24 Eylül 2009 Perşembe

Tirit

DTCF’de son sınıfta ve lisans tezlerini verme dönemindeyiz. Arkadaşlar canhıraş bir şekilde çalışıyorlar. Zamanında tezlerini veremezlerse okul uzayacak, sene kaybı olacak... Bazı arkadaşlarımız tez işini erken kıvırmış, zamanında teslim etmiş; bazıları ise çok derin konulara el attığı, geceler boyu vatan kurtardıkları için verilen süre içerisinde yetiştirememişler. Tabii yetiştirebilenler, yetiştiremeyenlere yardımcı oluyor. Arkadaşlarımızdan biri kulakları çınlasın, tezini yetiştiremeyenlerden. Çalışıp duruyor ama hiç ses seda çıkmıyor, tez işi bir türlü üremiyormuş; belki sene kaybedecekmiş. Duyduk ki iş uzayacak, buna bir çözüm bulalım dedik.

Neyse çok hacimli tezin yazılması lazım. Bir daktilo ile yazmaktansa 8-10 daktilo bulalım ve hep birlikte bir günde bitirelim. Arkadaşımızın Aydınlıkevler’deki evinde on-on beş kişi (belki daha fazla) toplandık. Biraz daktilo bulduk. Bir yandan fişlere geçirilmiş bilgiler tasnif ediliyor, bir yandan da daktilosu iyi olan arkadaşlar oturdular, yazıyorlar. Bana da oraya toplanmış ama hepsi de kurtlar gibi aç olan cemaati doyurmak için aşçılık yapma görevi düştü. Ama ne görev. Zaten çoğu zaman karnımız doymuyor, cep delik, cepken delik. Evlerde kalan arkadaşlarımız gözümüzde paşalar gibi gözüküyor. O gün oraya gelenlerin çoğu da bizim gibi sürekli aç olan ve fırsatını buldu mu bir dostuna yamananlardan! Hani Şeyh Şadi Şirazi ne demişti: Dostunun sofrasında ne varsa sil süpür, düşmanın kapısını asla çalma! İşte o söz mucibince dostlarımızın sofrasında ne var ne yok silip süpürüyoruz! Aşçılık zor iş vesselam.

Az buçuk bekar hayatı yaşamışlığımız var ya! Mecburen görevi üstlendik. Elimiz de ilim işlerinden çok gereksiz işlere yatkın. Bir de laf olsun diye iddia ediyoruz ki, yumurtanın yirmi çeşit yemeğini yapmasını biliriz filan. Halbuki bildiğimiz, haşlama yumurta, yağda yumurta, kıymalı yumurta, sucuklu yumurta, patates oturtması vs. gibi eften püften şeyler. Neyse, mutfağa daldım. Mutfakta birkaç domates, birkaç biber, birkaç yumurta, biraz soğan, biraz yağ, epeyi bir bayat ekmek var. Cepte de para yok ki gidip bir şeyler alıp ortaya mükellef bir sofra kuralım!

Kara kara düşünüyorum. O kadar çalışkan ve hizmet üreten ve aç adamı nasıl doyurmalı diye. Aklıma Tirit yapmak geldi. Ocağa tencereyi koydum. Mevcutları kavurdum, su koydum, pişirdim, yumurtaları kırdım. Abartmıyorum, evde ne var ne yoksa hepsini tiridin yapımında kullandım. Tepsiye de bayat ekmekleri dizdim.

Yemeğin hazır olduğu, evin hayatındaki(salon) faaliyetlere ara verilmesi konusunda herkesi uyardım. Daktilolar bir kenara alındı. Siniler serildi. Ortaya kaşıklar geldi. Tepsi içinde kuru ekmekler. Herkes ne yiyeceğini merak ediyor. “Yemekte ne var?” diye soruyorlar. Ben de şaşırtmak için bekleyin görürsünüz diyorum. Mutfaktan muzaffer bir komutan edasıyla, elimde nihayetinde içi su dolu olan tencere ile geldim. Ekmeklerin üzerine bu suyu dökmeye başladım.

Arkadaşlardan biri -Okul başkanımız rahmetli Rasim Uzun- demez mi:

- “Ben ıslanmış ekmek sevmem!”

Milletin ve benim durumumu tahmin edersiniz.

25.09.2009

26 Haziran 2009 Cuma

MANGALA NASIL YAYGINLAŞIR?


Arslan Küçükyıldız

Dünyada Mankala veya Mancala olarak tanınan, Türkiye’de ve Türk Dünyasında Mangala,Mankala (Bin Kale?), Kale, Mele, Meneli Taş, Kuyu, Kuytu, Kuytak, Küş veya Güç Oyunu, Emen, Evcik, Altıev, Pıç, Yalak Göçme, Mere Köçtü, Mele Gayası, Beş Taş, Dokuz Taş, Dokuz Kumalak, Tokuz Korgol, Eson Korgol vb. birbirine yakın adlarla bilinen ve daha düne kadar oynanan oyun,çok eski ve önemli bir zeka oyunudur. Avrupa’da, ilköğretim çağındaki öğrencilere ders olarak okutulması düşünülmüştür. Doç Dr. Abdülvahap Kara bu oyunun 4000 yıllık bir Türk Oyunu olduğunu yazıyor.* Esası çobanlarca yere kazılan belli sayıdaki kuyulara belli sayıda taşların dağıtılmasına dayanıyor. Batılı şarkiyatçılar bizden aldıkları oyunu dünyaya Arap oyunu diye takdim etmişler, oyunun sanayisini kurmuşlar, internette, bilgisayarda oynanabilir hale getirmişlerdir. Madem ki bu oyun bizimdir, onu yeniden keşfetmeli, yaygınlaştırmalıyız. Yoksa bu ayıp da bize yeter.

Türk Milletinin binlerce yıllık bir oyunu olan Mangala oyununu ne yazık ki unutmuş bulunuyoruz. Oyunu bizden başka neredeyse bütün milletler bildiği, oynadığı halde biz, oynamadığımız için unuttuk. Oyunu hatırlayan orta kuşak kurallarını bilmiyor, kurallarını da bilen yaşlı kuşak ise gün geçtikçe aramızdan ayrılıyor. Bu gidişle, öz ve öz bizim oyunumuz olan Mangala oyununu kurallarıyla bilenleri bırakın, hatırlayan da kalmayacak. O halde ne yapmalı? Evvela bu oyunun çok farklı adlarla ve farklı biçimlerde Türkiye’nin ve Türk Dünyasının her yerinde oynandığını bilmemiz, oyunu hatırlamamız ve hatırlatmamız lazım. Bu oyunu hatırlattıktan sonra, oyunun o yöredeki adını, kurallarını, malzemelerini ve oyun tahtasını ortaya çıkarmamız gerekiyor. Bu arada karşımıza büyük bir güçlük çıkıyor;
Bu oyunun her yönde farklı adlarla bilinmesinin yanı sıra, farklı güçlük seviyelerinde oynanmasıdır. Oyun, bazı yörelerde dört çukurla, bazı yörelerde altı, yedi, dokuz çukurla ve çukur sayısına göre değişen taş sayısı ile oynanıyor. Bugün ellili yaşlarda olanlar oyunun bu yönü hakkında bilgi sahibidir ama onlar da kurallarını net olarak hatırlayamıyorlar. Öyleyse öncelikle her yörede oyunun adından başlayarak, kaç kuytu veya çukurla, kaçar taşla ve nasıl oynandığını tespit etmekle işe başlayabiliriz. Bu tespitlerde, köy, ilçe ve il ilköğretim okulları ve liselerinde görev yapan Edebiyat, Beden Eğitimi, Halkbilim öğretmenlerimiz, Halk Eğitim ve Kültür Müdürlükleri, Üniversitelerimizin Halkbilim, Matematik, Eğitim Bilimleri Bölümleri, Kültür Bakanlığı Halk Kültürünü Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü önemli roller ifa edebilirler.

Kuralların tespitinden sonra karşımıza şöyle bir tablonun çıkacağını tahmin ediyorum: Hepimizin çok iyi bildiği üç taş ve bu oyunun ikincisi kademesi olan dokuz taş oyunlarındaki kolaydan zora doğru derecelendirmenin bu oyunda da mevcut olduğu görülecektir. Buna göre, 4, 5, 6, 7 ve 9 çukurla, 3, 4, 6, 7 ve 9’ar taşla oynanan Mangala haritası ortaya çıkabilecektir. Oyunun kurallarında da üç aşağı beş yukarı ortak kurallar belirginleşecektir. Mesela, bazılarında taşların alındığı çukurlarda bir taş bırakıldıktan sonra diğer çukurlara birer taş bırakılarak devam edilir ve rakibin tek taşları çift olduğunda taşlarını alınırken, bazı oyunlarda da oyuncu boş çukura düşene kadar taşları dağıtmaya devam edebilir. Yine bazılarında son konulan çukurdaki taşlar alınabilirken, bazılarında da o çukurun karşısındaki taşlar alınabilir. Benim şu ana kadar dinlediğim bölük pörçük hatırlamalardan edindiğim intiba budur.

Her ne olursa olsun, ne kadar farklı oynanış şekli ve kural varsa hepsini tespit edip bir sınıflama yapmamız gerekiyor. Yine benim tahminim 10-12 kadar farklı oynayış biçimi (malzemesi, tahtası, taşı vb. yönleriyle) ortaya çıkabilir. İşte su noktada karşımıza bir başka mesele çıkacaktır. Bütün bu oynanış biçimlerine uygun Mangala oyun tahtaları (ya da platinleri) yaptırmamız gerekecek. Oyunu yere kuyular kazdırarak oynatamayız. Buna bir biçim, estetik ve kolaylık düşünmemiz, en rahat bir şekilde taşınabilen, oynanabilen bir oyun haline getirmemiz şart. Aksi halde oyun bilinse, hatırlansa bile unutulmaya mahkum olacaktır. Oyun tahtasını son derecede estetik, taşlarını albenili bir şekilde şekillendirip üretebilirsek meseleyi çözmüş oluruz, bu mesele üzerinde biraz daha durmamız şart! Çünkü bir oyunun şekillendirilmesi demek milyarlarca liralık bir yatırım demek. İnsanların zevkle oynayacağı bir oyunun tahtasını üretmek için oyuncularla birlikte çalışan ressamlara, marangozlara, seramikçilere, kalıpçılara ihtiyaç var. En uygun kalıba ulaşıncaya kadar belki yüzlerce kez deneme yapılmalı gerekecek. Bu da aşılmaz değildir. Ama her yörede nasıl oynanıyorsa ona göre (varsa o yörenin mevcut bir oyun tahtasından yola çıkılarak) bir tahta yaptırmamız lazım. Oyunun malzemelerini ve oyun tahtasını seri halde üretilebilecek hale gelmeden oyunun yaygınlaştırmak mümkün görünmüyor. Bundan sonra oyun kolay yaygınlaşır. Oyunun kurallarını bilen Mangala gönüllüsü bir ekip, kurallarıyla birlikte hızla oyunu öğretecek.Başlangıç için benim teklifim, oyunu öğrenen ilk bin kişiye birer oyun tahtası hediye edilmeli. Oyunu öğrenen her kişi dokuz kişiye oyunu öğretmekle mükellef kılınmalı. Oyunu öğrettiği dokuz kişinin adını ve adreslerini, telefonlarını oluşturulacak Mangala derneğine bildirmeli. Böylece bir yarışma için altyapı kurulabilir. Hızla büyüyen oyuncu kadrosuna göre federasyon kurulabilir. Bu federasyon, mesela Kazakistan’daki Dokuz Kumalak Federasyonuyla birleşip konfederasyon oluşturabilir. Ayrıca, Gençlik Spor, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıkları, Mangala’nın ders müfredatına ve yarışmalara konulmasına, oyun hakkında yayınlar yapılmasına yardımcı olabilirler.

Bu çalışmaların sonuçlanması şartıyla Mangala oyununun Türkiye’de yeniden canlandırılabileceğine ve yaygınlaştırılabileceğine, gönülden inanıyorum. Bu arada en önemli görev, bu oyunun keşfine yardımcı olan ana kaynaklara düşmektedir. Gaziantep’te oyunu diriltmeye çalışan Abdülkadir EVİŞEN Beye bu bakımdan ne kadar teşekkür etsekazdır. Bazıları bu büyük işi, küçük, sıradan bir şey gibi görecek ama Gaspıralı’nın dediği gibi “Küçük işler yapmasını bilmeyenler büyük işler başaramaz!” Biz harıl harıl çalışmaya, Türkistan’ın ve Yurdumuzun dört biryanından malzeme toplamaya hazır mıyız? Öyleyse haydi iş başına!

* Kara, Abdülvahap. 4000 YILLIK TÜRK OYUNU: 9 KUMALAK, http://mangala.blogcu.com/4166566/

23 Haziran 2009 Salı

MUHABBET KUŞU

Arslan Küçükyıldız
2002

Bundan bir yıl kadar önce, bir tatil günü Kayınvalidem bizi aradı; mutfak penceresinden sahipsiz bir Muhabbet kuşu gelip tezgahın üzerine konmuş. 0 da makarna süzgeciyle üstunü kapatıvermiş, gelip almamızı söylüyordu. Kızımızın uzun süredir hayvanlar alemiyle tanışmasını istiyor, fakat eşimin titizliği sebebiyle gerçek­leştiremiyordum. İşte firsat ayağıma gelmişti. Uzatmayayım; gittik, kuşu kafese benzer bir kutuya koyduk. Eve gelirken kuşçuya uğradık. Kızımın zevkine uygun -sarı kırmızılı- bir kafes, suluk ve yemlik gibi aksesuarlar ve yemiyle eve döndük. Evdeki değişiklik hepimizin hoşuna gitmişti.

Doğrusunu söylemek gerekirse o güne kadar evcil hayvanlarla ilgili zevklerin ve uğraşıların bu kadar yaygın olduğunu bilmiyordum. Kuççuda gördüğüm iki kafese sıkıştırılmış yüzlerce Muhabbet kuşuna çok üzülmüştüm. Medeniyetimizde hiç yeri olmadığı halde televizyonlann ve basının etkisiyle yaygınlaşan evlerde köpek besleme alışkanlığından haberim vardı. Hatta, gazetelerde, köpeklerin sahiplerine duygu sömürüsü yaptıklarını ve onları yönlendirdiklerini bile okumuştum. Ama Muhabbet kuşu farklı bir şeydi. Dışarıda yaşayamadıkları için kafeste tutulmalıy­dılar! Yoksa Kuzgunlara yem olurlar, bir gece bile yaşayamazlardı! Karar venmiştim, kafesini kuşçudakiler gibi değil, temiz tutacaktım. Muhabbet kuşlarının beslenmesi de ayrı bir mevzu idi; özel yemlerin dışında marul, maydanoz, elma kabuğu seviyorlarmış. Vitamini de ihmal edilmemeliydi...

Önceleri kızımın heyecanını paylaşmaya, onun kuşa alışmasını sağlamaya çalıştık. Bir yandan korkuyor, bir yandan da kendisiyle oynaşsın istiyordu. Zavallı kuş, henüz kendisine yabancı olan bu eve alışmaya çalışırken, mümkün olduğunca ufaklıktan uzak durma kararına varmış gözüküyordu. Eline konmuyor, üstelik gagalı­yordu. Kızımız, bir süre sonra mücadeleden yoruldu, bıktı ve hatta bizim kuşa olan ilgimizi kıskanmaya başladı. Eşim ve bense "Şirin” adını verdiğimiz Muhabbet kuşumuzu tanımaya, ona yaklaşmaya çalışıyorduk. Ancak Şirin, tam bir yabani idi. Konuşmuyordu. İnsanın eline gelmediği gibi, omzuna da konmuyor, sahibinin elinden yem yemeyi bir yana bırakın, kafesin dışına çıkmaktan korkuyordu. Belki de bilmiyordu. Hep kafesinde tutulmuştu.

Bir süre sonra onun gürültüden, yüksek sesten, kalabalıktan hoşlandığını keşfettik. Kızımın "Böyle yüksek sesle dinlersen sağır olacaksın” ikazlarıma rağmen yüksek sesle televizyon seyrettiği zamanlarda kuş şakımaya başlıyor, susmak bilmiyordu. Acaba bir kahvehaneden mi kaçmıştı? Sanra uzun süre ona kafesinden çıkmayı öğretmeye çalıştım. Onun feryat-figanına aldırmadan kafesin dışına bırakıp, kafesin kapısını kapattım. Yavaş yavaş kafesin dışında da bir hayatın olduğunu öğrendi. Sonra onu elime konmaya alıştırdım. Aramız gittikçe düzeliyordu. Kuşumuz evin içinde turlar atmaya başlamıştı. Tabii bu durum eşimin temizlik kaidelerini ihlal ettiği için onu çalıştığım işyerine götürmek zorunda kaldım. Gün boyu evde kafeste kalmasındansa çok sevdiği gezinebileceği bir ortamda yaşaması daha iyiydi. Bu sefer, sadece hafta sonlarında yalnız kalıyordu. Olsun! Ne yapalım, 0 da buna katlanacaktı.

Şirin’ i iş ortaklarım da çok sevdiler. Çok kısa zamanda yeni hayatına alıştı. Şimdi gece gündüz kafesinin kapısı açık duruyor, her firsatta gelip başıma konuyor ve saçlarımla oynuyor. Laf aramızda son zamanlarda saçım iyice azaldı. Sadece karnı acıktığında ve susadığında kafesine giriyor artık. Bir şeyin farkına vardım; odanın içinde turlar atması, kafes mefhumunu unutmaya başlaması onu mutlu etmiyor. Sabahleyin işe varır varmaz onunla konuşmaz, kafesini temizlemez, suyunu ve yemini değiştirmezsem, benim dikkatimi çekebileceği her yaramazlığı yapıyor, hatta zarar veriyor. Ama onunla konuşur, onu sever, okşarsam mutlu oluyor ve bir süre sonra kendi kendine oyalanmaya başlıyor. Gerçi amcaları(!) oyalanması için ona küçük bir ayna ve salıncak getirmişlerdi ya, o ayrı bahis... Onlarla oynuyor ve bana ilişmiyor. Her şeye rağmen odadan dışarı çıkmaya korkuyor. Garibimin bütün turları dört duvar arasında..

Kafesinin dışına çıkardığım günkü feryatlarını hatırlıyorum da, şimdi girmek istemeyişini görünce, buruk bir tebessüm yüzüme oturuyor. Yaradanın iradesi bir yana, fakat kendi küçük irademizi kullanmadıkça, bizim beyni olmadığı söylenen bu kuşlardan ne farkımız var? Esas mesele “büyük gözaltında” tutulmamak için kafesten çıkmak. Çıkmayı istemek. Yahut da avutulmak için uygulanan yöntemleri reddetmek. Mutlu olmak için avutulmak mı istiyoruz, yoksa ruhumuzun hürriyetini mi? Kazanılması zor olsa da Hürriyet, mutluluk değil midir?

Şirin’i seviyorum, bana, bize benziyor;

Kafesin dışında başka kafesler olduğundan ve onların kapılarının zorlanması gerektiğinden habersiz yaşayıp gidiyoruz.

GANNI TARLANIN HİKAYESİ








Anlatan: Hasan Küçükyıldız (1929-2013)

Ağacuğun bir tek gızı varımış. İki dene de oğlu varımış. Birisi Topalağacukların büyük dideleri, birisi de Gumara Köyünde kalan benim didemin didesi. Hızıroğlu'nu sonradan içgüveysi guymuş. Gannı Talla'nın hikâyesi şu:

Gannı Talla böyük bir talla. Killiğin başından başlayıp taa Bana'nın oraya gadar, gırk mı, atmış mı yalan söyletme bana kile, öyle büyük bir tarla. Ağacık;

-"Kim bu tallayı bir günde biçese gızımı ona vereceğin." demiş.

Hızmatgerinin demek ki gözü varımış Ağacuğun gızında;

-"Ben biçerin"... "Ağa ben gidiyon." demiş.

Hızmatger gitmiş. Ağa, birez sona ortakçısını yollamış, "Bak gel" deye.. Ortakçı habarınan geri gelmiş

-"Ağa" demiş, "Tallayı yarulamış ağa, tallayu bitürecek nerdeyse!"

İş kötü. Ağa ne yapsın, gız hızmetgere gidiya. Düşünceye dalıvemiş. Ağa ağşama dooru tallaya vamış. Bakmış kan ter içindeki hızmatger son guvvetiynen tırpanı sallaya,

"Ulan" demiş Ağa, "Türk çatlayacak, şuna bi su veriven." demiş.

Güğümüynen suyu verivemişle. Adam suyu bi dikişde içince çatlamış, ölmüş.

Gannı Talla'nın hikayesi bu gada.

( Babamızın dedesinin dedesi olan bu Ağa'nın yaptığına bakınız. Bugün de bazıları canla başla çalışıp birşeyleri elde etmek üzereyken böyle çatlatılmıyor mu? Bu tarla şimdi Kastamonu Zincir Fabrikasının da üzerinde bulunduğu tarladır. Tabi miras yoluyla parçalana parçalana küçülmüş ama hâlâ adı Gannı Talla 'Kanlı Tarla' dır. Ben babamın anlattığını Kastamonu ağzı ile aktarmaya çalıştım. Arslan Küçükyıldız)


http://www.ku.edu/carrie/cec/GANNI_TARLANIN_HIKAYESI.shtml
http://vlib.iue.it/carrie/cec/GANNI_TARLANIN_HIKAYESI.shtml

ARİF NİHAT ASYA ve TÜRK BÜYÜKLERİ

Arslan Küçükyıldız

2004 yılı, daha hayatta iken klasikleşmiş, şiirleri ve şiir tadındaki nesirleriyle Türk Edebiyatına mal olmuş olan Arif Nihat Asya’nın 100. doğum yıldönümü.(7 Şubat 1904 - 7 Şubat 2004) Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği, kısa adıyla İLESAM, Asya’nın doğum yıldönümü için Türkiye çapında kutlama programları düzenledi. Eskişehir, Adana, Ankara, İstanbul, Antalya, Trabzon ve Erzurum’da kutlamalar yapılacak. İLESAM’ dan başka resmi-özel kurumların da kutlamalara katılacağı, şairin Türkiye ve Türk Dünyasında çeşitli törenlerle anılacağı tahmin edilebilir. Çünkü “Bayrak Şairi” Arif Nihat Asya, gerçekten anılmaya layık, eserleri dilden dile, gönülden gönüle yayılması gereken kıymetli bir Türk Büyüğü’dür. Tarihimizdeki çoğu büyük şahsiyette görüldüğü gibi O da büyük şahsiyetler kervanına öldükten sonra katılmıştır. Çok geniş bir yelpazeye dağılan dostları, sevenleri ve öğrencileri onu her fırsatta andılar. Türk Milliyetçileri iseArif Hoca’ yı hiç unutmadı. Doğumunun 100. yılında bir meslek kuruluşunca yurt çapında anılması özel bir anlam taşıdığı için İLESAM’ ı kutluyor, bu vesileyle birkaç hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Kutlama programı çerçevesinde İLESAM’ ın hazırladığı bir CD ve kitapçık elimizdedir. Bunlardan birincisi şairin kendi sesinden “Bayrak” şiirini dinlememize imkan veriyor, ki çok güzel bir çalışmadır. “100. Doğum Yılında Arif Nihat Asya” adlı seksen sayfalık kitapçıkta (1) ise İLESAM Başkanı Prof. Mehmet Kocaoğlu’ nun bir sunuş yazısı, şairin hayatı, sanat hayatı ve sanat anlayışı, dili ve üslûbu, şairliği, nesir yazarlığı, eserleri ile şiir ve nesirlerinden örnekler ve şairin birkaç fotoğrafı yer alıyor. Ciddi bir emek mahsulü olduğu için hazırlayanlara teşekkür borçluyuz. Ancak kitapçık, bir kitap hüviyetiyle çıkarılmamış. Kültür ve Turizm Bakanlığının katkılarıyla hazırlandığı görülen esere iç kapak konulmamış ve kitabın kimliği de tespit edilemiyor. Kutlamalarda dağıtılmak üzere hazırlanmış olsa bile, eserin kamuoyuna bu şekilde sunulması, kanaatimizce bir eksikliktir. Ayrıca eserin çok daha geniş kapsamlı bir çalışma olarak basılmış olmasını beklemek haksızlık olur mu bilmem! Bu gibi işler son derece zahmetli ve birkaç fedakâr kişinin omzunda yürüyen işlerdir. Türk Büyükleriyle ilgili biyografiler yayınlama görevini daha ciddi bir şekilde ele alması gereken Kültür Bakanlığı, tam aksine son yıllarda bu konuya yeterince ilgi göstermez olmuştur. Bakanlık, İLESAM ve başka meslek kuruluşlarının katkılarıyla, 100. doğum yıldönümü kutlanan, Türk Edebiyatının en güzel “Bayrak” şiirini, “Fetih Marşı” nı ve “Naat” ını yazan bir şairin geniş hacimli bir biyografisini yayınlayabilirdi diye düşünüyorum.

Dikkatinize sunmak istediğim ikinci konu, bazı soruların cevaplanmasıyla açıklanabilecek bir konudur. “Arif Nihat Asya 100. doğum yıldönümü kutlanmaya layık bir kişi olmadığı için değil- layık olduğuna yürekten inanıyorum- ama, neden şairin 100. doğum yıldönümünü kutluyoruz? Bu konuda Türkiye’de bir gelenek, alışkanlık var mıdır? Türk Milletine örnek olması istenen büyük şahsiyetlerin doğum yıldönümleri mi yoksa ölüm yıldönümlerinde mi törenler yapılmaktadır? Hangisi tercih edilmelidir? Her ikisini da yapalım demek kolaydır ama bir karışıklığa yol açılmış olmaz mı? Doğum veya ölüm yıldönümünü anmak isteyip de anamadığımız, tarihlerini bilmediğimiz için da sağlıklı bir şekilde anamayacağımız Türk Büyükleri için ne yapacağız? Maşallah o kadar çok kıymetli şahsiyet yetiştirmiş bir milletiz ki, mevcut binlerce Türk Büyüğünü anmak istesek de anamayacağımıza göre nasıl bir gelenek oluşturmalıyız? İlkelerimiz neler olmalıdır?” düşüncesine (*) katılmamak mümkün değildir. Ayrıca bir adım daha ileri gidip bir soru daha soralım: Kimleri Türk Büyüğü olarak kabul etmeliyiz? Soy sop bakımdan Türk olmayıp da Türklüğe hizmet edenleri hangi ölçüye göre tartacağız? Yahut ismi meşhur olup da milletimize ihanet edenleri nasıl ayıracağız? Türk çocukları, atalarını tanırken hangilerini öncelikle öğrenmelidir? (2) Henüz hayatta olan tanınmış kimseleri Türk Büyüğü olarak kabul etmeli miyiz? Türkiye dışındaki Türk Büyüklerini nasıl tespit edip tanıtacağız? Bu ve benzer soruları çoğaltmak mümkündür. Bildiğimiz kadarıyla, İslâm Âleminde, Peygamberimizin doğum yıldönümünü Mevlit törenleriyle kutlayan milletimizden başka bir millet yoktur. Doğum yıldönümü düzenli olarak kutlanan başka bir şahsiyetimiz de bulunmamaktadır. Bir istisnası, doğum günü kesin belli olmadığı halde, devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 100. doğum yıldönümünde resmi kutlamalar yapılmıştır. Doğum yıldönümü resmî veya gayrı resmî olarak kutlanan başka şahsiyetler var mı bilmiyoruz. Devletin öncülüğünde, bu konudaki kargaşaya son verecek bir düzenlemeye şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Öncelikle, anılması gereken örnek şahsiyetler tespit edilmeli, sağlıklı özgeçmişleri çıkarılmalı, daha sonra da bu şahsiyetlerin hangi tarihlerde ve hangi aralıklarla (Doğum-ölüm yıldönümünde, senesinde, beşinci, onuncu, on beşinci, yirminci, yirmi beşinci, ellinci, yüzüncü yılları.. gibi) anılması, hatırlanması uygun ise bunlar belirlenmeli diye düşünüyorum. Anma veya kutlamadan maksat, bu şahsiyetlerin topluma örnek oluşturması, rehberlik etmesi ise, ki öyle olmalıdır, bu konuda ansiklopediler, her bir şahsiyet için –hakkındaki yüksek lisans veya doktora tezinin basımı tarzında değil- biyografiler hazırlanmalıdır. Çünkü, günümüzde Türk Büyükleri kavramı zedelenmiştir ve bu alanda büyük boşluk vardır. Türk Sinema ve televizyonlarını elinde bulunduran azınlıklar, Türk Büyüklerini karalamaya, küçük düşürmeye ve Türk Kültürünü küçültmeye, çingene kültürünü ise büyütmeye çalışmışlardır. Artık Türk Gençlerine, Türk Büyükleri ve örnek şahsiyet olarak ‘Pop Star’lar, altmış milyona peşkeş çekilen, gönlü durmadan ona buna kayan zavallılar gösterilmekte ve buna da kimse dur dememektedir. Okullarda öğrencilerine örnek olması beklenen birçok öğretmenin bu şahısların kepazeliklerinin müdavimi olduğunu biliyor musunuz?

Türk Büyükleriyle ilgili kitap yayını alanında da boşluk vardır. Bu alanda basılan nadir eserler de büyük yanlışlarla, ilkesiz yaklaşımlarla doludur. Meselâ, yazarlarının samimiyetine inanmamıza rağmen söylemeliyiz, bu konudaki son yayında ciddi hatalar vardır. (3) Büyük bir heyecanla eseri elimize alıp inceledik. Önsözünde, Özbekistan’ın bir köyünde bir Özbek Türkünün yastığının altından bir kitap getirerek(4); “Benim özüm Türk’müş. Ben bilmezmişim. Bu kitabı okudum. Atalarımı kökümü tanıdım” ve “Bu kitabı kutsal bir kitap gibi defalarca okudum ve yanımdan hiç ayırmadım” dediğini söyleyen ve bu sözlerden etkilenip, “Türk büyükleri kitabının ne kadar önemli olduğunu gördüğünü” belirterek yola çıktığını söyleyen Mehmet Hengirmen açık hatalar yapmıştır. Eserde, ölçü olarak “ daha çok ilkleri gerçekleştiren ve yaşadığı çağa damgasını vuran” kişilerin üzerinde durduklarını yazdığı halde (5) maalesef durum budur. Belki yazar, küçük bir araştırma gayretine girseydi “bu konuda yazılmış ciddi bir kitaba rastlayamadım” demezdi. (6) Konumuz bu kitabın tenkidi olmamasına rağmen şunları söylemek borcumuzdur; Eser kendi koyduğu ölçüye uymuyor. Ölçü olarak alanında ilk ve çağına damga vuranlar seçildi denilse de bu seçimin çala kalem yapıldığı, biyografilerin uzmanlarınca yazılmadığı ve eser üzerinde yeterince çalışılmadığı görülmektedir. Mesela , Ahmet Yesevî maddesinde(7) Yesevî’ nin hikmetleri kuru ve didaktik olarak nitelenmiş. Yesevî hakkında Köprülü tarafından- hikmetlere bakılamadığı için olacak-daha önce verilmiş haksız ve yanlış bir hüküm tekrarlanmış; Türkiye Türkçesi’ ne aktarılmış olan Divan-ı Hikmet’ e(8) merak buyrulup bakılmamıştır. Yine eserin önsözünde “Türklerin ilk büyük lideri” olarak sözü edilen Mete Han eserde yoktur. Sonraki dönemdeki birçok Türk Büyüğü gibi Türk Dünyasının önemli şahsiyetleri de eserde yoktur. Mesela, Genceli Nizami, Selahattin Eyyübi, Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Abdullah Tukay, Abdülhamit Çolpan, Maksim Ammasov, Ahmed Cevad, Mağcan Cumabay, Hamit Nutkî, Elçibey, Sadık Ahmat, İsa Yusuf Alptekin, Muhtar Şahanov, Baymirza Hayıt, Mustafa Cemil Kırımoğlu ve daha yüzlerce kişi eserde yoktur..Konumuz açısından baktığımızda Nazım Hikmet gibi bir vatan haininin (9) Türk Büyüğü olarak tanıtıldığı bir kitapta Arif Nihat Asya’nın bulunmadığını görüyoruz.. Yazık. İnşallah bu gibi hatalar sonraki baskılarda giderilir de halis niyetlerle yola çıkılmış nice çalışmalar gibi bu da heba olup gitmez. Bu heba oluşlara, TRT’nin hazırladığı ve yirmi beş yaşayan şahsiyeti ele alan ve 8 Ocak’ta TRT 2 ‘de 23.05’de gösterilmeye başlanan belgesel örnek vermek mümkündür. Bu belgeselde hangi özellikleri ve kıstaslar ile ele alındığı bilinmeyen, bir kısmı az çok tanınsa da büyük bir kısmı hiç tanınmayan “Özel İnsanlar”ın öykülerinin ele alındığı söylenmiştir. (10)

Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” Şiiri, yazıldıktan hemen sonra dillere destan olmuştur. Ezberlenmiştir. Hepimiz onun en az bir şiirini ve aynı lezzetteki bir yazısını biliriz. Bu özellik, her şaire nasip olmamıştır. Yaşarken klasik olmanın bütün özellikleri onda mevcuttur. Şu mısralar onundur; “İlhamın döktürür satırlar; / Sen yazmayı iste...yazdırırlar!”
Hayatı ve tecrübeleri onu Türk Kültürünün zengin ufuklarında dolaştırmış, sanatında zirveye çıkmasını sağlamıştır. Yedi günlük iken öksüz kalması, bir yaşında annesinin evlendirilmesi, üvey babasının görevi dolayısıyla annesinden ayrılması ve dedesinin bütün ısrarlara rağmen onu yanında alıkoyup annesiyle göndermemesi, dedesi ve ninesinin ölümü üzerine halasının himayesine girmesi, dört yaşında İnceğiz Köy imamından Kur’an harflerini öğrenmesi,Balkan Bozgunu üzerine İstanbul’a göçmeleri, Bolu ve Kastamonu Sultanîlerinde parasız yatılı okuması, Milli Mücadele yıllarını Kastamonu’da geçirmesi, İstanbul’da bir yandan yüksek öğrenim görürken, bir yandan devlet memuriyetinde bulunması, bu yıllarda evlenmesi, mezun olur olmaz öğretmenliğe tayini, Adana, Malatya, Edirne, Eskişehir, Ankara ve özellikle Kıbrıs’taki öğretmenlik hayatı, iki defa askerlik yapması, Milli Şefin gazabına uğrayarak görevinden azledilmesi, gazeteciliği ve yazarlığı, uzun süredir öldü bildiği annesinin izini Filistin (Akka) de bularak ziyaretine gitmesi, Türkiye’nin bütün illerini tanıması, Milletvekilliği, 8 Şubat 1969’da sanat hayatının 50.yılının görkemli bir törenle kutlanması, dört çocuk; öksüzlük, yetimlik, acı dolu yıllar, vatanın istiklâline yeniden kavuşması, dostluklar, sevgiler, kıskançlıklar, garazlar, zirve...Bir insanın ömründe yaşayabileceği bütün duyguları yaşamıştır. Bunlar, aldığı engin Türk-İslam terbiyesi ile yoğrulduğunda Arif Nihat Asya’nın muhteşem şairliği ve yazarlığı ortaya çıkmıştır. Allah’ın verdiğini pırıl pırıl bir Türkçe ile milletine aktarmakla görevini tamamlayarak Türk Büyüğü olarak anılmaya hak kazanmıştır. Tabiî ki Arif Nihat Asya yaşarken “Klasik” olacaktı ve olmuştur. Yaşadığı döneme damgasını vurduğu gibi bugüne de ışık tutmaya devam etmektedir.
Kıbrıs konusuyla ilgili olarak yazdıkları ibret verici bir canlılıkla önümüzde durmaktadır;
KIBRIS NASIL ELDEN GİDER:
Bütün Akdeniz ve Ege adalarında hakkımız olduğunu dünyaya unutturmamak için, zaman zaman, adalar meselesini ortaya atmamız gerekirdi.Bu hazırlığı 59 dan önce de, sonrada yapmadığımızdan, şimdi Kıbrıs üzerinde hak iddia etmemiz, dünya için sürpriz teşkil etmektedir.Kıbrıs giderde bu yüzden gider.
Kıbrıs, davamızın kuvvetine rağmen, dava vekillerimiz yüzünden elden gider.
Kıbrıs, "kimsenin toprağında gözümüz yoktur." hükmü yüzünden değil, bu hükmü yanlış anladığımız ve bu yanlış anlayışa kendimizi inandırdığımız için elden gider
Kıbrıs, bir yandan bizim coğrafyaca yakınlığımıza fazla güvenip, uzun müddet başka şey düşünmemiş olmamız; bir yandan Yunanlıların, mesafece uzaklıklarına bakmayarak, Ada'ya çoktan beri manevi.yakınlık göstermeleri neticesi elden gider.
Kıbrıs, bizim "çıkarma hakkımızı kullanacağız" dememize rağmen kullanamamaklığımızdan, Yunanlıların ise bu hakkı kullanacaklarını ilan etmemelerine rağmen, hemen hemen, resmen kullanabilmeleri yüzünden elden gider.
Kıbrıs, verdiğimiz için değil, fakat "vermeyiz!" demekten gayri bir şey yapamadığımız için elden gider.
Kıbrıs'ı bir gemiye benzetir dururuz... baş tarafı bize doğrudur. Kıbrıs ya uyurken, ya içişlerimize dalmışken, dümeni Yunanlının eline geçtiği için elden gider.
Kıbrıs, Kıbrıs'lı Türk'ün şehit vermek istememesinden değil, şehit vere vere tükenmesi yüzünden elden gider.
Kıbrıs kendisiyle aramıza deniz girdiği için değil, deniz bahane edildiği için elden gider.
Kıbrıs, Yunanistan'ın kendisini güçlü saymasından değil, bizi zayıf sanması yüzünden elden gider.
Kıbrıs, durup dururken elden gitmez...coğrafyamız dışında kalmış ırkdaşlarımızın dan söz açanı "ırkçı", dindaşlarımızdan söz açanı "gerici", topraklarımızdan söz açanı "Turancı" diye damgaladığımız için elden gider.
Kıbrıs aldatıldığımız için değil; aldandığımız için elden gider.
Kıbrıs, Ada'daki Türk'ün bize güvendiği müddetçe elden gitmez; bize güvenini kaybetmesi yüzünden elden gider.
Arif Nihat Asya----18 TEMMUZ 1964
Ancak onun, konuyla samimi ilgisinden ve uzmanlığından şüphe duymadığımız aydınlar tarafından bile yeterince tanınmaması üzüntü vericidir. (11) Bu bakımdan bir meslek kuruluşu olan İLESAM tarafından doğum yıldönümünün kutlanması- genel anma programları için dile getirilen çekincelerimiz saklı kalmak kaydıyla- isabetli olmuştur.
Arif Hocamızı Allah gani gani rahmet eylesin.

______

(1) 100. Doğum Yılında Arif Nihat Asya, Ankara, İLESAM-Kültür Bakanlığı, (2003?), 80 sf.
(*) Bu sorular, konuyla cidden meşgul olmuş meslektaşımız, büyüğümüz Tacettin Canbolat ‘a aittir. Ali Turan Ağabey de bu sohbetin şahididir.
(2) İnternet üzerinde kurulan bir yazışma topluluğu, Türk Büyüklerini tespit konusunda çalışmaktadır. Adresi;
http://groups.yahoo.com/group/turkbuyukleri
Ayrıca http://www.turkyigitleri.com/ gibi sitelerde ciddi çalışmalar yürütülmektedir.
(3) HENGİRMEN, Mehmet, GÖRGÜ, Ali Turan. Türk Büyükleri. Ankara, Engin Yayınevi, 2003. 432 sf.
(4) Türk Büyükleri. Milliyet Yayınları, 1983
(5) HENGİRMEN, age.sf.11
(6) Konumuz açısından yayınlanmış her seviyede birçok kitap mevcuttur:
a.Çocuklar için; DİLİBAL, Hilmi. Tarihe Şan Veren Türkler, İstanbul, Renk Yayınevi,1968. 64 sf.
b. Yetişkinler için;
GÖVSA, İbrahim Alâettin. Türk Meşhurları, İstanbul, Yedigün Neşriyatı, (t.y.1945?) 420 sf.
(7) HENGİRMEN, age.sf.52
(8) BİCE, Hayati. Haz. Hoca Ahmed Yesevî Divan-ı Hikmet, 3.Bsk. Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı, 2001. 238 sf.
(9) Bu konudaki tartışmalar için Nejdet Sançar’ın Nazım Hikmet Masalı ve Ergun Göze’nin Nazım Hikmet Peyami Safa Kavgası adlı eserlerine bakılmalıdır.
(10) TRT Radyo Televizyon Dergisi, Ocak 2004, Sayı 176, Sf.42-43
(11) Yakınında bulunmuş dostlarının hatıralarının bir araya getirildiği ve değişik cephelerinin işlendiği bir Türk Yurdu Arif Nihat Asya Özel Sayısı hazırlansa ne güzel olurdu!

BİR ÜLKÜCÜ ÖĞRETMENİN HATIRALARI


Arslan KÜÇÜKYILDIZ

Kutadgu Bilig’de “Bilgi denizin dibinde bir inci gibi durur, kişioğlu inciyi denizden çıkarmazsa ha inci olmuş, ha çakıl taşı” denilmektedir. Binde birinden bile istifade edemediğimiz, işleyemediğimiz, bu sebeple de parıltısını insanlığa gösteremediğimiz muhteşem bir medeni mirasa sahibiz. Kendimizi tanımıyoruz. Bunun kişisel ve toplumsal boyutlarda bir çok sebebi var. Hatıra bırakma geleneğinin zayıflığı ve az okumamızda kusur arayanlar çok da haklı sayılmaz. Kütüphanelerimizdeki binlerce el yazması ve eski yazıyla yazılmış kitapları, kendi kaderleriyle baş başa bırakmış olmamızda hiç mi kabahat yok? Fikrimce, bilgiye ulaşma yolundaki en büyük eksiğimiz bu yolun dikenlerini temizleyememek. Tenkid müessesinden söz ediyorum; olaylar, olgular, üretenler ve üretilenlerin olumlu ve olumsuz yönleriyle yüzleşmeyi, yahut hemhal olmayı beceremiyoruz. Bu sebeple, kamu vicdanında kıymetlendirme duygusu gelişmiyor. Yazılmış kıymetli eserleri, yapılmış çok faydalı hizmetlerin sahiplerini gözden kaçırabiliyoruz. Neyse ki Dr, Yusuf GEDİKLİ gibi kalem erbapları var ve aylarca göz nuru dökerek medeniyetimizin iftihar vesilesi olan eserleri bize aktarıyorlar. Ötüken gibi ciddi yayınevleri de, bu eserleri yeniden yayınlayarak, hafızamızı kuvvetlendirme görevlerini hakkıyla yerine getiriyor. Bu yazıda sizlere, Büyük Osmanlı Devleti’nin en zayıf dönemlerinde yer alan olağanüstü gayretlere ve yetiştirdiği mümtaz insanlara ışık tutacak bir hatırattan söz edeceğim. (Çin -Türkistan Sanghay Hatıraları. Yazan; Ahmet Kemal İLKUL, ilaveli, dipnotlu, Şerh eden: Dr. Yusuf GEDİKLİ, İstanbul, 1997, Ötüken yayınları, 446 sayfa) Osmanlı’nın Türkistan siyasetini öğrenmek ve günümüzle karşılaştırmak bakımından, her Türk Aydınının üzerinde durması gereken bu eseri zevkle okudum ve etkilendim, sizlerle paylaşmak istiyorum.
1990’lı yıllar, Türk Milletinin ufkunda yeni imkanların doğduğu yıllardı. Uyuyan devi uyandırabilecek, heyecan dalgalarının kıpırdandığı bir dönem başlamıştı. Sovyetlerin dağılacağını ve o günlere hazırlıklı olmak gerektiğini söyleyenlerin bahsettiği günler gelmişti. Milletin has kulları zaten hazırlıklıydılar. Devlet adamı, iş adamı, öğretmen, öğrenci, gazeteci binlerce Türk müteşebbisi Türk dünyasına yöneldi. Çoğu gönüllülerden oluşuyordu. Dağılmış bir tespihin taneleri gibi darmadağın olmuş kardeş topluluklar yeniden kucaklaşıyordu. Elçilikler, ticarethaneler, okullar açılıyor, kız alıp vermeler başlıyordu. Binlerce yıldır kesintisiz süren akrabalık bağları kesintiye uğramış, belki de tarihin gördüğü en uzun hasret dönemi yaşanmıştı. Aslında, gecikmiş bir buluşma idi bu ve henüz tam manasıyla da gerçekleşmemişti.
İşte tanıtmaya çalışacağım eser, bu büyük buluşmanın tarihe karışmış hazırlık safhasını anlatıyor. Bugün yerden ot biter gibi açılan okulların aslında yüzlerce yıllık idealist gayretlerin bir devamı olduğunu açıkça gösteriyor. Milli bünye kuvvetli olduğunda milletin neleri başarabileceğini açıklıyor. Eser, yıkılmakta olan Osmanlı’ nın 1914’ te Doğu Türkistan’a mektepler açmak üzere gönderdiği genç, çalışkan bir idealistin, Ahmet Kemal (İLKUL) in hatıralarıdır. Bizzat zamanın güçlü dahiliye nazırı Talat Paşa tarafından uğurlanarak Doğu Türkistan’a gönderilen Ahmet Kemal Bey’in, daha önce dağınık şekilde yayınlanmış bu hatıralarının bir kısmı Osmanlıca imiş. Kütüphanelerimizin tozlu raflarına terk edilmiş malzemeyi, Dr. Yusuf GEDİKLİ toparlayıp yayına hazırlamıştır. Dr. GEDİKLİ, Türk basınında ilk defa yayınlanan Ahmet Kemal İLKUL’un hayatını ve Doğu Türkistan ile ilgili ayrıntılı sayılabilecek bilgileri esere ilave ettiği gibi, ciddi bir tenkidi nüsha oluşturmuş, üç ayrı eser halindeki hatıraları adeta yeniden gün ışığına çıkarmıştır.
Ahmet Kemal İLKUL, Rodos’ta doğmuştur. Öğretmen, yazar, gazeteci kimlikleriyle kabiliyetli bir genç olarak kısa zamanda tanınmıştır. Talat Paşa, Ziya Gökalp gibi devrin ileri gelen Türkçüleri tarafından, Doğu Türkistan’da okul kurmak üzere görevlendirilmeden önce, Türk Ocaklarında ve Türk Yurdu mekteplerinde öğretmenlik ve gazetecilik yapmıştır. Adet olduğu üzere, Doğu Türkistan’dan Mekke’ye gidip, hac dönüşü İstanbul’a uğrayan hacıların önderlerine, Talat Paşa’nın emriyle, Balkan Harbinin facialarını göstermek üzere Edirne’ye gider. Talat Paşa oradan dönüşünde Ahmet Kemal Bey’e, bu hacı kafilesine katılıp onlarla birlikte Doğu Türkistan’a gidip mektepler açma görevini verir. Veciz nasihatler eder. Aynı şekilde Ziya Gökalp, ona unutulmayacak güzellikte sözler söyler. Nazır ve Türk ocağı mensupları onu uğurlamaya gelirler. Yeni nişanlanmış, 23-24 yaşlarındaki bu genci Türk dünyasını aydınlatmak üzere çıktığı seferine yolcu ederler.. Ahmed Kemal, 27 gün sürecek bir yolculuktan sonra Odesa, Harkov, Samara, Orenburg, Kabilsay, Taşkent, Hokant, Mergilan, Endican, ve Oş üzerinden Doğu Türkistan’ın Artuş şehrine varır. Ahmed Kemal Bey bu yolculuğu ve Doğu Türkistan’daki çalışmaları esnasında zorlu mücadeleler verir. Yıpratıcı engellemeler, çekememezlikler yaşar. Hayal kırıklıkları, cehaletler görür. Eziyetler, işkenceler, hapisler, sürgünler ve düşmanlıklara muhatap olur. Buna mukabil, dostluklar, fedakarlıklar ve başarılarla dolu bir hizmet döneminden, altı buçuk yıldan sonra yurda döner. Türkeli’nin geleceği için hayatını ortaya koymaktan çekinmemiş, mücadelesini tavizsiz, sabırlı ve azimli bir şekilde gerçekleştirmiştir. Milletinin ruh asaletini ve cesaretini her şartta dosta düşmana göstermekten geri durmamıştır. Türk Milletini geri bıraktıran hadiseleri, isabetli teşhislerle tahlil etmiş, bundan ancak eğitim yoluyla çıkılabileceği gerçeğinden hareketle de okullar açmıştır. Ahmed Kemal, Doğu Türkistan’da bugün bile etkileri devam eden kıvılcımlar tutuşturmuştur. Sadece milletimizi değil dindaşlarımızı ve başka milletleri de tarafsız bir gözle değerlendirebilmiş ve önemli ipuçları sunmuştur. Doğu Türkistan Türk gençliğini ve aydınlarını, keza Çinli Müslümanların önderlerini harekete geçirmiş, aydınlatmıştır. O, yaşayışıyla idealist insanların çok kısa zamanlarda neler başarabileceklerini göstermiştir. Bin bir meşakkatten geçtikten sonra da, tecrübelerini milletine bırakmayı ihmal etmemiştir.
Biliyorsunuz, Amerika’da kiliselerin en önemli çalışması misyonerlik faaliyetleridir. Kilise mensuplarının çocukları misyoner olarak yetiştirilmekte, misyonerlik başlı başına bir kariyer olarak değerlendirilmektedir. Başka din mensuplarına yönelen misyonerlerin aksine, Türkler sadece kendi soydaşları ve dindaşlarıyla ilgilenmişlerdir. Ahmed Kemal ise İslâm’ı ruhuna sindirmiş, milletinin geleceğine olan inancından dolayı genç yaşta yollara düşmüş bir ülkücüdür ve misyonerlikle ilgisi olmayan bir vazife ifa etmiştir. Bu bakımdan onun hayatını doğru anlamamız lazımdır. Zira uzun yıllar, Türkistan aydınları Türkiye ajanı, Turancı, Ceditçi, Basmacı gibi aşağılayıcı ifadelerle suçlanmışlardır. Bu gün de Türklüğün geleceği için, farklı coğrafyalarda atan yürekler, benzer suçlamalarla karşılaşmaktadır.
Ahmed KEMAL, bilgili, çalışkan, bu sebeple de kendine güveni tam bir vatanseverdir. Onda, genç bir öğretmende bulunan vasıfları, bu günün devlet adamlarında dahi bulmakta zorlanıyoruz. Bu yönüyle, günümüz Türk aydınlarının, hangi Türk boyuna mensup olurlarsa olsun, hangi coğrafyada ve bayrak altında yaşarsa yaşasın, eserden alabilecekleri çok şey mevcuttur. En başta, idealist öğretmenlimizin, yaklaşık yüz yıl önce görev yapmış bu meslektaşlarının tecrübelerine göz atmaları yerinde olacaktır. Hemen belirtelim ki, kendilerinden de böyle derli toplu hatıralar bekliyoruz. Eserin, bağırdaşların birbirini daha iyi anlaması ve ortak Türkçe’mizin gelişmesi açısından önemi büyüktür. Devlet adamları ve dış işlerinde çalışan diplomatlarımızın, Ahmed Kemal’in, gözaltında ve hapishanede bulunduğu sırada bile Çinlilere nasıl davrandığını ve onları nasıl gördüğüne bakmalarını isterim. Milletinin karakterini iyi tanıyan Ahmet Kemal, Düngen, Çinli, Japon, İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikalı gibi çeşitli milletlerin yapısını nefis bir şekilde anlatmış ve çalıştığı, gezdiği, gördüğü yerleri de isabetle aktarmıştır.
Bugünün Türk Aydınının beynini yoran en önemli soru; “Bizi hangi şartlar bir araya getirir?” sorusudur. Türkistan’ın, Türkeli’nin, Turan’ın geleceğiyle ilgili olarak beynini yoran her aydın bu soruyla meşguldür ve bu eserden haberdar olmak durumundadır. Eserde, Doğu Türkistan’la ilgili bir çok sorunun da cevabı mevcuttur. Ben şahsen kitabı okuduktan sonra karamsarlıktan kurtulduğumu ve halen dünyanın en korkunç açık hava hapishanesinde bulunan Doğu Türkistan’lı kardeşlerim için umutlandığımı söyleyebilirim.
Eserden, tarihçi, dilci, folklorcu ve sosyologlar da en az eğitimciler kadar istifade edebilir, tespitlerde bulunabilir ve bilgilerini zenginleştirebilirler. Mesela, eserde Doğu Türkistan’da Samah konusu mevcuttur. Sadece eserin girişinde aktarılan Talat Paşa-Ziya Gökalp ikilisinin yola çıkarken Ahmed Kemal’e yaptığı öğütler, eserin tarihi önemini ortaya koymaktadır. Yine eserde dönemin hurafelerinin de aktarılmış olması, bu günkü yapının tespiti ve Doğu Türkistan’ı anlamak açısından önemli olduğuna inanıyorum.
Çin-Türkistan-Şanghay hatıralarında, Özbekler, Tatar, Başkort, Kazak, Kırgız ve Uygur Türkleri kendilerinden çok şey bulacaklardır. Ünlü Kırgız kahramanı Balbay Bogatır’dan esintileri bulmak Kırgız kardeşlerimizi şaşırtacaktır. Kaşkar’da meydana gelen hadiselerin Kazan’da gazetelerden duyurulmasında olduğu gibi, Türk Dünyasında mevcut o günkü iletişimin bu günden daha iyi olmasının örneklerini de kitapta görmek mümkündür. Osmanlı Devletinin asıl sahipleri olan Türkler, devletlerinin en zayıf anında elemanlarını binlerce kilometre uzaktaki soydaşlarına hizmet etme amacıyla göndermişler, onlar da ta Anadolu’dan kalkıp gelen bu görevliye hüsnü kabul göstermişlerdir. O günün imkansızlıklarında hapishaneye düştüğünde ona, silah ulaştırmak da dahil, her türlü yardımı esirgememişlerdir. Bu nokta çok mühim ve kanaatimce çok manidardır. Kitaptan en çok yararlanacak olanlar, başta Türkiye’de okuyan Türkistan’lı öğrenciler olmak üzere, değişik coğrafyalarda öğretmenlik, imamlık, tüccarlık, gazetecilik yapan idealistlerdir. Hülasa, başta söylediğimiz, henüz tamamlanmamış tarihi buluşmada üzerlerine büyük görevler düştüğünü inanan ülkücü kuşaktır. Eseri, bu günün gençliğini yönlendiren aydınlara, siyasi kuruluşlara, İttihat Terakki, Ziya GÖKALP, Talat Paşa gibi Türklüğü İslam’la kaynaştırmış o günkü Türkçülük anlayışını iyi kavraması açısından tavsiye ediyorum. Böylelikle belki mevcut sun’i ayırımların da farkına varmak kabil olacaktır. Osmanlı devletinin yıkılışının bazı sebeplerini de eserde bulabiliyoruz. Osmanlı, yıkılırken bile büyüktü ve Türklük için çırpınıyordu. O zor şartlarda konulan hedeflere ulaşılabilmiş olsaydı, Türk Dünyasının bu gün konuştuğumuz bir çok meselesini konuşmuyor olacaktır.
Eseri okuyucuya kazandıranları kutluyor, özellikle Dr.Yusuf GEDİKLİ’yi burada anmak istiyorum; sayamayacağım kadar çok eseri (mesela İran Türklerinin ve Türk Dünyasının büyük şairi Muhammet Şehriyar’ın Türkçe şiirlerini, Türkiye Türklerine sunarken) yazarlarının yanında adeta ikinci bir yazar gibi ilave, tenkit ve dip notlarla zenginleştirmiş ve bunlara mütevazı bir şekilde “hazırlayan” imzasını atmış olan sayın Gedikli’ye gelecekteki çalışmalarında başarılar diliyorum. Ayrıca Ötüken Yayınevini de Türk Dünyası ile ilgili en etraflı yayın çalışmasını yürütürken, Türkiye’de yazılıp basılmamış veya basılmış, ancak nüshası kalmamış, çok kıymetli oldukları halde kütüphanelerin tozlu raflarında ilgi bekleyen eserleri edebiyatımıza kazandırdığı için kutluyorum. Ümit ediyorum ki benzer başka eserleri de bulup çıkarırlar. Böylece biz de “davaları asıl sahiplerinin ağzından öğrenme” fırsatı buluruz. Yayında emeği geçenleri tekrar kutluyor, bu vesile ile merhum Ahmed Kemal İLKUL Bey’e Allah’tan rahmet diliyorum.
Son söz; Doğu Türkistan, elbet bir gün esaretten kurtulacaktır.


Ötüken Yayınları Tel: 0212-2510350
Belgegeçer : 0212-2510012

Dokuzuncu Şehir


(Dokuzuncu şehir)"TÜRKİSTAN"IN* DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Arslan Küçükyıldız **

Bazı insanlar sadece doğup büyüdükleri, yaşadıkları yerden nasiplenmekle kalmaz, bulundukları yerlere varlığıyla, hizmetleri ve eserleriyle anlam katarlar. Yaşadığı toprağın özünü, ruhunu kavrayan, onu cidden seven, mevcut malzemeyi işleyip geliştirerek, yurtları, şehirleri, kal’alarını anlatan eserler hep ilgimi çekmiş, yazarlarına gıpta etmişimdir. Yakup Deliömeroğlu’nun Türkistan, Yesevi’nin şehri Yesi’ye dair adlı eserini okuduktan sonra bu duygum yeniden depreşti. Fark ettim ki bu konuda yalnız değilim; “Altıncı Şehir” in önsözünde yazdığı gibi, Ahmet Turan Alkan da, Mitat Enç’i “Uzun Çarşının Uluları” ndan ve Tanpınar’ı da “Beş Şehir” inden dolayı kıskanmış! İyi ki de kıskanmış ve “Altıncı Şehir” doğmuş. Tanpınar’ın “Beş Şehir”i İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum, Ankara’yı, Enç’in “Uzun Çarşının Uluları “ Gaziantep’i, Alkan’ın “Altıncı Şehir” i de Sivas’ı anlatır. İlkinde yazar, görevi dolayısıyla kısa sürelerle bulunduğu yerleri, sonraki yazarlar ise doğup büyüdükleri ve büyük bir sevgiyle bağlı oldukları memleketlerini anlatırlar. Okumaya başlayanların bırakamayacağı nefis bir üslûpla kaleme alınmışlardır. Maalesef sahalarında mektep kabul edilebilecek bu lezzetteki eserlerin sayısı azdır. Bunlara, geçmişte ve bugün, milletimiz için hatırası ve önemi olan, eski yurtlarımızı, şehirlerimizi hatta köylerimizi anlatan aynı güzellikteki başka eserlerin eklenmesini hep beklemişizdir. (“Yedinci Şehir” olarak doğup büyüdüğüm Kastamonu için benzer bir eser kaleme almak isterdim. Ama galiba yetişemedim.) (23 Nisan 2012'de araştırmacı yazar Zekeriya Bican şahsıma yazdığı mektupta Sekizinci Şehir adıyla çıkardığı 3 ciltlik eserinde Elazığ'ı anlattığını bildirdi. Bundan büyük bir memnuniyet duyduğumu ifade etmek isterim.) Gönül isterdi ki sadece Anadolu’da değil, Türkistan’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Arabistan’da, Afrika’da ve Avrupa’da, milletimizin ayak bastığı, imar ederek Türk Mührü’nü vurduğu şehirlerin yedincisi, sekizincisi, dokuzuncusu...hatta tamamı hakkında kitaplarımız olsun.  Bu şehirlerle ilgili şehir rehberleri, tanıtım kitapları, tarihler, hatıralar, şiir ve yazı seçkileri, derlemeler ve seyahat notları yayınlanmış olsun. Ne yazık ki bir çok Türk Şehri ile ilgili üç beş sayfalık bir kitapçık veya harita bile mevcut değildir. Bu tür yayınları gittiğim şehirlerde özellikle aradığım ve bulamadığım için tecrübeyle biliyorum. Evliya Çelebi’nin yaptığı muhteşem hizmet, bu eksiklik görülünce daha iyi anlaşılıyor.. Türkiye’de, bir vesileyle yaşadığı şehir ile ilgili bir şeyler yapmak isteyen, kendilerini sorumlu hisseden bazı yöneticiler bu boşluğu dolduracak, bir kısmını zikrettiğim ciddi çalışmaların basılmasına ön ayak olmuşlarsa da, genellikle hiçbir ciddiyeti olmayan, sadece görevdeki kişiyi veya bastıranı parlatacak malzemelerin konulduğu yayınlar yapılmıştır. “Harput Yollarında”, “Kaynağı Bulan Adam Ertuğrul Gazi”, “Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları”, (İsa Kayacan’ın 99. kitabı) “Burdur Hatırlamaları”, “Çankırı Gelenekleri ve Yâran Kültürü”, “Şairlerin Gözüyle Kastamonu” gibi aynı minvaldeki diğer eserlerin önemini burada elbette zikretmek gerekir. Ancak seksen senelik Cumhuriyet Tarihimizde şehirlerimizle ilgili yayınlarımız, ilk il yıllığındaki bilgileri neredeyse aşamamış durumdadır. Dikkatimiz git gide zayıfladığı için aydınlarımızın nazarlarını yurtlarına, şehirlerine, kasaba ve köylerine çevirmeleri çok önemlidir. Çünkü kaynak buralardadır. Tabii güzellikler ve tarihi zenginliklerimizin yanı sıra güzel insanımızı gönülden seven aydınların bu alanda daha fazla eser vermesi beklenmelidir. “Vatan sevgisi imandandır.” Hükm-i kat’îsi, müşahhas unsurlarla insanın gönlüne nakşolmazsa, imân da, vatan da münakaşa götürür hale gelir.”(1) Söz konusu olan, Vatanı her şeyi ile, dağı, bayırı, düzü, ırmağı, çayı, deresi, ağacı, bitkisi, meyvesi, sebzesi, kurdu, kuşu, böceği, havası, suyu, dumanı, kokusu, rengi ile, tarihi, eserleri, binaları, yolları, mezarlıkları ..ve nihayet insanıyla sevmektir. Hikmet Birand’ın Ardıç Ağacı ile Sohbeti bu sevginin açık bir görüntüsüdür. Biz bu toprakları, şehirleri, köyleri uğruna ölecek kadar seviyoruz ama sevdiğimiz için bir şey yapmıyoruz. Onun nesi var, nesi yok, hasta mı, bir derdi var mı yok mu bakmıyoruz. Ondan sonra da birileri kalkıp hak iddia ettiğinde şaşırıyoruz. Biz de “Bizim” olana sırtımızı dönüp sıradan işlerle vakit öldürüyoruz. Halbuki biz uyurken onlar o toprağa nasıl sahip olabileceklerinin ince hesaplarını yapıyor, belgeler uydurup, tarihler yazıyor, yayınlar yapıyorlar. Mesela, bugün, hiç bir Ermeni’nin yaşamadığı Erzincan’da Ermenice yayınlar bastırıyorlar. Yaktığımız Türkülerimizi Rum’a, Ermeni’ye peşkeş çekiyorlar. “Salkım Hanımın Taneleri” gibi tarihi filmler! çekip iddialarına dayanak hazırlıyorlar. Tarih Vakfı’nın peş peşe çıkarttığı yayınlara, Yurt Ansiklopedisi’nin yerleşim yerleriyle ilgili maddelerine ve Pars Tuğlacı’nın Osmanlı Şehirleri Ansiklopedisi’ne bir de bu gözle bakmakta sayısız faydalar vardır. Hatta Kurthan Fişek’in “Burası Ankara”sına bile bu manada bakılmalıdır! Her Ramazan ayında başımızda boza gibi pişirilen Direkler Arası, Kantolar ve Kantocular konusu da benzer bir telaşın sonucudur. Onun için Anadolu’da Edirne, Manisa, Kütahya, Kastamonu, Amasya, Tokat, Trabzon gibi sultan şehirler başta olmak üzere, kasabalarımıza, köylerimize kadar bütün yerleşim yerleriyle ilgili ciddi çalışmalara derhal başlanılmalıdır. Bu eserler, yerleşim yerini, mezar taşları gibi ebediyen Türkleştirecektir.
Size, şehirlerimizi Tanpınar tadında anlatan kitaplara yeni eklenen, Türk Dünyasının en önemli kültür merkezlerinden birini, Türkistan’ı, eski adıyla Yesi’yi anlatan çok beğendiğim bir eserden ve Tanpınar’a, Enç’e, Alkan’a kardeş gelen genç bir yazardan bahsetmek istiyorum. Ulu Türkistan’da bir tekerleme söylenirmiş;(2)Sayram’da sansız bab,Türkistan’da tümen bab,Otrar’da min bab Sansız, sayısız demek.Yakup Deliömeroğlu, eserinde, yukarıdaki tekerlemede bahsi geçen “Tümen Bab”ın, yani on bin büyük adamın, evliyanın bulunduğu Türkistan’ı gözlemlemiş. Eserinde hemen aklımıza geliveren Ulu Türkistan’ı değil de görevi dolayısıyla bulunduğu Türkistan Şehri’ni anlatmış. Erenler piri Hoca Ahmet Yesevî’nin kutlu mekânı ve ebedî istirahatgâhı, eski adıyla Yesi, yeni ismiyle Türkistan şehrinin, insanı, tarihi, kültürü ve mekânlarıyla okuyucuyu buluşturmuş. “Türkistan”, Çarlık ve Sovyetler zamanında sözlüklerden kazınmaya çalışılan, “Türklerin yaşadıkları her yer: Turan” anlamında bir kelimedir. Bu kelimeyi yok edemedikleri bir tek yer var: Türkistan. Şehrin adı önce Yesi idi. Sonradan Pir-i Türkistan olarak anılacak olan Hoca Ahmed, önce şehrin adını aldı, sonra da ona kendi sıfatını verdi. Şehrin adı Yesi idi, Türkistan oldu. Türkistan şehri, Kazak Hanlığının başkentidir. Ulu Türkistan’ın Ruslar tarafından işgali sırasında da milli direniş merkezlerinden birisi Türkistan Şehri olmuştur. Kitap, her ne kadar “Yesevî’nin şehri Yesi’ye dair” alt başlığını kullansa da, kanaatimce “dair” sözü biraz mütevazı kalıyor. Eser, Yesi’yi enine boyuna anlatan, emek mahsulü güzel bir çalışma olmuş. Yakup Bey’in tarihten tasavvufa dilden sosyolojiye uzanan çok geniş bir yelpazede birikimi olduğu, Türk Dünyasının meseleleriyle hemhal olduğu açıkça görülmektedir. Elimizden bırakamadığımız kitabı okurken, Ulu Türkistan’ın sıcak iklimini, Hoca Ahmet Yesevî’yi, Türkistan Şehrini, Yesevî Üniversitesi’ni, sevgiyle çözülmeye çalışılan meseleleri, yabancıların ve misyonerlerin Türkistan’daki faaliyetlerini, imbikten geçmiş bilgi ve tecrübelerin ışığında adeta yaşıyorsunuz.. Tarihçileri, dilcileri, sosyologları, eğitimcileri, din adamlarını ve özellikle de gönüllüleri bu kitabı okumaya davet ediyorum. Din adamlarımız ve Dışişlerimiz Börübek'in hikayesini mutlaka okusunlar. Türkistan’a gerek görev, gerekse gezme amacıyla, bir şekilde yolu düşecek herkesin bu kitabı mutlaka görmesi gerekir. Türk Dünyasının çeşitli bölgelerine görevle giden bir çok uzmanımız oldu. Eli kalem tutan bu kişiler Türkistan ve benzer büyük şehirlerde iki üç yıl, daha fazla sürelerle yaşamış ve memleketlerine geri dönmüşlerdir. Ama yaşadığı, ekmeğini yediği, suyunu içtiği o topraklara borcunu yeterince ödememiştir: Sözle anlata anlata bitiremediği hatıralarını, tespitlerini oturup kaleme almamıştır. Tarihin dönüm noktalarından birinde yaşadığımızı hissediyoruz. Kim daha cevval davranır ve kısmetine koşarsa, o daha aydınlık ufuklara yönelme şansını kazanacaktır. Dedemin söylediği bir ilahide olduğu gibi: “Uyan hey gözlerim sabah olmadan / Senin kısmetini küffar almadan!” Türkistan’ı okuduğumda ne yalan söyleyeyim, 1990’dan sonra Ulu Türkistan’a giden yüzlerce uzman ve gazeteciden neden böyle nefis eserler, hatıratlar, hikaye ve romanlar, denemeler çıkmadı diye yeniden üzüldüm. Gidenlerin kabiliyetsizliklerinden çok samimiyetsizliklerine verdim.Yazılan tek tük eserlerin ise “Biz adam olmayız” dan çok,”Biz adam oluruz / olacağız” diye düşünen, milletine bütün samimiyetiyle hizmet etme arzusuyla yola çıkıp bu yolda üzerine düşeni yapmakta olan gönüllülerden çıktığını düşündüm. Bu bakımdan Yakup Bey’in kitabı bir tarih veya seyahat olmadığı gibi bir roman veya hikaye, hatırat da değil ama belki bunların hepsidir. Türkistan’a vazifeli olarak giden, görevini müdrik samimi bir Türkçünün, bir gönüllü neferin akıcı, sürükleyici, dupduru bir Türkçe ile kaleme alınmış bir eserdir. Kısa bir süre de olsa yaşadığı coğrafyayı yakından tanıma ve tanıtma gayretlerini ve tespitlerini yansıtmaktadır. Yeri gelmişken belirtmeliyim ki, Türkistan’a ve Türk Dünyasının her yanına gönüllülerce ulaşmak gerekir. Keyfince gezme ve para biriktirme amacıyla oralara giden insanların hem kendilerine, hem de milletimize yeterince faydalı olamıyorlar. Ne hizmetleri dokunuyor, ne de kendilerinden sonrakilere yol gösterici olabiliyorlar. Halbuki fırsat bir kere ele geçiyor. Vaktinde değerlendirilmezse heba olup gider, gidiyor da! Gönüllülerden oluşan, örgütlü bir şekilde Türkiye dışına gönderilen uzmanlar ise hem kaybedilen zamanları kazandırırlar, hem de arkalarında çok güzel köprüler bırakırlar. Veteriner Dr. Yakup Deliömeroğlu eseriyle böyle güzel köprüler kurmuş ve eseriyle de sonrakilere rehberlik ederek bunu tescillemiştir. Darısı “Sansız Bab”ı, yani sayısız büyük adamı barındırmış Sayram ve “Min Bab” bin büyük adamı veya evliyayı koynunda yatıran Otrar’ın başına! Gün gelir sizin de misafirliğinize yiğitler gelir ve hikayenizi yazarlar! (3) Aydınlarımızdan, Tanpınar’ın açtığı çığırdan gelen bu türde eserlerin devamını bekliyoruz. Yazar, eserine Ahmet Turan Alkan gibi rakamlı bir ad vermiş olsaydı, herhalde Türk Milletinin kutsal sayılarından biri olan yediyi veya dokuzu uygun görürdü. Ben yedi ve sekizincilerin yazılmış olduğunu ve göremediğimi farz ediyor ve Yakup Bey’in kitabına “Dokuzuncu Şehir” demek istiyorum! 19 y.y. Semerkand şehrini anlatan biri dışında, Yakup Deliömeroğlu’nun eseri Türkistan Şehirleri ile ilgili okuduğum ilk kitap. Keşke Kaşgar, Belh, Semerkand, Buhara, Hive, Hokand, Merv, Tebriz, Isfahan, Şiraz, Mohaçkala, Bahçesaray , Saraybosna, Selanik, Budin.. gibi tarihi Türk Şehirleri ile Bişkek, Astana, Taşkent, Aşkabat, Bakü, Kazan, Lefkoşa..gibi Türk Başkentlerini anlatan benzer eserler de yayınlansa veya yayınlanmış olanlar varsa Türkiye Türkçesi’ne de çevrilse, ne güzel bir iş olurdu!. Alternatif Yayınları’na(4) da böyle eserleri yayınlamak yakışırdı doğrusu. Yakup Deliömeroğlu’nu eseri için, eserdeki güzel Türkçe, Türkistan’ı yeniden özüne kavuşturmadaki hizmetleri için kutluyorum. Çok sağol, eline, diline, kalemine, gönlüne, sağlık Yakup Bey! Emeği geçenleri de unutmamak lazım, onlar da sağ olsunlar..

Küçük Kaynakça ve Notlar: Acar, Hüsnü. Tarihte Kastamonu. 1. Basılış, Ankara, 1995. 224 sf.(1) Adıgüzel, M.Sani. Şairlerin gözüyle Kastamonu, Kastamonu, Kastamonu Belediyesi,(t.yok)111 sf.(sf.10) Alkan, Ahmet Turan. Altıncı Şehir, 3. Bsk., İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1997, 184 sf. Alp, Erdoğan. Kastamonu. 1. Bsk., Kastamonu, Alp Yayınları, 1997, 62 sf. (Resml.) Beysanoğlu, Şevket. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları. 3 cilt., 2. Basılış, Ankara, Diyarbakır Tanıtma, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı Yayını, 1997.(2) Bice, Hayati Dr. (RTÜK) Erdal, Ali. Kaynağı Bulan Adam Ertuğrul Gazi. Yay. Hazl: Av. Bayrak, Kadir. Büyükgezer, Mustafa. 4.Bsk.,Bilecik, Bilecik Valiliği, 2003, 152 sf. (Resml.) Fayziyev, Asad. Semerkand Tarihinden (XIX.y.y.’ın ilk yarısı). Eskişehir, 1994. 80 sf. (Resml.) Fişek, Kurthan. Burası Ankara. Ankara, Ankara Ticaret Odası, (2003) 176 sf. Kara, İlyas. Her yönüyle tarihten günümüze Kastamonu.1. c. 1. Baskı. İstanbul, Bilge Kastamonu Gazetesi Tarih ve Kültür Yayınları, 1997 Kayacan, İsa. Burdur Hatırlamaları. Genisl. 2. Bsk., Ankara, Ece yayınları, 1991, 379 sf. Özkan, Orhan. Çankırı Gelenekleri ve Yâran Kültürü. Çankırı, Yaran Kültürünü Yaşatma Derneği, 2002. 179 sf. Sunguroğlu, İshak. Harput Yollarında (Seçmeler) Ankara, Azerbaycan Kültür Derneği, 1986, 126 sf. Tanpınar, Ahmet Hamdi. Beş Şehir. 6. Bsk. İstanbul, Dergah Yayınları, 1979. 226 sf. Turan, Ahmet Nezihi. Yabanâbâd Tarihini Ararken. Ankara, Kızılcahamam Belediyesi Yayınları, 1999. 186 sf. (3) Türkistan görevinden dönmüş dostlarımın eserlerini sabırsızlıkla beklediğimi bilmem söylemeye gerek var mı?(4) Bir Türkçe aşığı olarak, yeni açılan ve böyle güzel eserleri okuyucuya sunan Alternatif Yayınevi için neden yabancı bir adı seçtiğini Lütfi Şehsuvaroğlu Ağabeyden sormayı bir vazife addediyorum.

*Deliömeroğlu,Yakup. Türkistan, Yesevi’nin şehri Yesi’ye Dair.1.Baskı. Ankara, Alternatif Yayınları, 2003. 156 sf.
**Arslan Küçükyıldız. (Dokuzuncu Şehir) Türkistan’ın Düşündürdükleri, Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2004

Mangala, Dokuz Korgol, Dokuz Kumalak


Arslan Küçükyıldız Dedi ki:
Merhaba,Yere açılmış kuyuların içindeki taşlarla oynanan bir oyunumuz vardı. Mangala, Amen, Emen ve benzeri adlarla oynanan bir oyundu. 4-6-8 veya 9 kuyu ile oynanabiliyordu. Kuyulardaki taşlar birer birer göçürülüyor, tek veya çift ola durumuna göre sayı alınabiliyordu. Taşlar veya kurumuş keçi kıkı ile oynanabiliyormuş. Bilgisi olanlar varsa lütfen aşağıdaki siteyi ziyaret etsinler.Bu konuda araştırma yapıyorum. Bilgileriniz işime yarayabilir.
Selamlar.
Arslan Küçükyıldız
http://mangala.blogcu.com/

arslan.kucukyildiz@trt.net.tr

KURT KOYUN OYUNU

KURT KOYUN OYUNU[1]
Oyunu derlediğim Halime Çaycı anneannemdir. 15-16 yıl öncesine kadar Babamın da köyü olan Kastamonu İli Merkez Budamış Köyü Kumara Mahallesindeki köyümüzde yaşamaktaydı. Halen sağdır ve Kastamonu'da yaşamaktadır. Oyunu bana şöyle anlatmıştı:
“Ben Kumara’ya Sarıömer köyünden gelin geldim. Bizim köyümüz bağ-bahçelik bir köydü. Koyun keçi pek beslenmezdi. Ilgaz’a yakın sayılabilecek Kumara Köyü olsun, karşımızdaki Alparslan Köyü olsun, yukarımızdaki Kayı Köyü olsun, buralarda büyükbaş hayvanların yanında küçükbaş hayvan sürüleri de vardı. Çaycıoğlunun gelini olunca koyun-keçi sürüleri ile uğraşmaya başladım, çünkü ağılımızdan koyun ve keçi hiç eksik olmazdı. Gerçi çobanlarımız da vardı ama yine de zaman zaman biz de bu sürüyü kıra götürür, çobanlık yapardık. Köyde de bizim gibi koyun sürüsü olanların gelinleri ve kızları da koyun gütmeye giderlerdi. Bir gün sürüye bakan çobanlarımızdan birinin Kayı köyünden olan hanımı ile koyun gütmeye gitmiştik. Bir bahar günüydü, sıcaktan bunalmış hayvanlar subaşında dinlenirken, Fatma Abla’yı etrafındaki canı sıkılan çocuklara, kız ve gelinlere bir oyun öğretirken gördüm. Fatma Abla bu oyunu kurt ninesinden öğrenmiş. Oyunun adı Kurt Koyun Oyunu idi. Bana da öğretmesini istedim. Sonradan onunla birlikte bu oyunu çok oynadık. Annene, teyzene de oyunu öğrettim.
Köyümüzde ve çevre köylerde sık sık kurtların hayvanlara zarar verdiğini duyar, hayvanlarımız kaybolunca kurtların ağzını ağzı dualılara bağlatırdık. Büyüklerimiz bize bu oyunla kurtlara, canavarlara karşı ne gibi tedbirler almamız gerektiğini öğretmişler de haberimiz olmamış. Ninelerimizden, büyüklerimizden çocukluğumuzda dinlediğimiz hikâyelerde, darbımesellerde kurt lafı çok geçerdi. Oyunun adının Kurt Koyun olmasının sebebi tahminim bu olsa gerek.
Kurt Koyun Oyunu, her yaş ve cinsten iki kişi arasında oynanabilir. Bir hesap ve zekâ oyunudur. Oyunu oynayanlar zeki ise ve biraz oynayarak tecrübe kazanmışlarsa oynaması da seyretmesi de çok zevkli olur. Oyunda genellikle 25 koyun, 2 kurt olur. Eğer vakit az ise biz bu oyunu 20 koyun 2 kurt ile oynardık. (Oyunu öğrendiğim Fatma Abla’nın bana anlattığına göre Kayı Köyünde, uzun kış gecelerinde çocukları daha uzun süre oyalayabilmek için, oyun tahtası, bizim oynadığımızın dört katı büyüklükte olur, koyun ve kurtların sayıları da ona göre değişirmiş, artarmış.) Koyunlar ve kurtlar farklı renkteki, büyüklükteki taşlardan veya evde bakla tanelerinden oluşur. Dokuz Taş oyununda olduğu gibi kırda yere, evde de bir kâğıda bu oyunun oynandığı çizgiler çizilir. Önce yaklaşık iki karış büyüklüğünde 5 çizgi çizilir, sonra bunları dik kesecek şekilde 5 çizgi daha çizilir. Böylece 16 kareden oluşmuş bir kare elde edilir. Bu karelerin dört köşesinden karşı köşeye bir çizgi daha çizilir. Bir de karelerin orta noktalarından her iki yandaki orta noktalara birer çizgi çizildiğinde iç içe geçmiş bir kare görüntüsü daha oluşur. Böylece oyun oynanacak zemin meydana gelmiş olur. Oyun tahtasının alt kısmında her çizginin başına 5’er koyun konulur. Onların hemen önündeki dik çizgilerin veya ilk kenar karelerin bitimindeki dış noktalara iki kurt yerleştirilir. Oyuncuların farklı hedefleri vardır. Koyunlarla oynayan için hedef, koyunları kurtlara yem etmeden karşıya geçirmek (Kurt, arkası veya yanı boş olan koyunun üzerinden atlayabildiğinde koyunu yemiş olur.) ve bu arada koyunların arkalarını, yanlarını sürekli doldurarak, kurtları köşeye sıkıştırmak, hareket edemez hale getirmektir. Kurtlarla oynayan oyuncu için ise hedef, kurtlarıyla mümkün olduğunca çok koyun yiyerek, kurtların koyunlarca sıkıştırılmasının önüne geçmektir.
Oyuna ilk başlayacak oyuncu, koyunları, ikinci oyuncu kurtları alır. Koyun veya kurtları alacak oyuncular, bir tarafına tükürülmüş bir taş havaya atılarak, yere düşen tarafının yaş veya kuru olmasına göre veya kısa uzun çöp çekilerek belirlenir. İlk başlayacak oyuncu koyundur, oyuna daima önce koyun başlar ve ileri doğru bir hamle (veya oyunun başında oyuncularca anlaşma yapılmış ise, iki hamle) yapar. İki hamle yapılacaksa aynı koyun ile ikinci hamle yapılmaz. Farklı bir koyun ile ikinci hamle yapılabilir. Maksat, kurda yakalanmadan ilerlemek ve karşıya geçmek olduğu için, uygun olan yere arkasında veya yanında boşluk bırakmamak kaydıyla ilerlemektir. Koyunların hepsi ileri çıkmadan her yöne ilerleyemez ama kurt her yöne hareket edebilir. Koyunların hepsi ilk çizgiden çıkmadan, yani 5’er koyun tamamen açılmadan sadece ileri doğru gidebilir. 5’er koyunun tamamı da açıldıktan sonra, koyunlar sağa, sola, çapraz, geriye veya öne gidebilirler.
Kurt, arkası boş olduğu müddetçe koyunların üstünden atlayarak onları yiyebilir. Koyunların kurtlarla karşı karşıya kalacağı durumlar için arkalarının, yanlarının yine bir koyunla dolu olması gerekir. Koyunları oynayan oyuncu da koyunların arkasını, yanını doldurarak kurdu sıkıştırmaya çalışır. Kurt tamamen sıkışırsa ve hareket edecek alan bulamazsa yenilmiş olur. Yine koyunlar kurt tarafından yenip bitirildiği zaman da oyun biter. Oyunda kurtların kazanması için koyunları yemeleri, koyunların kazanması için ise koyunların kurtları sıkıştırmış olmaları gerekir.”
Oyun şöyle oynanır: Koyunlar sıkıştırır, kurtlar ise yer! Oyuna biraz daha dikkatli baktığımızda, koyunlar dağılmadan kurtların koyunları yiyemediğini görürüz. Koyunlar önce sadece sıra şeklinde ilerlerler. Gerçek hayatta da koyunlar gündüz toplu şekildedir, hareket sırasında oyunda olduğu gibi biri başı çeker ve birbirlerinin arkasına sırayla takılıp giderler. Sadece akşam karanlığında dağılırlar, o vakitlerde dağınıktırlar. Kurtlar ise genellikle gündüz saldırmaz, geceyi bekler. Oyun gerçek hayattaki kurdun koyunlara saldırma şekline benzemektedir.
[1] Halime Çaycı’dan 1985 yılında Aralık ayında derlenmiştir. Kastamonu 1913 doğumludur.

Bazı Makaleler

ARSLAN KÜÇÜKYILDIZ'IN MAKALELERİ

1. (Arslan KÜÇÜKYILDIZ), Mehter Musıkisi, TRT Aylık Haber - Yayın Radyo ve Televizyon Dergisi, Temmuz 1991, S. 26, Sf. 30 - 33
2. _____________________, Zaman Zaman İçinde, Kamu Çalışanları Dergisi, Y.2
3. Ahmet KABAKLI (Arslan KÜÇÜKYILDIZ), Avrasya’da Nasıl Buluşuyoruz? Türkiye Gazetesi (Gün ışığında Köşesi) 30 Ekim 1992, Sf. 2
4. Arslan KÜÇÜKYILDIZ (Pınar YETİMOĞLU), Kırgızistan’ da Nevruz, Anayurttan Atayurda Türk Dünyası Dergisi, Y. 2, C. 2, S. 6 (3 aylık Bilim Kültür ve Araştırma Dergisi)
5. ____________________ , Avrasya’nın Geleceği, Mahdumkulu Divanı Türk Dünyası Gençlerinin Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi, Y.1, S. 1 , 1995, Sf.42 - 44
6. ____________________ , Türkelinin Geleceği 2 , Mahdumkulu Divanı Dergisi, Y. 2 , S. 2, 1996, Sf. 32
7. Ahmet KÖMEÇOĞLU + ( Arslan KÜÇÜKYILDIZ ) , Kırım İzlenimleri, (Türk-İslam Kırım) Türkeli Gazetesi , Y.1, S. 40 – 45 , Sf. 18 (25.12.1996-29.1.1997)
8. Arslan KÜÇÜKYILDIZ , Türk Dünyası Sanatı Ne Halde? , Türk Yurdu Dergisi , Aralık 1996 , C . 16 , S . 112 , Sf . 30 - 33
9. ____________________ , (Arslan Küçükyıldız) Türkeli ’nin Geleceği – En Büyük Engel , Hergün Gazetesi , Y. 1, S. 322, 16.1.1997, Sf . 6
10. ___________________, Türkeli’ nin Geleceği – Birlik Olmadan Dirlik Olmaz , Mahdumkulu Divanı Dergisi ,Y . 2, S. 3, 1996, Sf. 43
11. ___________________ Türkeli’ nin Geleceği ( Kırım hk ) , Mahdumkulu Divanı Dergisi, Y. 3. S. 4, 1996 , Sf . 34 – 35
12. ___________________ Müslüman Kırım, Türkiye Diyanet Vakfı Haber Bülteni, Şubat 1997, S. 47 , Sf . 26 – 27
13. ___________________ Arslan KÜÇÜKYILDIZ, Sungurlu’da Bir Gece, Milli Eğitim Dergisi (Eğitim-Sanat-Kültür) Nisan-Mayıs-Haziran 1998, Sayı 138, Sf. 59-60
14. ___________________, Tuğba EKİCİ, Nurgül MOLDALIYEVA ( Yay. Haz.) , Çön Taş , Bilig – 3 aylık Bilim ve Kültür Dergisi, S. 4, Kış 1997, Sf. 13 –16 ( Kırgızca’dan aktaran Nurgül Moldalıyeva )
15. ___________________ , Törekul Aytmatov , Bilig, S. 4, Kış 1997, Sf. 17-22
16. ___________________ , Kerkük için dökülen gözyaşı ve şiirler, Zaman Gazetesi , Zaman 2, 20 Eylül 1997 Sf . 5 ( Kitap Tanıtım )
17. ___________________ , Nakışların Yaddaşı, Yesevi Dergisi, Y. 5, Sayı 60, Aralık 1998, Sf. 40
18. ___________________ , Türkeli’nin Geleceği ( Ne İstiyoruz? ) Mahdumkulu Dergisi, Y.3, S. 5, 1997, Sf. 27 - 28
19. ___________________ , Türkeli ’ nin Geleceği – Etnojenez , Türk Dünyşası Tarih Dergisi , S . 131 , Kasım 1997 , sf . 33-37
20. ____________________, Tazalıktı Kim Kimden Üğröngön?, Türkistan Gazetesi (Almatı) 19-25 Kasım 1997
21. ( İsimsiz ) (Arslan KÜÇÜKYILDIZ) , Anodolu Macerası - Anadolu Ezgisi, Gündüz Gazetesi, 29 Kasım 1997 Cumartesi, Sf . 10 ( Kültür Sanat Sayfası )
22. Arslan KÜÇÜKYILDIZ, Türk’ü Sevmek, Hergün Gazetesi, 9, 10, 11 Aralık 1997, Y.2, S.648- 650, Sf.7
23. ____________________, Türk Dünyası Sanatevi ve Müzesi, Gündüz Gazetesi, 18 Aralık 1997, Kültür Sayfası, Sf. 12
24. ___________________, Tahlil ve Tenkid, Gündüz Gazetesi, Düşünce Sayfası, 19 Aralık 1997, Sf. 13
25. ____________________ , Sibirya’dan, Sahaeli’nden bir Türk Aydını: “Maksim Ammasov”, Gündüz Gazetesi, 22 Aralık 1997, Düşünce Sayfası, Sf.13
26._____________________, Turan Şairi (Şahımerdankul Hanoğlu) Ergeş Uçkun, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 10, Erzurum, 1998, Sf. 267-276
27. _____________________, Seyir Defterinden: “TV’yi Okuma” Gündüz, 29 Aralık 1997 Pazartesi, Kültür Sayfası, Sf.12
28._____________________, Noel Baba’dan Kimin ne beklentisi var? (Noel Baba) Gündüz Gazetesi, Ramazan Sayfası, Sf. 13
29. _____________________, Kutlu Güçler-Türk Milletinin Kutlu Güç Kaynakları, Yesevi Aylık Sevgi Dergisi, Y.5, S. 50, Şubat 1998, Sf. 16-18
30. ____________________, Göğe Merdiven, Galip Abi, Hergün, 12. 3. 1998, Sf.8
31. ____________________, İki Elde Bir Nevruz (Kazakistan ve Kırgızistan’dan İzlenimler),
Yesevi Dergisi, Y. 5, S. 51, Mart 1998, Sf. 16- 18
32. ____________________ İki Elde Bir Nevruz, Yesevi Dergisi, 1999, S. 63,Sf. 16-17
33. ____________________(Misafir Kalem) Türkelinin Geleceği, Kırgızistan, Atacurt
Dergisi, Y.1, S. 5, Ocak- Şubat (1998) Kültürel Tanıtım Dergisi (2 ayda bir) Sf. 15-16
34. ____________________, Pek de Masum Değil, Aksiyon Dergisi, 25 Nisan- 1 Mayıs
1998, Sayı 177, Sf. 4
35.____________________, Hastalar İnsandır, Kitap Haber, Mayıs-Haziran 1999, S.10, Sf.
6-7
36.____________________, Köroğlu Toyu’nun Ardından (Köroğlu Şenliği Devlet Toyu
Olmalıdır) Mahdum Kulu Divanı Türk Dünyası Gençlerinin Fikir Kültür ve Sanat Dergisi, Y. 6, S. 7, 2000, Sf. 31-34
37._____________________, Altay Türklerinden Şaman Nadya Yuguşova ile Sohbet-Bizim
Yurdumuz Öksüz Kalmış, Yesevi Dergisi, S. 77, Y. 2000, Sf. 20-21
38._____________________. (Dokuzuncu Şehir) Türkistan’ın Düşündürdükleri, Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2004

Arslan KÜÇÜKYILDIZ’ın YAYINLANMIŞ YAZILARI


Turan Şairi Şahimerdankul Hanoğlu Ergeş Uçkun (Kitap Tanıtımı) , Erzurum Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 10, Erzurum 1998. s. 267-276
Cengiz Aytmatov ve Orhan Söylemez’in eseri (Kitap Tanıtımı), Erzurum Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Nisan 2003
(Dokuzuncu Şehir) Türkistan’ın Düşündürdükleri (Kitap Tanıtımı), Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2004
Bir Ülkücü Öğretmenin Hatıraları (Kitap Tanıtımı)
Son Tanıklar Hakkında (Tv. Programı Tanıtımı), Türk Yurdu Dergisi
Muhabbet Kuşu (Hikaye)
Gannı Tarla'nın Hikayesi (Anlatan Hasan Küçükyıldız)
Arif Nihat Asya ve Türk Büyükleri (Yayınlanmamış yazı)

“Şeyh Uçmaz, Mürit Uçurur”

“Şeyh Uçmaz, Mürit Uçurur”
Cengiz Aytmatov ve Orhan Söylemez’in Eseri

Arslan Küçükyıldız


“Bilgi, denizin dibinde bir inci gibi durur,
Denizden çıkarılmazsa inci,
Ha inci olmuş ha çakıl taşı”
Kutadgu Bilig

Bir dostunuzun, yeni basılmış ve adınıza imzalanmış kitabını alırsanız ne yaparsınız, çok sevinirsiniz değil mi? Ben de Dr. Orhan Söylemez dostumuzun lütfedip gönderdiği yeni kitabıyla böyle büyük bir mutluluk yaşadım. (1) Neredeyse bir solukta okudum. Kitap, adından da anlaşılacağı gibi Cengiz Aytmatov'un hayatı ve eserleri üzerine incelemelerden oluşuyor. Edebiyat tarihçileri için üzerinde durulmaya değer bir eser olduğu muhakkak. Yeni basılmış her eser okuyucunun merakını çeker ama bu kitap, sade bir okuyucu olarak önemli bulduğum yönleri dolayısıyla ayrıca ilgimi çektiği için bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle kitap, Dünyaca tanınmış bir Türk yazarı olan, Türk Dünyasının övünç kaynağı, eserlerini zevkle okuduğumuz Cengiz Aytmatov ile ilgili olduğu için çok önemlidir. Hem dünya çapında tanınmış adamımız, hem de böyle adamlar hakkında yazılmış eserler azdır. Manas Destanı, nasıl binlerce yılın özetini veren bir Kırgız Ansiklopedisi ise Aytmatov da milyonlarca mısra bilen Manasçılar gibi Kırgızistan’ın, Türk Dünyasının gerçeğini, türkülerini, masallarını, hikayelerini, tarihini ve geleceğimizi yazmıştır, yazmaktadır. Aytmatov, Sovyet Rejiminin çizdiği sınırlar içinde iken bile, çağdaş bir Manasçı olarak milletinin yaşadıklarını yazabilmiş ender şahsiyetlerden biridir. Eserleri, bize esaretteki kardeşlerimizin dünyasını açmıştır. Aytmatov, Türk Edebiyatının “Türk Ronesansı”nın doğuşuna işaret eden yüz akıdır. Türkiye, Mankurtları onun sayesinde yeniden tanımıştır. (Türkiye’nin “Közkamanlar” ı da yakından tanımak için Rahmankul Berdibay’ın “Baykal’dan Balkan’a” adlı eserini görmesi gerektiğini düşünüyorum.) Çağımızın destansı sanatçısı Cengiz Aytmatov yaşarken klasikleşmiş bir büyük sanatçıdır. Nobel, çok önemli değil ama Nobel’e aday gösterilmiş olması da yazarın çapını göstermektedir. Aytmatov’un büyük bir yazar olmasının sebeplerinin başında, milli kaynaklarından olabildiğince beslenmesi gelir. Yaşadığı bölgenin kültür zenginliğinin yanında, ailesinin ilgisi çok etkileyici olmuştur. Mesela, Büyükannesi, ona milli kimliği oluşturan her şeyi aktarmaya çalışmıştır. Anlattığı türkülerle, masallarla, halk hikayeleriyle ve buluşturduğu aşıklarla onun hayatını süslemiştir. O, kendi rüyalarını anlattığı yetmiyormuş gibi başkalarının rüyalarını da ödünç alıp ona anlatırmış. (2) Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov, Stalin kurbanlarındandır. İçlerinde, zamanın Kırgızistan Başbakanının da bulunduğu yüz otuz yedi kişiyle birlikte öldürülerek, bir gece içinde, Kırgızistan’da Çön Taş (büyük taş) denilen yerdeki eski tuğla fabrikasına gömülürler. Ondan elli bir yıl haber alınamaz. (Bugün hatıralarına Atabeyit denilen toplu mezarlar, 1991’de ortaya çıkarılmıştır.) (3) Aytmatov, İkinci dünya savaşı yıllarında, çok küçük olmasına rağmen, ağır görevler üstlenmiş, facialar yaşamıştır. Anlattığına göre, en zor görevlerinden biri, savaşta çocukları veya eşleri ölen kişilere yakınlarının ölüm haberini vermekti. (4) Onu, babasızlığı, güçlükler, kabiliyeti ve insanlığın çok şey borçlu olduğu Türk kültürüne olan dikkati büyük bir yazar yapmıştır. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde yaptığı bir konuşmasını dinlerken hayranlığım daha da artmıştı. Kırgızca konuşuyordu. Sözler, ağzından tane tane dökülüyor, adeta yeni romanını o anda yazar gibi hayatından kesitler aktarıyordu. Dinleyenlerin çoğu Türkiye Türkü idi ama, büyük yazarın anlatışındaki güzellikten dolayı, bu konuşmayı sanırım çok net anlıyorlardı. Benim için o gün tarihi bir gündü. Şunu düşünmüştüm: Sovyetler Birliği döneminde Komünistlerce itibar gören İspanyol Luiz Aragon, Aytmatov’un Cemile’si için “Dünyanın en güzel aşk hikayesi” demese idi, acaba Aytmatov, yazdığı bütün eserlerini yine kaleme almış olsa bile onu tanıma fırsatımız olur muydu? Burada, Cengiz Aytmatov’ların büyüklüğü kadar, onların büyüklüğünü keşfeden, gösteren, eserlerine dikkat çeken insanların da önemi ortaya çıkmıyor mu? Fikrimce, gerçek büyük adamların ortaya çıkmasına ve tanınmasına aracılık edenler, en az onlar kadar büyüktürler. Mütevazı olmaları ve isimsiz, unvansız kalmayı seçseler bile bu gerçeği değiştirmez. İşte Orhan Söylemez’in ve eserinin önemi buradadır. O, “Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” veya “Marifet iltifata tabidir.” sözünün derin manasını kavramış ve bu yolda dervişçesine çalışmalar yapmıştır. Bu sebeple olsa gerek, ilk kitabı “Ergeş Uçkun ve Yurt Koşugları” da ne yazık ki Türkiye’de çok az tanınan Afganistan’lı Turan Şairi Ergeş Uçkun hakkındadır. (5)
Aytamatov’u inceleyen yazar Orhan Söylemez’in kısa özgeçmişi, Türk Dünyasıyla sıcak ilgisi ve verimliliği dolayısıyla çok dikkat çekicidir: İstanbul Üniversitesi mezunu olan Söylemez Marmara Üniversitesi’nde Yüksek Lisans, Columbia Üniversitesi’nde de doktora yaptı. 1995 yılında Türkiye’ye dönen yazar, Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda İngilizce öğretmeni yedek subay olarak askerliğini tamamladı.1996’dan beri Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde görev yapmakta olan Dr. Orhan Söylemez, 1998-1999 Öğretim Yılı’nda Kazakistan’daki Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde, 2001-2002 Öğretim Yılı’nda yine Kazakistan’daki Gumilev Devlet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Dr. Orhan Söylemez’in, Afganistan’lı Turan Şairi Ergeş Uçkun’un hayatı ve şiirlerini konu alan ilk kitabı “Ergeş Uçkun-Yurt Koşugları” Ötüken Yayınlarınca yayınlandı (İstanbul, 1997) Yazarın Kırgız, Özbek, Kazak edebiyatları üzerine yazılmış yirmiye yakın makalesi ile otuza yakın tercümesi yayınlanmış bulunmaktadır. Çağdaş Kazak hikayelerini ihtiva eden antolojisinin, yine KaraM Yayınlarınca basılacağını da öğreniyoruz. (6) Bu ilgisi devam ettikçe, ben de yazarın yeni çalışmalarının basılmasını bekleyen bir okuyucusu olacağım.
Eser, öncelikle, on beş yıldır Aytmatov üzerinde araştırmaları bulunan bir yazar tarafından yazılmıştır. Halen Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Orhan Söylemez' in, Kırgızistanlı yazar Cengiz Aytmatov üzerine yaptığı çalışmalarla tanınmış olmasını çok önemli buluyorum. Türkiye'de, ne yazık ki, Türk Dünyası ve sanatçıları yetkili uzmanlar tarafından yeterince işlenmemiştir. Sınırlı bir kesim tarafından bilinen Türk Dünyası Gerçeği, 1990 sonrasında açılan kapılarla birlikte her tür düşünce ve görüşteki aydınlarca kavranmaya başlamış olsa da, Muhtar Şahanov, Olcas Süleyman, Samir Kazımoğlu gibi dünya çapındaki bir çok kıymetli sanatçının, büyük Türk yazarlarının Türkiye’de layık oldukları ilgiyi gördükleri söylenemez. Bilinmezlik içindedirler. Eserleri Türkiye Türkçesine aktarılamamıştır. Böyle bir ortamda yarım yamalak yazdıkları ile büyük adam oluvermek varken, gerçekten büyük adamları tanıtmaya çalışmak, eserlerini kapsamlı bir şekilde tahlil etmek, bunları bir araya getirip yayıncı bulmak çok kolay bir iş değil. Gecikmeli de olsa bu kitabı basan ve Söylemez’in yayına hazır kitabı Çağdaş Kazak Hikayeleri Antolojisini de basacağını haber veren KaraM Yayınlarını da kutlamak gerekir. Bilinmezlikler, ancak bilgiyle aşılır. Eserlerinde Kırgız Türklerinden olduğu açıkça görülen Cengiz Aytmatov, Türkiye’de uzun yıllar “Rus Yazarı” olarak takdim edilmiştir. Bu yüzden Orhan Söylemez gibi uzmanların, dünya çapındaki bu büyük Türk yazarlarını, Türkiye kamuoyunda her vesileyle işlemesini övgüyle karşılamak gerekir.
Cengiz Aytmatov çapındaki yazarların dünyasını yakından tanımak neden önemli?. Çünkü karmaşık bir yaratık insanoğlu, önce kendini tanıyacak, sonra milyarlarca insanın duygu ve düşüncelerini, geçmişini ve hayatını inceleyecek ki kendi hayatını tanzim edebilsin! Bunun için bütün bir ömrünü, kendini, yaşadığı toplumu, dünyayı ve evreni tanımaya çalışmakla tüketiyor. Bu sınırlı zamanı iyi kullanmak ve insanları daha iyi tanıyabilmek için yazılanları, çizilenleri, görüntülenenleri... “okuyor”. Bir tek insanın dünyasını çok iyi tanımak bile bütün insanlığı tanımanın kapılarını aralayabiliyor. Bu okuma, çok çeşitli şekillerde olabiliyor. Aynı anda birden fazla kitabı birlikte okuyan insanlar tanıdım. Çok değişik yazarlardan seçme eserler okuyarak, eksikliğini duyduğumuz yönlerimizi tamamlamaya çalışıyor veya geçmişte veya bugün yaşadığımız dünyayı ve insanları çok iyi tanımlayabilen Dostoyevski, Cengiz Dağcı ve Cengiz Aytmatov gibi büyük sanatçıların, bütün eserlerini okuyarak kendimizi geliştiriyoruz. İkinci türdeki sanatçılar ve eserleri tarihe mal olmuşsa “klasik” sayılıyorlar. Hoca Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Peyami Safa.. gibi. Bu sanatçılar destanlar gibidir. Kendilerine kadar olan zamanın önemli kültür öğeleri ve olaylarını çok iyi bir dille anlatırlar. Onlar, aldıkları kültürü özümsemiş, yetiştikleri ortamı, milletlerini ve insanlığı iyi tahlil etmekle kalmamış, bunu yansıtabilmişlerdir.
Klasik sanatçıların eserlerine doğrudan veya dolaylı olarak, bir “anahtar”la ulaşabilirsiniz. Doğrudan ulaşmak uzun ve yorucu bir yoldur. Ya anahtar kaynaklar? Otobiyografi, biyografi ve eserlere ilaveler (zeyl), ile eser üzerine yapılan araştırma ve incelemeler.. Bu türlerle hem yazara, hem de eserlerine daha çabuk nüfuz edebilirsiniz. Bu yüzden anahtar eserlerin rolü büyüktür. Aslolan, bir yazarın eserlerini okumadan önce onun biyografisini veya eserleri üzerindeki incelemeleri okumaktır. Bu şekilde okuduklarından daha fazla istifade etmek mümkündür. Bazen insanların gerçeği görebilmesi için görmek ve mükemmelce aktarmak yetmiyor, bu kişileri, görebilen ve aktarabilenleri görmek ve göstermek gerekiyor. Atalarımızın dediği gibi marifet iltifata tabidir. Okuyucu benim gibi dikkatsiz ise, eseri doğrudan okurken sıradan bulduğu şeyleri, yazarın uzmanının gözüyle baktığı zaman farklı düşünebiliyor. Söylemezin kitabını okurken fark ettim: Çok sevdiğim yazar Aytmatov’un Beyaz Gemi romanında geçen “Boynuzlu Ana-Geyik” hikayesinin son bölümünü daha dikkatli okumam gerekirken atlamışım. Halbuki gözümden kaçan bölüm, Türk Dünyasının trajedisinin muhteşem bir özeti;
“O gün Ene-Say’da yaşayan Kırgız boyu yaşlı önderini toprağa veriyordu. Bagatır Külçe uzun yıllar, boya önderlik etmiş, çok akın yapmış, savaşlarda çok baş kesmişti. Soydaşları iki gün büyük yas tutmuş, üçüncü gün onu toprağa vermeye hazırlanıyorlardı... İşte tam bu anda umulmadık bir şeyle karşılaştılar. Enesay’lılar, ne denli birbirlerine düşman olurlarsa olsun, önderlerinin cenaze törenlerinde komşularıyla savaşmak töreye uymazdı. Şimdiyse yasa bürünen Kırgız yurdunu kuşatan düşman orduları ansızın saklandıkları yerden çıkmış, her tarafı tutmuşlardı. Öyle ki kimse eyere çıkamadı, silaha davranamadı. Ve görülmemiş bir kıyım başladı. Herkesi sıradan öldürüyorlardı. Korkusuz Kırgız soyunu bir anda yok etmek için hazırlamışlardı bu hareketi. Gelecekte kimse bu suçu bilmesin diye, zaman geçmişin izlerini silip süpürsün diye herkesi ayırım gözetmeden öldürüyorlardı. Bir varmış bir yokmuş...” Çocuklar, bilmeden, kendi soyundan gelen herkesi öldüren bu kötü insanların peşinden koşarlar.” Ve işte çocuklar, korkunç düşmanın arkasından böyle ağlayarak ve bağrışarak koşuyorlardı. Ve ancak çocuklar böyle davranabilirdi. Katillerden kaçıp saklanacağına, onlara yetişmeye çalışabilirdi.” (7) Dahası var; Katliamdan, annesinden izinsiz ormana kaçmış iki çocuk kurtulursa da düşman tarafından yakalanır ve öldürülmek üzere bir yaşlı kadına verilirler. Çocukları öldürmesi için verilen yaşlı kadına, Boynuzlu Ana-Geyik gelerek “çocukları öldürmemesini, onları besleyip büyüteceğini” söyler. Yaşlı kadın Geyiğe, “iyi düşündün mü onlar insan soyudur, büyüyecek ve gene senin yavrularını öldürecekler” der. Boynuzlu Ana-Geyik onları Enesay’dan Issık Göl’e getirir. Orada çocuklar büyür, çoğalırlar. Çocukları, ün salmak için babalarının anısına onun mezarına bir geyik boynuzu asarlar. Böylece başlayan adet, insanoğlunun bütün geyik boyunu öldürmesine kadar gider..(8) İşte, biyografi gibi “anahtar kaynaklar” türünde bir eseri okurken, yazarın eserini okuduğunuzda dikkatinizden kaçan birçok konuya rastlayabilirsiniz. Dostoyevski’nin bazı eserlerini okumuş ama bazı bölümlerini anlayamamıştım. Ama Andre Gide’nin Dostoyevski adlı mükemmel biyografisini okuduktan sonra onun dünyasının kapılarını aralamaya başladığımı gördüm. Yine böyle eserleri okuyarak, yazarın okumadığınız eserleri hakkında da ciddi bir bakış açısına sahip olabilirsiniz. Böylece ileride okuyacağınız eseri daha özümseyerek okuma fırsatı bulursunuz. (Bir itiraf daha : Söylemez’in incelemelerini okuduktan sonra, Aytmatov’un henüz okuyamadığım Kassandra Damgası’nı hemen okumaya karar verdim.)
Eser, Türkiye'de Cengiz Aytmatov hakkında yayınlanmış ikinci kitaptır. (İlki, Ötüken Yayınları arasında çıkan; “Milli Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov” dur.) Ancak, Cengiz Aytmatov’un sonraki eserlerini de ele alan incelemeleri, Türkiye dışında yayınlanmış Aytmatov’la ilgili önemli bazı önemli yazıların tercümelerini, Aytmatov’un bazı makalelerini ve hayat hikayesini de içerdiği için ilkinden daha kapsamlı bir çalışmadır. “Cengiz Aytmatov: Hayatı ve Eserleri Üzerine İncelemeler”, Aytmatov’u daha yakından tanımak ve anlamak isteyenler için önemli bir başvuru kitabıdır. Eserde yer alan makaleler, özetle Aytmatov’un Türkiye serüvenini, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü hazırlayan sebepleri, yine Aytmatov’un din konusundaki görüşlerini, en son romanı Kassandra Damgası ile evrenseli yakalayışını irdelemektedir. Yazar, iki bölüme ayırdığı eserinde, incelemeleri ve bazı önemli yazıların tercümelerini derlemiştir. Söylemez, birinci bölümdeki ; Aytmatov’un eserlerinde Manas Destanı’nın izlerini, Türkiye’de nasıl anlaşıldığını, Kassandra Damgası eserinin düşündürdüklerini ve Romanlarındaki masal unsurlarını inceleyen, alçakgönüllüce “denemeler” dediği yazılarıyla konunun uzmanı olduğunu göstermiştir. Tercüme edilmiş seçme makaleler ise “Cengiz Aytmatov’un son eseri Dişi Kurdun Rüyaları ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünü hazırlayan sebepler”, “ Milli Renk ve İki Dillilik”, “Sosyalizm Sonrası Kırgız Edebiyatı: Kriz mi Rönesans mı?” dır. Aytmatov’un kendi yazdığı kısa hayat hikayesi, Manasçı Sayakbay Karalayev ile ilgili “Milyonlarca mısra biliyordu” ve günümüz insanının dramını incelediği ”Tercih: Robot veya insan olmak” adlı makalelerin eserde yer alması onu daha yakından tanıtmak açısından çok isabetli olmuştur. Çünkü ülkesinde, dünyada yüze yakın ülkede basılmış eserlerinden oluşan adına kurulmuş bir kütüphane ve vakıflar bulunan bu eşsiz yazarı çok iyi tanımak ihtiyacındayız..
Türk Edebiyatımız, “anahtar” dediğim türlerde çok fakirdir. Klasik olmuş sanatçılarımızın yokluğundan veya klasik bir kültüre sahip olmayışımızdan değil, Klasik Sanatçılarımızın kültürümüz gereği kendilerinden ve eserlerinden söz etmeyi ve ettirmeyi sevmeyişlerinden olsa gerek! (Bana göre ise dikkatsizliğimizden! ) Yanımızda, yöremizde o kadar çok kıymet ve kıymetli insan var ki, farkında bile değiliz. Çünkü dikkatsiziz. Dikkatimiz gittikçe çocuklaşıyor, hafızamız da balıklaşıyor. Dikkatimizi toparlamalı ve mücevherlerimizi bulup ortaya çıkarmalıyız. Bu milli bir görevdir. Teşvik etmeli, eleştirmeli ve onu yükseklere taşımalıyız. (Mesela, genç yaşta kaybettiğimiz Bahaeddin Özkişi, böyle bir dikkat sonucu ortaya çıkarılmış nadir yazarlarımızdandır.) Ne yazık ki biz, zaten kendileri zirvede olan şahsiyetlere bile yeterince dikkat gösteremeyen bir noktadayız. Beşir Ayvazoğlu’nun Peyami’si gibi, incelediği şahsiyetleri yeniden diriltecek kalemlere çok muhtacız. Türk Kültürü hızla eriyip gider, sanat dünyamız ve sanatçılarımızın ufku zayıflarken, bu eksikliği bugün şiddetle hissediyoruz. Şanlı maziyle şanlı bir geleceğe köprü kuramadığımız gibi elimizdeki zenginliğin ve incilerin farkına varamadan zaman hızla akıp gidiyor. Dr. Orhan Söylemez bizim bu çok büyük ayıbımızı görmüş ve büyük bir ihtiyacı karşılamıştır. Kendisini, Ergeş Uçkun’a, Cengiz Aytmatov’a ve Türk Dünyasına gösterdiği dikkati için kutluyor ve başarılar diliyorum. Gönül, Abay, Muhtar Avezov, Cengiz Dağcı, Muhtar Şahanov, Olcas Süleyman... hakkında da böyle araştırma ve biyografilerin yayınlanmasını arzu ediyor. Böyle olsaydı, Türk Dünyası Okyanusunun altındaki inciler bir bir toplansaydı, ne kadar zengin olurduk bilemiyorum. Elimizdeki eşsiz kıymetlerin değerini bilmez, kültür erozyonuna seyirci kalmaya devam edersek Aytmatov’un bahsettiği kaymanın meydana gelmesi kaçınılmazdır;
"Afanasi İvanoviç Yelizarov bir gün Boranlı Yedigey'e toprak kaymalarının sebebini anlatmıştı. Bu kaymalar sonunda dağların yamaçları, bazen de dağın kendisi, karşı konulmaz bir güçle göçer, yerin altını üstüne getirir, kocaman yarıklar açarlarmış. İnsanlar o olayı ancak gözleriyle gördükleri zaman ayaklarının dibinde ne büyük felaketler saklı olduğunu anlarlar. Bu olayın özelliği, yeraltı sularının kaya diplerini uzun zamanda yavaş yavaş oyarak kimsenin fark etmediği şekilde erozyonu hazırlamasıdır. Altı oyulan dağlar, yamaçlar, hafif bir deprem, bir gök gürlemesi ya da şiddetli bir yağmur sonunda, yavaş yavaş kaymaya başlar. Kopan kayalar ya da çığ yuvarlanması ansızın olur ve biter. Ama toprak kaymaları herkesin gözü önünde korkunç bir güçle ilerler ve onu hiç bir şey durduramaz..." (9)
_____________________________________________________

Dipnotlar:
1. Söylemez, Orhan (Dr). Cengiz Aytmatov: Hayatı ve Eserleri Üzerine İncelemeler, Ankara, 2002, KaraM Yayıncılık, ISBN 975-6467-01-0, 19,5 x 13,5 cm, 186 sf.
2. Age. Sf. 95
3. Çön Taş için bkz: Abdırrahmanov, B.D. Aktl: Nurgül Moldalıyeva, Arslan Küçükyıldız, Tuğba Ekici. Çön Taş, Bilig Bilim ve Kültür Dergisi, Ankara, Kış 1997, Sf.13-16 Ayrıca Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov için de aynı dergi ve sayı Sf. 121 ‘e bkz.
4. Söylemez. Sf. 112
5. Bu eserle ilgili düşüncelerimiz için bkz; Küçükyıldız, Arslan, Turan Şairi (Şahimerdankul Hanoğlu) Ergeş Uçkun, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmalar Enstitüsü Dergisi, Sayı 10, Erzurum 1998, Sf: 267-276
6. Söylemez, age. arka kapak.
7. Aytmatov, Cengiz. Beyaz Gemi, İstanbul, 1970, Sf. 59 (Alt çizgi bize aittir)
8. Age. Sf. 72
9. Aytmatov, Cengiz. Gün Olur Asra Bedel, İstanbul, Ötüken Yayınevi, Sf. 74

Turan Şairi Ergeş Uçkun

Turan Şairi Şahimerdankul Hanoğlu Ergeş UÇKUN[1]
Arslan KÜÇÜKYILDIZ

Bir zamanlar, birbirinden genç insanların "Türkistan" sözünü duyunca tüyleri diken diken oluyordu. Türkistan'dan, Turan'dan bahseden çok az insan vardı ve onlar ele geçirdikleri her kaynaktan esir Türk illerini tanımaya çalışıp, hasretlerini Ocağın Türkistan Geceleri'nde gideriyorlardı. Gözlerinde bulgur bulgur yaşlarla dinledikleri Türkistan havaları onları bambaşka iklimlere götürüyordu. Onlar, Cavit Ersen'in Zindanlar'ı, Cengiz Dağcı'nın Badem Dalına Asılı Bebekler'i ve Yurdunu Kaybeden Adam'ları, Ayaz İshakî'nin Üyge Taba'sı vasıtasıyla Türkistan dramını yüreklerinde yaşadılar. Cengiz Aytmatov'un nasılsa çevrilmiş romanlarının satır aralarında Türkistan Türklerinin gerçek hayat hikâyelerini aradılar. Aydınlarının feryatlarını duymaya gayret ettiler.Onlara yol gösterecek, fikir verecek pek az önderleri, ağabeyleri vardı. Bu ağabeyler, ıssızlığın ortasında deniz feneri gibi kendilerine yol gösteriyordu. Zeki Velidî Togan'ın, Baymirza Hayıt'ın Türkistan hatıraları ve incelemeleri onlara akılcı olmalarını ihtar ediyordu. Çok çalışmalı, okumalı, yazmalıydılar. Kültürel ve siyasî faaliyetler içine girdiler. Her zaman duygularıyla hareket ettiler. Bu duygudur ki onları Türkeli'nin geleceğini düşünerek durmadan, dinlenmeden çalışmaya sevk etti. İnatla mücadele ettiler: Sovyetlerin, Çin'in dağılacağını, esir Türk yurtlarının bir gün mutlaka erkinliğine, müstakilliğine kavuşacağını söylediler. Onlara "deli", "hayalperest" denildi. Çok az kişi inandı. Her şeye rağmen bir gün Gaspıralı'nın "Dilde, fikirde, işte birlik" sözlerinin gerçekleşeceğine olan inançlarını kaybetmediler. "Hazır olalım!" dediler. Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Kilisli Rıfat Bilge, Ahmed Caferoğlu, Yusuf Akçora, Hamdullah Suphi, Zeki Velidî Togan, Fethi Tevetoğlu gibi aydınların eserleriyle gıdalandılar. Tabutlukları yaşayan Nihal Atsız'ın şiirleri ve Nejdet Sançar'ın yazılarıyla kanatlandılar. Dündar Taşer'in sohbetlerinden istifade ettiler. İlhan Darendelioğlu ve Kemal Fedai Coşkuner'in şahsında şehit edildiler. Osman Yüksel Serdengeçti gibi hapiste tutuldular. Yine de cüssesinden umulmayan bir yürek taşıyan dağ gibi Galip (Erdem) Ağabeyleri vardı ve mektuplarıyla onlara Türk Milliyetçisi olmanın buruk lezzetini tattırıyor, Avukat Şerafettin Yılmaz Ağabeyleri de bir faniden beklenmeyen enerjiyle onları savunuyordu.Onlar, sadece Türkiye'de değil, Türk dünyasında da milletini seven insanların bulunduğunu, onların da sırtlarını verebilecekleri direkleri olduğunu biliyorlardı: Turar Rızkulov, Abdullah Kadiri, Çolpan, Abdullah Tukay, Törekul Aytmatov, Setter Han, Fatih Kerimî, Musa Carullah Bigi, Oyunski, Maksim Ammosov, Muhtar Avezov, Şeyh Kerim... Her biri bir ordu gibi güreşen ve gerektiğinde canını vermekten çekinmemiş bu dev isimlerin ulaşabildikleri yazı ve şiirlerini ezberlemişlerdi. Onların fikirleri, vecizeleri ve mısralarının yaktığı meşale binlerce kilometreyi aşıp ufuklarını aydınlatıyordu. Türk milleti var oldukça onu sevenler ve uğrunda her cefayı göze alarak yol gösterenler olmaya devam edecekti.Sovyet Komünist İmparatorluğu'nun dağılmasını görmekle bahtiyar oldular. Çok münbit bir toprak olan Türkistan toprağında tanıma imkânı bulamadıkları nice cevherler, güzellikler olduğunu görerek onları tanımaya, eserlerini hızla Türkiye Türkçesine aktarıp basmaya çalıştılar. Tanıdıkları her şahsiyetten gurur duydular. Dikkatlerinin büyük bir kısmını eski Sovyet ülkesi, yeni Türk Cumhuriyetlerindeki kıymetlere yönelttikleri için Sovyet sınırları dışındaki diğer Türklerin mühim şahsiyetlerini ihmal ettiler.[1] Mehmet Akif Ersoy'un millî şair olarak tanınmasının sebepleri ne ise bugün aynı sebeplerle "Turan şairi" olarak tanımlanabilecek bir filozof şairi tanımakta geciktiler. Neyse ki Şahımerdankul Hanoğlu Ergeş Uçgun'un Yurt Koşugları adlı eseri Ötüken Neşriyat tarafından basıldı. Ötüken, bir kısım peşin hükümlü basının ısrarla görmezlikten gelmesine rağmen her Türk'ün mutlaka okuması gereken çok güzel eserler basıyor.Ergeş Uçgun'un şiirlerini basarak bir boşluğu doldurmuş, gecikmeli de olsa Türk kamuoyuna Turan şairini takdim etmiştir. İnşallah bu büyük sanatkârın diğer eserlerini ve hatıralarını ve Uçgun'un tamamen kendi imkânlarıyla kırk yıldır Amerika'da çıkarmaya çalıştığı Çapandaz dergisindeki yazıları, sağda solda kalmış şiirleri ve makaleleri, özellikle Afganistan'dan kaçmasına sebep olan "Oğlak, Kabak ve Güreş" başlıklı millî sporlara dair makalesi de neşredilir.Ergeş Uçgun'un bizim görebildiğimiz Türkiye'de basılmış iki eseri vardır: Biri "Tajik mi, tajlık mı?"[2] diğeri ise bulunabilen şiirleri ve kendi kaleminden kısa hayat hikâyesi ile birlikte Afganistan'daki Türk gelenek ve göreneklerinin anlatıldığı uzunca makalesinin yer aldığı Ergeş Uçgun ve Yurt Koşugları adlı eserdir.[3] “Tajik mi, tajlık mı?” çok önemli bir konuyu, Taciklerin Türklüğünü açıklayıp, Türklerin uyanışını geciktirip, birleşmelerini engellemek amacıyla oynanan oyunları ele almaktadır. "Kürt ve Tajik kardeşlerimiz gelişmekte olan Türk dünyasının iki kilit noktasında yer almış olmalarından dolayı sömürgeci batının dikkatini çekip ilerisi için bunlardan iş almak ve kendi saflarında tutmak sevdaları kızışmaktadır."[4] Uçgun, Türklerin dünya üzerindeki üç büyük dile can, üç büyük dile de kan verdiklerini delilleriyle anlatmaktadır. Bu diller; Urduca, Tacikce, Kürtçe ile Arapça, Farsça ve Rusçadır. Bu makale üzerinde gelecekte çok durulacaktır kanaatindeyiz. Şimdilik Ergeş Uçgun'un Türk dünyasının uyanışı için bir başka şairden aktardığı "Allah'ın yaktığı çırayı söndürmek için üfürenin sakalı yandı" sözleriyle yetinmek istiyoruz.[5]Dr. Orhan Söylemez tarafından hazırlanan ikinci eser için öyle anlaşılıyor ki çok emek sarf edilmiştir. Söylemez'in sunuş yazısından Ergeş Uçgun'un 1996 yılı Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni üç büyük ödülünden Şeyh Galip Ödülü'ne layık görüldüğünü öğreniyoruz. Amerika'da yaşayan şairin Afganistan'da doğduğunu, ancak dünyasının yeryüzünde Türklerin yaşadığı her yeri kucakladığını okuyoruz. Batı'nın İnsan Haklarını münasip görmediği insanların geleceğinin ve Türkler arasındaki kavga-dövüşün onu çok üzdüğünü "Atlanın" şiirinde olduğu gibi bütün Türklerin birbirine yardım etmesini istediğini öğreniyoruz. Sadece bu şiirinde değil bütün şiirlerinde gönül verdiği Türkistan'ın mimarlarına seslenmektedir. Hem de mükemmel bir Türkistan ortak Türkçesiyle. Ergeş Uçgun'un şiirlerindeki geniş ufukların sebebi Türk yurtlarının birçoğunu dolaşmış olmasıdır. Türkiye Türkçesi, Arapça, Farsça, Urduca, Tacikce gibi dilleri, bu dillerde şiir yazabilecek kadar bilmektedir.Şairin ifadesiyle "Güney Türkistan'da yaşayan Özbek Türklerinin örf ve âdetlerinin anlatıldığı hayat hikâyesi eserin önemli bir hacmini oluşturuyor. Bu bölüm dil ve kültür çalışması yapanlara kırk yıllık mücadele tecrübesiyle meselelere kuşbakışı bakabilen keskin bir zekânın çözümlerini okuma lezzeti tattıracaktır. Türk Milleti'nin kutlu güç kaynakları olarak gördüğümüz toylarımız hakkında toplu malumatlar verilmesi bizi heyecanlandırmıştır. Uçgun, bu bölümde bir yandan hayatını anlatırken bir yandan da Bilge Tonyukuk gibi Türk dünyasının geleceğine yönelik dersler vermektedir. Ergeş Uçgun bugün dünyaya Afganistan diye tanıtılan Güney Türkistan'ın Horasan Vilayeti'ne bakan ve aynı zamanda eski Horasan'ın başkenti olan eski Anthoy'da doğmuştur. [6] Onun hayat hikâyesinden bazı alıntılar yaparak fikirlerini daha yakından tanıtmak ve ondaki yanardağ misali Türklük aşkını yansıtmak istiyoruz: "Batı'da her türlü silah ve mühimmat var; ama bizim helvamızı bilmezler. Eğer bilseler derhal savaşı bırakıp helva pişirmeye başlarlar veya bir gün biz öğretiriz."[7] "Beşiğin ikinci ehemmiyeti, içine darı konulan özel bölmesidir. Darı çok az bir yük ile şekil değiştirir. Yani, çocuk darı bölmesinin üstüne yatsa, o anda çocuğun vücudu o bölmeye batıp, bölmenin içinde çocuğun kalıbı meydana gelir. Yani henüz kemikleri yumuşak ve vücut mayisi (suyu) seyyal (değişken) olan çocuğun narin yapısına zarar gelmeyip kemiklerde sıkışma ve bozulma olmaz ve hatta darı yavaş büyümeye de hassasiyet gösterip yanını açar. Bu yüzden Türkistan beşiği bir icad harikası olup henüz bir misli veya benzeri yapılmış değildir. Beşiğe karşı çıkanlar kendi cehaletlerinden habersiz biçarelerdir."[8] O milletini her şeyi ile sevmektedir. "Bu icatlar ekseriyetle basiretli Türk analarının bizlere armağanlarıdır. Dünyaca meşhur "Türk gibi kuvvetli" veya Batı dünyasında kuvvet ölçme aletine "torkmeter" denmesindeki felsefenin özünde Türk anasının türlü marifetleri vardır. Ölmeden özünden geçme, Türk!"[9] "Eğer toylar olmasa, at yetiştirmek, oğlak koşturmak, hatta sazende ve nevazendelik sanatları, neyrenbaz ve nasakçılık, hatta serpaylar ve top malzemelerinin arkasındaki sanat, kirfet, alış verişler, şehircilik, hülâsa Türkistan ve Türkistan iktisadiyatı yok olur. Afganistan'da Puştun Hükümeti'nin yasakları havadaki fermandan ileri gitmedi. Fakat Batı ve Doğu Türkistan'da birçok zayiatımız vardır. Atsız, oğlak güreşsiz Türkistan'ı hayal edenler, tarih safhasından silinmek mecburiyetindedirler. Hele bundan sonra."[10] "Birinci sınıfa başladığımda, dışarıdan gelen, yani Kabul'dan Antköy'e memuriyet için gelen ailelerden başka hiçbir Antköy’lü çocuk Türkçeden başka dil bilmezdi. Ama gördük ki bütün derslerimiz bigânelerin (yabancıların) dilinde ve biz bir kelime dahi anlamıyoruz. Bu sebepten boydaşlarımızın çoğu beceremeyip çoban oldular. Kalanlara da gönül rahatlığı ile ders veren muallim yoktu. Bilhassa Sind Vadisi'nden gelen Peştunların tek derdi rüşvet almaktı... Bu açıdan hiç kimse çocuğunu okula göndermek istemezdi."[11] "Bu devrede, Türkistan safhasından başka mekteplere talebe alınmazdı. Özellikle Harbiye, Tıbbiye ve Hukuk Fakülteleri Türkler tarafından açılıp işletilse de Afganistan Türkleri bu hukuktan mahrum idi... Tıp, hukuk ve askeriyenin yolunu açmak için her türlü beşerî imkânlarımı istimal kılsam da muvaffak olamadım. Sadrazama çıktım."[12] "Ben Sadrazam naibi olsam da gücüm yetmedi. Seni yok etmelerinden korkarım. Adamların yakasından tutmuşsun. Sen yine de sağ kalmana şükret, imkânı varsa bu işten sarf-ı nazar kıl diyerek nasihat etti... Ben başka çare düşündüm. Fen Fakültesini 1952 yılında terk edip Antköy'e öğretmen olarak tayin olundum. Maksadım mümkün mertebede talebe yetiştirip Kabul'e göndermekti."[13]Uçgun, başlı başına bir kitap hacmindeki bu hayat hikâyesinde örf-âdetleri, gelenekleri, toyları (oldukça ayrıntılı bir tasnifle), yaz ikramlarını, çocuk eğitimini, erkeklere küpe takılması meselesini, Kur'an'ı öğrenmesini, Afganistan'da Türklere uygulanan bezdirme ve yurtlarından sürme politikalarını, kız okullarının açılması için yaptığı mücadeleyi, Türk Şeybanîleri, memleketten kaçış hikâyesini çok tatlı bir üslupla anlattıktan sonra Türkiye'ye gelişini ve yaptığı öğretmenliği şöyle anlatıyor:"Türkiye'ye vardığımızda göğsümüzü gere gere herkese Türklükten, Türkistan'dan, tarihten heyecan ile sohbet ederdik. Yavaş yavaş anladık ki bazı kişilerin kulaklarına girmezmiş. Bir müddet bunun sebebini anlayamadan gezdik. Sonradan sorup öğrendik ki Türkiye'de her Türkçe konuşan kişi neslen Türk değilmiş. Yahudi, Ermeni, Rum ve sair halklar da varmış ve bunlardan bazıları hatta Türkleri sevmezmiş. ‘Hımmm... Dikkat!’ dedik."[14]Öğretmenlikte zorluk var mıydı? Sorusuna cevaben: "Horasan Türkçesi ile Türkiye Türkçesi arasındaki isimlerde büyük fark yoktu; fakat fiillerde biraz Türkmence koşulup söylense zorluk çıkmazdı. Bir süre sonra aradaki farkları şu şekilde tesbit ettim:Bütün dünyadaki Türkleri evvela "cok-cok"lar ve "yok-yok"lar diye ikiye ayırırız. Yine bunları k-giller ve g-giller deyip iki ok çekinin. Geri kalanını Kadimî Türkî Lisanının sarf ve nahv (imlâ) kaideleri veya eski aheng kaideleri ile yazıp söyleşseniz bütün Türkler bir gibi olup birbirini anlar. Bugünkü dünyada Türk dili her yerde aynı Türkî dilinin grameri ile kullanılmıyor. Mahallî lehçeler ve gramersiz avamca (halk) uygulamaları bir sürü dil varmış gibi arz edilip dünyaya satılmaktadır."[15] "Şimdi Türk dilini parçalayıp hatta akademik ölçeği olmayan halk dilini başka dil diye satmaya gayret eden hôd-perest allâmeler çoğalmıştır. Bu kişilerin kendileri de talim ve terbiyeye muhtaçtırlar diye düşünüyorum. Kırk yıldan beri dünyayı dolaşıp Türkistan'ın saadetine yardım eden kişi veya müesseseler bulamasak da dilimize uzatılan elleri kesmek için çareler bulundu. İnşallah bu çareler saadet eşiğini de açar. Biz kaideyi bulduk veya varlığını ilan ettik. Belki istisnalar da vardır; ama istisna kaideyi bozmaz."[16] "Türkiye stratejik bir noktada bulunduğu için belki bütün dünyada harici ellerin en çok oynadığı yer desek yalan olmaz."[17] "Türkiye'de masum insanlar bigânelere (yabancılara) alet olup birbirini kırmaya başladılar. Bu kavgalar ilkokullara kadar sıçramıştı. Bu kavgaların işaretleri görünmeye başlayınca aklıma Türkistan'daki "Ceditçiler" ve "Kadimciler" kavgası geldi... Belki de hadiselerin özüne doğru gitmeye karar verdim. Bu kararla Amerika'ya göç edip yerleştim."[18]Aşağıdaki şu tespitler ne kadar doğrudur:"Dünya hakkındaki görüşümü şöyle açıklayabilirim; Türkistan'ın baht yıldızı doğdu, basiretli evlatlara ihtiyacı var. Uzak doğuda yıldızlar var, ama ay ile güneş yok ve biz olmadan doğmaz. Hindistan ve Pakistan henüz İngiliz'den kurtulmadı. İran iki cihan avaresi... İngiliz gözünden yaralanan ahtapot gibi... Avrupa mütekebbir, attan düştü, üzengiden düşmedi... Araplar... Onlardan ne kendilerine ne de Müslümanlara fayda var... Amerika zenginliğe batmış, işi bitmiş kavun gibi... Türkiye mütezelzel. Oñ kolu ile sol kolu (sağ eli ile sol eli) birbirinden habersiz. Akıl çok feraset az. En büyük ihtiyaç mal, servet değil, ağız birliğidir. Dünya Türk Birliği halk arasında fiilen kuruldu. Garb dünyasının oyunlarına rağmen durmuyor. Lider Türkiye'den değil belki ümid edilmeyen bir yerden çıkar veya Türkiye'deki Avrupa-perestlik oyunu bozulduktan sonra Türkiye'den de çıkması mümkün. Hazırki sistemin Türk dünyası içinişlemediği muhakkak."[19]Ergeş Uçgun, şiirlerini takdim için ayrıca bir Sözbaşı kaleme almış ve şair millet oluşumuzu dile getirmiştir. "Bu kutlu ata mirasından bana da birazcık bir şey düşmüş olsa gerektir."[20]diyerek mütevazılık gösterse de olağanüstü güzel şiirleri olduğu muhakkak. Biz, onun günümüzün Turan şairi olduğunu, kalemiyle Ali Şîr Nevaî gibi bütün Türkleri bir araya topladığını görerek bu satırları kaleme almaya cesaret ettik. Onun şiirlerinden en az Mehmet Akif'in, Nihal Atsız'ın, Yavuz Bülent Bakiler'in şiirleri kadar lezzet aldık. Bu konuda söz söylemeyi işin uzmanlarına bırakıyoruz. Sadece şu mısralar bile onun bağrı yanık bir âşık olduğunu göstermektedir:"Türk-ü-Tacik-ü-Tatar, bir gövde-ü-bir kandır.Ayrılık ba'bını açan, merd-i bî-vicdandır."[21]Şimdi sizleri Uçgun'un şiirleriyle daha yakından tanıştırmak istiyoruz:
TÜRK ANASI AĞLARKEN
Kırım varken, ana yurtta vatandaYanın varken, kır bayırda çemendeİlin bağrı, matem ile yanandaBen ağlarım, sen ağlama desen deBaka kaldık, Kazak, Kırgız giderkenİlimizi, kanhor düşmanlar yerkenBize geldi sıra, bize ne derkenBen ağlarım, sen ağlama desen deMermiyle Türk kanı savurdularHalkımızı, kazansız kavurdularBeşikteki bebekleri vurdularBen ağlarım, sen ağlama desen deTürk'ün dostu, Türk olur demişlerdiKimse demez, nedir bunların derdiKani dostlar? Bıçak kemiğe erdiBen ağlarım, sen ağlama desen deKeskin Türk kılıcı, kınına daldıCengiz'in yurdunu, çingene aldıFatih'ten, Timur'dan, ne boklar kaldıBen ağlarım, sen ağlama desen deBakmaz mısın, her kaşşaktan kem oldukYanmaz mısın, kimler idik kim oldukDiri diri, köpeklere yem oldukBen ağlarım, sen ağlama desen deZalim düşman, il bağrını dağlarkenŞehit kanı, pınar olub çağlarkenTürkistan'da, Türk anası ağlarkenBen ağlarım, sen ağlama desen deNerde kaldı, sakız satan hür dünyaTürk deyince, düşman ile bir dünyaSağır dünya, dilsiz dünya, kör dünyaBen ağlarım, sen ağlama desen deDostlar kaçar bizden, siyaset diyeDüşman Türkü bitirdi, yiye yiyeHangi güne yararsın, ey TürkiyeBen ağlarım, sen ağlama desen deBir yol bulub, birleşmeyince TürklerDüşman ile, hırlaşmayınca TürklerUçkun gibi, gürleşmeyince TürklerBen ağlarım, sen ağlama desen de[22]
TÜRKİSTAN GÜLÜ
Men Türkistan gülü idim Horasan sünbülü idimNertigimge tegdi orak Ah tamırım deb kayrıldımTüştüm birav güldaniga Derd-ü-firak zindanigaŞark nurıdan medet tileb Tamır saldım dil kanıgaBir kün köhne gülden sindi Tamırlar toprakga indiÜmid nurları yaltırab Zomluk kara bahtnı yendiEslıgeç usgan tağımnı Öz bağım öz toprağımnıTomurcuklar kozgalanıb Kaytıb berdi yaprağımnıGunçalarım tınmay açar Atır yolda anber yoldaSeyre bülbül çaknaşırlar Taze güller sinik koldaIşkım anhın avaramen Ni çarçaymen ni haramenBaşda Uçkun sevdası bar Yâr kel demes men baramen[23]
TÜRKMEN ÖZBEK
Türkmen diyen bir il barİnsanların tekesiÖzbek diyen bir il barTekelerin serkesiAltay Aral KafkazlıDindaş yurttaş karındaşTuran diyen bir yurt barAslanların ülkesiTekelerin yurdundaKöp kısır maral gördümAslanıñ kuyruğuylaOynayan şağal gördümUçkun der ki tekelerİrgımalı sekmeliYaşlı arslan uyanıbKuyruğunu silkmeli[24] Görüldüğü gibi karşımızda bir filozof Turan şairi vardır ve 1990 sonrasında tanıdığımız en mümtaz isimlerden biridir. Türkiye Türkçesinde Türkistan ile ilgili yazı ve kitaplar yayınlandıkça bilmediğimiz birçok önemli kişi ve konu ortaya çıkacaktır. Biz Kırgızistan'da bir gecede yok edilen 137 aydın ile ilgili bir yazıyı yayınlamıştık.[25] Bu yazımızda Afganistan Türklerinin yiğit bir evlâdını tanıtmaya çalıştık. Afganistan Türklerini daha yakından tanımalıyız. Yine Sibirya Türklerini tanımak da birçok bilinmezi açıklığa kavuşturacaktır. Meselâ, Sovyetlerin çöküşünü hazırlayan Kazakistan 1986 Almatı (Celtoksan) olaylarından çok önce Sahaeli'nde Saha Türkleri rejime karşı ayaklanmış, şehitler vermişlerdir. Doğu Türkistan her Türk'ün yakından takip etmesi gereken, kanayan bir yaramızdır.Türk dünyasını bir bütün olarak gören ve yaşadığı sürece ömrünü milletine adayarak, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, ışığıyla bize binlerce kilometreden yol göstermeye devam edecek olan Çapandaz [26] Ergeş Uçgun ağabeyimize Allah'tan sağlıklı uzun ömür niyaz ediyoruz. Kendi imkânlarıyla çıkardığı Çapandaz dergisi nasıl Afganistan'ı, Türkistan'ı manen kuvvetlendiriyorsa, bilsin ki Türkiye'de yayınlanacak her eseri, makalesi [27]bizlere kuvvet verecektir. Bu vesileyle Dr. Orhan Söylemez'i ve Ötüken Yayınevi'ni Türk dünyası edebiyatı ulu kişilerinden böyle kıymetli eserleri ele alarak yayınladıkları için tebrik ediyoruz
.----------------------------------------------------------------------
[1] Bu şahsiyetlerden biri de hâlen İngiltere'de oturan İran Türklüğü'nün Şehriyar'ı, şair Prof. Dr. Hamit Nutgî'dir. (Heyhat o da rahmetli oldu. A.K.)[2] Ergeş Uçgun. Tajik mi, tajlık mı?, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Ankara: 1994, V+21 s.[3] Orhan Söylemez. Ergeş Uçgun ve Yurt Koşugları. İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 1997, 189 s.[4] Uçgun 1994, s. 11.[5] a.g.e., s. 11.[6] Söylemez 1997, s. 13.[7] a.g.e., s. 15.[8] a.g.e., s. 16.[9] a.g.e., s. 17.[10] a.g.e., s. 17-18.[11] a.g.e., s. 22.[12] a.g.e., s. 24.[13] a.g.e., s. 25.[14] a.g.e., s. 32.[15] a.g.e., s. 32.[16] a.g.e., s. 34.[17] a.g.e., s. 34.[18] a.g.e., s. 37.[19] a.g.e., s. 38.[20] a.g.e., s. 41.[21] Uçgun 1994, s. 12.[22] Söylemez 1997, s. 86.[23] a.g.e., s. 94.[24] a.g.e., s. 95.[25] B. D. Abdurrahmanov. "Çön Taş", Aktaran: Nurgül Moldalıyeva, Bilig dergisi, sayı 4, Kış 1997, s. 13-16.[26] Çapandaz, kökbörü, kökpar, buzkaşi, gökbörü veya oğlak oyunu olarak bilenin meşhur Türk oyununda, cesaret isteyen bu oyunu oynayan oyunculara verilen addır.Bilindiği gibi kumla doldurulan oğlak derisi dikilir ve suda bekletilerek ağırlaştırılır. Kaldırmak oyuncularda güç gerektirir, ayrıca kurt dalaşını andıran bu savaş oyununu oynamak cesaret ister.[27] Ergeş Uçgun. "Ellibin yaşındaki Turan Afganistan olur mu?", Yeni Türkiye dergisi, sayı 16, c. II, s. 1694-1697.

[1] Arslan Küçükyıldız. “Turan Şairi Şahimerdankul Hanoğlu Ergeş Uçkun” Atatürk Üniv. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. Sayı 10, Erzurum 1998. s.267-276.