28 Ocak 2014 Salı

O Bir Dahî Romancı


“O bir...” şeklinde başlayıp devam eden cümleleri hepiniz bilirsiniz; hani şu televizyon gösterilerinin bilinen sunuş şekillerindendir.  Bugün size sadece iş olsun diye o şekilde sunulan birinden değil, gerçek bir şair, bir romancı, bir düşünce adamı ve bir tarihçiden; Bir “dahî” yazardan, Rafet Elçi’den söz edeceğim. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Rafet Elçi meselelere biz fanilerin baktığı yerden değil, çok farklı bir dünyadan bakabildiği için dahî sıfatını hak ediyor. Dahî sözü dehâ sahibi, son derece zekî, anlayışlı ve uyanık insanlar için kullanılıyor. Bu sıfat yaşayan, genç bir yazarı kibirlendirir mi? Eh biraz kibirlense yeridir.

Rafet Elçi ile daha doğrusu onun kalemiyle Nar-ı Aşk romanının yazarı Mine Sultan Ünver aracılığıyla tanıştım. Bana bir gün “Şair” romanını okuyup okumadığımı sormuştu. Okumamıştım ama ilk fırsatta okudum. Konusu, dili ve üslubu ile olağanüstü çarpıcı bir romandı. Kendimi bir dünya klasiği okuyormuş gibi hissettim. Arkadaşlarıma okumalarını tavsiye ettim. Sonra da onun yazmakta olduğu romanın peşine düştüm: Hoca Ubeydullah Ahrar’ı yazıyordu... Ahrar’ın piyasaya çıkacağı zamanı iple çektim, yazar ve eleştirmen önemli edebî şahsiyetlerin oluşturduğu Türk Ocakları Kuşlukta Yazarlar Topluluğu’nda Ahrar’ın görüşülmesini istedim. Çünkü dostlarıma bu dahi yazarı tanıştırmak istiyordum. “Ahrar / Mecburlar Yolu” romanını da “Şair” gibi bir solukta okudum. Nihayet 13 Kasım 2013 de “Ahrar / Mecburlar Yolu” adlı romanıyla Rafet Elçi Kuşlukta Yazarlar’ın konuğu oldu. Kitapla ilgili değerlendirmelere geçilmeden önce kendisine verilen söz sırasında “kırk yaşından sonra roman yazmayacağını” söylemesi üzerine dikkat kesildim; Neler söylüyordu böyle? Konuşma sırası bana gelince de bu sözlerine içerlediğimi belli ettim ve roman yazmaya devam etmesi gerektiğini söyledim. Üzerinde yıllarca çalıştığını söylediği Ahrar’dan çok, bu sözlerini eleştirdim. Çünkü Rafet Elçi roman yazmak üzere “görevlendirildiğini” düşündüğüm bir yazardı. Şiir de yazsa, tarih eleştirisi de yazsa fark etmezdi, O bir “dahi” romancıydı.


Ahrar / Mecburlar Yolu Hoca Ubeydullah Ahrar’ı, Türkistan’ın en önemli mutasavvıflarından birini anlatıyordu. Ama nasıl anlatma! Ahrar’ın yetiştiği iklim, o iklime yön veren ve tarihi değiştiren hakanlar, Timur ve Yıldırım’ın müthiş kapışmaları, ihtişamıyla sefaletiyle Doğu-Batı ve devletler, büyük ve küçük insanlar, dünyanın yaratılışı, insanın maddi ve manevi anlamdaki harikulade yolculuğu... En olmadık zamanda zirveden aşağıya yuvarlanışı, aşağıdan yukarıya tırmanışı. Elçi, kullandığı güzel dili ile adeta bir tarih ve tasavvuf yolculuğuna çıkarıyordu bizi. Çizdiği tablolar o kadar canlı idi ki romandan muhteşem bir sinema filmi çıkarılırdı. Yıldırım’ın Ankara Savaşındaki yenilgisi öncesi verdiği mücadele, Timur elinde ölümü karşıladığı yerin ve anın tasviri, Buhara yağmalanırken bir dervişin nasıl yoldan çıktığını anlattığı sahneler... Ahrar’ı anlatmak için sebebin sebebini, o sebeplerin de sebeplerini anlatıyordu. “Bu romanda Ahrar çok az yer almış.” dedirtecek kadar. Allah’dan “Ahrar”ın devamının yazılacağını öğrendik de rahatladık. Rafet Elçi, Şair’i ve Ahrar / Mecburlar Yolu’nu yazdıktan sonra kanaatimce “Ben kırkımdan sonra roman yazmayacağım.” diyemez; dememelidir. Çünkü bu romanlardan sonra yazmadığı, yazmayacağı romanlar, gelecekte onun yakasına yapışacaktır, diye düşünüyorum.


Size Ahrar’dan önce Şair’den, Şair’den önce Rafet Elçi’nin yazdığı diğer eserlerden bahsetmeliydim; Yolcu, Türk Harp Kudretinin Sınırları, Kalbimdeki Monarşi, Kanayan Kafesler, Ruhlar Pipo İçmez, Kemiğe Dayanmış Yaralar. Ahrar / Mecburlar Yolu romanı Şair okunmadan okunmamalı bence. Şair’in kapağındaki bilgileri aktarmakla yetineceğim: “Şiire ve şaire âşık insanların yaşadığı uçsuz bucaksız bir çöl... Acımasız toprakların şekillendirdiği yakıcı bir güzellik ve onu elde etmek için birbirine kelamın kılıcını çekmiş iki efsane şair. İnsanların sözlerine Allah’ın sözlerinin karışmasıyla neticelenen dramatik bir yarışma... Arka planında Doğu Roma, Sasani ve Batı Türk imparatorlukları arasındaki dünya harbinin yaşandığı bu dram, kadim Arap dininin ve Arap töresinin son günlerine ağıtlar yakan bir putperestin diliyle anlatılıyor. Bir söz için yaşayıp bir söz için ölen insanların dünyasına düşen yakıcı sözler... Baş döndürücü şiirler eşliğinde yaşanan unutulmaz bir doğu masalı. Persler, Doğu Romalılar, Türkler, Ermeniler, Gürcüler, Agvanlar, Avarlar, Çinliler ve Araplar, kısacası kadim dünyanın kadim halkları bu masala şahitlik ederken kendileri adına kendileri konuşuyorlar. Bu romanın bir cevap olması için; Doğu’nun Cevabı.”


Kanaatimce Türk Harp Kudretinin Sınırları adlı kitabı da Ahrar / Mecburlar Yolu’ndan sonra, mutlaka, okunmalı: “Bin yıl boyunca Türk ordularını Büyük Bozkırın yenilmez gücü yapan teknik ve taktik üstünlükler… Roma Lejyonlarını, Çin piyadelerini toprağın üzerinden toz bulutu gibi süpüren bu heybetli süvarileri kale surları önünde çaresiz bırakan eksiklikler… Karşılaştırmalı analizler, detaylı harp anlatımları ve Asurlardan Perslere, Romalılardan Gök-Türklere büyük orduların fetih sınırları… İlk Çağlardan başlayarak kronolojik ve eş zamanlı bir tarih anlatımı… Gök-Türk tarihinin esas kaynakları olan Çin arşivlerinin maskesini düşüren bir tarih eleştirisi…” (Arka Kapak’tan)


Rafet Elçi’nin eserleri üzerinde çok durulacak, söyledikleri elbette tartışılacaktır. Sadece iki üç eseriyle ilgili sınırlı bilgiler verebildim size. O, sözlerimin başında sıraladığım sıfatları kelimenin tam manasıyla hak eden çok genç bir edebî şahsiyet. Özgeçmişi ve birkaç televizyon ve gazete söyleşisi dışında hakkında yazılmış pek az yazıya rastladım. Hâlbuki O çok daha fazlasını hak ediyor. Televizyonlara verdiği mülakatları dinlediğiniz zaman zaten çok farklı bir yazarla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz.[1] Eserlerine de göz atma imkânı bulmuşsanız şaşırıyorsunuz. 21. yüzyılda Türk Edebiyatı’na 19 yüzyıl’ın dahi romancılarının soluğunu getirmiş bir yazarla karşı karşıya olduğunuzu düşünüp heyecanlanıyorsunuz. Tuğla gibi kalın, muhteşem üslup ve muhtevadaki kitaplarını görmüşseniz bana hak vereceksiniz. Neden bu kadar önemli bir yazar yetiştirip de sonra ona sırtımızı döndüğümüzü anlamakta zorluk çekebilirsiniz. 20 Kasım 1979 doğumlu genç yazarın kamuoyunda hak ettiği ilgiye zaman içinde kavuşacağından şüphe etmiyorum. Zaten bu satırları onu daha yakından tanıtmak ve onun yazdıklarını anlatmak için değil, onun yazacağı romanlarının peşinde olduğumu ifade etmek için yazıyor ve “Kırkından sonra roman yazmayacağım.” sözünü geri almasını gönülden diliyorum. Bir romancı olarak Peyami Safa ve Galip Erdem gibi dahî yazarların takipçisi olacağına inanıyorum.


Bu arada Ahrar / Mecburlar Yolu’nun devamı ne zaman yayınlanacak acaba?



[1] http://rafetelci.blogspot.com.tr/

10 Ocak 2014 Cuma

Hüzün Geçti Kapımdan

Arslan Küçükyıldız

Edebiyat dünyasının hazan mevsiminde Hüzün Geçti Kapımdan bir bahar müjdesi gibi geldi bana. Abdürrahim Karakoç, Eriman Topbaş, Nevzat Kösoğlu, Şükrü Karaca ve İslâm Beytullah Erdi gibi isimleri bir solukta saymak kolay da yetiştirmek çok zor. Arka arkaya kaybettik onları ve geride ne bıraktıklarına bile bakmaya fırsat bulamadan yeniden korkunç bir hızla değiştirilmeye çalışılan siyasi ve sosyal yapımızın meseleleriyle boğuşmaya daldık. Bu keşmekeşte her Çarşamba günü Türk Ocakları Kuşlukta Yazarlar Topluluğu’nun kahvaltıları olmasa boğulacak gibiyim. Edebiyata, sanata belki de en fazla ihtiyaç duyulan zamanları yaşıyoruz. Yeni ümitlere, istikbal vadeden yazarlara çok ihtiyacımız var. Çok şükür yaşadığımız ruhî yangına su serpen genç yazarlarımız yetişiyor. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi mezunu Keziban Gülcan Kaya bunlardan biri. Seçkin bir edebi muhit olarak gördüğüm Kuşlukta Yazarlar’da 8 Ocak 2014 tarihinde onun ilk hikâye kitabı Hüzün Geçti Kapımdan kitabını konuştuk.

Kuşlukta Yazarlar’ı seviyorum. Serbest bir ortam burası. Kahvaltı masasında konuk ettiğimiz yazarın, okuyarak geldiğimiz kitabını enine boyuna konuşuyoruz. Yazara eseriyle ilgili aklımıza, ağzımıza gelen her şeyi söylüyoruz. Kitabı yayınlayan yayınevine verip veriştiriyoruz. Bazı kitapları basım öncesi, kitap olarak az sayıda basılmış haliyle de konuşabiliyoruz. Böyle olduğunda yazarlar çok daha fazla istifade edebiliyorlar. Neredeyse yayın evlerinin düzeltmenliğine ihtiyaç kalmayacak şekilde didiklemiş oluyoruz çünkü o kitabı. Edebi anlamda doyurucu olmaya çalışıyoruz. Eleştirdikçe eleştirmeyi, eleştirildikçe eleştiriye tahammülü öğreniyoruz. Öğreniyor, öğretiyoruz. 

Keziban Gülcan Kaya’nın kitabı oldukça kalabalık bir katılımcı tarafından değerlendirildi. Meyveli ağaç taşlanır; Yazar, mezun olduğu yazarlık okulu, yayınevi çeşitli yönleriyle eleştirildi. Kitaptaki hikâyelerin beğenilenleri, beğenilmeyenleri, eksikleri, gedikleri tartışıldı. Yine de fazla ‘hırpalamadık’ diyebilirim. Amacımız bağcı dövmek değil çünkü. Özetlemek gerekirse Keziban Gülcan Kaya eleştirmenlerden olumlu not aldı. Gelecek vadeden bir hikâyeci olduğu kendisine söylendi. Kendisinden yeni hikâye kitapları beklediğimiz söylendi. O da bu eleştirilerden yararlandı sanırım. 

Eleştirmenler elbette kendi gördüklerini yazacaklardır. Ben kendi söylediklerimi yazacağım: Türkiye olağanın dışında, yıldırım hızıyla dönüştürülmek isteniyor. Dönüşüm tabii seyrini izlemediği için sosyal doku çok ağır yaralar alıyor. İç ve dış toplum mühendisleri insanımızın cevheriyle oynuyor, cevherimize saldırıyorlar. Dönüşümü tartışıp, tabii seyrine oturtmamıza fırsat tanımadan üst üste şamar atmaya, başımızı döndürmeye çalışıyorlar. İnsanımız sahipsiz. Resmi, gayrı resmi hiçbir yerden destek almadan, sadece kendi gücüyle ayakta kalmaya çalışıyor. Çok zor da olsa bunu başarmış durumda. Bu Türk toplumunun birikiminin zenginliğinden kaynaklanıyor. Ancak mirasyedi olunmaması gerekiyor. Dağılmaya yüz tutmuş şirazeyi dikme, toparlama çalışmalarına ihtiyaç var. Bunu en fazla sanatçıların, özgün sanat eserleriyle yapması gerekiyor diye düşünüyorum. Keziban Hanım, derdimize ilaç olmaya çalışan hikâyeleriyle benim gönlümde yer etmiştir. Dupduru Türkçesi, akıcı üslubu ile yaralı bünyemizin sıradan insanlarının hikâyelerini, sıradanın ötesine çıkararak işlemiş. Kahramanlar akılda kalıcı. Olaylar unutulmayacak olaylar. Pek az hikâyecinin hikâyeleri aklınızda kalır. Keziban Hanım’ın hikâyeleri onlardan. Hasta annesine hikâyeler uyduran gencimiz, bayramda ziyaret edecek komşu arayan ailemiz, yılbaşı süsü yüzünden babasını kaybeden kızımız, çocuğu gibi büyüttüğü delikanlının evlendiğinde kendisinden uzaklaşmasını gören annemiz, üstüne gül koklayan yatalak kocasına bakan kadınımız...


Keziban Gülcan Kaya’nın Bengü Yayınevince basılan hikâye kitabı Hüzün Geçti Kapımdan, bir solukta okunacak, Türk insanına içeriden de bakılabileceğini gösteren güzel bir kitap. Yazarı, hocalarını, yayın evini kutluyorum. Kitabı, tavsiye ederim okuyun; siz de dostlarınıza tavsiye edeceksiniz.