Satranc

Satrancın Türk-Turan Kökeniyle İlgili Makaleler


Özlem Hacıhaliloğlu Eski Mısır'ın Senet Oyunu Satrancın Bilinen İlk Atası Mı? 



İskender Altındiş, Satrancın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu

Arslan Küçükyıldız, Satranç Tarihine Halkbilim Katkısı

Şevki Hacıoğlu, Satranç 

Şevki Hacıoğlu, İlk Strateji Oyunlarına Genel Bir Bakış

Arslan Küçükyıldız, Satrancın Tarihi ve Kökeni Üzerine

Arslan Küçükyıldız, Satranç Bir Türk Zekâ Oyunudur

İskander Altındiş, Satrancı Türklerin Yarattığına İki Gösterge

Arslan Küçükyıldız Çadır'dan Satranç'a / Satranç Tarihine Dilbilim'in Katkısı

Arslan Küçükyıldız Türk Zeka Oyunları / Çocuk Yayıncılığı İçin Öneriler

Arslan Küçükyıldız Satranç Taşları ve Tahtasının Biçim ve Tasarımı Üzerine Düşünceler

Arslan Küçükyıldız Satranç ve Don Değiştirme (Kabulgan)

Arslan Küçükyıldız Satranç Taşlarında Güneş

Arslan Küçükyıldız Bir Türk Zekâ Oyunu Olarak Satranç;Satrancın Kökeni 

Arslan Küçükyıldız (Nazan Ekinci Söyleşisi) Türk Zekâ Oyunu “Köçürme”
                                (Satrancın kökeni hakkında soru için)
Aybars Fırat Şatıra / Satranç


Yazdığı bir makale hakkında:

Satranç'ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala (Önsöz)

ÖNSÖZ: İskender Altındiş

Sitemizde bölümler halinde yayınlayacağımız yazı, dokuz kumalak (mangala) adlı Türk zekâ oyununu çok ciddi biçimde araştırmış olan ve TRT’de yapımcılık ve yönetmenlik yapan sayın Arslan Küçükyıldız’ın,” Satranç’ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala” adlı çalışmasıdır. Birçok oyunu incelediği belli olan Küçükyıldız, bu çalışmasında dokuz kumalağı ayrıntılı biçimde işlemiş. Ek olarak, kökeni konusunda birbirinden tutarsız bilgiler dolaşan satrancın, Türkler’in yarattığı bir zekâ oyunu olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de oyunların evrimini gözlemleyip ortaya koymuş olması, satrancın kökenine ilişkin hemen her türlü belgeden daha değerlidir. Demek istediğimi şöyle açayım:


Batılılar tarafından Eski Yunan kültürü, tüm uygarlığın başlangıcı olarak tanıtılır. Demokrasi gibi siyasal ve toplumsal kavramlar, matematik, felsefe, herşey Eski Yunan’da başlamıştır. Bu söylemde bulunanlar, “Peki efendim, ne oldu da herşey Eski Yunan’da başladı? Bu düzeye ulaşana kadar hangi toplumsal çatışma ve aşamalardan geçtiler? Yoksa bu adamlar birdenbire uzaydan mı geldi?” sorularına bir yanıt vermek istemez. Oysaki bu, en doğal sorudur, çünkü herşeyin bir geçmişi ve öyküsü vardır. Hiçbirşey birdenbire ortaya çıkmaz. Bu konuda adamakıllı araştırma yapan herkes görecektir ki Eski Yunan kültürü denen kültürü, Eski Yunanlılar dışardan almıştır. Ve bu kültür, Türk kültürüdür. Bunu daha fazla açmaya gerek yok. Şu aşamada bilinmesi gereken şey, Eski Yunan kültürünün birdenbire varolmadığı, bir geçmişin devamı olduğudur.


Buna benzer bir söylem de satrancın kökenine ilişkindir. Denilen o ki Hindistan’da bir Brahman, Raca’yı (Kıral’ı) eğlendirmek için satrancı bulmuş. İnsan merak ediyor: Böyle bir şey dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda görülmüş müdür? Aynştayn, görelilik kuramını sıfırdan tek başına düşünüp, tek başına konuyla ilgili sorular sorup, tek başına olası yanıtlar dizip sonucunda böyle bir kuram bulmuş değildir. Görelilik kuramına götüren bazı çok önemli soru ve yaklaşımları, Aynştayn’dan önceki kimi fizikçiler ortaya koymuştur. Aynştayn’ın yaptığı, bu çok ilginç sorulara ve yaklaşımlara birkaç şık yaklaşım ekleyip, yüksek zekâsıyla hepsini değerlendiren ve toparlayan bir kuram ortaya atmak olmuştur. Bilim, bütün dünyada böyle yapılır ve tarih boyunca böyle yapılmıştır. Hiçkimse tekbaşına, sıfırdan görkemli bir ürün ortaya koyamaz. İşin doğası ve güzel olan budur. Yalnızca bilim değil, her çeşit düşünce ürününün doğuş süreci böyledir. İşte bu nedenle, satranç gibi gelişmiş ve karmaşık bir oyunun bir tek insan tarafından bir anda bulunduğunu savlamak, insan mantığına ne kadar seslenir, bunu herkes kendi düşünecektir.

Bu yüzden sayın Arslan Küçükyıldız, satrancın kökenine bakarkenki yaklaşımında, iki yerde isabette bulunmuştur. Birincisi, satrancı birdenbire ortaya çıkmış bir oyun olarak değil, geçmişi olan, belli bir evrim sürecinde oluşmuş bir oyun olarak ortaya koymasıdır: “O oyun şuna, şu oyun da satranca evrilmiştir; satranç, öncesindeki oyunlardan etkilenerek oluşmuştur.”  Bu yaklaşım, ileri sürülen belgelerden de değerli ve geçerlidir. Çünkü bugünün belgeleri, ileride bulunacak belgelerle önemini yitirebilir. Ve kimi belgelerin üzeri örtülebileceği gibi, zorlama belgeler de kanıt gibi sunulabilmektedir. Ancak, oyunların titiz incelemeler sonucunda ortaya çıkarılacak olan gelişim süreci, gerçekleri apaçık bir biçimde gözler önüne serecektir. Sayın Arslan Küçükyıldız’ın yazısının içinde geçen  “araştırmamıza rağmen Hint belgelerini henüz göremedik” tümcesi, bu açıdan ayrıca dikkat çekicidir.

Sayın Arslan Küçükyıldız’ın satrancın kökenine ilişkin incelemesinde gösterdiği ikinci isabet ise, dikkatini Türk kültürüne yöneltmiş olmasıdır.


Batı’nın en sözügeçer, en üst kurumlarının da bildiği gibi, Çin, Hint, Mısır, Anadolu, Eski Yunan, çeşitli Avrupa ve Amerika uygarlıklarını kuranlar, Türkler’dir. Bunu, Batılılar’ın kendileri araştırmış, kendileri ortaya çıkarmıştır. Üzerini örtmüşlerdir ve bize sunulan tarihle yetinen biz de tarihimizi bilmeyiz. Topraklarımızda yapılan, Türkler’in sokulmadığı kazılardan, “Buradan çıkan tarihsel gerçekleri insanlara anlatabilmek için çok çok uzun yıllar gerekiyor” açıklamaları çıkıyor, sınırlarımız içinden dünya tarihinin gerçekleri çıkıyor, bizim dünyadan haberimiz yok. Türkler’in uygarlığını gizlemek için binbir takla atan Batılı ülkeler, Türkler’in uygarlık ürünlerini gerek kendilerine alır, gerekse de Çin’e Hindistan’a, Mısır’a, Eski Yunan’a, Roma’ya, Ruslar’a, İskandinav ülkelerine, Araplar’a, İran’a hatta yokolmuş kavimlere ve devletlere paylaştırır. Diğerleri de bir güzel sahiplenivermektedir. Ama içlerinde bilim kaygısıyla iş yapan gerçek bilimciler de vardır. Her dönemin kendine özgü koşulları içerisinde siyasal politikalar, bu gerçek bilimcileri zaman zaman desteklerken zaman zaman da engellemiştir. Bu engellemelere iki örnek, İskandinavya ve Almanya’dan verilebilir.


Ne anlama geldiği bilinmediği için “rünik harfler” denen harfler vardır. Genel söylem, bu harflerin İskandinavya kökenli olduğudur. İskandinavya’dan bir bilimci, bu rünik harflerin İskandinavya’ya Orta Asya’dan geldiğini söyleyince, akıl hastanesine tıkılmıştır. Evet, kafamızdaki “uygar” ve “bilim, düşünce aşığı” Avrupa tanımı, buna inanmamızı engelliyor, ama bu olay gerçek, bir başka deyişle o tanım yanlıştır. Bu tür Avrupa anıları, fizik dalında bile vardır. Almanya’da gamalı haçın gerçekte bir Türk damgası olduğunu, Hitler’in bu işareti Hindistan’dan getirdiğini söyleyen bir bilimci ise, görevinden alınmış, akademik kariyeri bitirilmiş, mahvedilmiştir. Almanlar’ın bunu yapmış olmasının nedeni, Hitler’i sahiplenme midir, Türkler’in uygarlığının üzerini örtme çabası mıdır, yoksa her ikisi de midir, siz karar verin.


Elbette sahip olduğu zengin geçmiş, satrancın Türkler’in yarattığı bir oyun olduğunu göstermez. Ancak, böylesi bir oyunun geçmişinin araştırılmasına, böylesi bir uygarlık tarihine sahip Türkler’den değil de, Türkler’in uygarlığı götürdüğü topluluklardan başlanmasının, mantıklı bir davranış olmayacağını herhalde herkes kabul edecektir. Atatürk’ün dediği gibi, “Büyük işleri, büyük uluslar yapar.” Öyleyse, sözkonusu olan tarihi belirsiz satranç olduğunda da, en büyüğünden başlamak gerekir.


Bir toplumun ulus olmasındaki en büyük engellerden biri, sınıfsal yapıdır. Hindistan’daki kast sistemi ise, sınıfsal yapının belki de en katı bir örneğidir. Bu kast sistemi, Hindistan’ı neredeyse tüm tarih boyunca ulus olmaktan, yani birlikte hareket etmekten alıkoymuştur. Bu da kendilerini dışarıya karşı hep zayıf ve kırılgan bırakmıştır. Kast sistemi nedeniyle mücadele anlayışından yoksun kalmış bir toplumun, satranç gibi bir örgütlü mücadele oyununu yaratmış olması, ikna edicilikten çok uzaktadır. Eğer söylencedeki gibi, satrancı bir Brahman’ın bulduğunu kabul edersek, aslında, satrancı bir Türk buldu demiş oluruz. Çünkü Brahmanlar, Hindistan’a yerleşen Türkler’dir. Yerli halkın kendilerinden çok daha kalabalık olması nedeniyle Türkler, özümlenme tehlikesine karşı varlıklarını koruyabilmek için yavaş yavaş kast sistemini kabul etmiştir. Kendi aralarında evlenmişlerdir. Brahmanlık dinini kurmuşlardır. Sanskritçe, bu Türkler’in oluşturduğu yapay bir dildir. Daha sonraları Türkler de diğer kastlara ayrışmıştır. Örneğin Buda, Brahmanlar’ın olduğu birinci kastta değil, soyluların ve savaşçıların olduğu ikinci kasttaydı. Kısacası, bir Brahman’ın satrancı bulduğunu söylemek, satrancı bir Türk’ün bulduğunu söylemek olsa bile, ben satranç gibi bir oyunu bir kişinin tek başına bulmuş olmasına olanak vermediğimi, yazının en başında, nedeniyle birlikte belirttim.


Sayın Arslan Küçükyıldız’ın yazısında, satrancın öncülü olarak sözedilen Türk zekâ oyunu satıra’nın (kimi yerlerde “satra” diye geçer), gerek oyun yapısına gerekse de adının benzerliğine rağmen neden hiçbir satranç tarihçesinde geçmediğini, buraya kadar yazdıklarımdan sonra daha fazla açmaya gerek görmüyorum.


Bir de ilk satranç makinesi olan “Türk” konusu var. 1769’da yapılmış olan bu satranç makinesine “Türk” adının verilmesine neden olarak yarımyamalak, tutarsız şeyler söyleniyor ve aslında pek de değinilmiyor. Söylenenlerden biri, makineyi bir Macar yaptığı için adını Türk koyduğudur. Sanki Macarlar “biz Türk’üz” diye bağırıyormuş gibi! İkinci açıklama, “güçlü Türk” algısına bağlanıyor. Ancak, burada kastedilen zihinsel değil, fiziksel güç. Acaba, yüzyıllardır kendi halkına Türkleri, fiziksel olarak güçlü ama zihinsel olarak en aşağıda ve barbar diye tanıtan Avrupalı’nın satranç makinesi konusundaki bu açıklaması, kendisini tatmin etmekte midir? Biraz gülünç kaçmıyor mu?


Bugün teke tek bir futbol karşılaşmasında herkesi yenecek güçte bir robot yapılsa ve bu robota bir ulus kimliği yapıştırılacak olsa, en iyi futbolcuları Brezilya’nın çıkardığı kabul edildiği için, bu robota seçilecek ad, ya “Brezilyalı” olur ya da futbolun beşiği İngiltere sanıldığı için “İngiliz”. Karpov’la Kasparov döneminde yapılacak bir satranç makinesine “Sovyet” denirdi. O dönemin en üstün satranç oyuncuları Sovyetler’di çünkü. Satranç denilince akla orası geliyordu. Demek ki ilk satranç makinesinin adının neden Türk olduğu konusunda iki açıklama olabilir. Ya o dönemin en iyi oyuncuları Türkler’den çıkıyordu ya da satrancı bulan Türkler’dir ve Batılılar bunu biliyor. Macar teknisyenin başka basit bir nedeni olsaydı, bunu herhalde bilirdik, böylesine gizli kalmazdı.


Satrançtan söz eden, Hindistan’daki belgelerden daha eski belgeler de vardır. Bazıları milattan öncesine işaret etmektedir. Bu belgeler neden yoksanıyor, orasını bilmiyorum ama, bir tanesi de İran bölgesiyle ilgili. Satrancın İran’da çıktığını savlayanların bir nedeni, bilinen ilk satranç takımının Özbekistan’da, Semerkant’ta bulunmuş olmasıdır. O bölge, o dönemde İran’da hakim olan Sasani yönetiminde olduğu için, satranç İran’da doğmuştur diyorlar. Oysaki orada yaşayanların Türk olduğundan söz eden yok. Satrancı İran’a dayandıranların bir diğer nedeni, MS 600 dolaylarında yazılmış bir kaynak. Bu kaynakta, MS 226 yılında Sasani devletini kurmuş olan Ardişir’in usta bir satranç oyuncusu olduğu yazılıdır. Bu da Hindistan’da bulunduğu söylenen belgelerden 300 - 400 yıl önce demek. Dediğim gibi, bu belge neden yoksanıyor bilemiyorum ama Sasani devletini kurucusu Ardişir’in babası Babek, Azerbaycan’da bir Türk kahramanı olarak anılır. Sasani devletine adını veren Sasan, Ardişir’in dedesidir. İstanbul surlarına kadar ilerleyen Sasani orduları, Kara Doğan adlı bir komutanın Türkler’den oluşan ordusuydu.


Eğer satrancı Türkler bulduysa, çok büyük olasılıkla bunu Hindistan ve İran’dan bağımsız olarak Avrupa’ya da götürmüş olsa gerek. Macar tarihi gözönüne alındığında, Macar teknisyenin makinesine “Türk” adını vermiş olması, bunu işaret ediyor olabilir. Ayrıca Arnavutluk’ta bulunan, MS 465 yılına tarihlenen ve satranç taşı olduğundan kuşkulanılan bir taş var. Ancak yanında diğer taşlar bulunmadığı için, bu bir satranç taşı mıdır yoksa örneğin bir süs eşyası mı, emin olunamıyor. Eğer bu taşın satranç taşı olduğu anlaşılırsa, bu, Balkanlar’da Hindistan’dan önce satranç oynanıyordu demektir. Ve bana sorarsanız, bunun kanıtları şu anda birilerinin elinde var.


Benim, satrancın Avrupa’ya Endülüs’ten daha önce Orta Asya’dan geldiğinden kuşkulanmamın bir nedeni de Vezir dediğimiz taşın Batı’da Kıraliçe olarak geçmesidir. Vezir’in Kıraliçe’ye dönüşmesine neden olarak temelde iki neden gösterilmektedir. Bir tanesi, bir kıraliçe’den yada ünlü bir kadından esinlenildiği savı. Esinlenildiği düşünülen aday sayısı kabarık. Biri şu diyor, biri bu. İkinci neden, taşın Kıral’ın yanında yeralması olarak gösterilmektedir, ancak o bile kuşku uyandıracak kadar iddasızdır. Avrupa’nın toplum tarihine bakıldığında, kadının yeri ayrıca kafa kurcalamaktadır. Avrupa’da üst düzey bir erkek taşın Kıraliçe de olsa bir kadına dönüşmesinin zorluğu bir yana, taşın Kıraliçe adını aldığı tarih olarak sunulan tarihler arasında bile ciddi farklar var. Bense bu dönüşüm konusunda şöyle düşünüyorum: Satranç tahtasında Vezir’le Şah’a bakıldığında görülecektir ki bu iki taş, erlerin korumasında, arkada, ortada, yanyanadır. Bugün Batı’daki adlarıyla Kıraliçe’yle Kıral’ın hareketi hiç benzemez, hiç yakın değildir. Vezir’in Batı’da geçirdiği değişimden önceki hareketine bakıldığında ise, Şah’ınkine çok yakındır. Bu da ister istemez bu iki taşın “eş” olduğunu düşündürüyor. Türkler’in Arap etkisine girmeden önceki toplum yapısında çok açık biçimde görülür ki, kadınla erkek tümüyle eşittir. Savaşçı kadınlar, bu kültürün bir parçasıdır. Tarihteki ilk kadın hükümdarlar Türk’tür. Devlet yönetiminde Hakan’ın yanında Hatun’un da kararı, onayı ve imzası gerekmektedir. İşte bu toplumsal yapı, satranç tahtası üzerinde yanyana duran, hareketleri birbirine çok yakın bu iki taşın Hakan’la Hatun olabileceğini düşündürtüyor. Hatun, İran’da veya Arabistan’da Vezir’e dönüşmüş olabilir. Avrupa’ya satranç, Endülüsten önce Orta Asya’dan geldiyse, Kıraliçe’nin Vezir’den değil, Hatun’dan dönüşümü, o konuyu kendiliğinden açıklamış olur. Yine de bu konuda elimde bir veri olmadığını da belirtirim.


Benim hiçbir kuşkum yok ki, satrancın bir Türk oyunu olduğu şu anda birilerince bilinmektedir ve bunun kanıtları, o birilerinin elinde bulunmaktadır. Bir gün gelecek, bu gerçeği biz de öğreneceğiz. Ben sayın Arslan Küçükyıldız’ınki gibi bir yazıyı yalnızca üç yıl bekledim. Kendisine teşekkürlerimle...


A) SATRANCI TÜRKLERİN YARATTIĞINA İKİ GÖSTERGE

1) Piyon Neden Geri Gitmez?

Geçen yıl, Dokuz Eylül Satranç Kulübü'nde bulunduğum bir gün, ara bulup boş bir sınıfa girmiş, ışıkları kapatıp, karanlıkta kafamı dinlemeye koyulmuştum. Arada bir kulağıma diğer sınıftan sesler takılıyordu. Bir ara altı yaşındaki öğrenci, piyonu geriye doğru oynamaya kalkışınca, öğretmen öğrenciyi "piyon geri gitmez" diye uyarmıştı. Bunun üzerine öğrencinin sorusu ilgimi çekti: "Neden geri gitmez?"

Gerçekten de her taş geri gidebilir, ama piyonlar geri gidemez. Neden? Yanıtını bulmak, neredeyse hiç zamanımı almadı, çünkü askerlikle ilgili bir gerçeği zaten biliyordum: Ordunun temeli, yaya erlerdir. Karakuvvetlerinin hava ve deniz kuvvetlerinden üstünlüğü, bundandır. Bir savaş oyunu olan satranca, bu felsefe, çok zarif bir biçimde katılmış: Bütün ordu öğeleri geri dönebilir, ama ordunun temeli olan erler bir kez yürüdü mü, bir daha geri dönüş yoktur. Erlerin adımları, artık geri dönüşü olmayan adımlardır. Bu yüzden de en dikkatli atılması gereken adımlardır.

Satrançtan ne kadar uzaksanız size o kadar şaşırtıcı gelecektir ki, hemen hiçbir satranççı, piyonun neden geri gitmediğini bilmez. Bu kadar basit bir soruyu sormak, çok çok büyük çoğunluğunun aklına bile gelmez. En ustasından en toyuna, dilediğiniz satranççıya sorabilirsiniz. Dünyanın bir köşesinde birileri bunun üzerinde herhalde düşünmüş olsa gerek, ama ben hiçbir satranççının bunu tartıştığını duymadım. Oysaki bu, gerçek bir satranç eğitiminde öğretilmesi gereken ilk şeylerdendir, çünkü satrancın içindeki temel bir felsefedir. Bildiğim kadarıyla dünyanın hiçbir yerinde böyle bir satranç eğitimi verilmediğine göre, satranççılar, satrancın felsefesini öğrenmiyor demektir. Bu da, satrancın kendisinin tümüyle sıtratejiye dayanan bir oyun olmasına rağmen, çok büyük satranççıların gerçek yaşamlarında sıtratejinin ve savaşçılığın S'lerinden bile habersiz olmalarının nedenini açıklar.

Günümüz satranççıları, piyonun geri gitmemesi felsefesinden habersiz olsa da, satrancı yaratanların, bu felsefeyi ve yaşamın gerçekliğini satranç oyununa incelikle yedirdiğine özellikle dikkat çekerim. Bu, şu demek: Satrancı yaratan ulus, hem felsefeyi hem de savaşı kavramış, özümsemiş, bu alanlarda ustalaşmış bir ulustur. Tarih incelendiğinde çok açıkça görülür ki, dünyada bu tanıma uyan gelmiş geçmiş tek ulus Türklerdir. Bir ikincisi yoktur. Yalnızca bu bile, yani yalnızca "erlerin geri gitmemesi " kuralı bile satrancı Türklerin yarattığının bir göstergesidir.

2) Satranç Taşları Niye Bu Sırayla Dizilmiştir?

Sözünü ettiğim öğrencinin sorusunun yanıtını düşünmemin hemen ardından, satrancın Batılılar tarafından değiştirilmeden önceki kuralları üzerinde düşünmeye başlamıştım.

Batılılar değiştirmeden önce Fil, yukarıdaki Şekil 1'deki gibi hareket ederdi: Çaprazda, bir değil iki sonraki kareye atlardı. Bulunduğu kareyle gideceği kare arasındaki karede bir taş olması, hareketini engellemezdi (Şimdiki hareketi ise şöyledir:http://tr.wikipedia.org/wiki/Fil_(satranç). Yolunda bir taş olmadığı sürece çaprazda dilediği kadar uzun veya kısa gidebilir. Yolunun üstündeki taş üzerinden atlayamaz).

Vezir'in eski hareketi de Şekil 1'de görülüyor: Bulunduğu karenin hemen dibindeki çaprazlardan birine gidebilirdi (Şimdiyse şu şekilde: http://tr.wikipedia.org/wiki/Vezir_(satranç) . Yolunun üzerinde taş olmadığı sürece, ister düz ister çapraz, dilediği kadar uzun veya kısa gidebilir).

Şekil 2'de satranç taşlarının dizilimi görülüyor. Ön sıra, tümüyle piyonlardan oluşur. Arka sırada, kanatlarda Kaleler, yanlarında Atlar, Atların öteki yanlarında Filler, ortada ise Şah'la Vezir yeralır.

Batılılar değiştirmeden önceki kurallara, yani satrancı yaratanların belirlediği kurallara göre, en güçlü ve en hızlı taş, Kale'dir. At'la Fil'in hızları aynıdır, ancak At, hareket alanı içinde daha çok kareye etkidiği için Fil'den daha hareketlidir (Şekil 3'te Fil dört yeşilli kareden birine gidebilirken, aynı karedeki At, sekiz pembeli kareden birine gidebilir). Fil ise ortadaki Şah'la Vezir'den daha hızlıdır. Kısacası, satrancı yaratanlar, en hızlı ve hareketli taşları, kanatlardan ortaya doğru dizmiş.

Şimdi ön sıradaki erleri kaldırıp arka sıradakileri hız ve hareketliliklerine göre yarıştıralım. Gözünüzde de canlandırabileceğiniz gibi, kanatlardan ortaya doğru bir hilâl oluşur. Yani Türklerin en bilindik savaş taktiği. Türkler, satranç taşlarını, hilâl taktiğine göre dizmiş.

B) BATILILARIN KİMİ KURALLARI DEĞİŞTİRMESİNDEN SONRA SATRANÇ

Eski Dünya Şampiyonlarından Geri Kasparov (Avrupa'da Latince harflerle Garry, Garri falan diye yazılır), yazdığı bir kitapta şöyle demiş:

“Yaygın efsaneye göre satranca benzer ağır tempolu bir savaş oyunu hemen hemen iki bin yıl önce Hindistan’da doğmuş ve yavaş yavaş şekil değiştirerek Orta Asya’nın güneyinden, İran’dan ve Ortadoğu ülkelerinden çok uzun bir yol kat ederek, İber Yarımadası’na ulaşmıştır. Bununla birlikte Avrupalılar, satrancın 'Hint' versiyonuyla ancak 17. yüzyılın sonunda tanışmıştır. Ancak geçerli olan bir tek şey iddia edilebilir: Çağdaş satranç 15. yüzyılda Akdeniz’de ortaya çıkmıştır. O andan itibaren pisikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun haline gelen satranç, bir Avrupa icadıdır.”

Bu sözlerin daha açık tercümesi, şudur:

"Satrancın ilkel bir biçimi vardı ki bu, Hindistan’da ortaya çıkmış. Ancak, bu ilkel oyun, ne zaman ki Avrupa’nın mübarek eline değdi, işte o zaman gerçek anlamda satranç oluverdi. Artık satranç, daha önce öyle değilken, böylelikle bir sıtrateji oyununa, pisikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyuna dönüverdi. Yani satranç, aslında bir Avrupa icadıdır."

Satranç tarihçilerinin söylediğine göre, Avrupalı rahipler, Doğu'ya özgü bir oyun olduğu için satrancın Avrupa'da oynanmasını uzun yıllar engellemiş. En sonunda taşların adlarını ve oyunun bazı kurallarını kendilerine göre değiştirerek Avrupa'da da satranç oynanmaya başlamış. Aynı Avrupa, sömürgeci anlayışa ve güce sahip olduğu için de bugün satranç, zamanla bunların bozduğu kurallara ve belirlediği sıtandartlara göre oynanmaktadır. Eski kurallar üzerinde yapılan birkaç dönüştürüm, doğal olarak, bütün satranç açılışlarını ve birçok taktiği değiştirmiştir. Kasparov da bu açılış ve taktik değişimini şöyle yorumlamış: ”Satranç, eskiden pisikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun değilken, artık o biçim bir oyuna dönmüştür. Bu nedenle satranç gibi bir satrancın beşiği, Avrupa’dır”.

Galiba kimse de kendisine sormamış: Peki güzel kardeşim, bugün satranç tahtası 110 kareye çıksa, şimdikilerden farklı hareket eden birkaç taş eklense, bugüne kadarki bütün açılışlar tarihe karışacak. Yeni açılışlar, oyunlar doğacak. Ya da hiçbirşeyi değiştirme, yalnızca “filin en çok üç kare gidebileceği” kuralını koy. Yine eski oyunlar tarihe karışacak, yenileri doğacak. Sen bunu yapan ülkeyi, yine yuvarlak sözlerle, “satrancın icatçısı” olarak mı adlandıracaksın? Satranca yeniden, “psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun haline geldi” mi diyeceksin?

Kasparov'un bu zayıf hamleleri hangi amaçla yaptığını burada uzun uzun açıklamaya gerek yok. Ama Avrupalıların bazı değişiklikleri neden yaptığına ve bunun sonuçlarına bakmak, daha ilginç olacak.

1) Taşların Hareketlerindeki Değişiklik

İlkönce taşların hareketlerindeki değişikliğe bakalım. Avrupalılar değiştirmeden önceki satranca bakıldığında çok açıkça anlaşılır ki satranç eskiden, çok daha ağır ilerleyen, çok daha sabır isteyen ve içinde çok daha fazla sıtratejik seçenek barındıran bir oyundu. Doğu ve Batı felsefeleri karşılaştırıldığında ve yaşamlarına bakıldığında yine çok açıkça görülür ki Batılılar, mücadele sırasında sabırlı ve sakin kalamaz. Karşı tarafla eşit düzeyde oldukları bir mücadelede, olayların ağır ilerleyişine katlanamazlar. Kısacası, eski satrançtaki bu sabır isteyen uzun süreli mücadele, Batılıların yapısına uymamıştır. Bu nedenle de Fil ve Vezir'in kısıtlı hareketlerini olabildiğince genişletmişlerdir. Belli ki Fil'i ve Vezir'i oyuna bir an önce sokabilmek için de, özellikle en ortadaki iki piyonun bir an önce açılmasına gerek duymuşlar. Bu nedenle de tek kare tek kare ilerleyen piyonlar için şöyle bir kural getirmişlerdir: "Piyonlar ilk kez oynanırken iki kare ilerleyebilir".

Bunun satranç üzerinde çok önemli bir sonucu olmuştur: Siyahlar ve Beyazlar arasındaki eşitsizlik. Oyun gereğinden fazla hızlandığı için, açılış gereğinden fazla önem kazanmış oldu. Bu nedenle de Beyazlar, yalnızca "ilk hamleyi yapıp" oyuna başladığı için belirgin bir biçimde üstün başlar, ilk andaki o üstünlüğünü de genellikle kaybetmez. Siyahlar kendi sıtratejisini yaratmaya genellikle fırsat bulamaz ve bir çok zaman, oyun boyunca yalnızca kendini savunmaya bakar. Bu yüzden satrançta, düşünmenin, sabrın ve doğaçlama sıtratejinin ağırlığı azalmış, ezber ve deneyim ağırlık kazanmıştır. Bu nedenle ki eğer kitaplarda anlatılan bir yığın açılış teorisini ezberlemek istemezseniz, hele turnuvalara hiç katılmayın.

Beyaz-Siyah eşitsizliği konusunda hiçbir tartışmaya denkgelmedim. Ama benzer konularda Batılıların takındığı tavırları bildiğim için, bir Batılıya bu konuyu açarsanız, bir süre sonra hiç kuşkum yok ki şu sözlerle, bu eşitsizliği önemsiz gibi gösterecektir: "İki oyuncu yüz kere karşılaştığında ellişer kez Beyazla oynayacakları için, eşitsizlik ortadan kalkar". Ulen ben sana oyunun ayarını bozmuşsun diyorum, sen istatistikten sözedip, "uzun vadede her iki taraf da eşit kez ayarsız kefeye oturacağı için, bir adaletsizlik sözkonusu değil" diyorsun...

2) Taşların Adlarındaki Değişiklik

Son derece ilginç bir konu da bu. Avrupalılar satrancı kendilerine göre şekillendirirken, taşların adlarını da kendi toplumsal yapılarına göre değiştirmişlerdir.

Savaş Arabası'nın adı (Doğu'da sonraları Savaş Arabası'nın satrançtaki yerini, yine Doğu'da bulunan Top almıştır), Avrupa'da Kale olarak,

Atlı birlikleri temsil eden At'ın adı Şovalye olarak,

Filli birlikleri temsil eden Fil'in adı Rahip olarak,

Şah'ın adı Kıral olarak,

Vezir'in adı Kıraliçe olarak (Daha önce açıkladığım nedenlerle, bence Kağan Kıral'a, Hatun Kıraliçe'ye dönüşmüştür: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10152055991587735&set=a.10151757808512735.1073741826.673777734&type=3&src=https%3A%2F%2Ffbcdn-sphotos-a-a.akamaihd.net%2Fhphotos-ak-xpa1%2Ft1.0-9%2F10177358_10152055991587735_2212944572037687179_n.jpg&size=636%2C555),

Er'in adı da Piyon olarak değiştirilmiş.

Şevki Hacıoğlu'nun önemli yazısından da okunabileceği gibi, Avrupalıların koyduğu bu yeni adlar, tümüyle Avrupa'nın toplumsal yapısının ve sınıf sisteminin satranç tahtası üzerine izdüşümüdür (http://9eylulsatranc.org/satranc-sevki-hacioglu/).

Rahip, din sınıfını temsil eder.
Şovalye, asker sınıfını,
Kıral ve Kıraliçe, ülke başındaki soylu sınıfı,
Kale, para sınıfını yani zenginleri (yani Feodaller ve Burjuvalar),
Piyon ise yönetilenleri yani "ayak takımı" denilenleri temsil eder.

Şevki Bey'in yazısında, bu konuyu ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz. Hemen şu yukarıda yazdığım karşılık listesini, özellikle de Kale-Para Sınıfı ikilisini yazının içine katması konusunda kendisine çok ısrar etmiştim, ama onu benim yazmamı istemişti. Bu yüzden de Kale'ye burada ayrıca değineceğim. Ama öncesinde şunu araya sıkıştırayım:

Dikkat edecek olursanız, eskiden ordular arasındaki savaşa ilişkin olan satranç, Avrupa'nın bakışıyla, toplumlar arasındaki savaşa dönüşmüştür. Bunun üzerinde düşünecek olursanız, aradaki ciddi fark şudur: Birinde savaş, savaş alanında biter. Diğerindeyse karşıdaki toplumla bir savaş biter, diğeri başlar. Bir başka deyişle, biri savaş kazanmaya, diğeri yoketmeye odaklıdır.

Küçüklüğümden beri, neden bu taşa Kale denmiş, diye merak ederdim: Kale hareket etmez ki. Üstelik önünde bir taş yoksa Kale'den atılan okun menzili savaş alanının sonuna kadar uzanırken, önünde bir tane piyon olsa bile menzil alanı daralıyor. Tabi ki buna bir yanıt bulamamıştım. Şevki Bey'in yazısını okuduktan sonra geriye yalnızca para sınıfı ve Kale'nin kaldığını gördüm. İyi de para sınıfı neden Kale'yle temsil edilir?

Batı'daki Toplumsal Evrim konusunda, özellikle Metin Aydoğan'ın "Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler" adlı iki ciltlik kitabını öneririm. Bu konuda, satrançla ilgili ve en kısa olarak şunları belirteyim:

Feodal ağalar, Roma'nın sahipsiz topraklarını ele geçirerek güçlenmiş ve bir zenginler sınıfı olarak belirmiştir. Bunlar; kale, sur ve şatolar inşa etmiştir. Zamanla bu kaleler, içeridekilere yetmez olmuş ve içerideki nüfusun dışarı atılmasıyla birlikte, Batı'da kentler oluşmaya başlamıştır. Feodallerin kale dışına attığı ve sömürdüğü bu kentliler arasından, zamanla Burjuva adlı bir kesim doğmuş ve bu Burjuvalar, yeni para sınıfı olarak Feodallerin koltuğuna oturmuştur. Artık Feodaller değil de Burjuvalar halkı sömürmeye ve kendi bölgelerini duvarlarla çevirmeye başlamıştır.

Burjuva adı, "kent" anlamına gelen "burg"dan doğmuştur. "Burg" adının kökeni için sözlüklere bakıldığında, her zaman olduğu gibi Ön, Orta Almanca'ya, carta curta gönderme yapıldığı, oraya da Hint-Avrupa adlı uydurma bir dil yapısından geldiğinin söylendiği görülür. Bir de bizim daha çok tanıdığımız "burç" sözcüğü var. "Kule, hisar, kale" anlamlarına gelir. Arapça olduğu söylenir. Sözcüklerin kökenbilimi konusunda uzman birisi değilim. Ancak, gerçekte Türkçe olan benzer hikâyeli çok sözcük örneği gördüğüm için, Burç sözcüğünün de Türkçe olabileceği konusuna dikkat çekmekten geri kalmayacağım. Hatta hiç kuşkum yok ki "Burç" sözcüğü, Türkçe'deki "Bur" kökünden geliyor (burmak ve burkmak eylemlerine dikkat ediniz). Tuncer Gülensoy'un "Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü" kitabından da görülebileceği gibi, "bur" sözcüğünün anlamlarından biri de "çevirerek kapatmak"tır.

Öyle veya böyle, "burg" sözcüğüyle "burç" sözcüğünün ilişkili olduğu kesin. Bu ikisi de "kale" ile ilişkili. Aynı zamanda, zengin sınıfı olarak hem Feodaller hem de Burjuvalar, "kale" ile ilişkili. Bunlardan başka, bugün Kale görünümlü satranç taşı için kullanılan İngilizce terim olan "rook"un, aynı zamanda "dolandırıcı, hilekâr" anlamlarına gelmesi, ayrıca ilginçtir. İşte satrançtaki Kale, bu yüzden hareket eder: Bugün kullandığımız satranç takımı, Batı'nın toplumsal yapısını gösterir.

C) SATRANÇ TAŞLARI ÜZERİNDEN "HALK" ve "ULUS" TANIMLARI

Batı sonrası satrançtaki taşların diziliminde dikkat çekici bir başka şey daha var. Öndeki taşlar yönetilen, arkadaki taşlar ise yönetenlerdir. Ben, yeri geldiğinde "ulus" ve "halk" kavramlarını genelde satranç taşları üzerinden şöyle anlatırım:

Batı'da "halk" olarak tanımlananlar, öndeki "yönetilenler" veya "ayak takımı" dedikleridir. "Ulus" olarak tanımlananlar ise ön ve arka sıranın tümüdür. Bir başka deyişle, Batılılar "ulusal egemenlik" derken, "yönetilenler" diye tanımladıkları kişilerin egemenliğini kastetmez. Üstü örtülü biçimde yönetenlerin egemenliği kastedilir. Yönetilenler, yani halk, yalnızca bir araçtır. Batı ülkelerinin tarihi incelendiğinde görülür ki "ulusal egemenlik", "demokrasi", "laiklik" gibi kavramlar, gerçekte asla ilkesel birer amaç olmamış, satranç takımının arka sırasındaki "büyük başların" kendi aralarındaki ve başkalarıyla güç kavgalarında, bu kavramlar da yalnızca birer araç olmuştur.

Türklerin "halk" ve "ulus" kavramları daha farklı tanımlanmıştır. "Halk" ile kastedilen, ülke içinde, yöneten yönetilen herkestir. "Ulus" ile kastedilen ise, dünyada ayrı devletler veya öbekler halinde yaşayan tüm Türklerin oluşturduğu topluluktur.

Örneğin Fıransa dışında bir Fıransız öbeği olmadığı için, Fıransızlar siyasal anlamdaki "ulus" tanımını, Türkler gibi yapamaz. Ancak, uluslararası ticarete bakıldığında görülür ki ülkeler, başka ülkelerdeki şirketlerinin tümünü "ulusal şirket" olarak tanımlar.

Böylelikle Batı, özellikle bulanık bırakılmış bu tanımdan dilediği gibi yararlanır: Sözkonusu örneğin Fıransız egemenliği olunca "ulus" denilen şey, farklı etnik kökenli de olsa yurttaşlık bağıyla bağlı, ülke içindeki herkestir. Farklı kökenlileri, incelikle, Piyon anlamındaki "halk" adıyla tanımlarlar. Ama sözkonusu örneğin Türk egemenliği olunca, "her biri ayrı bir ulus" diye tanımladıkları etnik kökenler yaratırlar.

Son olarak, Piyon'un neden geri dönmediği konusuna, burada yeniden dönerek bitireyim. İncelendiğinde anlaşılır ki eski satrançtaki Er, bugünkü satrançtaki Piyon'dan çok daha etkili ve değerlidir. Batı'nın bu anlayışı, örneğin İngilizlerin ünlü Çörçil'inin dilinde şöyle ifade bulmuştur: "Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir".

Eski satrançtaki "Er", ordunun temeli ve özü olduğu için geri dönmez.

Batı bozuntusu satrançta ise "Piyon", yem olduğu için geri dönmez.






Sema Yakıcı ÇOK TEŞEKKÜR EDERIM (ben de hep merak ettim )okullarda felsefe mantık okutulmazsa işte bu hale geliriz...

11 Haziran, 15:05 · Beğen ·

İskender Altındiş Çok doğru söylediniz.

11 Haziran, 15:23 · Beğen

TC Çağrı Çeliköz Peki piyonun vezir oluşunu nasıl açıklıyorsunuz?
Bu bir ihtilal midir yoksa herkesin öldüğü savaşta çavuşların komutan oluşu mudur yoksa düşmanın cephe gerisine giren askerin terfisi ödülü müdür?

11 Haziran, 16:35 · Beğen · 2

İskender Altındiş Güzel soru ve bence güzel bir yorum. Bence cephe gerisine giren askerin terfisi ödülü, en uygun olan açıklama. Bunun üzerinde fazla düşünmedim, çünkü eski satrançta terfi nasıldı, tam emin değilim.

Yine de bildiğim kadarını yazayım. Son kareye çıkan Piyonların istedikleri taş olabilmesi seçeneğinin, Avrupalıların satrançta yaptığı değişikliklerden olduğu söyleniyor. Eski satrançta ise, diyelim ki At'ın önündeki Er son kareye çıkarsa, At olurmuş. Fil önündeki Er de Fil. Bildiğim kadarıyla, Anadolu'da satrancı hâlâ buna göre oynayanlar var. Ama burada benim kafamı kurcalayan üç şey var: 1) Şu bağlantıda, Osmanlı döneminde oynanan eski satrançtaki taşların değerleri gözüküyor:http://9eylulsatranc.org/files/shs08.jpg. Göreceğin gibi, ortadan kanatlara gittikçe Erlerin değeri azalıyor. Her ne kadar satrançta merkezi ele geçirmek önemliyse de, kanatlardaki Erler son kareye çıktığında daha güçlü taşlar oluyorsa, benim mantığıma göre bu tablo böyle olmamalıydı. En azından Kale'nin önündeki Er, At'ın önündekinden daha değerli olmalıydı. 2) At'ın önünde başlayan Er, Fil sütununda son kareye çıkarsa At mı olurdu, Fil mi? 3) Şah'ın önündeki Er son kareye çıkarsa ne olurdu? Bu konu, iyi bir araştırma istiyor.

Bağlantısını verdiğim yazıda, Şevki Hacıoğlu, satrancın Hindistan'da doğduğu söylemine göre hareket edip, bunu Hindistan'daki yenidendoğuş inancıyla örtüştürerek, satrançtaki Piyonların bu son kareye çıkış konusunu, yenidendoğuşla açıklıyor. Belki de dediği doğrudur, ama ben bu görüşe katılmıyorum. Doğru veya yanlış, sonuçta gerçekten de çok hoş bir yaklaşım. Böyle ilginç yaklaşımları bilmek, insanın zihnini açar. Aşağıda, o bölümü alıntılayacağım. Ama öncesinde şu bilgileri de eklemeden geçemeyeceğim: Brahmanlar, Hindistan'a giren Türkler'dir. Yeniden doğuş, gerçekte bir Türk felsefesidir. Kutsal Üçleme, yine bu felsefe doğrultusunda tek Tanrılı bir üçlemedir. Türklerin, Tanrı'dan geldiği ve mükemmelleşince yeniden dünyaya gelip en sonunda yine Tanrı'ya dönecekleri inancının ürünüdür. Bu doğrultuda, Kutsal Üçlü'den birincisi Tanrı, ikincisi dünyada yaşayan insan, üçüncüsü de öldükten yeniden dünyaya gelip bedene kavuşuncaya kadarki kutsal ruh durumudur. Türkler, gittikleri ve uygarlığını oluşturdukları coğrafyalara Kutsal Üçleme inancını da götürmüştür. Ama her bir coğrafyadaki halk, bu inancı zamanla kendine göre değiştirmiştir. Bu yüzden, Hindistan'daki, Mısır'daki, Avrupa'daki Kutsal Üçlemeler'in hepsi de birbirinden farklıdır. Türklerinki zaten hepsinden farklıdır.

Şevki Bey'in yazısından yapacağım alıntı, şu:

"Hint dini olan Brahmanlık, yüzyıllardır süren bir Hindu dini olmuştur. Bu din üç tanrı (Brahma, Vişnu, Siva) esasına dayanır. Bu Hint teslisinde (üçlemesinde), Brahma yaratıcı, Vişnu koruyucu, Siva ise yıkıcı tanrı olarak nitelenir. Brahman inancına göre, insan öldükten sonra yok olmamakta, kendine başka bir bedende yaşam bulmaktadır. Yeniden doğuş (reenkarnasyon) olarak bilinen bu inanışa göre, öldükten sonra insanın hangi bedene gireceği, davranışlarına ve kast kurallarına uymasına bağlıdır. Bu anlayışa göre ölüm yok olmak değil başka bir bedene geçiştir. Dinsel yasalarla çevrilmiş bu kast düzeninde, her kötü davranış ceza, her iyi davranış ödül kazanmaktadır. Alt kasttan biri, yasaya uymaz ya da bozarsa, daha aşağıya, merdivenin daha alt basamağına düşer hatta hayvana dahi dönüşebilirdi. En üst kastta olanlar ise, iki kez doğanlar diye adlandırılıyordu. Bu inanışa göre bir Raca, görevlerini layığıyla yerine getirebilirse, bir ilah olabilirdi. Aşağı kastta olanların da yukarı çıkmak için bir nedenleri vardı. İtaatkâr ve uysalca davranarak kastının tüm kural ve davranışlarını uygulayıp hizmet ederlerse, daha yüksek bir kastta yeniden doğup yeni bir kimliğe bürünebilirlerdi.

Yaygın olan inanışa göre, bir Brahman rahibin, hükümdarı (Raca) eğlendirmek için icat ettiği sanılan çaturanga oyununda, bu kast sisteminin aynen yansıtıldığı söylenebilir. Öyleyse, satranç tahtasındaki taşların dizilişini de bu açıdan değerlendirebiliriz. Brahman – Raca ikilisi ve savaşçılar tahtanın ilk sırasında yer alırken, alt sırada halk; pek çok, kalabalık olarak piyonlarla sembolize edilmiştir. Kurallar gereği, oyunda görevini kusursuzca yerine getiren piyon, son yatayda yeniden doğup yeni bir kimliğe bürünerek bir üst sınıfa terfi edebilir."



9eylulsatranc.org

9eylulsatranc.org

11 Haziran, 18:26 · Beğen · 2

TC Çağrı Çeliköz Ben satrançın bilge generaller ve savaş filozofları tarafından bir nevi eğitim ve mantık geliştirme aracı olarak çıkarıldığını düşünüyorum ki zaman içinde gelişerek ülkeler tarafından millileştirilerek bugüne gelmiştir.
Yani dini temellendirmeler vs. de toplumların bu oyunu içselleştirmeleri sonucu ekledikleri hoş fakat boş hikayelerden ibarettir kanımca.

11 Haziran, 18:47 · Beğen · 1

İskender Altındiş Vezir çıkmak konusunda asıl yazmam gerekeni unutmuşum. Satranç, sıfırdan oluşturulmuş bir oyun değil, önceki oyunların evrilmesiyle oluşmuş bir oyun. Satrancın geçmişinde hiç kuşkusuz, dama da var. Damada da son kareye çıkan taş, Dama olur. Satranca da böyle geçmiş olsa gerek.

Arslan Küçükyıldız, paylaştığım Mangala yazısında bu konuya çok iyi değinmiş (http://arslanevi.blogspot.com.tr/.../satrancin-atasi-olan...):

1) "Türk Mangalası’nda özel taşlar görülür. Yine bazı taşlar, sıradan bir taş iken oyundaki durumu ile özel taş konumuna geçer. Bu durum Dama ve Satranç oyunlarında sıradan taşların önemli taşlar haline gelişini hatırlatmaktadır."

2) "Türk Zekâ Oyunlarının (3 Taş, Dokuz Taş veya Dokurcun, 12 Taş oyunları ile Mangala, Dama Satranç vb.) çok önemli bir ortaklığı ve benzerliği vardır. Üç Taş oyununun gelişmişi olan Dokuz Taş oyununda 3 taşı kalan oyuncunun üç taşı da uçabilme özelliği kazanıp oyun tahtasının istediği yerine konabilmektedir. İşte bu kural Türklerin buldukları dâhice bir kuraldır. Bu kural, Mangala Oyununda kuyulardaki taşlar belli bir sayıya ulaştırıldığında (3, 4, 5), kuyunun içine farklı renkteki bir taşı, kemiği veya Tuzdık’ı koyabilme kuralına benzemektedir. Bu taşın konduğu kuyu kapanır veya kuyuya düşen her taşı alabilme imkânı doğar. (Satrançtaki vezir gibi bir güç yüklenir.) Kurt-Koyun Oyununda koyunlar karşı kıyıya ulaştığında her yöne hareket edebilme kabiliyeti kazanır. Kurt-Koyun oyununun gelişmişi olduğunu düşündüğümüz Dama oyununda son çizgiye ulaşan taşınız farklı bir özellik kazanır (Önünde taş yoksa uçabilir.) Tıpkı Satrançta olduğu gibi: Satrançta piyonunuzu son çizgiye ulaştırdığınızda istediğiniz oyuncuya dönüşür. Mevcut bir oyuncunun veya savaşçının, oyunun veya savaşın durumuna göre birdenbire farklı bir güç, ruhi bir destek kazanması savaşın çehresini değiştirmesi anlamına gelmektedir. Bu taktik savaş sanatını iyi bilen Türkler tarafından sık sık kullanılmış olmalıdır. Yakından bakıldığında Türklerin Üç Taş, Dokuz Taş, On İki Taş, Mangala, Tavla, Dama, Kurt-Koyun ve Satranç gibi oyunları şüphe yok ki birer savaş oyunudur."

Dama konusunda çok ilginç bir durum daha var. Almanlar Vezir'e "Däme" der. "Hanım" demekmiş. İspanyollar ve bazı Avrupa ülkeleri de Vezir için aynı kökten gelen sözcüğü kullanır.

Avrupa'da Vezir'e Kıraliçe denmesi, erkek olarak doğduğu söylenen taşın (bence en başından itibaren Hatun olarak kadın doğdu) cinsiyet değiştirmesi konusunda yapılan açıklamalar doyurucu ve inandırıcı değil, üstelik de çelişkili. Dama oyununda son kareye çıkan taşın dama adıyla ve büyük olasılıkla Hanım anlamında anılması, gerçekten de çok ilginç. Bu da benim Vezir adlı taşın aslında daha en başında Hatun olarak doğduğu biçimindeki düşüncemi güçlendiriyor.

Arslan Küçükyıldız: SATRANÇ’IN ATASI OLAN TÜRK ZEKÂ OYUNU; MANGALA

arslanevi.blogspot.com
...
12 Haziran, 17:46 · Beğen · 2

Leyla Aksan Çok akıllıca bir yorum ve irdeleme , eline sağlık
Tekrar okuyup paylaşmalıyım bunu

21 Haziran, 14:20 · Beğen · 1

Mihri Döymaz Abi yazı çok uzun okumadım ama hani piyon tam karsiya geçince istediğimiz bir taşimizi geri alabiliyoruz ya onun. Nedeni ne acaba.

21 Haziran, 18:32 · Beğen

İskender Altındiş Mihri'cim, o konuyu yorum bölümünde yazıştık. Son yazdığım yorumda Arslan Bey'den aktardığım bölümler önemli ve aradığın yanıt orada.

21 Haziran, 22:24 · Beğen




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder