmıştır?
5.      Bu bilgi, hangi kaynağa dayanmaktadır.
6.      Bu bilgi, sadece bir “sanma”dan mı ibarettir?

“Murret’in 1913’te yazdığı Satranç tarihinde söz konusu oyunun 570 yıllarında Hindistan’da oynandığı belirtilmiştir.”[4]

Sorular:
1.      Murret ne kadar güvenilir bir yazardır?
2.      Murret’in yazdığı ifade edilen kaynak ne kadar güvenilir bir kaynaktır?
3.      Bu bilgiyi nereye, hangi kaynağa dayanarak vermiştir?

Sorular uzayıp gider. Biz yeniden kaynağa dönelim:

“Ele geçen yazıtlardan ve gerçekleştirilen araştırmalardan, Satrancın 600 yıllarında Hindistan’dan İran’a geçtiği ortaya çıkarılmıştır. Gene söz konusu belgelerden edinilen bilgilere göre Araplar Satrancı VII. yy.da öğrenmişler ve bu oyuna Satranç veya Şatranç adını vermişlerdir.”[5]

Sorular:
1.      Bu yazıtlar ve araştırmalar hangi “yazıtlar” ve “gerçekleştirilmiş araştırmalar”dır?
2.      Neden 600 yılları? Daha önce veya daha sonra geçmiş olabilir mi? Bu bilgi nasıl ortaya çıkarılmış? Şehname’ye bakılarak, orada geçen bilgilerin yorumlanmasıyla bir sonuca varılmış olmasın?
3.      Araplar, Satrancı İranlılardan mı öğrenmişler, yoksa Hindistan’a İslâm’ı yaymak için gittiklerinde mi öğrenmişlerdir?
4.      Hintliler, İranlılar, Araplar bugün hangi adla bu oyunları oynuyorlar?

Kaynağımızın kafası bir hayli karışıktır:
“Bir söylentiye göre Satranç, Sat-Ran-Çu adıyla Çin’de doğmuştur. Bir başka görüşe göre, Satranç, İ.Ö. XII. yy.da Truva Savaşı sırasında Yunanlı Palamedes bulmuştur.”[6]

Biri Anya’da, biri Konya’da iki ayrı köken! Çöz çözebilirsen! Görüldüğü üzere aslında kolayca izi sürülebilecek bir bilgi üzerinde belirsizleştirme çabası vardır ve kaynak karartılması söz konusudur. Bu karartmayı kimlerin, neden yaptığını, kaynağımızı ve ilmî disiplinden yoksun saçmalıklarını, şimdilik, bir yana bırakalım ve şöyle düşünelim: Satranç nerede doğdu? Mevcut bilgilerden geriye doğru gidilmesi gerekmez mi?

Kaynakta geçen -herhalde mecburen verilmiş- şu bilgiler sabittir: “Satranç, Batı dünyasına Araplar aracılığıyla IX. yy.da tanıtılmıştır. Bu durum Halife Harun Resid’in Charlemagne’a hediye ettiği Satranç takımıyla çarpıcı bir biçimde belgelenmiştir.”[7] Tarafsız bir araştırmacı, Satrancın Avrupa’da yayılmasına Arapların sebep olduğunu öğrendiğinde, Arapların bunu nereden bildiklerini, kendi icatları olup olmadığını sorar. Sorularına, Satrancın nereden peyda olduğunu gösteren bilgiye ve bu bilginin kaynağına ulaşıncaya kadar devam etmiş olmalıdır. Sonra bu icadı yapan milletin, bu icada gelinceye kadar hangi benzer oyunlara sahip olduğunu araştırır. İcadın nasıl doğduğunu, felsefesini anladıktan sonra da bu icadın nasıl geliştirildiğini, taşıyıcıların kimler olduğunu, taşıyanların icada ne gibi katkılar yaptığını öğrenmeye çalışır. Bizim herhangi bir araştırmacımızın da uygulaması gereken yöntem aşağı yukarı budur. Ama ne yazık ki kaynaklarımız eksik, yanlış, müphem bilgiler vermektedir. Muhtemelen Satranç Tarihi ile ilgilenen Avrupalıların verdikleri bilgilerde de netlik olmadığı için yazdıkları eserlerde bazı hususları belirsiz ve karanlık bırakılmıştır. Çünkü onlar eserlerinde Satrançla ilgili olarak sadece kendi ilave ve katkılarını ayrıntılı olarak aktarmış, ötesini yazmamış, eşeğin aklına ot düşürmemek için, köken konusunu karanlıkta bırakmıştır. Bizim kaynaklarımız da bu belirsizliği, eksik ve yanlış bilgileri olduğu gibi aktararak, bir ezbere dönüştürmüşlerdir. Peki, biz bugün Satranç Tarihi’ni nasıl araştırabiliriz? Elbette Satranç’ın kaynağı olarak gösterilen bölgelerle ilgili çok çeşitli alanlardaki bilgiler gözden geçirilerek; bu bölgeler gerçekten satranca kaynaklık edebilecek durumda mı, değil mi araştırılarak!

Önce Satrancın kökeni ile ilgili mevcut iddiaların bütününe bakalım. Bu konuda altı temel iddia vardır:

1.      Hindistan’dan İran yoluyla Arabistan’a, oradan da dünyaya yayılmıştır.
2.      İran’dan Arabistan yoluyla dünyaya yayılmıştır.
3.      Mısır’dan dünyaya yayılmıştır.
4.      Çin’den dünyaya yayılmıştır.
5.      Truva’dan (Bugünkü Türkiye topraklarından) dünyaya yayılmıştır.
6.      Turan’dan (Türkistan’dan, Altay bölgesinden) dünyaya yayılmıştır.

Altıncı madde tarafımızdan eklenmiştir. Çünkü Satranç’tan söz edilirken Turan kökenli olabileceğine dair mevcut bilgiler unutulmuş, unutturulmuş, göz ardı edilmiştir. Adeta Satrancın doğduğu ve yayıldığı başka bölge ve yollar da olabileceğinin düşünülmesi istenmemiştir. Mesela Hindistan, Milattan önce ve sonra birçok Türk akınına ve Türk Hanedanının yönetimine sahne olmuş bir bölgedir. Satrancın tacirler veya Türk fatihler eliyle Hindistan’a götürülmesi çok mümkündür. Bu konudaki bilgiler çok açıktır:

“Hintlilerin Türklerle ilişkileri çok eski tarihlere dayanmaktadır. M.Ö. 1000’li yıllarda Hintliler demiri kullanmaya başlarlar. Hindistan’a demiri o dönemlerde Orta Asya Türklerinin getirdiği yönünde kayıtlar mevcuttur. Hatta Hindistan’daki yerli dillerde birçok Türkçe kelime vardır. Bunların M.Ö.2500-1500 yılları arasında yayılmış olabileceği yönünde görüşler tebliğ edilmiştir. Hindistan’a en çok tesir eden topluluk Türklerdir. Türklerden önce ise Perslerin ünlü komutanı Darius (M.Ö. 522-486) bölgeye hâkim olmuştur. Darius’un hâkimiyetini Makedon Büyük İskender sona erdirmiştir. Makedonya’dan çıktığı yolculuğunu Kudüs’ten ve İran’da devam ettirmiştir. İran’da Persiopolis antik kentini yerle bir ederek Perslerin hâkimiyetine son vermiş, oradan da devam ederek Afganistan ve İndus (Hindistan) sahillerine inmiş, anlaşmalar yaparak geri dönmüştür. Bu yolculuğunda doğu-batı birlikteliğini sağlamak için de Helenizm’i yayma politikası gütmüştür. VI. yy.a kadar bu bölgede etkin olan Kuşanlar’dır. Bunlar Türkistan kökenlidirler. Bu dönemde heykellerde Türk süvarilere ait elbiseler ve paralar üzerinde Türkçe güzel anlamına gelen Kucula gibi unvanlar vardır (Kuşan dönemi I- IV. yy arasıdır). Hatta Budizm Kuşanlar sayesinde cihanşümul bir din haline gelmiştir. Tamamen Türk adı olan Manas kelimesi de bu dönemde Brahmaputra nehrinin bir koluna ad olarak verilmiştir. Daha sonra Akhunlar (Hünaslar) dönemi gelir. Akhunlar daha sonra Gazneliler, Gurlular, Temürlüler’in de yaptığı gibi Afganistan’ı Hindistan’a bağlayan yol güzergâhında bulunan Gazne şehrinden hareket ederek Orta Asya’dan daha verimli olan ve daha fazla yağmur alan Pencap bölgesine doğru akınlar başlatırlar. Toraman ve daha sonra Mihrakula başkanlığında (515-550) Kuzey Hindistan’ı tamamen ele geçirirler. 557’de Batı Göktürk ve Sasani ittifakı sonucu Afganistan’da iktidarı kaybeden Akhunlar Hindistan’da da gerileme dönemine girerler. VII. yy başında ise Hintli racalar tarafından ortadan kaldırılırlar. Böylece İran- Afganistan ve Kuzey Hindistan’dan geçen ticaret yolu Akhunlar’ın elinden çıkar. Ancak burada bir gurup Türk Şahiler 870 yılına kadar Afganistan-Hindistan sınırındaki Ohint’de varlıklarını sürdürürler. Daha sonra bunlar Gazneli Mahmud’un Hint seferlerinde önemli rol oynarlar. Hem Hindistan’da kurulacak Türk hâkimiyeti için temel teşkil ederler ve hem de bugünkü Pakistan’ın ortaya çıkmasını sağlarlar.” [8]

            Kaynakların verdiği bu bilgilerden yola çıkılırsa, Hindistan deyince Hintlilerden hemen sonra Türkler akla gelmesi gerekirdi. Ancak öyle olmamış, İngilizler, Hindistan’dan kovulmadan önce ve sonrasında, büyük bir maharetle, Türklerin Hindistan’daki izlerini ve etkilerini görünmez kılmışlardır. İskender Altındiş’e göre İngilizler ve Avrupalılar bunu hep yapmaktadır:
Batı’nın en sözü geçer, en üst kurumlarının da bildiği gibi, Çin, Hint, Mısır, Anadolu, Eski Yunan, çeşitli Avrupa ve Amerika uygarlıklarını kuranlar, Türklerdir. Bunu, Batılıların kendileri araştırmış, kendileri ortaya çıkarmıştır. Üzerini örtmüşlerdir ve bize sunulan tarihle yetinen biz de tarihimizi bilmeyiz. Topraklarımızda yapılan, Türklerin sokulmadığı kazılardan, “Buradan çıkan tarihsel gerçekleri insanlara anlatabilmek için çok çok uzun yıllar gerekiyor” açıklamaları çıkıyor, sınırlarımız içinden dünya tarihinin gerçekleri çıkıyor, bizim dünyadan haberimiz yok. Türklerin uygarlığını gizlemek için bin bir takla atan Batılı ülkeler, Türklerin uygarlık ürünlerini gerek kendilerine alır, gerekse de Çin’e Hindistan’a, Mısır’a, Eski Yunan’a, Roma’ya, Ruslara, İskandinav ülkelerine, Araplara, İran’a hatta yok olmuş kavimlere ve devletlere paylaştırır. Diğerleri de bir güzel sahiplenivermektedir. Ama içlerinde bilim kaygısıyla iş yapan gerçek bilimciler de vardır. Her dönemin kendine özgü koşulları içerisinde siyasal politikalar, bu gerçek bilimcileri zaman zaman desteklerken zaman zaman da engellemiştir. Bu engellemelere iki örnek, İskandinavya ve Almanya’dan verilebilir. 

Ne anlama geldiği bilinmediği için “runik harfler” denen harfler vardır. Genel söylem, bu harflerin İskandinavya kökenli olduğudur. İskandinavya’dan bir bilimci, bu rünik harflerin İskandinavya’ya Orta Asya’dan geldiğini söyleyince, akıl hastanesine tıkılmıştır. Evet, kafamızdaki “uygar” ve “bilim, düşünce aşığı” Avrupa tanımı, buna inanmamızı engelliyor, ama bu olay gerçek, bir başka deyişle o tanım yanlıştır. Bu tür Avrupa anıları, fizik dalında bile vardır. Almanya’da gamalı haçın gerçekte bir Türk damgası olduğunu, Hitler’in bu işareti Hindistan’dan getirdiğini söyleyen bir bilimci ise, görevinden alınmış, akademik kariyeri bitirilmiş, mahvedilmiştir. Almanların bunu yapmış olmasının nedeni, Hitler’i sahiplenme midir, Türkler’in uygarlığının üzerini örtme çabası mıdır, yoksa her ikisi de midir, siz karar verin. 

Elbette sahip olduğu zengin geçmiş, satrancın Türklerin yarattığı bir oyun olduğunu göstermez. Ancak, böylesi bir oyunun geçmişinin araştırılmasına, böylesi bir uygarlık tarihine sahip Türklerden değil de, Türklerin uygarlığı götürdüğü topluluklardan başlanmasının, mantıklı bir davranış olmayacağını herhalde herkes kabul edecektir. Atatürk’ün dediği gibi, “Büyük işleri, büyük uluslar yapar.” Öyleyse, söz konusu olan tarihi belirsiz satranç olduğunda da, en büyüğünden başlamak gerekir.[9]

Konumuza dönersek; Satrancın tarihini mevcut bazı bilgileri, ait olduğu alanların verilerinden yararlanarak araştırmamız mümkündür diye düşünüyorum. Bunlardan ilki oyunun “adı”dır: “Satranç” adı nereden gelmiştir? Dünyanın çeşitli ülkelerinde satranç hangi adlarla biliniyor? Bu adlar nasıl bir değişime uğrayarak o şekilde kullanılır olmuştur? Bilindiği gibi bir kelimenin değişik dillerdeki yazılış ve okunuşlarına internetten ulaşmak mümkündür. Biz de aynı yolu takip edebiliriz. Bu kelimelerin anlamlarına, köküne, ekine bakmadan sadece okunuşlarını dinlemek bile Satrancın kökeni hakkında bir fikir verecektir diye düşünebiliriz. Önce ulaşabildiğimiz adların yazılış ve okunuşlarına bakalım:

Almancada  Schach.(Şah olarak okunuyor),
Afrika Dili’nde Skaak (Şaakg gibi okunuyor),
Arabistan’da. شطرنج (Şataranc okunuyor),
Arnavutça’da shah (Şah),
Azerbaycan’da Şah Mat (Şahmat),
Baskça Xake, (Okunuşu bulunamamıştır.),
Belarusça шахматы (Şahmatı),
Bengalce’de দাবা (Okunuşu bulunamamıştır.),
Bulgarca шах (Şah),
Çekçe šachy (Şahi),
Danca šachy (Skak’),
Endonezyaca’da catur (Çatur),
Ermenice’de շախմատ (Şahmat),
Estonca’da male, (Okunuşu bulunamamıştır.),
Felemekçe’de schaakspel (Skakspel),
Filipince ahedres, (Okunuşu bulunamamıştır.)
Fince shakki (Şahki),
Fransızca échecs (İşek’),
Galce gwyddbwyll veya Chess, (Okunuşu bulunamamıştır.),
Galiçyaca xadrez, (Okunuşu bulunamamıştır.),
Gücerat dili શેતરંજની રમત, (Okunuşu bulunamamıştır.),
Gürcüce ჭადრაკი, (Okunuşu bulunamamıştır.),
Croele dili Echèk (işek),
 Hırvatça šah, (Okunuşu bulunamamıştır.)
İbranice שחמט, (Okunuşu bulunamamıştır.)
İngilizce chess (Çees),
İrlandaca ficheall, (Okunuşu bulunamamıştır.),
İsveççe schack (Şaek),
İtalyanca scacchi (Skakli gibi okunuyor),
İzlandaca Chess (Hez),
Katalanca Escacs (Ökah gibi okunuyor),
Kannadaca ಚದುರಂಗ, (Okunuşu bulunamamıştır.)
Japoncaチェス (Hesüm gibi okunuyor),
Korece체스 (Şisi gibi okunuyor),
Latince’de latrunculorum (Letrunkulurum),
Lehçe szachy (Şahı),
Letonca šahs (Şah),
Litvanyaca šachmatai,(Okunuşu bulunamamıştır.),
Macarca sakk (Şak)Makedonca шах (Şah)
Malezyaca   Catur,
Malta Chess, (Okunuşu bulunamamıştır.)
Norveçce sjakk (Şak’i)
Portekizce xadrez (Şadriiz),
Romence Şah, (Okunuşu bulunamamıştır.)
Rusça шахматы (Şahmatı),
Sırpça шах (Şaah),
Slovakça šach (Şah),,
Slovence šah (Şah),
Svahili Chess (Çeez),
Tamil சதுரங்கம் (Sadivandam?),
Telegü చదరంగం, (Okunuşu.),
Tay dili หมากรุก (Maklu?),
Ukraynaca Шахи (Şah),
Urduca شطرنج (Şatırnaç okunuyor ),
Vietnamca Tướng, (Düyöön?),
Yidce שאָך, (Okunuşu bulunamamıştır.)
Yunanca σκάκι (Skaki)

   Bu bilgilere biraz daha yakından bakalım:

Çeşitli kaynaklarda ‘Satrancın doğduğu yer’ olarak iddia edilen ülkelerde, bugün, Satranç Oyunu için kullanılan adlar şunlardır:
1. Hindistan’da शतरंज (Şatır veya Satıç şeklinde okunuyor)
2. İran’da  شطرنج (Satranc okunuyor)
3. Mısır’da شطرنج (Şataranç)
4. Çin’de   (Şii gibi okunuyor)
5. Truva’da (Türkiye topraklarında) Satranç veya Şah Mat.[10]
6. Turan’da (Dağlık Altay’da Şatıra, Tuva’da Şıdıraa, Kırgızistan’da Çatıra)

En kuvvetli iddia olarak belirtilen Hindistan kaynaklı olduğu iddiası esas alınırsa, Satrancın Hindistan’dan dünyaya yayılırken izlediği söylenen yerlerdeki adları şunlardır:
1. Hindistanda शतरंज (Şatır, Şatıç)  
2. İran’da. شطرنج (Satranc okunuyor)
3. Arabistan’da. شطرنج (Şataranc okunuyor)
4. İspanyolca ajedrez (Akhıdarez)

Buraya kadar olan dünya dillerindeki -okunuşlara- baktığımızda beş şekil gözümüze çarpıyor.
1-     Şatıra (Altay Türkçesi) Şıdıra (Tuva Türkçesi) Şatır ( Hintçe), Şatırnaç (Urduca) , Satranc (Farsça) Şataranc(Arapça), Satranç (Türkçe),Çatıra (Kırgızisitan Türkçesi) Çatur (Endonezyaca, ) Catur(Malezyaca) Şadriiz (Portekizce) Ahadrez (Filipince) Ahıddares (İspanyolca) Hadres (Galiçyaca), Çees (Maltaca), Çiis (İngilizce, Galce), Çees (İngilizce), Çeez, (Svahili) Hez (İslandaca), Şaz  (Katalanca Escacs yazılıyor Ökah gibi okunuyor), Sadivandam (Tamil)
2-     Şah Mat (Azerbaycan Türkçesi, Ermenice, Gürcüce, Türkiye Türkçesi), Şah Matı (Rusça, Belarusça, Letvanca), Şah matai (Litvanyaca)
3-     Şah (Almanca, Arnavutça, Hırvatça, Makedonca, Bulgarca, Romence Slovakça, Slovence, Ukraynca Danca, Letonca), Şaah (Sırpca), Şahı (Lehçe), Şahi (Çekçe,), Şak (Macarca), Şahki (Fince), Şak’i( Norveççe), Skak (Danca), Saakg (Afrika dili), Şkakspel (Felemekçe), Skaki (Yunanca, İtalyanca), Şaek (İsveççe), İşek (Fransızca, Croele dili)
4-     Şii (Çince), Şisi (Korece)
5-     Hesüm? (Japonca), Düyöön (Vietnamca), Sadivandam (Tamilce), Letrunkulurum (Latince) gibi farklı okunuşlar.

Yukarıda özetlenmiş olan ve Google Çeviri yardımıyla elde edilen Satrançla ilgili okunuşların, telaffuzun benzerliğinden yola çıkılarak Satranç’ın takip ettiği yol hakkında görüş ileri sürmek gerekirse, mevcut iddiaların aksine Satranç Turan’da doğmuştur. Hindistan’a inmiştir. Oradan İran yoluyla Araplara geçmiş, sonrasında Avrupa ilk olarak Harun Reşid zamanında Şharlamaigne’ye hediye edilen Satranç vesilesiyle tanışmış ve nihayet Satranç Endülüs yoluyla İspanya üzerinden Avrupa’ya girerek yaygınlaşmıştır.
Bu bilgi elbette dilbilimcilerin başka verileriyle de desteklenmelidir. Satranç, Şah Mat, Şah vb. kelimeleri kullanan milletlerin o kelimeleri nereden aldıkları, nasıl değiştirdikleri, yazılışları ve okunuşları başkalaştırdıkları, hangi anlamları yükledikleri gibi konular araştırılmalıdır. Kelimelerin yol haritasını çıkarmak onların işidir. Mesela;
Satır-Satırnaç-Satranç
Çatır-Çatur-Çaturanga
şeklinde bir değişme olmuş mudur, bakılmalıdır.

Satranç’ın Kökeni olan ülkeler veya bölgelerle ile ilgili mevcut iddialar:

İddiaları incelemeye geçmeden önce her iddia için şu soruları sormamız gerektiğini düşünüyorum:
1. O ülke kökenli olduğu hakkında yeteri kadar somut belge, bilgi var mı? Çeşitli bilimlerce bu bilgiler destekleniyor mu? Belge ve bilgilere göre bu savaş oyununu nasıl, hangi zamanda meydana getirmişler?
2. Satrancın değişik şekilleri o milletlerde, ülkelerde, bölgelerde halen yaşıyor mu?
3. Bugün satranç o milletler arasında ne kadar yaygın?
4. Satranca benzer başka oyunları var mı?
5. Satrancı icat eden millet savaşçı bir millet mi? Savaş taktiklerinden haberdar mı? Bu kültürü oluşturabilme şartları -tarihte ve bugün- nedir?

1.      Satranç’ın Hindistan’dan dünyaya yayıldığı iddiası

Satranç’ın kökeni ile ilgili temel iddialardan biri olan bu iddiayı ispatlamaya yetecek kadar elimizde bilgi ve belge yoktur. Bir oyunu durduk yerde bir Brahman’ın icat edebilmesi mümkün gözükmüyor. Bu oyunun bir oluşum dönemi geçirmesi gereklidir. Satranç halen Hindistan’da yaygın değildir ve öncül sayılabilecek ilkel başka bir çeşidi de yoktur. Kast sistemi nedeniyle mücadele anlayışından yoksun kalmış bir toplumun, satranç gibi bir örgütlü mücadele oyununu yaratmış olması, ikna edicilikten çok uzaktadır.[11] Hintlilerin dini inançlarından dolayı binlerce yıldır savaşçı değil, barışçı bir millet olduğu bilinmektedir. Bu sebeple miladın ilk yüzyıllarından beri çeşitli Türk Hanedanları Hindistan’a akınlar yapmış, devlet kurarak hâkimiyet sürmüşlerdir. Savaşçılıktan uzak bir milletin bu oyunu meydana getirmesi bir yana Türklerden öğrenmiş olmaları daha akla yatkın gözükmektedir. Çünkü tam bir savaş oyunu olan bu oyunu vücuda getirmeleri sosyolojik, psikolojik ve dini sebeplerle imkânsız gözükmektedir. Kaynakların çoğunda Satranç’ın Çaturanga adıyla Hindistan’da ortaya çıktığı yazılıdır. Hâlbuki bu oyun bugün Hindistan’da Satır veya Satıç’a benzer bir okunuşla ifade edilmektedir. Bunun sebebi üzerinde durulması gerekir. Acaba Satır veya Satıra, Çatıra, Çatura şekline dönüştü de Hindistan’da -anga ekini mi aldı? Böyle bir ek var mı? Bu ekin anlamı nedir? Köke ne katar? Bu ekle birlikte Çaturanga şeklinde söylenip daha sonra Satır veya Satıç’a mı dönüştü? Bilmiyoruz. Bunu da Eski Hintçe ve Yeni Hintçeyi bilen uzmanlara sormak gerekir. Belki daha elle tutulur bir bilgi şudur: Kelile ve Dinme adlı eserde Satranç oyununun Hindistan’dan İran’a Anuşirvan tarafından getirildiği söylenmektedir.[12]

2.      Satranç’ın İran’dan kaynaklandığı iddiası

Bu iddia, Hindistan iddiasına benzer şekilde ortaya atılmış bir iddiadır. “Satrançtan söz eden, Hindistan’daki belgelerden daha eski belgeler de vardır. Bazıları milattan öncesine işaret etmektedir. Bu belgeler neden yoksanıyor, orasını bilmiyorum ama, bir tanesi de İran bölgesiyle ilgili. Satrancın İran’da çıktığını savlayanların bir nedeni, bilinen ilk satranç takımının Özbekistan’da, Semerkant’ta bulunmuş olmasıdır. O bölge, o dönemde İran’da hakim olan Sasani yönetiminde olduğu için, satranç İran’da doğmuştur diyorlar. Oysaki orada yaşayanların Türk olduğundan söz eden yok. Satrancı İran’a dayandıranların bir diğer nedeni, MS 600 dolaylarında yazılmış bir kaynak. Bu kaynakta, MS 226 yılında Sasani devletini kurmuş olan Ardişir’in usta bir satranç oyuncusu olduğu yazılıdır. Bu da Hindistan’da bulunduğu söylenen belgelerden 300 - 400 yıl önce demek. Dediğim gibi, bu belge neden yoksanıyor bilemiyorum ama Sasani devletini kurucusu Ardişir’in babası Babek, Azerbaycan’da bir Türk kahramanı olarak anılır. Sasani devletine adını veren Sasan, Ardişir’in dedesidir. İstanbul surlarına kadar ilerleyen Sasani orduları, Kara Doğan adlı bir komutanın Türkler’den oluşan ordusuydu.”[13] İskender Altındiş’in aktardığı Satrancın İran kaynaklı olduğuna dair iddialardaki gerekçelerin, Satrancın Turan kaynaklı olduğunu ispata yaradığı görülmektedir.

3.      Satranç’ın Eski Mısırdan kaynaklandığı iddiası

Bu iddianın sahipleri Piramitlerde bulunan Senet oyunu tahtası ve taşları ile bu oyunu oynayanların resimlerini iddialarına kanıt olarak göstermektedir. Senet oyunundan gelişti Satranç demektedirler. Hâlbuki bu oyun, mantığı ve oynanışı tamamen farklı bir oyun olup, satranç oyununa taşlarının şekli ve oyun tahtasının ikili sıra kareli oluşu dışında bir benzerliği yoktur. Bir oyunun geliştiği oyuna benzer bir gelişim göstermesi gerekmez mi? Senet oyunu satrancın öncülü değildir. Başka bir oyundur. Az çok nasıl oynandığı bilinmektedir.[14] Buna karşılık Satranç, 4000 yıllık bir Türk oyunu olan Mangala’ya birçok bakımdan benzemektedir.[15]

4-5.  Satranç’ın Çin kökenli, Truva kökenli olduğu iddiaları

Çin kökenli olduğu iddiasının Çin’in Türklerle savaşan bir millet olması ve iç savaşlar dolayısıyla savaş kültürünün bulunması sebebiyle akla gelmiş olacağı düşünülebilir. Akla mantığa uygun gibi görünse de yayılma alanlarına bakıldığında Çin’le ilgisi olmadığı açıkça görülmektedir. Aynı şekilde Eski Yunan veya Truva kökenli olduğu iddiasının da Eski Yunan medeniyetine Avrupa’nın duyduğu hayranlıktan doğduğu ve Avrupalıların bu oyunu da her şey gibi Yunanlılara mal edivermek düşüncesinden ileri geldiği söylenebilir.

6.   Satranç’ın Turan kökenli bir oyun olduğu iddiamız

Turan’da birçok iç ve dış istilaların, savaşların olduğunu ve bu savaş ve işgaller sonucu Turan Medeniyetine dair birçok maddi eşyanın yok edildiğini biliyoruz. Bu yüzden maddi delil bakımından, Turan arkeolojisinin bugüne kadar bütün iddiaların aksini ispat edecek bir bulguya sahip olduğunu söyleyemiyoruz.  Ancak başka bulgular iddiamıza yeterince ispat gücü vermektedir. Bu iddiamıza delillerimiz şunlardır: 1. Satranç bütün Türk topluluklarında, eğitimli eğitimsiz her seviyedeki kişilerce çok yaygın olarak oynanan bir oyundur. Mesela; Ankara’nın Çamlıdere ilçesine gidin kahvelerde satranç oynayan köylüler görürsünüz. 2. Oyunun bugünkünden daha ilkel birçok farklı çeşidi, Türk ülkelerinde oynanmaktadır. Altay’da, Tıva’da Satrançın öncülü olan oyunlar Şıdıra veya Satıra adıyla, halen, oynanmaktadır.[16] 3. Bu oyunların adları ile Satranç adı arasında dil bilimi açısından çok açık ilişkiler vardır.[17] 4. Bulunan en eski satranç taşları Semerkant’ta bulunmuştur.[18] 5. Türkler, Satranç gibi bir savaş oyununu icat edebilecek bir yeteneğe sahiptirler; atı evcilleştirmeleri, dünyadaki ilk savaş taktiklerinin sahibi ve Çin’e Çin Seddi’ni yaptıran millet olmaları gibi hususlar bunu göstermektedir. 6. Türkler Satranç’a benzer (taşla oynanan) başka zekâ oyunlarına da -bol miktarda olmak üzere- sahiptirler. Bu oyunların birçoğu kendi içinde çeşitli zorluk derecelerine sahiptir.[19] Bu oyunların bazı özellikleri birleştirilerek, zorluk derecesi yüksek bir oyun olan satrancı bulmaları yüksek ihtimaldir.[20] Bilindiği üzere daha sonra da Satranç’ta da çeşitli zorluk dereceleri oluşturmuşlardır; Timur Satrancı buna örnektir.[21] Benim görüşüme göre de bir buluştaki daha üst seviyedeki değişimi, öncelikle o buluşun sahipleri gerçekleştirebilir. 7. Batı’da yapılan ve hakkında çeşitli hikayeler anlatılan ilk satranç makinesinin adının “The Turc” olması da satrancı Türklerin dünyaya yaydığını göstermektedir.[22] Ayrıca Halkbilim verileri de iddiamızı destekler mahiyettedir; Meşhur buğday tanesi hikâyesi Kırgızistan’da Babür’e atfedilerek anlatılmaktadır.[23] Bütün bu bilgilere ilaveten satrancın kaynağı gösterilen veya yayılma güzergâhı olarak adı geçen bütün ülkelerin Türklerin komşuları olduğunu da söylemeliyiz. Satranç Araplar üzerinden Avrupa’ya ulaştığı gibi bugünkü Türkiye ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya ulaşmış olabilir. Doğu Avrupa’da bulunan ve satranç taşına benzeyen buluntuların varlığı, Avrupa’da Vezir’in Kraliçe’ye dönüşümü ve Şah’a veya Kral’a göre konumu bu görüşü desteklemektedir:
“Benim, satrancın Avrupa’ya Endülüs’ten daha önce Orta Asya’dan geldiğinden kuşkulanmamın bir nedeni de Vezir dediğimiz taşın Batı’da Kraliçe olarak geçmesidir. Vezir’in Kraliçe’ye dönüşmesine neden olarak temelde iki neden gösterilmektedir. Bir tanesi, bir kraliçe’den ya da ünlü bir kadından esinlenildiği savı. Esinlenildiği düşünülen aday sayısı kabarık. Biri şu diyor, biri bu. İkinci neden, taşın Kral’ın yanında yer alması olarak gösterilmektedir, ancak o bile kuşku uyandıracak kadar iddiasızdır. Avrupa’nın toplum tarihine bakıldığında, kadının yeri ayrıca kafa kurcalamaktadır. Avrupa’da üst düzey bir erkek taşın Kraliçe de olsa bir kadına dönüşmesinin zorluğu bir yana, taşın Kraliçe adını aldığı tarih olarak sunulan tarihler arasında bile ciddi farklar var. Bense bu dönüşüm konusunda şöyle düşünüyorum: Satranç tahtasında Vezir’le Şah’a bakıldığında görülecektir ki bu iki taş, erlerin korumasında, arkada, ortada, yan yanadır. Bugün Batı’daki adlarıyla Kraliçe’yle Kral’ın hareketi hiç benzemez, hiç yakın değildir. Vezir’in Batı’da geçirdiği değişimden önceki hareketine bakıldığında ise, Şah’ınkine çok yakındır. Bu da ister istemez bu iki taşın “eş” olduğunu düşündürüyor. Türklerin Arap etkisine girmeden önceki toplum yapısında çok açık biçimde görülür ki, kadınla erkek tümüyle eşittir. Savaşçı kadınlar, bu kültürün bir parçasıdır. Tarihteki ilk kadın hükümdarlar Türk’tür. Devlet yönetiminde Hakan’ın yanında Hatun’un da kararı, onayı ve imzası gerekmektedir. İşte bu toplumsal yapı, satranç tahtası üzerinde yan yana duran, hareketleri birbirine çok yakın bu iki taşın Hakan’la Hatun olabileceğini düşündürtüyor. Hatun, İran’da veya Arabistan’da Vezir’e dönüşmüş olabilir. Avrupa’ya satranç, Endülüs’ten önce Orta Asya’dan geldiyse, Kraliçe’nin Vezir’den değil, Hatun’dan dönüşümü, o konuyu kendiliğinden açıklamış olur.”[24]

Bu bilgiler ışığında Satranç’ın kökeni ile ilgili ortada iki iddia kalmaktadır:
1. Hindistan kökenli olduğu iddiası
2. Turan kökenli olduğu iddiası
      Bu iddialardan “Satrancın Hindistan kökenli olduğu iddiası” ancak mevcut olduğu söylenen belgelerin ortaya konmasıyla ispatlanabilir. Böyle bir belge var mıdır, yok mudur bilmiyoruz. Bu belgeler bulununcaya kadar biz, yukarıdaki kanıtlarımıza dayanarak, Satranç’ın Turan kökenli olduğunu iftiharla söyleme hakkına sahibiz. Satrançla en üst derecede ilgilenmiş olan uzmanların görüşü de bizimle aynıdır: “Benim hiçbir kuşkum yok ki, satrancın bir Türk oyunu olduğu şu anda birilerince bilinmektedir ve bunun kanıtları, o birilerinin elinde bulunmaktadır.”[25]




[1] TRT Yapımcı-Yönetmeni
[2] Gelişm Hachette Alfabetik Genel Kültür Ansiklopedisi, 10 c.+ İstanbul, 1983, Gelişim Yayınları, Sf. 3746-3747. sf. 3746
[3] Gelişim, sf. 3746
[4] Gelişim, sf. 3746 Ansiklopedi bilerek veya bilmeyerek kaynağın ismini de yanlış vermiştir. Doğrusu: Murray, H. J. R. (Murray, Harold James Ruthven) A History of Chess (London: Oxford University Press, 1913)
[5] Gelişim, sf. 3747
[6] Gelişim, sf. 3747
[7] Gelişim, sf. 3747
[12] Altungök, Ahmet, IV. Ve VIII. Yüzyıllar Arası Sasaniler Dönemi Türk-Fars İlişkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, sf. 80 (283 sf.) http://www.belgeler.com/blg/13o1/iv-ve-viii-yuzyillar-arasi-sasaniler-donemi-turk-fars-iliskileri-between-4th-and-8th-centuries-the-period-of-sassanids-turk-fars-relations
[15] KÜÇÜKYILDIZ, Arslan. Satrancın Atası Türk Zekâ Oyunu Mangala (Günümüzde Çocuk Oyunlarında ve Oyuncaklarında Yaşanan Değişimler Sempozyumu, 9-10 Aralık 2010, Ankara / Türkiye) http://xa.yimg.com/kq/groups/4995649/989872590/name/satrancinatasimangala.doc
[16] CAMIY, Irgıt . Tıva Oyunnar, Kızıl, Tıvanın Nom Ündürer Çeri, 1992
[17] Bu konudaki makalemiz yakında yayınlanacaktır.
[19] ÖZDEMİR, Nebi. Türk Çocuk Oyunları I-II. Ankara, Akçağ Yayınları, 2006 (1.c.456 sf, 2.c.560 sf.)
[20] KÜÇÜKYILDIZ, Arslan. a.g.m.
[25] İskender Altındiş'in yorumudur.