14 Kasım 2011 Pazartesi

Pîr-i Türkistan’ın izinde -Ahmed Yesevî Yolu İle İlgili Çok Önemli Bir Kitap-

Alplık, Erenlik, Alperenlik, Ülkücülük... Bu kavramlar Türkiye’de oldukça yaygın kullanılan kavramlar. Hoca Ahmed Yesevî ismi de öyle. Çok farklı kesimlerce sık sık kullanıldığı halde pek bilinmeyen, tanınmayan bu isimler, çeşitli vesilelerle yeniden gündeme gelmeye başladı. Anlaşılan o ki Türk Milleti’nin bugünlerde buna çok ihtiyacı vardır. Bu cümleden Dr. Hayati Bice tarafından kaleme alınan ve İnsan Yayınlarınca yayınlanmış olan “Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî” kitabından[1] söz etmek istiyorum.

Muhtemelen İslâm öncesinde de tek tanrılı bir dine mensup, hatta bazı uzmanlarca da Müslüman olan, Türklerde yiğitlik, cesaret ve kahramanlık sembolü olan kişilere “Alp” deniliyordu. Bu kavramı, İslâmiyet sonrasında “Veli”nin karşılığı olan “Eren” kavramı ile birleştiren Türkler, hem yiğit ve kahramanlığı, hem de evliyalığı kişinin şahsında bütünleştirip “Alperen” kavramına ulaştılar. Hem bileği kuvvetli, hem yüreği; gönlü kuvvetli insanlardan oluşmuş bir toplum, ideal bir toplum için gerekli görüldü. Bunun için Ocak’lar Alperenler yetiştirdi. Alperen kavramı yüzyıllarca Türk Milletinin başarıdan başarıya koşmasında etkili oldu. Unutulması, Türk Devleti ve milletinin son yüzyıllarda gerilemesine yol açtı. Her şeye rağmen kavram yaşatıldı. O kadar ki son yüzyılda tarih sahnesinde olan ülkücüler bu kavramı benliğinde yaşatma eğitimi aldılar.

Bir insan hem alp, hem eren olabilir mi? Ülkücüler Alperenliğin neresindedir?

Türk Milleti tarihin kaydettiği en cevval millet. Yerinde durmayan, kabına sığmayan bir yapısı var. Türkistan bize dar geldiği için akın akın Anadolu’ya, Balkanlara... gelmişiz. Türk Orduları gittiği her yerde önden giden gazi dervişlerce fetih için hazırlanmış bir meydan buldular. Bu dervişler asıl ordudan önce gelmiş en stratejik mevkilerde dergâhlarını kurmuş, buralarda yaşayan insanların gönüllerini kazanmışlardı.

Arkalarından gelen orduya manevi önderlik yapmakla kalmayan bu gazi dervişler, savaşlara katılıp kahramanlıklar gösteriyor orduya da büyük bir moral veriyorlardı.

Onları kim, niçin göndermişti?

Onları hem madde hem de mana dünyasında bu kadar güçlü kılan neydi? Nasıl bir eğitim almışlardı? Kimler eğitmişti?

Anadolu’nun, Balkanların, Afrika’nın, Arabistan’ın vatan haline getirilmesinde büyük rolleri olan bu gazi dervişlerin Osmanlının gelmiş geçmiş en büyük dünya devleti olmasındaki rolleri neydi?

Türkistan Türklerinin, Rus ve Sovyet emperyalizmi altında yüzlerce yıldır bir esaret hayatı yaşamalarına, kültür soykırımına rağmen, her türlü olumsuzluk altında milli kimliklerini koruyabilmelerinde bu gazi dervişlerin rolü olmuş muydu?

Daha da önemlisi, bugün Anadolu’da sıkışıp kalmış Türkiye Türklerinin, sıkıştırılan Türk Milletinin bu sıkıntılardan kurtulması için, gazi dervişlere, alplara, erenlere, alperenlere, ülkücülere olan ihtiyacı nedir?

Günümüzde de yaklaşık bin yıl öncesinin alperenlerine benzer alperenlere ihtiyacımız var mı? Böyle bir enerji patlamasına tam da ihtiyacımız olduğu günlerde miyiz?

Gönülleri fethederek, fatihlere yolları açan alperenlere dair ne biliyoruz?

Türk Dünyasının en büyük mürşitlerinden, pîrlerin pîri Hoca Ahmed Yesevî kimdir, onun öğrettiği yol nedir?

Bu ve buna benzer soruların cevaplarını bugünlerde okuduğum “Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî” adlı kitapta buldum. Kitabın yazarı, Dr. Hayati Bice. Kendisini milletine adamış biri. Onu otuz yıldan fazla bir süredir tanıyorum. Tanıdığım günden beri Türk Milleti ve Türk Dünyasıyla ilgili heyecanını, gayretini ve enerjisini kaybetmeden çalıştığına yakından şahidim. Onu daha çok Hoca Ahmed Yesevî konusundaki eserleri ve çalışmalarıyla bir otorite olarak tanıyoruz. Hazret Sultan’ın Türbesini tanıtan bir kitabı aktararak yola çıkan ve Ahmed Yesevî üzerine eserler vermeye başlayan Bice, Hazret Sultan Yesevî’nin hikmetlerini uzun bir aradan sonra yeniden gün yüzüne çıkardı. Son olarak da Ahmed Yesevî ile ilgili çalışmalarının bir toplamı olan, ciddi emek vererek hazırladığı ve bu alandaki boşluğu dolduracağını tahmin ettiğim Yesevî’nin hayatını ve yolunu anlattığı “Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî” kitabını yazdı.

Kitabını anlamak için onu biraz daha yakından tanımamız gerekir diye düşünüyorum.

Bice, 1959 Tokat doğumlu, Kafkasya’dan Anadolu’ya göç eden Karaçay Türklerinden. Ömrünü Türk Dünyasına hasretmesinde, büyüklerinden dinlediği göç hikâyelerinin, daha doğrusu faciaların büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Çocukluğuna kadar uzanan bu bağlar onu bir Türkistan aşığı yapmış olmalı. Okul yıllarında mensup olduğu hareket Türkistan’la yakından ilgileniyordu ve esir Türk Yurtları’nın bir gün mutlaka hürriyetlerine kavuşacağını söylüyordu. Türkistan’ı, Türk Dünyasını sevmek, yakından tanımak ve zamanla bu alanda uzmanlaşmak onu bir büyük yolculuğa çıkardı. Hoca Ahmed Yesevî ile daha yakından tanışması 1990’da Medine’de oldu. Kendisine “Türkiye’de basın!” diye uzatılan 1901 basımı bir Dîvân-ı Hikmet kitabını aldı. Bunu Türkiye Türkçesiyle yayına hazırlamayı bir görev saydı ve çalışmaya başladı. 1990’larda Türkiye’de Türk Dünyası ile ilgili ilk dergiyi çıkarmak ona nasip oldu. Türkistan’la iç içeydi ama 1994-95’lardan sonra bizzat Türkistan’a gitme ve orada görev yapma imkânı da buldu. Bu görevi onu Türkistan’ın tartışmasız en büyük manevi önderi Pir-i Türkistan Ahmet Yesevî’yi Türkistan’daki etkileriyle birlikte tanımasına vesile oldu. Dönüşünde Yesevi’nin hikmetlerini yayınlamak, Türkistan’daki diğer manevî önderleri, İşaret Taşları’nı bir tanıtmak fırsatını buldu. Bice, bir tıp doktoru ve kendi mesleği ile ilgili eserleri de var. Çok yönlü, renkli bir kişilik; Meselâ, Türk Dünyası Müzikleri’yle ilgisi ise ayrı bir bahis...

Bice, Hoca Ahmet Yesevi ile ilgili yirmibeş yıla varan birikimini bu son kitabında taçlandırmış bulunuyor. Birkaç yıldır yürüttüğü “Divân-ı Hikmet Okumaları” programlarından da bu birikimini dinliyor, biliyorduk ama “Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî” kitabı gerçekten çok önemli. Piri Türkistan Yesevi’nin yolu ile ilgili bilgileri derleyip toparlamış ve Türkistan’in en büyük mürşidini menkıbelerin arasından sıyırarak günümüzde anlaşılabilir ve yaşanabilir hale getirmiş. Bu kitap, günümüzdeki ve gelecekteki bütün Alpların, Alperenlerin ve Ülkücülerin başucu kitabı olmaya aday bir kitaptır.

“Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî” kitabının önemli bir özelliği var: Bana göre iç içe girmiş üç kitaptan oluşuyor. 1. Türklerin İslâmiyet’le tanışmaları ve Türklerin arasında tasavvufun yayılışı. 2. Ahmed Yesevî ve Takipçileri. 3. Ahmed Yesevi Yolu.

Hemen belirteyim ki Hayati Bice’nin yerinde ben olsaydım neredeyse iç içe girmiş bu üç konuyu ayrı ayrı kitaplar halinde yayınlardım. Özellikle Yesevilik yolu ile ilgili bölümün genişletilerek, tasavvufî kavramalar konuya yabancı bir okur için anlaşılacak derecede açıklanarak ayrı bir kitap halinde yayını gerekli görünüyor. Ama bilindiği gibi yayın konusu son derece sıkıntılı bir konu. Yayınevi bunu üç ayrı kitaplık bir seri olarak bassa satamayabilirdi. Onun için tek kitapta toplanmış olmalı. İnsan Yayınevi’ni müşterisi maalesef az olan bir konudaki bu hacimli yayınından dolayı kutluyorum.

Peki, kitapta neler var? Kitabı bu kadar önemli kılan nedir?

Kitabın girişinde Türklerin İslâmiyet’le, tasavvufi akımlarla tanışmaları çok güzel bir özetle hatırlatılıyor. Sonra birinci bölümde Yesevî’nin menkıbevi hayatı incelenmiş ve kendisiyle ilgili bütün menkıbeler bir araya getirilmiş.

Kitabın ikinci bölümünde Yesevi mesajını bugüne ulaştıranlar ve Yesevi Yolu konu edilmiş. Bu bölümün içinde incelenen ve ayrı bir kitap hacmindeki Yeseviye Tarikatı; Yesevilik Yolu konusu fikrimce kitabın en can alıcı bölümü. Bu bölümde Yesevi dervişi olmak isteyen bir kişinin yapması gereken şeyler; ibadet ve zikirler anlatılıyor. Bugünün dünyasında Yesevilik yolundan bir derviş olarak yararlanmak isteyen için gerekli tüm azık kitapta yer almaktadır. Yesevi Yolu’nun yolcusu olmak isteyenler için gereken bilgiler, bizzat Yesevî dervişlerince kaleme alınmış metinlerden yararlanılarak sunulmuş. (Sf. 304-375)

Burada yer alan Erre Zikri konusu tasavvufa ilgi duyanların çok dikkatini çekecektir. Erre Zikri üzerinde önemle durulmuş; çünkü bu zikir menkıbeye göre bizzat Hz. Hızır (a.s) tarafından Yesevi’ye öğretilmiş bir zikir. Yesevilik Yolu’nun Dört Kapısı-Kırk Makâmı bölümünde dervişin oruç ve zikirle çeşitli manevî makamlara ulaşması kaynaklardan naklen anlatılıyor. Teheccüd Namazı ile ilgili bölümdeki Sufi Muhammed Danismend tarafından Hoca Ahmet Yesevi’den yapılan şu nakiller (Sf.334) çok dikkat çekici:
“...Tarîkat, kalp ile amel etmektir. Yani tarikat, gönül ile amel etmektir ve gönül âlemi gözünü açmaktır. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) bu konudan şöyle haber verirler: “Allah Teâlâ’nın nur ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır. Eğer bu perdeleri açsaydı, baktığı her şey yanardı.” Şüphesiz, Hak Teâlâ (c.c.) azze ve celle’nin nurdan ve karanlıktan yetmiş bin hicabı vardır. Eğer bunları açsa, gözünün nuru her nereye ulaşsa kesinlikle onu yakardı.
Ve (ayrıca) âlem-i Kübra (büyük âlem) ve âlem-i suğrâ (küçük âlem) vardır. Gözle görünmeyen nesneler âlem-i kübrâdadır. Ama ehl-i tasavvufa göre, kişinin gönül âlemi açılsa on sekiz bin âlemi apaçık görür, tıpkı âlem-i suğrada göründüğü gibi. Ama gönlü açmak için sert çile çekmek gerek. ...(Bir kimsenin) şerîatı tamam olmadan tarîkat yoluna girmesi (doğru) olmaz. (Kişi) benlikten geçip yokluğa(fenâ) erişse, dünyayı terk etse, sonra tarikata girse (câiz) olur. Nitekim Hz. Resulullah(s.a.v.) buyurdular: “Ölmeden önce ölünüz.””

Yesevilik bilincinin günümüze zor şartlarda nasıl ulaştığı, Sovyet döneminin ağır baskıları altında nasıl yaşatıldığını anlatan bölüm de çok çarpıcı.

İkinci bölümde, Yesevilikle ilgili günümüzdeki çalışmalar da tarafsız bir gözle, tenkidî şekilde yer alıyor. Kitapta genel olarak tasavvuf ve özelde Yesevilik yolu ile ilgili birçok ayrıntılı bilgiye rastlayabiliyorsunuz. Mesela günümüzde internet yoluyla tasavvuf yoluna girmek isteyenlere nasıl yardımcı olunduğunu kitaptan okuyabiliyorsunuz. Kazakistan’dan Türkmenistan’a bütün Türkistan’da yaygın bir gelenek olan “63 Yaş Toyu”, komünizm döneminde kadınların üstlendiği “Yesevi-Han Meclisi” bu özel konulardan ikisi.

Sonuç

Bu kitap üzerinde çok konuşulacaktır, yazılacaktır.

Bir iki notla bitirmek istiyorum: Kitapta geçen kavramların dipnotlarla açıklanması çok faydalı olmuş. Bu dipnotlar daha da çoğaltılabilirdi. Zannediyorum İnsan Yayınevi, kitabın hacmini düşünerek Türk Tasavvuf Edebiyatı ile ilgili kimseler için bu kadarı yeter demiştir. Kanaatimce de okuyucu bilmediği kavramlar için sözlüğe, kaynaklara bakma alışkanlığını kaybetmemelidir.

Bice’nin Yesevîlikle dopdolu beyni, yazarken onu bir hayli zorlamış. Bilgilerini bir an önce, olabildiğince aktarma arzusu ve heyecanı kitabın cümlelerinden görülüyor. Ayrıca önemli bulduğu konuları tekrarlamaktan da çekinmemiş.

Kitap önemli olunca hakkındaki yazı da uzun oluyor. Hoca Ahmed Yesevî ile ilgili her insanın mutlaka okuması gereken bir kitaptan söz ediyoruz. Üstelik günümüzde tasavvuftan çok söz edildiği halde Yesevî tarikatı uzun süredir, yolun inceliklerini anlatan böyle bir eserden mahrum kalmıştı.

Türkistan’a, Yesevî yoluna ömrünü adamış Hayati Bice’yi, üzeri küllenmiş bir yanardağla, bizi, yeniden buluşturduğu için kutluyorum.

[1] Hayati Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, İstanbul, İnsan Yayınları, 2011,408 sf. (Bice’nin diğer eserleri; Antimikrobial Tedavi Rehberi, Annenin Rehberi, Dîvân-ı Hikmet, Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler, Ahmed Yesevî Türbesi, İşaret Taşları, Türk Yurtları Üzerine Notlar)

19 Temmuz 2011 Salı

Hoten'de Şehit Edilen Kardeşlerimiz'in Hatırasına "Sen Uygur Kızı"

HOTEN YANIYOR!!!
BİR KARAKOLA DÜZENLENEN SALDIRININ ARDINDAN OLAYI ÜSTLENEN GRUP OLMADI VE çin POLİSİ BU OLAYIN PLANLI OLDUĞUNU ÖNE SÜREREK SORUMLUSU OLARAK UYGUR TÜRKLERİNİ GÖSTERDİ. DÜN, KAYBOLAN VE TUTUKLANAN KARDEŞLERİNİN AKIBETİNİ ÖĞRENMEK İÇİN YÜRÜYÜŞE GEÇEN UYGUR TÜRKLERİNE SERT MÜDAHELE EDEN çin YÖNETİMİ 70 KİŞİYİ GÖZALTINA ALDI. OLAYLAR SIRASINDA 14'ÜNÜN DÖVÜLEREK 6'SININ VURULARAK OLMAK ÜZERE 20 KARDEŞİMİZİN ŞEHİT EDİLDİĞİ BİLDİRİLİYOR (http://www.facebook.com/#!/DoguTurkistan.KanAgliyor.Haberin.Var.Mi)

SEN UYGUR KIZI:
http://soykirimakarsisessizciglik.blogspot.com/2009/07/sen-uygur-kizi.html

18 Temmuz 2011 Pazartesi

TEYZEYE SORUN!

Arslan KÜÇÜKYILDIZ

Söğütözü’nde yeni kurulan özel bir üniversitenin bir yetkilisiyle buluşacaktım. Gecikmemek için evden erken çıkmam gerekti. Önce otobüsle Kızılay’a geldim, gideceğim yerden geçecek otobüs hattını soruşturdum. Biraz bekledikten sonra otobüse bindim. Arkaya doğru ilerledim, pencereye yakın koltuklardan birine iliştim.
Otobüs neredeyse bomboştu. Üç beş kişi öndeki koltuklarda tek başlarına çökmüş, bilinmez düşüncelere dalmışlardı. En arka koltukların sol yanında iki delikanlı cam kenarına oturmuş, hemen önlerinde oturan iki arkadaşlarıyla sohbet ediyorlardı. Konuştukları Türkçeden anlaşıldığı kadarıyla şark ellerinin birinden gelmiş olmalıydılar. Belki aynı gecekondu semtinde oturuyor veya aynı işyerinde çalışıyorlardı. Yahut da aynı kasaba veya köyden gelmişlerdi; kim bilir? Onların önündeki sırada kimse yoktu. Bir sonraki sırada benim hizamda yaşlı bir hanım vardı. Hemen onun önünde de ondan da yaşlı bir hanım daha oturuyordu.
Otobüsleri severim. Meşrebim gereği çok biner, insanları incelerim. Nasıl binip indiklerine, kalabalıktaki davranışlarına, büyüklere yer verip vermemelerine, küçükleri kollamalarına, şoförle, diğer yolcularla konuşmalarına, iç dünyalarının yansımalarına dikkat ederim. Bir oyun oynar gibi tahminlerde bulunurum. Nedense o gün oturanlara bu gözle bakmamış, ne yaptıkları, ne düşündükleriyle ilgilenmemişim. O gün sıradan bir gündü ve boş olduğu için arka koltuktaki gençler hariç herkes otobüste birbirinden uzak bir mesafeye oturmaya çalışmışlardı. “İnsanlar otobüslerde niye iki sıralı koltuklardan önce boş olanlarına tek başına oturur da, birinin yanına oturmaz?” diye düşündüm. Sadece bıçkın gençler, otobüste boş koltuklar olsa da ilgilenebilecekleri, hoşlarına giden bir bayan gördüklerinde yanlarına oturur, bu yüzden de hemen dikkat çekerlerdi. Gittikçe aramıza mesafe koyup birbirimizden uzaklaştığımızı ve kulaklığımızla bağlı olduğumuz aletleri idare edenlerin yönlendirdiği dipsiz kuyulara yuvarlandığımızı düşünüyordum. İnsanlara karşı ördüğümüz duvarlara kendimizi hapsediyorduk. Böyle düşündüğüm için de arkada çok samimi bir sohbete dalmış gençleri kendime yakın bulmuştum. Ama şimdi oyun oynamanın sırası değildi. Benim düşünmem gereken daha mühim bir işim vardı. Görüşmeye odaklanmam gerekiyordu.
Emek’ten Beştepe’ye yönelip ana caddeleri geçince otobüsün sarsıntısı artmış, düşüncelerimden biraz sıyrılmıştım. Otobüs Devlet Mezarlığı’ndan geçerken benim sol hizamdaki yaşlı kadın arkasına döndü ve biraz da kızgın bir sesle yüksek sesle konuşan gençlere bağırdı;
-Gençler! Biraz sessiz olur musunuz?
Yaşı elliyi geçmiş biri olarak yaşlı hanımı anlayabildiğimi sanıyorum. Hasta olabilir, bir şeye canı sıkılmış olabilirdi. Kim bilir hangi derdi vardı da onu düşünüyordu. Gençler bazen ölçüyü kaçırıveriyor, birileri onları uyarmayınca yaptıklarının da farkına varmıyorlardı. Hakikaten arka sıradaki gençler bağıra çağıra konuşuyorlardı. Gülüşmeleri, şakalaşmaları değil, otobüste hiç kimse yokmuş gibi konuşmaları, diğer yolcuları hiçe sayan tutumları teyzeyi rahatsız etmiş olmalıydı.
Ne yalan söyleyeyim, gençlerin biraz olsun kendilerine çeki düzen vermelerini bekliyordum ki arka taraftan terbiye sınırlarını çok aşan sözler yükseldi:
-Sana ne!
-Sen kendi işine bak!
-Ne karışıyorsun!
-Moruk!
O sırada gençleri uyarma görevini neden yaşlı hanımdan önce yerine getirmediğimi düşündüğümden kendime kızmakla meşguldüm. Buna benzer uyarıları gençlere sözünü dinletebilecek birileri yapmalıydı ki etkili olsun. Duruma zamanında müdahil olmadığımdan gençlerin edepsizce davranmalarına, yaşlı hanımın da bu edepsizliğe muhatap olmasına sebep olduğum için biraz da mahcuptum. Otobüsün önündekiler hadisenin uzağında idiler. İster istemez teyzeye destek olma ihtiyacı hissettim ve dedim ki:
-Gençler! Biraz edepli olun, edep ya hu!
Yaşlı hanıma göre beni biraz daha güçlü kuvvetli bulup çekindiklerinden mi, yoksa meseleyi uzatmak istemedikleri için midir nedir, biraz seslerini kıstılar. Fakat yine de yüksek sesle konuşuyor ve ikaz eden kadına laf atmaya devam ediyorlardı. Ben saati belli bir buluşmaya yetişeceğimi düşünüp sanki duymuyormuş gibi yaptım. Başka ne yapacaktım? Zaten sözle ikazım fayda vermemişti. İneceğim durağa da yaklaşmıştım. Kalkıp gençleri yakalarından tutup hizaya getiremezdim. Kendimi hâlâ genç olarak görsem de dört gençle baş edecek kuvvette miydim bilmiyorum. Doğrusu buluşmaya üstü başı dağılmış gitmek de istemiyordum. Yapacak bir şey yoktu. Tam o sırada gençleri ikaz eden teyzenin önündeki daha yaşlı teyze de bu tatsız tartışmaya katılmaz mı?
-Burası sizin köyünüz mü? Köy odasında değilsiniz! Öyle yüksek sesle konuşulur mu?
Haydaa! Al başına belâyı. Durum iyice karışacak gibiydi. Bu sırada otobüs Atatürk Orman Çiftliği içindeki Orduevi durağına uğramak için askerî bölgeye girmişti. “Herhalde teyze emekli komutanlardan” diye kendi kendime espri yaptım. Malûm emekli komutan eşleri de rütbeliler gibidir. En azından asker eşleri içinde eşinin rütbesine göre saygı görürler. Teyze gençlerin pervasızlığını göre göre konuya müdahil olmak için askerî bölgeden güç almış olmalıydı. Yoksa böyle dört tane delikanlıyla ne sözle ne de bilekle güreşebilecek hali yoktu.
Seslerini birazcık kısmış olan gençler yeniden makarayı koyuverdiler. Ağızlarının ayarı yoktu. Yaşlı filan dinleyecek halleri de! Sadece “köylü” değil, “şımartılmış köylü” idiler. Teyzeye söylemedikleri kalmadı. Ben yeniden sesimin en yüksek tonuyla gençleri azarlamak zorunda kaldım:
-Edep ya hu! Size hiç terbiye vermediler mi?
İkinci teyze bir durak sonra indi de kurtuldu.
Bu arada otobüs benim ineceğim durağa iyice yaklaşmıştı. İnecektim. Otobüs iyice boşaldığından yaşlı teyze ile gençler otobüste baş başa kalacaklardı. Bir yandan bu edepsiz gençlerin teyzeyi iyice üzeceklerini düşünüyordum. Ne günlere kalmıştık? Mecburen kalktım. İnmek için arka kapıya yaklaştım. İkaz düğmesine bastım. Neyse ki birazdan inecek, aşağı yukarı her otobüs yolculuğunda olup bitenlere benzeyen bu hengâmeyi arkada bırakıp yeniden görüşmemin detaylarına odaklanabilecektim. Dalmışım.
Otobüs durmadan az önce arkamdan bir ses duydum. Gençlerden biri yerinden kalkmış, telaşla bana yaklaşmış, bir şey söylüyordu. Önce teyzeye yaptıkları gibi bana da, keyiflerini bozduğum için, kabadayılık yapacak sandım. Zaten onlara kızgındım, kötü bir şey söylerse, inmeden önce hiç olmazsa içlerinden birine unutamayacağı bir ders vermek üzere hazırlandım; aklımdan bir Osmanlı Tokadı çakmak geçti. Otobüs durdu, kapı açıldı. Delikanlı anlamadığımı görünce biraz da kırık bir şive ile sorusunu tekrarladı:
-Abi, Ankara Ticaret Odası’na nasıl gideriz, yakın mı?
Tanımadığım ama yaşlı teyzelere küfre varan hakaretlerine şahit olduğum bu gençlerden birinin kalkıp bana gideceği yeri sormasına doğrusu çok şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemedim. “Hem kel hem fodul!” derler ya, öyle bir durumla karşı karşıyaydım. Otobüsün şoförü aynadan bakarak inmemi, delikanlıysa cevabımı bekliyordu. Gençlere döndüm, teyzeyi işaret ettim ve dedim ki:
-Teyzeye sorun! O size gidebileceğiniz yolu tarif eder!
Sonra ne oldu bilmem. Yollarını bulabildiler mi, bulamadılar mı, beni anladılar mı bilmiyorum.
...
Bana gelince, tam saatinde buluşmaya gittiğim yetkilinin kapısında idim. İçeri girmeden önce cep telefonum çaldı. Yetkilinin başka bir semtteki görev yerinde çalışan birinci sekreteri beni aradı. Amirinin buluşmaya gelemeyeceğini bildirdi. Ben yine de buluşma yerine girdim, kapıdaydım zaten; niye girmeyeyim ki! Oradaki sekreterine kendimi tanıttım. Aynı kurgulanmış cümlelerle bana durumu açıkladı. Yetkiliyi biraz bekleyebileceğimi bildirdimse de yurt dışına çıkacağı için görüşmenin mümkün olamayacağını söyledi. Çaresiz kös kös geri döndüm.
Atsan da yesen de fark etmiyor, bir günde iki tokat insanı yoruyor.

16 Haziran 2011 Perşembe

TÜRK DÜNYASI BÜYÜK BİR SANATÇISINI KAYBETTİ



ALİ ÖZAYDIN HAKKA YÜRÜDÜ

Galip Erdem Abi, Rahmi Oruç Güvenç’in TÜMATA Topluluğu’nun Türk Standartları Toplantı Salonunda verdiği konserden sonra topluluğun üyesi Bünyamin Aksungur’a şöyle bir soru sormuştu; “Bünyamin, bu çocuklar ne kadar önemli bir iş yaptıklarının farkında mı?” Evet, onlar yaptıklarının ne kadar önemli olduğunun farkında idi. Gerçekten de onların açtığı bu çığır, Türk Milletinin yirminci yüzyıl kültür tarihi içinde çok önemli bir yer tutmaktadır.

Türk Dünyası’nın seslerini Türkiye’de duyurmanın çok zor olduğu dönemlerde bir avuç fedakâr gönüllü, kendilerini bu işe memur ettiler. Rahmi Oruç Güvenç, Bünyamin Aksungur, Gülten Urallı, Güner Özkan, Ali Özaydın, İrfan Gürdal, Hayati Bice onlardan sadece birkaçıydı. Sovyetler Birliği’nin daha ayakta olduğu günlerdi. Değil bir kasetin Türkiye’ye ulaşması, kaydedilip notaya alınması ve çalınması, Sovyet radyolarından bile duyulmasının çok zor olduğu dönemlerde onlar, Türkiye’ye sığınmış Türkistanlılardan, Esir Türk Elleri’nin seslerini, büyük bir sabır ve gayretle derleyip konserlerine taşıdılar. Arkalarında hiçbir fon yokken, millete sığınıp Türkün sesini Türkiye’ye duyurdular. Aç bîilaç verdikleri bu mücadeleye Türk Milleti sahip çıktı. Onları bağırlarına bastı.

Tabir caizse dişleriyle, tırnaklarıyla hiçbir veri olmadan dev gibi repertuarlar oluşturdular. Ancak bu sahadaki boşluk, cengâverlik yapılmadan doldurulabilecek gibi değildi. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Dünyası’nın bağımsızlığına hazır değildi, ama onlar Türk Müziği alanında olabildiğince hazırlandılar. Bir ordu gibi süratle bu alandaki boşluğu doldurmaya gayret ettiler. Bütün varlıklarını bu uğurda harcadılar. Bulundukları yerde Türk Dünyası Müzik Toplulukları kurdular. Sanatçı arkadaşlarını yetiştirdiler. Müthiş bir repertuar oluşturdular. Sazları yoktu, ne gam; sazlarını kendileri yaptı. Radyo ve televizyonlarda çalışan ve bu çalışmaları duyurma gayreti içinde olanlar da hazıra konmuş oldular; bu toplulukların faaliyetlerinden yararlandılar. Türkiye bu sıcak samimi gayretler neticesinde Türk Dünyasının gönül seslerini duymaya başladı. Türk Dünyasıyla kurulan ilk köprüler böyle kuruldu.

İşte bugün toprağa vereceğimiz Ali Özaydın bu serdengeçtilerin önde gelenlerindendir.
TÜMATA Topluluğu ile televizyon programları yapıyordum. Rahmi Oruç Güvenç ve Güner Özkan’la bir süre birlikte çalışan Ali Özaydın, İrfan Gürdal’la birlikte Ankara’ya gelmişlerdi. Timuçin Çevikoğlu kardeşim Ali Özaydın’ı ve İrfan Gürdal’ı bana tanıştırdığında bir hazine bulmuş gibiydim. Ankara’da böyle bir topluluğa ihtiyaç büyüktü. Ali Özaydın o günlerde kurduğu İpekyolu Topluluğu ile faaliyetlerini Konya’dan Ankara’ya taşımış oldu. Beraber yola çıktıkları dostu İrfan Gürdal topluluğun sanat yönünü, Ali Özaydın da teşkilat yönünü yürüttüler. Onun gayretleriyle konserler düzenleniyor, seyirci bulunuyor ve Türk Dünyası müzikleri ilmî bir şekilde seyirci ile buluşturuluyordu. Onun mücadeleci yönü hiçbir engel tanımıyordu, topluluğu kamuoyuna tanıttı. Ancak bildiğiniz gibi sanatçılar çok karmaşık insanlardır. İpekyolu Topluluğu ile istediği hedefe yürümekte zorluk çekmeye başlayınca Altınay Topluluğu’nu kurdu. Hedefi İpekyolu Topluluğu’nu bir devlet korosu haline getirmekti. Kurduğu Altınay Topluluğu ile bu hedefine doğru hiç yılmadan yürümeye devam etti. Bu amaçla çalmadığı kapı kalmamıştı. Kültür Bakanı İstemihan Talay onun bu gayretlerine, müracaatlarına kayıtsız kalmadı ve Türkiye’ye çok önemli bir kültür kurumu kazandırdı. Ali Özaydın, her türlü endişeyi bir yana bırakarak İpekyolu ve Altınay Topluluklarını yeniden birleştirerek Devlet Türk Dünyası Müzik Topluluğu’nu kurdu ve tarihe geçti. Yıllarca damla damla biriktirdiği Türk Dünyası Müzik Kültürü’nü dostlarının yardımıyla bir nehre dönüştürmüş ve yıllarca susuz kalmış bir çöl sulanmaya başlamıştı. Onun Türk Sazları konusundaki müthiş tecrübesini TRT’de yayınlanan Türk Sazları programıyla bir nebze olsun taşıması Türk Müzik Kültürü açısından çok faydalı olmuştur.

Ali Özaydın bir gönül adamıydı. Eşi bulunmaz bir dosttu. Mücedeleci ruhu, enerjisi hiçbir engel tanımaz gibi gözükse de dostlarının attığı gülden incinen zarif bir yapısı vardı. Bunca çabası içinde yaşadığı olumsuzluklar birikmiş olmalı ki o amansız hastalığa tutuldu. Tedavi görüyordu. Bir ara hastalığın pençesinden iyice kurtulur gibi olmuştu. Bu dönemde kendini Türk Dünyası sazlarını yapmaya adamıştı. Saz yapımında kullanılmak üzere at kafası iskeleti bulmak için neler yaptığını anlatırken duyduğu heyecanı görmüştüm. Ata biniyor, Ankara’da Türk Okçuluğunu canlandırmaya çalışıyordu. Maalesef hastalığı, kendini iyi hissettiği bir zamanda yeniden nüksetti. Hacettepe Hastanesinin Onkoloji bölümünde tedavi görüyordu. Kendisini son görüşüm oldu. Hiçbir engel tanımayan bir cengâver ölümle pençeleşiyordu. “İki yol var diyordu” Onun el işaretiyle tamamlamaya çalışarak söylediği bu sözlerden kendimce şunu çıkardım: “Ya adam gibi mücadele ederek sana biçilen bu hayatı tamam edersin yahut da bir asalak gibi bomboş gelir, gidersin.” 1961 yılında başlayan bu fani dünya yolculuğu 11 Haziran 2011’de bitti; hakka yürüdü.

Yurtta ve dünyada verdiği konserlerle Türkiye’yi ve Türk Kültürünü başarıyla temsil eden Kültür Bakanlığı Devlet Türk Müziği Topluluğu’nun kurucusu Ali Özaydın, genç yaşında kaybettiğimiz “adam gibi adam”lardan biriydi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Devlet Türk Dünyası Müzik Topluluğu’nda bu kıymetli sanatçısının adını yaşatacağını ümit ediyorum. Yine bir müzisyen olarak yetiştirdiği kızı Elgiz ve oğlu Kayra’nın onun mücadelesini kaldığı yerden sürdüreceğine inanıyorum. Aydan Ablam üzülme! O şimdi öte dünyada uçmağa varmış gönül erleriyle birlikte. Allah taksiratını affetsin. İnşallah mekânın cennet olur kardeşim.

Türk Milleti başın sağ olsun.

Arslan Küçükyıldız

AYI YAVRULARI



Arslan KÜÇÜKYILDIZ

“Toplanın gidiyoruz” dedi, genç adam imalı bir tebessümle. Etrafında bir sürü adamla beraber olmaktan keyif alıyordu. Gençti, yakışıklıydı, güzel giyiniyordu. Paralı üniversitelerden birinde okumuştu. Köklü değil ama zengin bir ailesi vardı. Babası Bakan’dı. Babasına gösterilen saygının daha fazlası ona gösteriliyordu. Bir dediği iki edilmiyor, yüksek sesle ve güzel konuşmasına gerek kalmıyor, her sözü dinleniyordu. Kazara yanlış bir şey söylese bile “Doğru söylediniz, iyi düşünmüşsünüz efendim.” diyen bir çevreyi kim sevmez? Onlarla oturup kalkıyor; yiyor, içiyor, eğleniyor, gençliğinin tadını çıkarıyor, hepsinden önemlisi iş kotarıyordu.
İş deyince öyle ağır işler akla gelmesin; babasına ulaşamayan iş takipçileri bir şekilde kendisini buluyor, o da bunların dileklerini, babasına, uygun bir tarife ile aktarıyordu. Bugüne kadar işleri tıkırında yürümüştü. Babası Bakan olduğu sürece yürümeye devam edecek gibi görünüyordu.
“Arabamı hazırlayın!” dedi adamlarına. İşyerinin önünde son model cipini koyabilecekleri bir yer yoktu. Çaresiz yola bırakıyorlardı. Bulundukları yer şehrin eski ana caddelerinden birinin üstündeydi Cadde, rüşvetçi yöneticilerin elinde küçülmüş olsa da, yoğun trafiğe rağmen trafik polisleri arabasının yolu kapatmasına göz yumuyor, ondan tırsıyorlardı. Ne de olsa Bakan Oğlu idi ve serde en ücra ilçeye sürülmek vardı. Orda da rüşvet gelirleri düşük olurdu. “Rüşvetle cadde küçülmesi nasıl olur?” demeyin, oluyordu. Evinin biraz büyümesi için ilgilisine rüşveti veren, caddenin küçülmesine bakılmadan karşılığını, herkesin kullandığı yolu birazcık işgal ederek, alabiliyordu. Bu sözler hikâyenin gelişine göre yazılmış cümleler zannedilebilir; o caddeyi ben de gördüm. “Daha geniş bir caddeye taşınmamız lazım.” diye düşündü Bakanın oğlu. Şehir su şebekesinin yetersizliğinden dolayı her yere de taşınamıyorlardı. Ancak, isteyene -o da rüşvetle- özel su şebekesi bağlanabilen caddelerde oturmaları, mümkündü. Öyle olunca da altyapısız geniş bir cadde üzerine taşınmaları başlarına ayrı bir dert açacaktı. Eski dönemde devlet ailelere evler vermişti. Aileler parçalanıp boşanmalar arttıkça, mevcut evlerin ikiye bölünmesi gerekiyordu. Bu yüzden evlere, apartmanlara yolların, kaldırımların üstünde, direk üstüne yapılmış odalar ilave ediliyor, dışarıdan merdivenler çıkılıyor, dıştan elektrik, su, gaz şebekeleri bağlanıyor, bu da altyapının altını üstüne getiriyordu. Caddelerin daralması biraz da bundandı. Geçenlerde bir evin ikinci kat sokak penceresinin yanında bir havagazı sayacı bile görmüştü. Bu şehrin her şeyi karışıktı. Yolları, altyapısı; suyu, elektriği, havagazı...
Bu şehir insanı bunaltıyordu. Yanı başındaki deniz de esintisi de trafiğin, işsiz-güçsüz kalabalığın, şikâyetlerin, isteklerin sıkıcılığını gideremiyordu. Onun için sık sık dostlarıyla kaçamaklar yapıyor, civardaki sayfiye yerlerine uzanıyordu. O gün de otelleriyle meşhur şehre gitmeye karar verdi. “........’gidiyoruz” dedi arkadaşlarına. İki cipe bindiler. Yola revan oldular.
Deniz kenarındaki yol üzerinde tekdüze işçi evleri, lüks villalar, petrol çıkaran at başları, petrol gölcükleri vardı. Konuşmuyordu. Denizin tatlı esintisi hayallerini canlandırıyor, biraz sonra tadacağı zevkleri düşündürüyordu. Şoförlük yapan arkadaşına biraz daha hızlı sürmesini söyledi. Delikanlı arabanın gaz pedalına biraz daha yüklendi. Altlarındaki cip ok gibi ileri fırladı. Kendilerini radyodan gelen yüksek sesli müziğin ritmine bıraktılar.
Otellerin bulunduğu bölgede hayat vardı. Herkes kendi işinde gücünde, eğlencesindeydi. En masumundan en çılgınına, eğlencenin her türlüsü orada bulunurdu. Orda “yok” yoktu. Akla hayale gelmeyen arzular ortaya saçılır, bir şekilde karşılanırdı. Yeter ki paradan haber verilsindi. Orada başkentteki yoksulluk, kargaşa ve gürültüden eser yoktu. Son model arabalar, kumarhaneler, her yaş ve milletten güzel kadınlar...
Yola çıkalı bir saat olmuş, oteller bölgesine neredeyse gelmişlerdi.
Nedense içinde bir sıkıntı vardı. Kurt gibi acıkmıştı. “Acıktım!” dedi. Her şeyi yiyebilirdi. Nerden aklına geldiyse “Şimdi bir ayı olsa yerim.” diye söylendi. Arkadaşları onun bu halini bilirdi. Acıktı mı homurdanmaya başlar, tatsızlaşır, sağa sola çatar, çekilmez olurdu. Diğerlerine göre Bakan oğluna biraz daha nazı geçen şiş göbekli dostu “He” dedi; “Yersin, yersin de, sana şimdi ayıyı nerden bulalım?”
Şoför etrafta uygun bir yer bulma ümidiyle yavaşladı. Biraz sonra yol üstünde küçük bir hayvanat bahçesi olan bir lokantaya rastladılar. O da ne! Bahçede oldukça iri bir ayı yavrusu, ayakları üzerine dikilmiş, dolaşıyordu. Dostu takılmadan edemedi; “Ayı olsa yerim dediydin. Ahan da ayı!”dedi ve gevrek gevrek güldü. Bakan oğlu şoför yerindeki arkadaşına seslendi. “Dur, kenara çek, şu lokantaya girelim!” Şoför arabayı hızla ana yoldan ayırdı ve lokantanın kapısında zınk diye durdurdu.
Arkadaki araba onlara ayak uyduramadı, biraz ileriden dönüp geldi. Sekiz adam, Bakanın oğlunun arkasında lokantaya girdiler. Bomboş lokantalarına gelen bu yağlı müşterileri gören çalışanlar hemen pervane olup en güzel şekilde onları karşıladı. Hemen masalar birleştirildi, üzeri donatıldı. Gelenlerin kim olduğunu hemen öğrenmişlerdi. Lokantanın idarecisi sordu; “Efendim size ne yaptırayım. Çok güzel balıklarımız, kebaplarımız var, ne içersiniz, ne ikram edelim?” Bakanın oğlu, müdürün sözünü kesti; “Sen bize şu bahçedeki ayının kebabını yaptır.” Müdür, önce genç adamın şaka yaptığını zannetti. Sadece “Çok şakacısınız efendim.” dedi. Bakan oğlu “Şaka yapmıyorum.” dedi, “Sen bize şu ayıyı kestir, kebap yaptır, getir.”
Bu sefer yanındaki arkadaşları anlamadı. Yoksa sahiden o ayıyı kebap yaptırmayı mı düşünüyordu? “Yahu sen ciddî misin, olur mu öyle şey?” dedi şiş göbek dostu usulca. Bakanın oğlu; “Neden olmasın?” diye cevap verdi. Müdürün elleri terlemişti. Ne diyeceğini, bu işten nasıl sıyrılacağını bilemiyordu. Kekeleyerek; “Ama efendim, o ayı Cemalettin Beyin ayısı, onu kesemeyiz, kendisine sormamız lazım.” diyebildi. Müdürün bu telaşlı halini gören yanındaki dostu kulağına eğildi, lokantanın devletin ikinci adamı Cemalettin Bey’in olduğunu fısıldadı. Yol yakınken bu işten vazgeçmesini ihtar etti. İkna edici sözler söyledi. “Kalkalım, başka yere gidelim” dedi. Dinletemedi. Bakanın oğlu kararlıydı; aklına koyduğunu yapardı. Müdüre kesin talimatını verdi: “O zaman sen de git sor.” dedi.
Kerâhat vaktinde Cemalettin Bey arandı. Kendisine durum anlatıldı. “Israr ediyor ne yapalım?” dendi. Cemalettin Bey’in kısa bir suskunluğun ardından verdiği talimat kesin ve net oldu: “İstediğini yapın. Ama faturayı çıkarmadan önce beni arayın. Faturanın rakamını size sonra söyleyeceğim.”
Ayı kesildi. Kebabı yapıldı. Kebaplar afiyetle midelere indirildi. Kalkma vakti geldi. Bakanın oğlu hesabı istedi. Restoranın müdürü Cemalettin Bey’i aradı. Cemalettin Bey’in talimatı alındı. Hesap düzenlendi ve Bakanın oğlunun masasına getirilip sunuldu.
Bakanın oğlu içkiyi biraz fazla kaçırmıştı. Nedense hep böyle yapar, bir türlü kararında bırakamazdı. Hesabı görünce önce anlamadı. Eliyle gözlerini ovuşturdu. Sonra kâğıdı yanındakine okuttu. Gördüğü rakam doğruydu. Önündeki faturada bir milyon dolar yazılıydı. Birden ayılmıştı. Önce ne yapacağını bilemedi. Yüzü kireç gibi olmuştu. Sonra çaresiz, arabasındaki çantasını istedi. İçinden altı yüz bin dolar para çıktı. Geriye kalan dört yüz bin dolar için şoförlük yapan arkadaşını Başkente, babasına gönderdi. Başkentten para gelene kadar lokantada nazikçe bekletildiler. Para geldi. Hesap ödendi.
Bakanın oğlu ve arkadaşları ayı kebabını yemişlerdi. Cemalettin Bey kısa günde yüklü bir hesap almıştı. Hani, beş bin dolar verse on tane ayı yavrusu daha buldurup yakalatırdı. Olan bizim gariban ayı yavrusuna olmuştu. Bir de daha yüklü tarifeler ödeyecek olan iş takipçilerine...
Vah ayı yavruları vah!
Vay ayı yavruları vay!

21 Şubat 2011 Pazartesi

SATRANÇ TARİHİNE HALKBİLİM KATKISI

Arslan Küçükyıldız
21 Şubat 2011

Halkbilim, bazen bilimin diğer kollarına ciddi katkılarda bulunmaktadır. Sizlere Halkbilimin Satrancın tarihine dair verebileceği iki önemli katkıdan söz etmek istiyorum:

Bunlardan birincisi Satrancı icat eden kişinin hükümdardan her kare için katlamalı olarak buğday tanesi istemesi ile ilgilidir.

Satranç tarihinden söz edilirken anlatılan bir “Şehir efsanesi” vardır: Buna göre Bazı belgeler, satrancı bir Brahman'ın bulduğunu ve Şah'a armağan ettiğini göstermektedir. Şah, buna karşılık Brahman'a "Ne istediğin varsa kabul edeceğim." der. Brahman da, Şah'tan 64 kareli satranç tahtasının ilk karesine bir, ikinci karesine iki, üçüncü karesine dört, yani her kareye bir öncekinin iki katı buğday koyarak doldurmasını ister. Şah, Brahman'ın alçak gönüllülüğüne hayran kalarak isteğinin yerine getirilmesini emreder. Brahman'ın isteği yerine getirilmeye başlanırken ülkedeki buğdayların yetmeyeceği anlaşılır. O zaman yapılan hesaplar sonunda, Brahman'ın Şah' tan 18.446.744.373.709.551.615 tane buğday istediği ortaya çıkar. Bu kadar buğdayı yetiştirmek için, dünyanın 64 misli büyüklüğünde bir kara parçasına ihtiyaç olduğunu görülünce, Şah Brahman'ı tebrik eder ve karşısında ne denli güçsüz olduğunu anlar.[1]

Kaynaklarda gerçek ve tarihi bir olaymış gibi anlatılan bu olayda satrancı icat eden Brahman Hintli, satrancın hediye edildiği kişi de İran Şahıdır.

Ancak, Kırgızistan’da anlatılan bir hikâyeye göre bu hadiseyle ilgili adı geçen Hükümdar, Hakan, Babür Han’dır. Geçtiğimiz Pazar günü, Ankara’da, Selanik Sokağındaki Kırgızistan Derneği'nde yaptığımız sohbet sırasında, Kırgızistan’da Bişkek’te yaşayan ve Ankara’da öğrenci olarak bulunan Eldar Orazaliyev, bu hikâyeyi dedesinden dinlediğini bize aktarmıştır.[2] Bu hikâyeye göre, satrancı icat etmesinin karşılığı olarak, her kare için katlamalı olarak buğday tanesi istenen Han, “Babür Han”dır.

Bu hikayeden şöyle bir çıkarma yapmak mümkündür: Satranç Oyunu (Oyunun Hindistan kökeni ile ilgili bilgilere itibar edilecek olsa bile) Babür zamanında icat edilmiş ve Babür’e sunulmuş bir oyundur.

Timur’un, Ali Şir Nevai’nin bu oyuna çok meraklı ve kabiliyetli oldukları bilinmektedir. Timur’un bu oyundaki üstün yeteneği, kendine özgü bir satranç icat edecek kadar ilerdedir.

[3] Emir Timur Satrancı


Halkbilimin verdiği ikinci bilgi ise çok önemli bir bilgi olup yine Kırgızistan’da oynanan “Çatıra” adlı oyun ile ilgilidir.

Oyunun adı “Çatıra Taş Oyunu[4]” dur. 7 yaş ve üzerindeki kız ve erkek çocukların oynadığı, iki kişilik bir oyundur. Malzemesi bir oyun tahtası ve 18 taştan oluşur. Oyuncular kendilerine ait olan 9’ar taşı sırayla, üzerine iç içe 3 kare çizilmiş oyun tahtasına, çizgilerin kesişim noktalarına gelmek şartıyla yerleştirirler. Oyunda amaç, taşları rakibin taşlarına engel olarak, tahtanın ortasında yer alan kare şeklindeki “Daban” isimli yere yerleştirmektir. Oyun sonunda rakibinin taşlarını engelleyerek taşlarını gerekli yerlere yerleştirebilen oyuncu kazanmış sayılır.

Gördüğünüz gibi bu oyun Türkiye’de oynanan Dokurcun veya Dokuz Taş oyununun bir benzeridir. Bu oyun bütün Türk Yurtlarında çok sevilen ve oynanan bir oyunumuzdur. Bu oyunun adının “Çatıra” olması; “Satrancın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu: Mangala” makalemizde de belirttiğimiz gibi, Satrancın atası olan oyunlardan biri olan Dokuz Taş / Dokurcun veya Çatıra’nın Satranç’la ilgisini, akrabalığını, dedeliğini ortaya koymaktadır.

Çatıra kelimesinden, Çaturanga veya Satrancın ortaya çıktığını söylemek için dilbilimin verilerine de bakmak gerektiğini düşünüyorum. Dilbilimciler ve sözlükler bu konuda çok fazla malzeme verecektir, vermektedir.

Her halükârda Satranç çok sevilen bir Türk Zekâ Oyunu’dur.


---------------------------------------------------


[1] http://www.marmarissatranc.com/drupal-6.13/node/26
[2] Eldar Orazaliyev, Talas, 1986 doğ.
[3] http://9eylulsatranc.biz/index.php?option=com_content&view=article&id=245:satranc&catid=54:oyunlarin-sahi&Itemid=94 Arapşah, Timur’u şöyle tanımlamaktadır: “Zekâsını bilemek için düzenli olarak satranç oynardı. Fakat bildik satrancı kibirine yediremediği için, bunun yerine büyük satranç oyununu oynardı. Bunun tahtası, 10x11 kareden oluşur; iki deve, iki zürafa, iki bekçi, iki kale, bir vezir ve birkaç fazla taş daha ilave edilirdi. En zor oyunlardan biri olan bu oyun, Timurlenk satrancı olarak bilinirdi.”
[4] Erhan Taşbaş, Aymira Maratkızı, “Kırgız Ulusal Oyunları”, Acta Turcica Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, II/1, Ocak 2010 “Kültür Tarihimizde Yarış”

30 Ocak 2011 Pazar

(Satrancın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu: Mangala Makalesi Hakkında)

2011 yılında, üyesi olduğum 9 Eylül Satranç Kulübü'nün yönetim kurulu, beni, Arslan Küçükyıldız'ın "Satranç'ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala" adlı yazısından haberdar etmişti. Benim Türk tarihine olan ilgimi bildikleri için, bu yazıyı kulubün sitesinde yayınlamak görevini bana vermişlerdi. Yazıyı okuyunca epey heyecanlanmıştım. Türkler ve satranç konusunda o zamana kadarki düşüncelerimi yazıya bir önsöz olarak ekleyip hem kulübümüzün sitesinde hem de Özgür Satranç Forum'da yayınlamıştım.
Arslan Küçükyıldız'ın sözünü ettiğim değerli yazısını, birazdan paylaşacağım. Ama dilerseniz bu yazıyı ve diğer yazılarını, kendisinin sayfasından da okuyabilirsiniz:http://arslanevi.blogspot.com.tr/2011/01/satrancin-atasi-olan-turk-zeka-oyunu.html
Ayrıca şu siteden de okuyabilirsiniz: http://www.t2174a.com/?p=3479
(Bu önemli siteden bildirimler almak için: https://www.facebook.com/t2174ha?fref=ts)
Aşağıdakiler de o zaman bu konuda yazdıklarım:
Sitemizde bölümler halinde yayınlayacağımız yazı, dokuz kumalak (mangala) adlı Türk zekâ oyununu çok ciddi biçimde araştırmış olan ve TRT’de yapımcılık ve yönetmenlik yapan sayın Arslan Küçükyıldız’ın, ”Satranç’ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala” adlı çalışmasıdır. Birçok oyunu incelediği belli olan Küçükyıldız, bu çalışmasında dokuz kumalağı ayrıntılı biçimde işlemiş. Ek olarak, kökeni konusunda birbirinden tutarsız bilgiler dolaşan satrancın, Türkler’in yarattığı bir zekâ oyunu olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de oyunların evrimini gözlemleyip ortaya koymuş olması, satrancın kökenine ilişkin hemen her türlü belgeden daha değerlidir. Demek istediğimi şöyle açayım:
Batılılar tarafından Eski Yunan kültürü, tüm uygarlığın başlangıcı olarak tanıtılır. Demokrasi gibi siyasal ve toplumsal kavramlar, matematik, felsefe, herşey Eski Yunan’da başlamıştır. Bu söylemde bulunanlar, “Peki efendim, ne oldu da herşey Eski Yunan’da başladı? Bu düzeye ulaşana kadar hangi toplumsal çatışma ve aşamalardan geçtiler? Yoksa bu adamlar birdenbire uzaydan mı geldi?” sorularına bir yanıt vermek istemez. Oysaki bu, en doğal sorudur, çünkü herşeyin bir geçmişi ve öyküsü vardır. Hiçbirşey birdenbire ortaya çıkmaz. Bu konuda adamakıllı araştırma yapan herkes görecektir ki Eski Yunan kültürü denen kültürü, Eski Yunanlılar dışardan almıştır. Ve bu kültür, Türk kültürüdür. Bunu daha fazla açmaya gerek yok. Şu aşamada bilinmesi gereken şey, Eski Yunan kültürünün birdenbire varolmadığı, bir geçmişin devamı olduğudur.
Buna benzer bir söylem de satrancın kökenine ilişkindir. Denilen o ki Hindistan’da bir Brahman, Raca’yı (Kıral’ı) eğlendirmek için satrancı bulmuş. İnsan merak ediyor: Böyle bir şey dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda görülmüş müdür? Aynştayn, görelilik kuramını sıfırdan tek başına düşünüp, tek başına konuyla ilgili sorular sorup, tek başına olası yanıtlar dizip sonucunda böyle bir kuram bulmuş değildir. Görelilik kuramına götüren bazı çok önemli soru ve yaklaşımları, Aynştayn’dan önceki kimi fizikçiler ortaya koymuştur. Aynştayn’ın yaptığı, bu çok ilginç sorulara ve yaklaşımlara birkaç şık yaklaşım ekleyip, yüksek zekâsıyla hepsini değerlendiren ve toparlayan bir kuram ortaya atmak olmuştur. Bilim, bütün dünyada böyle yapılır ve tarih boyunca böyle yapılmıştır. Hiçkimse tekbaşına, sıfırdan görkemli bir ürün ortaya koyamaz. İşin doğası ve güzel olan budur. Yalnızca bilim değil, her çeşit düşünce ürününün doğuş süreci böyledir. İşte bu nedenle, satranç gibi gelişmiş ve karmaşık bir oyunun bir tek insan tarafından bir anda bulunduğunu savlamak, insan mantığına ne kadar seslenir, bunu herkes kendi düşünecektir.
Bu yüzden sayın Arslan Küçükyıldız, satrancın kökenine bakarkenki yaklaşımında, iki yerde isabette bulunmuştur. Birincisi, satrancı birdenbire ortaya çıkmış bir oyun olarak değil, geçmişi olan, belli bir evrim sürecinde oluşmuş bir oyun olarak ortaya koymasıdır: “O oyun şuna, şu oyun da satranca evrilmiştir; satranç, öncesindeki oyunlardan etkilenerek oluşmuştur.” Bu yaklaşım, ileri sürülen belgelerden de değerli ve geçerlidir. Çünkü bugünün belgeleri, ileride bulunacak belgelerle önemini yitirebilir. Ve kimi belgelerin üzeri örtülebileceği gibi, zorlama belgeler de kanıt gibi sunulabilmektedir. Ancak, oyunların titiz incelemeler sonucunda ortaya çıkarılacak olan gelişim süreci, gerçekleri apaçık bir biçimde gözler önüne serecektir. Sayın Arslan Küçükyıldız’ın yazısının içinde geçen “araştırmamıza rağmen Hint belgelerini henüz göremedik” tümcesi, bu açıdan ayrıca dikkat çekicidir.
Sayın Arslan Küçükyıldız’ın satrancın kökenine ilişkin incelemesinde gösterdiği ikinci isabet ise, dikkatini Türk kültürüne yöneltmiş olmasıdır.
Batı’nın en sözügeçer, en üst kurumlarının da bildiği gibi, Çin, Hint, Mısır, Anadolu, Eski Yunan, çeşitli Avrupa ve Amerika uygarlıklarını kuranlar, Türkler’dir. Bunu, Batılılar’ın kendileri araştırmış, kendileri ortaya çıkarmıştır. Üzerini örtmüşlerdir ve bize sunulan tarihle yetinen biz de tarihimizi bilmeyiz. Topraklarımızda yapılan, Türkler’in sokulmadığı kazılardan, “Buradan çıkan tarihsel gerçekleri insanlara anlatabilmek için çok çok uzun yıllar gerekiyor” açıklamaları çıkıyor, sınırlarımız içinden dünya tarihinin gerçekleri çıkıyor, bizim dünyadan haberimiz yok. Türkler’in uygarlığını gizlemek için binbir takla atan Batılı ülkeler, Türkler’in uygarlık ürünlerini gerek kendilerine alır, gerekse de Çin’e Hindistan’a, Mısır’a, Eski Yunan’a, Roma’ya, Ruslar’a, İskandinav ülkelerine, Araplar’a, İran’a hatta yokolmuş kavimlere ve devletlere paylaştırır. Diğerleri de bir güzel sahiplenivermektedir. Ama içlerinde bilim kaygısıyla iş yapan gerçek bilimciler de vardır. Her dönemin kendine özgü koşulları içerisinde siyasal politikalar, bu gerçek bilimcileri zaman zaman desteklerken zaman zaman da engellemiştir. Bu engellemelere iki örnek, İskandinavya ve Almanya’dan verilebilir.
Ne anlama geldiği bilinmediği için “rünik harfler” denen harfler vardır. Genel söylem, bu harflerin İskandinavya kökenli olduğudur. İskandinavya’dan bir bilimci, bu rünik harflerin İskandinavya’ya Orta Asya’dan geldiğini söyleyince, akıl hastanesine tıkılmıştır. Evet, kafamızdaki “uygar” ve “bilim, düşünce aşığı” Avrupa tanımı, buna inanmamızı engelliyor, ama bu olay gerçek, bir başka deyişle o tanım yanlıştır. Bu tür Avrupa anıları, fizik dalında bile vardır. Almanya’da gamalı haçın gerçekte bir Türk damgası olduğunu, Hitler’in bu işareti Hindistan’dan getirdiğini söyleyen bir bilimci ise, görevinden alınmış, akademik kariyeri bitirilmiş, mahvedilmiştir. Almanlar’ın bunu yapmış olmasının nedeni, Hitler’i sahiplenme midir, Türkler’in uygarlığının üzerini örtme çabası mıdır, yoksa her ikisi de midir, siz karar verin.
Elbette sahip olduğu zengin geçmiş, satrancın Türkler’in yarattığı bir oyun olduğunu göstermez. Ancak, böylesi bir oyunun geçmişinin araştırılmasına, böylesi bir uygarlık tarihine sahip Türkler’den değil de, Türkler’in uygarlığı götürdüğü topluluklardan başlanmasının, mantıklı bir davranış olmayacağını herhalde herkes kabul edecektir. Atatürk’ün dediği gibi, “Büyük işleri, büyük uluslar yapar.” Öyleyse, sözkonusu olan tarihi belirsiz satranç olduğunda da, en büyüğünden başlamak gerekir.
Bir toplumun ulus olmasındaki en büyük engellerden biri, sınıfsal yapıdır. Hindistan’daki kast sistemi ise, sınıfsal yapının belki de en katı bir örneğidir. Bu kast sistemi, Hindistan’ı neredeyse tüm tarih boyunca ulus olmaktan, yani birlikte hareket etmekten alıkoymuştur. Bu da kendilerini dışarıya karşı hep zayıf ve kırılgan bırakmıştır. Kast sistemi nedeniyle mücadele anlayışından yoksun kalmış bir toplumun, satranç gibi bir örgütlü mücadele oyununu yaratmış olması, ikna edicilikten çok uzaktadır. Eğer söylencedeki gibi, satrancı bir Brahman’ın bulduğunu kabul edersek, aslında, satrancı bir Türk buldu demiş oluruz. Çünkü Brahmanlar, Hindistan’a yerleşen Türkler’dir. Yerli halkın kendilerinden çok daha kalabalık olması nedeniyle Türkler, özümlenme tehlikesine karşı varlıklarını koruyabilmek için yavaş yavaş kast sistemini kabul etmiştir. Kendi aralarında evlenmişlerdir. Brahmanlık dinini kurmuşlardır. Sanskritçe, bu Türkler’in oluşturduğu yapay bir dildir. Daha sonraları Türkler de diğer kastlara ayrışmıştır. Örneğin Buda, Brahmanlar’ın olduğu birinci kastta değil, soyluların ve savaşçıların olduğu ikinci kasttaydı. Kısacası, bir Brahman’ın satrancı bulduğunu söylemek, satrancı bir Türk’ün bulduğunu söylemek olsa bile, ben satranç gibi bir oyunu bir kişinin tek başına bulmuş olmasına olanak vermediğimi, yazının en başında, nedeniyle birlikte belirttim.
Sayın Arslan Küçükyıldız’ın yazısında, satrancın öncülü olarak sözedilen Türk zekâ oyunu satıra’nın (kimi yerlerde “satra” diye geçer), gerek oyun yapısına gerekse de adının benzerliğine rağmen neden hiçbir satranç tarihçesinde geçmediğini, buraya kadar yazdıklarımdan sonra daha fazla açmaya gerek görmüyorum.
Bir de ilk satranç makinesi olan “Türk” konusu var. 1769’da yapılmış olan bu satranç makinesine “Türk” adının verilmesine neden olarak yarımyamalak, tutarsız şeyler söyleniyor ve aslında pek de değinilmiyor. Söylenenlerden biri, makineyi bir Macar yaptığı için adını Türk koyduğudur. Sanki Macarlar “biz Türk’üz” diye bağırıyormuş gibi! İkinci açıklama, “güçlü Türk” algısına bağlanıyor. Ancak, burada kastedilen zihinsel değil, fiziksel güç. Acaba, yüzyıllardır kendi halkına Türkleri, fiziksel olarak güçlü ama zihinsel olarak en aşağıda ve barbar diye tanıtan Avrupalı’nın satranç makinesi konusundaki bu açıklaması, kendisini tatmin etmekte midir? Biraz gülünç kaçmıyor mu?
Bugün teke tek bir futbol karşılaşmasında herkesi yenecek güçte bir robot yapılsa ve bu robota bir ulus kimliği yapıştırılacak olsa, en iyi futbolcuları Brezilya’nın çıkardığı kabul edildiği için, bu robota seçilecek ad, ya “Brezilyalı” olur ya da futbolun beşiği İngiltere sanıldığı için “İngiliz”. Karpov’la Kasparov döneminde yapılacak bir satranç makinesine “Sovyet” denirdi. O dönemin en üstün satranç oyuncuları Sovyetler’di çünkü. Satranç denilince akla orası geliyordu. Demek ki ilk satranç makinesinin adının neden Türk olduğu konusunda iki açıklama olabilir. Ya o dönemin en iyi oyuncuları Türkler’den çıkıyordu ya da satrancı bulan Türkler’dir ve Batılılar bunu biliyor. Macar teknisyenin başka basit bir nedeni olsaydı, bunu herhalde bilirdik, böylesine gizli kalmazdı.
Satrançtan söz eden, Hindistan’daki belgelerden daha eski belgeler de vardır. Bazıları milattan öncesine işaret etmektedir. Bu belgeler neden yoksanıyor, orasını bilmiyorum ama, bir tanesi de İran bölgesiyle ilgili. Satrancın İran’da çıktığını savlayanların bir nedeni, bilinen ilk satranç takımının Özbekistan’da, Semerkant’ta bulunmuş olmasıdır. O bölge, o dönemde İran’da hakim olan Sasani yönetiminde olduğu için, satranç İran’da doğmuştur diyorlar. Oysaki orada yaşayanların Türk olduğundan söz eden yok. Satrancı İran’a dayandıranların bir diğer nedeni, MS 600 dolaylarında yazılmış bir kaynak. Bu kaynakta, MS 226 yılında Sasani devletini kurmuş olan Ardişir’in usta bir satranç oyuncusu olduğu yazılıdır. Bu da Hindistan’da bulunduğu söylenen belgelerden 300 - 400 yıl önce demek. Dediğim gibi, bu belge neden yoksanıyor bilemiyorum ama Sasani devletini kurucusu Ardişir’in babası Babek, Azerbaycan’da bir Türk kahramanı olarak anılır. Sasani devletine adını veren Sasan, Ardişir’in dedesidir. İstanbul surlarına kadar ilerleyen Sasani orduları, Kara Doğan adlı bir komutanın Türkler’den oluşan ordusuydu.
Eğer satrancı Türkler bulduysa, çok büyük olasılıkla bunu Hindistan ve İran’dan bağımsız olarak Avrupa’ya da götürmüş olsa gerek. Macar tarihi gözönüne alındığında, Macar teknisyenin makinesine “Türk” adını vermiş olması, bunu işaret ediyor olabilir. Ayrıca Arnavutluk’ta bulunan, MS 465 yılına tarihlenen ve satranç taşı olduğundan kuşkulanılan bir taş var. Ancak yanında diğer taşlar bulunmadığı için, bu bir satranç taşı mıdır yoksa örneğin bir süs eşyası mı, emin olunamıyor. Eğer bu taşın satranç taşı olduğu anlaşılırsa, bu, Balkanlar’da Hindistan’dan önce satranç oynanıyordu demektir. Ve bana sorarsanız, bunun kanıtları şu anda birilerinin elinde var.
Benim, satrancın Avrupa’ya Endülüs’ten daha önce Orta Asya’dan geldiğinden kuşkulanmamın bir nedeni de Vezir dediğimiz taşın Batı’da Kıraliçe olarak geçmesidir. Vezir’in Kıraliçe’ye dönüşmesine neden olarak temelde iki neden gösterilmektedir. Bir tanesi, bir kıraliçe’den yada ünlü bir kadından esinlenildiği savı. Esinlenildiği düşünülen aday sayısı kabarık. Biri şu diyor, biri bu. İkinci neden, taşın Kıral’ın yanında yeralması olarak gösterilmektedir, ancak o bile kuşku uyandıracak kadar iddasızdır. Avrupa’nın toplum tarihine bakıldığında, kadının yeri ayrıca kafa kurcalamaktadır. Avrupa’da üst düzey bir erkek taşın Kıraliçe de olsa bir kadına dönüşmesinin zorluğu bir yana, taşın Kıraliçe adını aldığı tarih olarak sunulan tarihler arasında bile ciddi farklar var. Bense bu dönüşüm konusunda şöyle düşünüyorum: Satranç tahtasında Vezir’le Şah’a bakıldığında görülecektir ki bu iki taş, erlerin korumasında, arkada, ortada, yanyanadır. Bugün Batı’daki adlarıyla Kıraliçe’yle Kıral’ın hareketi hiç benzemez, hiç yakın değildir. Vezir’in Batı’da geçirdiği değişimden önceki hareketine bakıldığında ise, Şah’ınkine çok yakındır. Bu da ister istemez bu iki taşın “eş” olduğunu düşündürüyor. Türkler’in Arap etkisine girmeden önceki toplum yapısında çok açık biçimde görülür ki, kadınla erkek tümüyle eşittir. Savaşçı kadınlar, bu kültürün bir parçasıdır. Tarihteki ilk kadın hükümdarlar Türk’tür. Devlet yönetiminde Hakan’ın yanında Hatun’un da kararı, onayı ve imzası gerekmektedir. İşte bu toplumsal yapı, satranç tahtası üzerinde yanyana duran, hareketleri birbirine çok yakın bu iki taşın Hakan’la Hatun olabileceğini düşündürtüyor. Hatun, İran’da veya Arabistan’da Vezir’e dönüşmüş olabilir. Avrupa’ya satranç, Endülüsten önce Orta Asya’dan geldiyse, Kıraliçe’nin Vezir’den değil, Hatun’dan dönüşümü, o konuyu kendiliğinden açıklamış olur. Yine de bu konuda elimde bir veri olmadığını da belirtirim.
Benim hiçbir kuşkum yok ki, satrancın bir Türk oyunu olduğu şu anda birilerince bilinmektedir ve bunun kanıtları, o birilerinin elinde bulunmaktadır. Bir gün gelecek, bu gerçeği biz de öğreneceğiz. Ben sayın Arslan Küçükyıldız’ınki gibi bir yazıyı yalnızca üç yıl bekledim. Kendisine teşekkürlerimle...
Arslan Küçükyıldız’ın Özgeçmişi:
11. 05. 1961’de Taşköprü’de doğdu. 1978’de Kastamonu Göl Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1982’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nden mezun oldu. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı, ‘Türk Sinemasında Edebiyattan Yararlanma’ adlı tezi hazırladı. 1985’de Telsiz Genel Müdürlüğünde memuriyete başladı. 1987 yılında TRT’nin açtığı yardımcı prodüktörlük imtihanını kazandı. Bir Cumartesi Gecesi, Pazar Konseri, Mehter Musıkisi, Meşk Zamanı, Asya’dan Müzikli Esintiler, Avrasya Sanat, Toy, Köprü, Bizden Sesler gibi programlarda yapımcı-yönetmen olarak çalıştı. 2000 yılında Türkmenistan Devlet Başkanı Sefermurad Türkmenbaşı’na sunulan ‘Altın Asra Girerken Türkmenistan’ adlı kitabı hazırladı. 2004-2009 tarihleri arasında Televizyon Dairesi Başkanlığı Yurtdışı Yayınlar Müdürlüğü görevini yürüttü. Halen TRT’de prodüktör olarak memuriyetine devam etmektedir. Çeşitli konulardaki makaleleri değişik dergi ve gazetelerde yayınlandı. Yayına hazır iki kitabı bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

19 Ocak 2011 Çarşamba

TÜRK BÜYÜKLERİ



İlim biraz da kendinden önce yapılan çalışmaları tamamlamaktır. Bu bakımdan aşağıdaki çalışmanın, eksiklerini tamamlayarak, tamamlamak topluluğumuzun gayelerinden biri olmalıdır diye düşünüyorum. Gövsa, İbrahim Alâettin. Türk Meşhurları Ansiklopedisi-Edebiyatta, Sanatta, İlimde, Harpte, Politikada ve her sahada şöhret kazanmışolan Türklerin hayatları, Eserleri-. Yedigün Neşriyatı. YY yok(İstanbul), YT yok.(1946)420 sf.(Resml.) Sahaflarda bulduğum bu kitabın "Başlarken" adı verilen sunuş yazısında Gövsa; "Meşhur Türkler" in ırk bakımından değil, ancak memleket ve milli kültüre münasebeti bakımından seçilmiş olduklarını" kaydetmektedir. "Şu ciheti de hatırlatalım ki "Elli Türk Büyüğü"nde olduğu gibi buradaki isimlerin hepsini bir bakımdan büyük adam saydığımızı da düşünmeğe elbette sebep yoktur. Hiç şöhret bulmamış oldukları için bu kitaba konmamış olan büyük adamlarımız pek çok olduğu gibi kitaptaki isimler arasında büyüklükle asla münasebeti olmayanlar da az değildir. "
Gövsa, "Bitirirken" başlıklı ve kendisiyle hesaplaşma bölümüolarak nitelediği sonuç yazısında ise, "Bu işte istediğim gibi muvaffak olduğumu ve kitabımı tam bir itminan ile bitirdiğimi elbette söyleyemem." dedikten sonra şu açıklamayı yapmıştır: "TürkMeşhurları'nın bu ilk tab'ı kağıt ve baskı imkanlarının darlığına rastladığı ve eserin nihayet 25-26 formayı aşmaması iltizam edildiği için ilk tesbit edilen kadrodan hemen beş yüz kadarının feda edilmesizaruri olmuştu. Gerek bu isimlerin, gerek fasiküller neşredildiği sırada hatırlanan veya bize haber verilen zevatın ilâveleri ancak geniş imkânlarla yapılacağını umduğumuz ilerideki baskılara bırakılmıştır ve muharrirde onların da dosyaları ve fişleri vardır."Bize düşen bu eserin tamamlanmasını sağlamaktır. En azından onun Türk Meşhurları Ansiklopedisinde geçen isimleri bizim yeniden yazmamıza,tartışmamıza gerek olmadığını düşünüyorum. Belki sadece biraz güncellenmeye ihtiyaç vardır. Biz bu eserde zikredilen isimleri tesbit edip, topluluk bilgi bankamıza yerleştirirsek, bu listede ismi olmayan Türk Büyüklerine daha fazla zaman ayırmaya imkan bulabiliriz diye düşünüyorum.
Hem edebi bakımdan hem de sevimli şahsiyetiyle tanınmış olan Gövsa, Son derece verimli bir yazar, şair, ansiklopedist idi. Onun tekbaşına yürüttüğü son çalışmasını sekiz kişi tamamlamıştır. Keşfüzzünun sahibi Katip Çelebi, Sicilli Osmanî müellifi Mehmet Süreyya Efendi, Kamusulalam yazarı Şemsettin Sami Bey, Şakayık mütercimi Mecdi ve Hadikatül vüzera Zeyli muharriri Rifat Efendi'lerin muasır bir devamı olan değerli bir bilim adamı olarak (M.CemalKuntay) da tanınmıştır.
Benim önemli bulduğum ve en kısa zamanda incelemek istediğim eserleri; Çanakkale İzleri, Söz oyunları, Sabatay Sevi, Acılar, Yeni Talebe Lügati, Resimlli Yeni Lügat ve Ansiklopedi ve 4 ciltlik Meşhur Adamlar Ansiklopedisi'dir. Bu çok önemli şahsiyet için bakınız: Zeki Gürel, İbrahim Alâettin Gövsa, Ankara, Kültür Bakanlığı-Türk Büyükleri Dizisi, 1995. 307 Sf.
Arslan Küçükyıldız

11 Ocak 2011 Salı

KÖZKAMANLAR



Kırgızların dünyaca bilinen destanı “Manas” ta, kardeş halkın tarih boyunca başından geçirdiği olayların, dünya ye yaratılış hakkındaki görüşlerin, bağımsızlık özlemi ve gelecek hakkındaki ümit ve isteklerin çok geniş olarak anlatıldığını biliyoruz. Manas destanında ahlak, terbiye ve gelecek nesle verilen öğütler çok iyiişlenmiştir. Destanda, halk soy kütüğünün (şeceresinin) kronolojisi verilmekte, birçok meselenin felsefi neticeleri ile büyük hadise ve olayların hülasaları da edebi olarak ifade edilmektedir. Aslında bu tür efsane ve destanlar, beklenmeyen bazı gizli, toplum gerçeklerini gösterebilmektedir. Buradan hareketle Manas’ ta yer alan büyük olaylar ve hadiseler içinden sadece bir motif hakkında bir şeyler ifade etmeye çalışacağız. Üzerinde duracağımız bölüm çok önemli, “Közkamanlar” hadisesidir. İlk okunduğunda sıradan bir olay gibi görünen “Közkamanlar” hikayesi, aslında içeriği ve anlatmak istediği şeyler bakımından, bugünkü Kazak ye Kırgız halklarını doğrudan alâkadar ediyor. Bu hikayede, halk arasında fitne ve karışıklık çıkarıp, kendi başına buyruk olan düşmanların maşası haline gelip, kendi yurduna hainlik yapan vefasızlar anlatılmaktadır. Konunun daha iyi anlaşılması için hikayeyi destandan öğrenelim: Manas’ın babası Yakub’ un ağabeyi Kalmaklara esirdüşüyor. Hüseyin esir düştüğü yerde bir Kalmak kızıyla evlenerek altı çocuk sahibi olur. Çocukları orada büyüdükleri için, Kalmak terbiyesi alır ve Kalmakların dilini öğrenirler. Bu durumdan faydalanmak isteyen Kangay hükümdarı Esen Han “Közkamanlar” adını alan Hüseyin’ in çocuklarını şuursuz hale getirerek, Kırgızları içeriden yıkmak ister. Esen Han Manas’ı meydan savaşında yenemeyeceğini anlayınca Kırgızları, Kırgızlara kırdırma gibi bir hileye yelteniyor. Esen Han içindeki kini şöyle ifade ediyor:
"Manas'ın sesini kesmeyince
Kara bulutlar gitmez ülkemden
Halkım kurtulmaz üzüntüden
Öfkemi alev yaparak bundan
Asla vazgeçmeyeceğim
Kanpaçalı Manas'ı
Mahvedip geldiğimde
Altın tacı giyerek tahtıma oturacağım
Kalmak ile Moğol'un da hakanı olacağım."(Manas Destanı, 1961: 250)
Destanda, halkın başına gelen musibetlerin çoğunun yabancı milletlerden kaynaklandığı anlatılıyor. Düşman art niyet ve hainliğinde adı Kırgız, ama şahsı Kalmak olanları kullanıyor. Kardeşlik, akrabalık, haram-helâl hiç bir şey tanımayan Közkamanlar, yalnızca para ve serveti düşünerek has düşmanlarının elinde maşa haline geliyorlar. Onların hakkında destanda:
“Manas’ın canına kıymaya
Kanını içip kanmaya
Getirip kesik başını
Esen Han‘ın önüne
Hediye deyip koymaya
Ant içip, zehir yalayıp
Dört domuzu kesmişler"
deniyor. Manas’ın Közkaman adındaki yakınları kötü düşüncelerini gizleyip, serzeniş dolu mektup yazıyor ye oradaki hallerinden yakınıyorlar:
"Çok ezildik, yıprandık
Hayvanlar da kalmadı
Saçıp-kesip bitirdik.
Kuş uçmayan çöllerden
İt basmayan yerlerden
Kaçıp. saçıp geliyoruz
Hamamız var imanlı
Kardeş deyip geliyoruz
Kaburgamız eğildi
Baldırımız eridi
Ey bahadır, seni ne zaman göreceğiz."
Bu boyalı sözlerle Kırgızları çok özlemiş gibi görünüyorlar. Halkının hizmetçisi, kahramanı ve lideri Manas, uzaklardan geri dönen kardeşlerini saygıyla karşılayıp, “halkımın sayısı arttı” diyeseviniyor. Közkamanlara her türlü ihsan ye iyilikte bulunuyor:
"Adsız olan Kalmağ'ı
Eşsiz atlara bindirdi
Şanssız olan Moğol'a
Kurşun geçmez zırh giydirdi
Kadını yok Kalmağ'a
Kırmızı gömlek, ince belli
Güzel kızları sevdirdi
Malsız olan Kaksal'a
Küheylanlar ve sığırlar
Her türden hayvan verdi."
Fakat tek düşünceleri Manas’ı öldürmek ye tahtına oturmak olan hain, dünyaperest Közkamanlar, bu kadar büyük iltifatları beğenmiyorlar. Közkamanlar aslen Kırgız olsalar da kendi öz örf-detlerini küçük görüyorlar. Kendi aralarında “Kırgızlar niye Kalmakça konuşmuyor? Manas’ın Hanımı Kanıkey bizi niçin Kalmak geleneklerine göre ağırlamıyor?, Kırgızlar neden ayı, porsuk eti yemiyor?" diye fısıldaşıyorlar. Közkamanların kötü düşünceli ve yabancı kılıklı olduğunu bilen ve onlardan korunmak gerektiğini söyleyenlere ise Manas, inanmak istemiyor. Közkamanlar, nihayet bir gün Manas’ımisafirliğe çağırıp, zehirli kımız içiriyorlar. Çok acı çeken Manas, zehrin etkisinden güçükle kurtulabiliyor. Daha sonra, hain Közkamanlar butun ülkeyi karışıklığa ve kargaşaya boğuyor. Fakat, bu işi başaramayacaklarını anlayan Közkamanlar bu sefer birbirine düşüyor. Nihayetinde ise kendi kendilerini öIdürüyorlar. Kısaca izah ettiğimiz Közkamanlar hikayesinin bizim için önemi, alacağımız ders çok büyüktür. Öz halkının has düşmanı olmuş, nihayetinde kardeşlerinin bedduasına uğramış, Közkamanlar, tarihin her devrinde arz-ı endam etmişlerdir. Aslına bakıldığında, Közkamanlık ruhu her zaman dirilmeye hazırdır. Çünkü, o uygun bir ortam yakaladığı anda yeniden canlanıp, etrafa dehşet saçacak, kronikleşmiş, korkunç bir hastalıktır. Onu kendisine has özelliklerinden dolayı da tanımak çok kolaydır. Közkamanlar, en başta, ana dilini bilmeyen, bu yüzden de onu yabancı sayan, halkından kopuk ayrı bir terbiye ile yetişen insanlar arasından çıkarlar. Onlarda kendi milletinin karakteri bulunmaz. Kendisine emek verip, yetiştiren halkına düşman gözüyle bakmaya alışmışlardır. Hatta yaratılış bakımından sağlam kafa ve vücuda sahipiseler de böyleleri öz halkının sağduyu sahibi çocukları değillerdir. Ana dilini bilmediklerinden de milletinin yüreğindeki acıyı, ufkundaki ümit ve hayalleri asla hissedemezler. Halkına ait atasözleri, şiir, tarihi derslerden hiç etkilenmezler. Destanda Közkamanlar memleketinden uzak yerlerde yetişmişler, onların günümüzdeki halefleri ise öz vatanında bile halkına yabancılaşmıştır. Kendi milletinin tarihini bilmemek ve bilmek istememek Közkamanlığın işaretidir. Onlar dünyadaki güzelliklerin hepsini başka memleketlerde arar, kendi memleketlerinde ise övünülecek ve örnek alınacak hiçbir şeyin olmadığını düşünürler. Halkının namusu ve bağımsızlığı için canını feda edenleri gerici ve safderun, diğer taraftan ise; devlet ye milletinin menfaatlerini ayaklar altına alan, güçsüzleri ezen ve güçlülere de baş eğen bencilleri de ,geleceğini düşünen, ferasetli kişilerden zannederler. Ve onlar için özgürlük denilen ulu ve kutsal sözün hiçbir anlamı yoktur. Hayat felsefeleri sadece karın tokluğu ile ilgilidir. Mangurtluk ve Közkamanlık birbirinden farklı iki hadisedir. Düşmana esir düşüp, çok eziyet ve güçlük gören kafasından yararlanarak, hangi milletten olduğunu ve kimden olduğunu bilmeyen, sadece yeme, içme gibi behimi işleri yerine getiren Mangurtların nasıl yetiştirildiği gerçekten çok acıklı ve hazindir. Onlar uzak ile yakını; faydaile zararı ayırt edemeyen, öz anasını bile düşman sananlardır. Bu yüzden halk bu tip insanlara hafızasında hiçbir şey saklamayan Miğula(akılsız) adını vermiştir. Fakat, Közkamanların akıl ve sağlıkları yerindedir. Onların çoğu Üniversite okumuş, yüksek seviyeli kişilerdir. Bazıları da, başka milletlerin tarihini ve felsefesini ezbere bilenlerdir ki, ağızlardan adalet, insan hakları, uygarlık, dostluk, birlik-beraberlik ve barış gibi sözler hiç eksik olmaz. Zahirden çok güçlü hatip, derin bilgilere sahip ve dünya tarihini avuçlarının içi gibi bilen kişiler gibi görünürler. Fakat, bunların iyileşmez, uzun müddet tedavi gerektiren, tehlikeli hastalıkları; kendi öz milletinin tarihini, medeniyetini tanımak ve bilmek istememeleri, sözde milliyetperver görünerek, ülkenin bütünlüğünü bozmak isteyenlerle anlaşıp, millet menfaatini satmalarıdır. Bir de en kötüsü halkın kutsal saydığı bağımsızlık ve özgürlüğün yıkılmasını isteyenlerle oturup kalkmaları, onlara güç vermeleri ve milli namusu ayaklar a1tına almalarıdır. Mangurtlar aklını kaybetmiş miskinler; Közkamanlar ise ülkemize ve halkımıza bilinçli olarak karşı çıkan iç düşmanlarımızdır. Destandaki Közkamanlar ile onların şimdiki temsilcileri arasında bir ortak husus, bu tiplerin dışı hoş, içi kof ve kendilerinin fıtrat ye çıkarlarına uygun başka bir ülkenin bendeleri olmalarıdır. Destandaki Közkamanlar;
"Parlayan kılıçlarla
Fırlayan oklarıyla
Sarhoş olan Manas’ın
Yaklaştılar yanına
Tutsak edelim diye
Ellerini bağlayıp.
Kurban edelim diye
Esen Hanın önüne
Müjde, getirdik diye
Altın tacı giymeye... "
canlarını feda ediyorlardı. Dikkat çeken bir yer de; Közkamanlar kötülük yapacakları adamın şuurunu kaybetmesi için ona yalandan dost görünerek, içki içiriyorlar. Asırlar geçip, zaman değişse de bir milleti yıkmak veyahut kargaşa ve anarşi çıkartmak isteyen dış güçlerde, halkı insani vasıflarından ayıran ve yoldan çıkaran içkinin getirdiği kötü sonuçlar da, günümüzde eskisi gibi görünmektedir. Ayrıca, günümüz Közkamanları kendilerini milletinin bekası ve menfaati için çalışıyor ve bu yolda fedakarane yürüyormuş gibi gösteriyorlar, ama gerçekten başlarına ufak bir zorluk gelse hemen başka yere kaçarlar. Sözleri ve fiilleri birbirinden o kadar uzaktırki, toplum o büyüleyici sözlerin hangisinin doğru, hangisinin yalan olduğunu bile ayırt edemez. Manas destanının Közkamanlar bölümü, yaşadığımız zaman diliminde görülen bazı çirkin hadiselerin perde arkasının daha iyi anlaşılmasına çok yardımcı olmuştur. Bugünkü Közkamanlar da kendi halkından çıkan feraset ye basiret sahibi insanların kıymetini bilmiyor, kendilerine fayda getiren şeyler için atalarımızın miraslarını da hiçe sayıyorlar. Onların dini imanı paradır. Bunun için dilini de dinini de satar, kendisini bin bir zahmetle büyüten anne ve babasına da vefasızlık eder ve kötü insanların iğrenç emellerine alet olurlar. Bu devirde Közkamanların sayısı az veya çok, bunun sayımını yapmak gerekmez. Bilinmesi gereken, böyle bir dermansız illetin toplumun sırtına kene gibi yapıştığı gerçeğidir. Kazak halkının bağımsızlığını çekemeyenler içte de, dışta da az değildir. Başkalarını kendisine kul yapmaya alışan emperyalist düşüncenin yakın zamanda kaybolmayacağı da aşikardır. Fakat bilinen düşmana göre, kendi içimizden çıkan, adı kardeş iki yüzlülerin zararının daha büyük olduğunu halkımız halen anlamış sayılmaz. Halkımız saadetimizi bozmaya çalışanları ve kendilerini medeniyet fedaileri zanneden bu sefil ruhlu insanların günümüz Közkamanları olduğunu anlasaydı, onlardan korunmanın yollarını arar ve bulurdu.
_________________________________________
Not: Bu makale, Kazakistan’lı düşünür Rahmankul Berdibay’ın “Baykal’dan Balkan’a” adlı eserinden(sf:62-69)aktarılmıştır.Kitabı sizlere de tavsiye ediyorum. (Arslan Küçükyıldız)
Eserin Kimliği; Berdibay, Rahmankul. Baykal’dan Balkan’a, Ankara, Bilig Yayınları, 1997, 330 sf.

Not: Bu yazı 1997 yılında yayınlanmıştı. Bugün de aynı şekilde Közkamanların var olduğunu görüyoruz. O tarihten beri Közkamanlık hakkında yazılar yazıldı. Aşağıdaki adreslerden bu yazılara ulaşabilirsiniz:

Közkamanlar hk. kitap tanıtma yazılarım:
http://groups.yahoo.com/group/turkbuyukleri/message/585
http://arslanevi.blogspot.com/2009/06/seyh-ucmaz-murit-ucurur-cengiz-aytmatov.html
http://anayasa.wordpress.com/tore-yikicilar/

Özcan Yeniçerinin yazısı:
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=2081
Hasan Pulur'un yazısı:
http://www.milliyet.com.tr/-kozkamanlar-/hasan-pulur/yasam/yazardetay/15.02.2010/1199076/default.htm
İlk yazının kopyala yapıştırları:
http://www.ulkuocagi.net/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&p=58002
Diğer yazılar:
http://ebrar.wordpress.com/2006/12/23/mankutlasma-ve-benzeri-bir-yabancilasma-ve-ihanet-oykusu/
http://www.milliyetciforum.com/kozkamanizm-30066.html
http://sivasbizim.blogcu.com/ulkucunun-ruh-halinin-tarihi-derinligine-dair-mutevazi-bir-katk/1854167
http://www.bozkurtmhp.com/forum/showthread.php?p=15211
http://gurkanalkan.blogspot.com/2010_10_01_archive.html
http://www.ortadogugazetesi.net/makale.php?id=6320
http://www.ordukentgazetesi.com/news_detail.php?id=14278&uniq_id=1282026253 http://www.ctrlpda.com/showthread.php?tid=1167
http://www.ikaynak.com/forum/36-teknolojik-konular/20618-turkler-facebooku-neden-cok-seviyor.html?langid=1
Manas Destanında durum:
Yüzbinlerce mısradan oluşan Manas Destanı, temel olarak şu konulardan oluşmaktadır:
a) Manas'ın dünyaya gelişi, b) Kırgızların Ala Too'ya göç edişi, c) Almambet'in gelişi, d) Manas'ın evlenişi, e) Közkamanlar olayı, f) Kökötöy'ün yas töreni, g) Altı hanın kangası, h) Büyük harp. http://www.izafet.com/osmanli-tarihi/36006-manas-destani-3.html
http://www.akbilge.com/forum/f70/manas-destani-2356/index4.html
http://www.yenidenergenekon.com/109-manasin-dugunu-ve-zehirlenmesi/

10 Ocak 2011 Pazartesi

SATRANCIN ATASI MANGALA

SATRANÇ’IN ATASI OLAN TÜRK ZEKÂ OYUNU; MANGALA

Arslan KÜÇÜKYILDIZ[1]

Özet:

Mankala, Türk dünyasında Dokuz Kumalak, Dokuz Korgol gibi farklı adlarla bilinen ve zevkle oynanan bir Türk zekâ oyununun, dünyadaki genel adıdır. Türkiye'de Mangala adıyla gündeme getirilen oyun, farklı bölgelerde yüze yakın isimle, kısmî değişikliklerle oynanmaktadır. Oyun üzerinde durmamızın sebebi, oyunun Türk Zekâ Oyunları içinde özgün bir yeri olmasıdır. Oyunla ilgili yeterince derleme ve inceleme yapılmamıştır. Türkiye'de oyunun oynandığı yerlere ve oynamasını bilen kişilere ulaşma çabamız, bizi çok zeki insanlara ve özgün Türk kültürünün başka zenginliklerine götürmüştür. Eldeki veriler ve oyunu çocukluğunda oynamış yüzden fazla kişiyle yaptığımız görüşmelerde tespit ettiğimiz bilgilere göre oyunun gelişmesindeki ana hatlar ortaya çıkmıştır. Mangala’nın diğer zekâ oyunlarımızla ilişkilerine dair bilgiler bulunmuştur. Oyunun ülkemizdeki en ilkel hali ile günümüzde piyasaya sürülmüş hali arasındaki geçişler dikkat çekici ve yeni araştırmalara kapı aralayıcı özelliktedir.


SATRANÇ’IN ATASI OLAN TÜRK ZEKÂ OYUNU; MANGALA

Yöntem

Mangala, esas itibariyle çobanların yere karşılıklı belli sayıda kazdıkları kuyulara, belli sayıdaki taşları sırayla bırakarak oynadıkları bir oyundur. Kuyu ve taş sayısı, ülke ve yörelere göre değişebilmektedir. Oyunun Türk dünyasında ve Türkiye’de, yörelere göre değişebilen yüzden fazla adını, ondan fazla farklı taş ve kuyu sayıları ile ve değişen kurallarla oynandığını tespit ettik.[2] Bu çalışmamızda, dünyanın çok iyi bildiği, Türkiye’de ise unutulmakta olan bir Türk Zekâ Oyunu, çeşitli yönleriyle ele alınacaktır.

Oyun Satranca benzeyen, her yaş ve seviyeden insanın zevkle oynadığı bir zekâ oyunudur. Dünyanın birçok ülkesinde, yüze yakın adla, değişik şekillerde, Türkiye ve Türk Dünyasında ise yüzden fazla farklı adla, onlarca değişik çeşidi oynanmaktadır. Birbirine küçük farklarla benzeyen bu oyunların oluşturduğu oyun ailesine genel ad olarak Dünyada Mankala, Türkiye’de ise Mangala denilmektedir. Mangala, özel olarak dünyada Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde, ülkemizdeyse Gaziantep, Urfa, Hatay, Mardin, Diyarbakır gibi illerimizde oynanan oyunun adıdır. Bu illerimizde Mangala adıyla diğerlerinden biraz fazla kurallaşmış haliyle oynanması (7 kuyu x 7 taş) ve genç girişimcilerin, Osmanlı döneminde İstanbul’da oynanan bu aileden bir oyunu (6 kuyu x 4 taş), 2009 yılında ciddi bir kamuoyu çalışması yaparak, Mangala adıyla piyasaya sürmeleri, bu adın yerleşmesine sebep olmuştur. Böylece resmî bir müdahale olmaksızın oyunun tekleştirilmesi de gündeme gelmiştir. (Sovyetler Birliği döneminde, Türklerin oynadığı bu oyunun, değişik kuyu adedi, taş sayısı ve kuralları tektipleştirilmiş-formalaştırılmış-, farklı oynanış şekilleri de unutulmaya bırakılmıştır. Buna rağmen, Türkistan’da halen oyunun farklı oynanış biçimleri de yaşamaktadır.) Dolayısıyla biz de makalemizde Türkiye’de ve Türk Dünyasında bu oyunların oluşturduğu geniş aileye Mangala diyeceğiz. Osmanlı döneminde oynanan Minkale adlı oyundan yola çıkılıp, kuralları belirlenmiş, tahtası şekillendirilmiş olarak Mangala adıyla satışa sunulan oyunu Mangala(Osmanlı) adıyla zikredeceğiz. Türkiye’de halen yaygın olarak kullanılan diğer adları (Eme, Emen, Foduk, Han, Hane, Kale, Melle, Mene, Mere, Yalak vb.) tür adı olarak kullanmaktan kaçınmamızın sebebi, mevcut tanıtımı desteklemektir. Ancak, oyunun farklı biçimlerinin var olmaya devam etmesini de büyük bir zenginlik olarak görüyoruz. Üstelik bu farklılıklar, Bir Türk oyunu olan Mangala’nın, Satrançla akrabalık ilişkilerine dair ipuçları verdiği için, çok önemlidir.
[1] TRT-Yapımcı/Yönetmen
[2] Oyuna ilgimizin hikâyesi için ayrıca bkz: http://mangala.blogcu.com/
.......................................................

(YAZININ DEVAMI İÇİN AŞAĞIDAKİ BAĞLANTIYI TIKLAYINIZ)

http://xa.yimg.com/kq/groups/4995649/989872590/name/satrancinatasimangala.doc

3 Ocak 2011 Pazartesi

SATRANÇ’IN ATASI OLAN TÜRK ZEKÂ OYUNU; MANGALA

SATRANÇ’IN ATASI OLAN TÜRK ZEKÂ OYUNU; MANGALA

Arslan KÜÇÜKYILDIZ[1]

Özet:

Mankala, Türk dünyasında Dokuz Kumalak, Dokuz Korgol gibi farklı adlarla bilinen ve zevkle oynanan bir Türk zekâ oyununun, dünyadaki genel adıdır. Türkiye'de Mangala adıyla gündeme getirilen oyun, farklı bölgelerde yüze yakın isimle, kısmî değişikliklerle oynanmaktadır. Oyun üzerinde durmamızın sebebi, oyunun Türk Zekâ Oyunları içinde özgün bir yeri olmasıdır. Oyunla ilgili yeterince derleme ve inceleme yapılmamıştır. Türkiye'de oyunun oynandığı yerlere ve oynamasını bilen kişilere ulaşma çabamız, bizi çok zeki insanlara ve özgün Türk kültürünün başka zenginliklerine götürmüştür. Eldeki veriler ve oyunu çocukluğunda oynamış yüzden fazla kişiyle yaptığımız görüşmelerde tespit ettiğimiz bilgilere göre oyunun gelişmesindeki ana hatlar ortaya çıkmıştır. Mangala’nın diğer zekâ oyunlarımızla ilişkilerine dair bilgiler bulunmuştur. Oyunun ülkemizdeki en ilkel hali ile günümüzde piyasaya sürülmüş hali arasındaki geçişler dikkat çekici ve yeni araştırmalara kapı aralayıcı özelliktedir.


SATRANÇ’IN ATASI OLAN TÜRK ZEKÂ OYUNU; MANGALA

Yöntem

Mangala, esas itibariyle çobanların yere karşılıklı belli sayıda kazdıkları kuyulara, belli sayıdaki taşları sırayla bırakarak oynadıkları bir oyundur. Kuyu ve taş sayısı, ülke ve yörelere göre değişebilmektedir. Oyunun Türk dünyasında ve Türkiye’de, yörelere göre değişebilen yüzden fazla adını, ondan fazla farklı taş ve kuyu sayıları ile ve değişen kurallarla oynandığını tespit ettik.[2] Bu çalışmamızda, dünyanın çok iyi bildiği, Türkiye’de ise unutulmakta olan bir Türk Zekâ Oyunu, çeşitli yönleriyle ele alınacaktır.

Oyun Satranca benzeyen, her yaş ve seviyeden insanın zevkle oynadığı bir zekâ oyunudur. Dünyanın birçok ülkesinde, yüze yakın adla, değişik şekillerde, Türkiye ve Türk Dünyasında ise yüzden fazla farklı adla, onlarca değişik çeşidi oynanmaktadır. Birbirine küçük farklarla benzeyen bu oyunların oluşturduğu oyun ailesine genel ad olarak Dünyada Mankala, Türkiye’de ise Mangala denilmektedir. Mangala, özel olarak dünyada Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde, ülkemizdeyse Gaziantep, Urfa, Hatay, Mardin, Diyarbakır gibi illerimizde oynanan oyunun adıdır. Bu illerimizde Mangala adıyla diğerlerinden biraz fazla kurallaşmış haliyle oynanması (7 kuyu x 7 taş) ve genç girişimcilerin, Osmanlı döneminde İstanbul’da oynanan bu aileden bir oyunu (6 kuyu x 4 taş), 2009 yılında ciddi bir kamuoyu çalışması yaparak, Mangala adıyla piyasaya sürmeleri, bu adın yerleşmesine sebep olmuştur. Böylece resmî bir müdahale olmaksızın oyunun tekleştirilmesi de gündeme gelmiştir. (Sovyetler Birliği döneminde, Türklerin oynadığı bu oyunun, değişik kuyu adedi, taş sayısı ve kuralları tektipleştirilmiş-formalaştırılmış-, farklı oynanış şekilleri de unutulmaya bırakılmıştır. Buna rağmen, Türkistan’da halen oyunun farklı oynanış biçimleri de yaşamaktadır.) Dolayısıyla biz de makalemizde Türkiye’de ve Türk Dünyasında bu oyunların oluşturduğu geniş aileye Mangala diyeceğiz. Osmanlı döneminde oynanan Minkale adlı oyundan yola çıkılıp, kuralları belirlenmiş, tahtası şekillendirilmiş olarak Mangala adıyla satışa sunulan oyunu Mangala(Osmanlı) adıyla zikredeceğiz. Türkiye’de halen yaygın olarak kullanılan diğer adları (Eme, Emen, Foduk, Han, Hane, Kale, Melle, Mene, Mere, Yalak vb.) tür adı olarak kullanmaktan kaçınmamızın sebebi, mevcut tanıtımı desteklemektir. Ancak, oyunun farklı biçimlerinin var olmaya devam etmesini de büyük bir zenginlik olarak görüyoruz. Üstelik bu farklılıklar, Bir Türk oyunu olan Mangala’nın, Satrançla akrabalık ilişkilerine dair ipuçları verdiği için, çok önemlidir.

Prof. Dr. Abdülvahap Kara, Milletlerin bir zekâ oyununa sahip olmalarının, milli bir alfabelerinin olması kadar önemli olduğunu belirtmektedir. Tespitlerine göre Mangala Türkler tarafından 4000 yıldır oynanmaktadır.[3] Dünyadaki en eski (M.Ö. 3000-2000 yılları) Mangala tahtası kaya üzerine oyulmuş olarak Kazakistan’da, Almatı şehri yakınlarında Dastarbası Mağarasında bulunmuştur.[4] (Resim 1) Habeşistan’da bulunan ve Mangala oyununa benzeyen oyunun bulunduğu taş ise (Resim 2) M.Ö. 7-6. yüzyıla dayandırılan bu taşın en eski Mankala Taşı olduğu kabul edilmekteydi.[5] Dastarbası buluntusu, bu tarihi daha eski bir döneme taşımıştır.

Resim 1: Kazakistan’da Almatı yakınlarında bulunan Dastarbası Mağarasındaki Tunç Devrinden (M.Ö. 3000-1200) kalma Mangala (Dokuz Kumalak/Kazakistan) kayası (Prof. Dr. Abdülvahap Kara arşivinden)


Resim 2: Habeşistan’da bulunan Mankala taşı

Dünyada Mankala ile ilgili yüzlerce kitap, makale ve site bulunduğu halde Türkiye’de Mangala ile ilgili bir iki makale ve sitenin dışında ciddi bir yayın yapılmamıştır. Mangala oyununa ilk dikkat çeken bilim adamı Prof. Dr. Metin And olmuştur.[6] Prof. Dr. Abdülvahap Kara’nın yukarda zikredilen makalesi ise yeni bir ufuk açmıştır. Makalemizde önce Halkbilimin konusu olmakla birlikte Tarih, Antropoloji, Arkeoloji bilimlerini de yakından ilgilendirdiği için, Mangala’nın Halkbilimi konuları içindeki yerinin belirlenmesi için, gerekli gördüğümüz bir tasnif denemesinde bulunacağız. Mangala(Osmanlı) oyununun özelliklerini incelendikten sonra, Mangala oyunlarının tarihçesi ve önemi üzerinde durulacak, dünyadaki Mankala oyunları hakkında bilgi verilecektir. Türk Çocuk Oyunlarından taş oyunlarının ve Mangala’nın kendi içindeki dönüşümü incelenecektir. Mangala oyunlarının genel olarak özellikleri ve gelişimi üzerinde durulduktan sonra Mangala’nın diğer Türk Zekâ oyunları ve Satrançla münasebetleri ele alınacaktır.

Mangala’nın Halkbilimi Konuları İçindeki Yeri
Bilindiği gibi Halkbilimin içerdiği ana konuları özgün bir biçimde, yeterli ve eksiksiz, bütün Halkbilim uğraşanlarının üzerinde anlaşabileceği gibi düzenleyip, şemasını çıkarabilmek oldukça zordur. Çünkü sosyal bilimlerin özelliği gereği, birtakım konuları kesin çizgilerle ayırabilme ve diğer bilimlerle olan sınırlarını belirleme güçlüğü vardır. Kapsayıcı çalışmalar yapılmıştır.[7] Ancak Sedat Veyis Örnek’in yolundan giderek, Özkul Çobanoğlu’nun verdiği çerçeve[8] üzerinde, Mangala oyunu açısından, bir düzenleme yapılması da zorunlu olmuştur. Çünkü bu ve benzeri oyunları sadece çocukların oynamadığını gördük. Bu bakımdan sınıflama için bir öneride bulunmak istiyoruz:
XXII. Oyunlar, Oyun malzemeleri ve Oyuncaklar
1. Temsili Nitelikteki Oyunlar
2. Beceriyi ve Yeteneği Amaçlayan Oyunlar
2a. Zekâ Oyunları
2a1. Çocuk Oyunları
2a1a. Üç Taş
2a2. Köprü Niteliğindeki (Hem Yetişkinlerin, hem de çocukların oynadığı) Oyunlar
2a2a. Dokuztaş(Dokurcun), 12 Taş…
2a2b. Kurt-Koyun
2a2c. Kös(Kos veya Akdört)
2a2d. Tavla
2a2e. Dama
2a2f. Domino
2a2g. Mangala
2a2h. Satıra, Küştü, Kuşta (Satranç)
2a3. Yetişkin oyunları (Yaren, Sıra vb. toplantılarda, toylarda oynanan oyunlar)
2b. Yetenek Oyunları
3. Oyun Malzemeleri, Oyuncak Türleri ve Nitelikleri

Mangala’nın, Halkbilimin, teklif ettiğimiz, Oyunlar, Oyun Malzemeleri ve Oyuncaklar konusu içinde, Beceriyi ve Yeteneği Amaçlayan Oyunlar maddesinin bir alt başlığı olarak Zekâ Oyunları ve onun da alt başlığı olan Köprü Niteliğindeki (Hem çocukların, hem de büyüklerin oynadığı) Oyunlar maddesinin bir alt başlığıyla incelenmesinin, araştırmacılara kolaylık sağlayacağını düşünüyoruz.

Mangala(Osmanlı) Oyununun Özellikleri

Mangala, Türkiye’de 2009 yılında, Osmanlılarda oynanan Minkale adlı oyundan hareket edilerek, şık bir kutu ile piyasaya sürülmüş olan, satranca benzer bir zekâ oyununun adıdır.(Resim 3) Tanıtım kitapçığında kuralları ve tarihçesi anlatılmıştır. Oyun, altışardan on iki kuyudaki dörder taşla, toplam 48 taş ve iki oyuncu ile oynanır. Mangala tahtasında on iki çukura ilaveten iki hazine çukuru yer alır. Amaç kendi hazinesinde 25 taş toplamaktır. Belirlenen oyuncu, altı kuyusunun birindeki taşları eline alır, önce taşların birini, taşları aldığı kuyuya, sonra sırayla diğer kuyulara, sağa doğru, birer birer dağıtır. Sağında yer alan kendi hazinesinden geçerken bir taş bırakır. (Rakibin hazinesine taş bırakılmaz) Elinde taş bitene kadar dağıtmaya devam eder. Son taşı ile rakibin taşlarını çift yapmışsa o kuyudaki taşları alır. Rakibin dolu kuyusu karşısındaki boş kuyuya son taşını koymuşsa hem bu taşı, hem de rakibin kuyusundaki taşları alır. Elindeki taşlar bitince oyun rakibe geçer. Dağıtma sırasında son taşı kendi hanesine düşmüş ise yeniden dağıtma hakkı kazanır. Tek kalan taşını yanındaki kuyuya veya yanında ise hazinesine aktarabilir. Ayrıca iki taşın olduğu rakip kuyuya son taşını koyabilirse o kuyudaki taşları alır ve yerine renkli taşını, kalesini koyar; o kuyuya bundan sonra dağıtılan bütün taşlar onun olur. Kale kuralı denilen bu kural devreye girince, hazinelere taş bırakılmadan oyun sürer. Oyunculardan biri 25 taş topladığında oyun biter. Oyun beş set üzerinden oynanır.[9](Resim 4)


Resim 3: İstanbul’da 2010 yılında yapılan Mangala(Osmanlı) Turnuvası ve Mangala Tahtası

Oyunun bu hali Osmanlı’lardaki oynanışa göre düzenlenmiştir. (6 kuyu x 4 taş) Türkiye ve Türk Dünyasında yüzden fazla ad ve onlarca biçimde Mangala Oyunları oynanmaktadır. Bazılarının nasıl oynandığı sanal ortama da konmuştur.[10] Çok az bir kısmı daha önce tespit edilen bu oyunlarla ilgili bulgularımızı aktarmadan önce oyunun Türklerdeki geçmişine bakmak istiyoruz.

Resim 4: Mangala Tahtası üstten görünüş

Türk Zekâ Oyunu: Mangala

Araştırmalar, oyunun Tunç devrinden beri Türklerde mevcut olduğunu göstermektedir. (Resim 1, 5), Saka, Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı(Resim 6), Selçuklu, Osmanlı, Ihşıt, Tolunoğlu, Memlük kültür çevrelerinde oynandığı bilinmektedir. Mangala oyununun bir çeşidi olan Dokuz Korgol Oyunu, Manas Destanında geçmektedir.[11] Türklerde Mangala’nın oynanışı çok eski dönemlere gitmekle birlikte tektipleştirme ve kalıplaştırmaya -Sovyet döneminde Türkistan’da yapılan hariç- pek rastlanmıyor. Muhtar Avezov, Kalıbek Kuvanışbek gibi önemli aydınları bir araya toplayarak, Kazaklardaki Güney-Doğu çatışmalarının önüne geçmek amacıyla çok çeşitli oynanış şekilleri bulunan Kumalak Oyunu’nu, 1948 yılında Dokuz Kumalak olarak kalıplaştırmıştır. Bu bakımdan oyunun ilkel ve gelişmiş birçok çeşidi günümüze kadar gelebilmiştir. Halen çeşitli Türk devlet ve topluluklarında, Altay, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, İran, Tataristan, Kırım, Romanya, Bulgaristan, Irak, Suriye ve Mısır’da kurallaştırılmış veya müstakil yerel oyunlar olarak oynanmaktadır. Mangala, Türklerde, dört bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Göçebe Türk topluluklarında çobanların oynadıkları ve geliştirdikleri bir oyundur. Çobanlar için vakit geçirme oyunu olduğu kadar, aynı zamanda bir strateji oyunuydu. Çünkü göçebe Türk toplumunda çobanlar aynı zamanda birer askerdi. Mangala, Türklerin dünya görüşünü de yansıtmaktadır.[12]
Resim 5: Kazakistan’da bulunan bir başka Dokuz Kumalak Kayası
Resim 6: Karahanlı Dönemi -840-1041 yılları- Dokuz Korgol Taşı (Kırgızistan/ Balasagun Müzesi)

Osmanlıların, Türkistan’da Dokuz Kumalak veya Dokuz Korgol adıyla oynanan oyunu, Minkale veya Mangala adıyla oynadıkları bilinmektedir. Doğu oyunları üzerinde bir kitap yazmış olan Profesör Thomas Hyde, 1694 tarihli De Ludis Orientalibus adlı eserinin Türk oyunlarını tanıttığı bölümünde Mangala oyununa da yer vermiştir.[13] Dünyada kahvehane kültürünün temeli 1554 yılında İstanbul'da atılmış, Avrupa'da kahve kültürünün izleri 1650 yılından sonra görülmeye başlanmıştır. Günümüzde döneme ait, kahve kültürünü yansıtan, İstanbul'da resmedilen, iki görsel kaynak bulunmaktadır. İki kaynakta da bulunan oyunlardan biri Mangala’dır. XVI. Yüzyıl minyatürlerinde kahvehane ve evlerde Minkale oynayanlar tasvir edilmiştir. (Resim 7) [14] Türklerde Mangala oyunu o kadar yaygın bir oyundur ki evlerde, kahvelerde, askerî birliklerin bulunduğu kalelerde, cami avlularında, köylerin merkezi yerlerinde (Resim 9) kayalara oyulmuş olarak görülebilmektedir. Gaziantep Kalesinde yapılan kazılarda biri büyük 7'li, ikisi küçük 6'lı üç adet mangala oyununun oynandığı taş bloklar bulunmuştur. (Resim 8)[15]

18 yy. da İstanbul’da Minkale oynayan iki hanım. 1714 İstanbul Minkale oynayan hanımlar (Marquie de F erriol )




1582 yılında Nakkaş Osman ve ekibi tarafından çizilmiş Surname-i Hümayun adlı eserde, Şehzade Mehmet’in sünnet düğününde İstanbul’da Osmanlı esnaf alayının tasvir edildiği minyatür. (Aslı 367a numaralı kayıtla Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir.)




İstanbul 16.yy. Kahvehane minyatürü (Dublin Chester Beatty Kütüphanesinden alınmıştır.)
Resim 7: Osmanlı Minyatürlerinde Minkale oynayanlar (4 Adet )

Resim 8: Gaziantep Kalesinde bulunan Mangala Taşlarından biri
Resim 9: Arslan Küçükyıldız’ın köyü olan Kastamonu Budamış Köyü Kumara Mahallesi köy camisi önündeki Mangala kayası resimleri.
Mangala Oyununun Önemi

Türkler, çocuklarına doğumdan itibaren çok özel bir eğitim verir. Bu eğitimin ilk aşaması Ninni’lerdir. Çocuğa ninnilerle dünya, hayat, mücadele öğretilir.[16] Çocuk oyunları da fizik ve zekâ olarak çocukların eğitimini, geleceğe hazırlanmasını sağlar. Basitten karmaşığa doğru öğretilen zekâ oyunlarıyla Türk çocukları geleceğe hazırlanmaktadır. Şansa yer olmaması, oyuncuya oyunun hamlelerini, birkaç hamle sonrasını, rakip oyuncunun hamlelerine göre hamle yapmayı düşündürtmesi, matematik ve sayı sayma bilgisi gerektirmesi, şüphesiz ki Mangala oyunun Dama ve Satranç gibi gelişmiş bir zekâ oyunu olduğunu göstermektedir. Hayatın her anında Mangala oyununun farklı yönlerini yaşarız. Planlama, Strateji, Taktik gibi unsurları gerçekleştirmeye çalışırız. Mangala oyununun, özellikle çocuklarda, oyun tahtasına odaklanabilme, olayları gözünde canlandırabilme, gelecekte olabilecekleri düşünerek ileriyi görebilme, yapabileceği birçok hamle içinden en iyisini seçebilmeyi değerlendirme, hedefe ulaşmak için sabırlı ve temkinli davranma, planlama, rakibinin davranışlarını değerlendirebilme, tek başına zorluklarla mücadele ve karar verme açısından kişilik gelişimi, sosyal ortamlarda bulunması açısından da sosyal yönünün gelişmesi gibi konularda olumlu etkileri vardır. Kişisel değerleri güçlendirmesi, başkalarına saygılı olma, farklı bakış açılarını kabullenme gibi sosyal davranışların üzerinde de etkisi büyüktür. Kavrama yeteneğinin gelişmesi ile bilgiye ve mantığa dayalı çıkarımlarda, varsayımlarda bulunabilme, çok boyut ve derinlikte düşünebilme, mantık ve geleceği kurgulama ve karar verme gibi alanların gelişiminde önemli faydaları görülmüştür.

Teknik bilgi (Taşların ve hareketlerin öğretilmesi, dağıtışlar ve diğer kurallar) ve bu bilgilerin uygulanması kişinin pratik zekâsının geliştirmektedir. Mangala oyununu küçüklüğünde oynayanların ifadesine göre, oyunu başarıyla oynayan çocukların tamamı, istedikleri alanda, meslekte ilerleyebilmiş, hayatta başarılı olmuşlardır.[17] Mangala oynayan kişilerin son derece zeki kişiler olduğuna bizzat şahidiz.[18] Mangala, öğrencilerde kendiliğinden daha karmaşık düşünebilme becerisi sağlamaktadır. Yeni fikirlerden çok, kaliteli yaratıcılık şeklinde düşünme tarzı geliştirmektedir. Öğrenme, öğretme, rekabet etme, eğlenme, başkalarına ve kendimize zarar vermeden yapılabilen bir faaliyettir. 1997 yılında yapılan bir araştırmaya göre matematik, fen ve okuma alanlarında görülen başarıların arkasındaki gizli gücün satranç olduğu görülmüştü.[19] Mangala, işlevleri yönünden Satranca çok benzemektedir; Avrupa’da ilkokullara ders olarak konulması düşünülmüş, Matematik eğitiminde yardımcı olduğu görülmüştür.[20] Gerçekten dikkatin yoğunlaştırılması, iyi bir bellek ve sezgisel matematik yeteneği geliştirmesi bakımından çocuklar için iyi bir beyin alıştırmasıdır.
Oyun, özellikle çocuk bakımından onun çeşitli yetilerini ve becerilerini geliştirecek niteliktedir: Bir zekâ savaşıdır. Metin And’ın Townshend’dan aktardığı gibi, bir toplumda kişilerde en fazla beğenilen ve örnek alınan niteliklerden yedisi Mangala oyununda mevcuttur:
1. Kurnazlık: Oyunun stratejisini planlamak ve oyun kurallarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek.2. Uyanıklılık: Karşısındakinin kurnazlığına karşı savunma ve önlem.3. Önceden görme: Hazırladığı oyun manevrasına karşı hasmının tepkisini kestirebilme yeteneği.4. Esneklik: Beklenmedik durumlarda hemen tepki gösterebilme yeteneği.5. Direnme: Tüm şaşırtmalara karşın kendi planını sonuna dek sürdürebilme yeteneği.6. Sağgörü: Özellikle Mangala oyununda hasmından plan ve gücünü gizleyebilme yeteneği.7. Bellek: Hasmının sağgörüsüne karşın, onun durumunu ve gücünü ne denli saklarsa saklasın kestirebilme yeteneği.[21] Bu özellikleri bünyesinde barındıran ve sevilerek oynanan üç büyük zekâ oyunu bilinmektedir: Satranç, Dama, Mangala.[22] Bunlardan Mangala oyunu, Türk Zekâ Oyunları’ndaki bazı özellikler yakından incelendiğinde görüleceği üzere, diğer Türk Zekâ Oyunları’yla[23] birlikte Satranç oyununun öncülü ve atasıdır. Bu bakımdan üzerinde durulmaya değer bir oyunumuzdur.
Dünyada Mankala Oyunları
Mantık ve oynayış biçimi bakımından Mangala’ya benzeyen oyunların Afrika, Ortadoğu ve hatta bazı Uzakdoğu halklarında da olduğunu görüyoruz. Bu oyunlar bölgelere göre bazı küçük farklılıklara arz etmekte ve isimler almaktadır. Afrika’da Wari, Warri, Ware, Walle, Awari, Aware, Awaoley, Awele, Abalala'e, Ayoayo, Oware, Owari, Wouri, Bantuni, Bao, Soro, Gabata, Mulabalaba, Ayo, Bechi, Deka, Gamacha, Giuthi, Njombwa, Nsumbi, Qelat, Çoban Oyunu, Toee, Kubuguza, Mancala, Mangola, Mungala, Mangal, Kaleh, Sadaka vb. adlarla oynanan oyun, Türkiye, Suriye, Irak, İran, Ürdün, Suudi Arabistan, Hindistan, Maldiv Adaları, Bangladeş, Seylan, Zaire, Malezya, Tayland, Vietnam, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Tataristan, Dağlık Altay, Türkmenistan, Özbekistan, Çin, Endonezya, Filipinler, Habeşistan, Somali, Kenya, Mısır, Moritanya, Senagal, Zambia, Sierra Leone, Liberya, Mali, Guyana, Antiller, Haiti, Zengibar, Sudan, Tanzanya, Uganda, Ruanda, Burundi, Malawi, Rodezya, Güney Afrika, Brezilya, Nijerya, Niger, Togo, Fildişi Sahili, Yukarı Volta, Kamerun, Gabon, Madagaskar, Gine, Ghana, Dahomey gibi ülkelerde[24] farklı adlarla, oynanış biçimleri, kuyu ve taş sayılarıyla görülmüştür. Oyun XIX. yy. sömürgecilik faaliyetleri ile taşınan köleler aracılığıyla Karayipler ve Güney Amerika’nın doğu kıyısına da yayılmıştır. Hindistan, Sri Lanka, Endonezya, Malezya ve Filipinler'de de birçok çeşitleri vardır. (Bkz. Ek: 1) En tanınmışları Nijerya’dan Ayo ve batı Afrika ile Karayipler’de oynanan Wari’dir. Mankala, Batılılarca Conga (Almanya) Cups (ABD-New York) The Glass Bead Game, Oh-Wah-Ree (Oware’nin varyantı), 55 Stones, Kauri adlarıyla piyasaya sürülmüştür.[25] Ayrıca oyun sanal oyun olarak geliştirilmiş, çeşitli türleri sanal ortama konmuştur. Cep telefonlarında bile oynanabilmektedir.
Mankala oyunlarının bazıları diğerlerinden farklıdır; Mankala’nın 2 sıralısı Ekvatorun kuzeyinde, 4 sıralısı güneyinde yaygın olmak üzere pek çok çeşidi vardır. Mankala çeşitlerini birbirlerinden ayıran en büyük fark sıra sayısıdır. 2, 3 ve 4 sıralı olmak üzere üçe ayrılılar. Gana’dan 2 sıralı Oware dünyada yaygın bir Mankala türüdür. İkinci büyük fark oyunun tek turlu, çok turlu ya da Hint usulü oynanmasıdır. Tek turlularda, çukurlardan birindeki taşlar alınır ve sıradaki çukurlara bırakılır. Çok turlularda, son bırakılan taş dolu bir çukura bırakılırsa oyuncu bu çukurdaki taşları alarak tekrar oynar ve son taşını boş bir çukura bırakana kadar oynamaya devam eder. Hint usulünün çok turludan tek farkı son bırakılan çukur değil de takip eden çukurdan oyuna devam edilmesidir ve sıranın karşıdakine geçmesi için son taşın bırakıldığı çukurdan sonraki çukurun boş olması gerekir.[26]
Oyunun kökeni üzerine birçok görüş ileri sürülmektedir. Konuyla ilgili ilk kaynaklar, oyunu Arap oyunu olarak nitelendirirken, sonraki dönemde yazılan kitap ve makalelerde oyunun kökeni Afrika, Habeşistan vb. olarak çeşitlendirilmiştir. Habeşistan kökeni savı, orada bulunan bir kaya ile ilgilidir. Daha eski tarihli Dastarbası buluntusu Asya’yı işaret etmektedir. Kanaatimiz, oyunun Asya kökenli olduğudur. Prof. Dr. Metin And da bu kanaattedir. Oyun, satrancın izlediği yolu izleyerek, önce Hint, Fars ve Araplara, oradan da Avrupa’ya geçmiştir. Hindistan'da yapılan 10. Uluslararası Antropoloji Kongresinde Oyun Antropolojisi kurulunda Mangala üzerine bir bildiri okuyan antropolog Philip Townshend, Metin And’dan Türkiye'de oyunun yaşadığını, hele bir türünün Afrika'dakilere benzediğini öğrenince oyunun Asya kökenli olabileceğini ifade etmiştir.[27] Bu konudaki araştırmalara Türk Antropolog ve Halkbilimcilerinin de katılmasının, araştırmaların sağlığı açısından, önem taşıdığını düşünüyoruz.

Bir oyun, aynı zaman diliminde dünyanın başka yerlerinde ortaya çıkıp, aynı anda oynanamaz mı? Oynanabilir. Ortaya çıkışları birbirinden habersiz de olabilir. Ama isimleri ve kuralları birbirine bu kadar yakın olamaz. Batılıların, oyunun kökenini Afrika’ya, Habeşistan’a, Araplara mal ederek Garp kurnazlığı yaptığını, söylersek abartmış olmayız. Mancala, Mangala, Mankala, Kaleh, Kale gibi adlarla dünyada tanınan bu oyunun adının Türkçe bir kelime olan “Kale”den türediğini düşünüyoruz. Osmanlılarda oyunun adı Minkale idi. Türkistan'a, Türkiye'ye bilim adamı, gezgin ve benzeri kılıklarla gelen şarkiyatçılar, Türk çocuk oyunlarını, bu arada Minkale’yi de görmüş ve Batı’ya tanıtmışlardır. Prof. Thomas Hyde, 1694 tarihinde yazdığı, yukarıda zikrettiğimiz eserinin Türk oyunlarını tanıttığı bölümünde Mangala’ya da yer vermiştir. Mangala’yla ilgili zengin kültür, oyunun bir Türk oyunu olduğunu göstermektedir. Çünkü başka milletler daha az taşla ve çukurla, daha sade kurallarla bu oyunu oynarken, biz dokuzar, onar çukur ve taşla oynayabilmişiz. Onlarca değişik kuralla oynayabiliyoruz. Yani oyunun en zengin hali Türklerdedir. Tarihte bir zenginliğin en yüksek noktasını, zirvesini kim başarmışsa, o zenginlik onun adıyla anılmaya layıktır. Benzer oyunların başka coğrafyalarda da daha sonraki tarihlerde oynanmış ve oynanıyor olmasının, bu oyunu bir Türk Zekâ Oyunu olarak değerlendirmemize engel teşkil etmeyeceğini düşünüyoruz.
Türk Mangala Oyunlarının Özellikleri
Tespitlerimize göre, Türk Mangalası’nın dünyadaki Mankala oyunlarından başlıca farkı, oyunda özel taşların, renkli taş veya kemiklerin kullanılması, bazı oyunlarda sıradan bir taşın özel bir taş konumuna geçmesi, kuyu kapamaları, oyuncu, taş ve kuyu sayılarının değişmesi, dağıtılırken her yönün kullanılabilmesi, oyun sırasında oyunun yönünün değiştirilebilmesi, taş dağıtmaya, taşların alındığı kuyudan sonraki kuyudan başlanabildiği gibi, taşların alındığı kuyudan da başlanabilmesidir. Diğer Mankala türlerinde taşlar genelde “tohum” adını almakta, taşları hareket ettirme ise “tohum saçma” olarak ifade edilmektedir. Bu da o kültürlerin ziraatçı bir toplum olduklarını göstermektedir. Oysa Türk Mangalası’nda taşlar “asker” olarak görülmektedir; bu da oyunun bir çiftçilik oyunu değil, savaş oyunu olduğunu ortaya koymaktadır. Türk Mangalası’nın bir diğer farkı ise alınan taşların bir tanesinin kendi otağına, yani çukuruna bırakılmasıdır. Diğer Mankala oyunlarında kendi çukuruna taş bırakma olayı yoktur. Mangala'da kendi çukuruna bir taş bırakma kuralı, Türk sosyal hayatındaki baba ocağına sahip çıkma geleneğinin bir tezahürüdür. Taş kazanmak için rakibin taşlarını çift yapma kuralı ise Türk inanç ve devlet sistemi tarihindeki ikili anlayışı sembolize etmekte ve Türklerin geleneksel dünya görüşüne uygun düşmektedir. Eski Türklerin göğü baba, yeri ana olarak kabul etmesini; Türk devlet sistemindeki töles-sol ve tardus-sağ ile idare yapıdaki yabgu ve şad sistemi gibi çiftleri bu duruma örnek gösterebiliriz.[28]

Dünyadaki Mankala oyunlarının çeşitli oynanış biçimlerinin büyük bir kısmı[29] Türkiye’de oynanmaktadır. Yine Türk Dünyasında oynanan Mangala Oyunlarının da tamamına yakınının Türkiye’de oynandığı söylenebilir. Türkistan’da oynanan Mangala Oyunları ile Türkiye’de oynanan Mangala Oyunları birbirine çok benzer. Mesela, Moğolistan’da oynanan Esen Korgol Oyunu 6 kuyu ile ve boş kuyu karşısındaki taşları alma esasına göre oynanır. Türkiye’deki oyunlar da genellikle 6 kuyu ile ve aynı esasta oynanmaktadır. Türk Mangala Oyunları her bakımdan çok zengin çeşittedir. Bir kural zinciri etrafında sınırlandırma, tektipleştirme -Sovyet dönemi hariç- yoktur. Çok değişkenli Mangala Oyunlarımız her yaş ve seviyeye hitap edebilmekte, zaman, zemin, seviye, oyuncu sayısı gibi konularda değişiklik yapmaya imkân sağlamaktadır. Kabına sığmayan bir millette de bu durum doğaldır. İncelediğimiz kaynaklarda tespit edebildiğimiz oyunlarla, bulabildiğimiz yüzden fazla Mangala oyunlarının özelliklerine baktığımızda ulaştığımız sonuç budur. Türk Mangala Oyunlarının genel özellikleri şunlardır;

1. Oyunlar, her yaş ve zekâ seviyesine göre, basitten karmaşığa doğru derecelendirilebilmektedir. Hatta karmaşıklık seviyesi yeterli gelmiyorsa, oyuncular kendi aralarında bu seviyeyi, oyuna değişik özellikler ekleyerek yükseltebilmektedir. Oyunu derlediğimiz kişilerden Fatma Dursun, oyunu annesiyle oynadığını, oyunu daha karışık ve zevkli hale getirmek için, taş dağıtma sırasında bir kuyu atlayarak veya bir rakibin kuyusuna, bir kendi kuyusuna çapraz olarak dağıttıklarını hatırlamıştır. Bu durum oyunların nasıl geliştiğini göstermesi açısından önemlidir. Bazı bölgelerde bir oyunun kendi içinde de türleri vardır. Meselâ Kazakistan’da Dokuz Kumalak’ın Bestemse ve Kozdatu(Kuzlatma) adlı çeşitleri vardır. Türkiye’deki Guycuk Taşı veya Kuyucuk Taşı oyununda da Dengine Yatmaç, Kuzlatmaç, Dolu Besleme gibi çeşitleri vardır. Yine Çakıldak, Bızıt, Kuyu, Mangala(Gaziantep) gibi oyunlar da kendi içinde çeşitlenmektedir.[30] Mangala oyununun –çelik saydırmada gelen sayılara göre- tersinden de oynandığı görülmektedir(Gömdüm). Bu da Türk Mangalası’nın zenginliğine bir işarettir.

2. Oyuna başlarken “Sen Başla” denilebildiği gibi, aşık atarak (Pıç) sayışmaca (Altı Eme), yaş-kuru yapılarak, kısa-uzun çöp çekilerek, çizilen çizgiye taş atarak (Çukur Eksiltme) avuçta saklanan taşı bilmeyle vb. oyuna başlayacak kişi tayin edilebilir. (Mangala/Gaziantep) Oyuna başlamada, başka bir Türk Çocuk(veya yetişkin) Oyunu oynanarak, o oyunu kazananın oyuna başlaması da sıkça görülmektedir. Beştaş veya Kibrit Atma veya Bey Paşa oyunu (Ev Göçmeni), Kös (Emen), Çelik Saydırma (Çukur Eksiltme), Kürre Atma (Mereköçdü) oyunları, başlama oyunu olarak görülmüştür. Çukur Eksiltme oyununda oyun çelik saydırmadaki sayıya göre sürmektedir. Bazı Mangala çeşitlerinde “Gailem Kaçtan?” diye sorulur ve alınan cevaba göre, meselâ “Sağ baştan on beşten” denilerek, söylenen kuyudan başlanır(Geviş, Karar Kaçtan). Türk Mangalası’nı dünyadaki emsallerinden ayıran hususlardan biri de budur. Bazı Mangala oyunlarımızda, oyuna başlarken, taş dağıtılırken, dörtlükler (Cutke Pıriç), tekerlemeler (Kuy Taşı Oyunu, Sülük), sayışmacalar (Mereköçdü) söylenebilmektedir. Genellikle ilk oyuna birinci oyuncu başlamışsa ikinci oyuna diğeri başlar.

3. Türk Mangala Oyunlarında, kuyu sayıları, bölgelere göre, bazen aynı bölge içinde dahi değişebilmektedir. Hatta oyunu karmaşık hale getirebilmek için kuyu sayısı 3, 4, 5’den başlayıp (Han) 25-30’a kadar çıkarılabilmektedir (Çukur Eksiltme). Bazı bölgelerimizde kuyu sayıları, oyuncu sayısına bağlı olarak artabilmektedir (Pıç, Kuyu, Emen, Göçün…). Bazı oyunlarımızdan örneklendirdiğimiz kuyu sayıları şöyledir:

1x4 Kuyu (Huyne Gütmece Oyunu)
1x6 Kuyu (Çal)
3x2 Kuyu (Fotuk…)
4x2 Kuyu (Sülük, Sekiz Yalaklı Taş…)
5x2 Kuyu (Hane, Bestemse…)
6x2 Kuyu (Kuytak, Esen Korgol…)
7x2 Kuyu (Mangala, Kozdatu…)
9x2 Kuyu (Göçtüm Göç, Çukurcuk, Dokuz Korgol, Dokuz Kumalak)

4. Türk Mangala Oyunlarında taş sayıları değişebilmektedir. Genellikle taş sayıları kuyu sayısıncadır (Çukur Eksiltme). Hatta oyuncular, taş sayılarını oyunun başında istedikleri kadar düşürüp arttırabilir. (Emen) Kuyularda 3, 4, 5, 6, 7, 9, 10, 12…sayılarında taş olabilmektedir. (Fotuk, Sekiz Yalaklı Taş, Kuyu, Emen, Mele, Kuyular, Mangala, Göçtüm Göç, Dokuz Kumalak, Dokuz Korgol, Cutke Pıriç, Pıç, Han, Evcik) Çukur Eksiltme Oyununda görüldüğü gibi taş sayısı daha da yükselmektedir. Bazı oyunlarda rakibe kaç taş ödünç verdiğini hesaplamak için yedek taş bulundurulur (Ev Göçmeni). Ayrıca oyuna gerektiğinde sürülmek üzere Ebe Taşları denilen yedek taşların bulundurulduğu oyunlar da vardır (Çukur Eksiltme).

5. Oyunun yönünde değişiklikler görülebilmektedir. Oyunun yönü genellikle oyunun başında kararlaştırılır(Kümelek). Oyunlar, sağa (Emen), sola (Hane) doğru oynanabildiği gibi, isteğe bağlı olarak da yön seçilebilmektedir (Eme). Ayrıca dünyadaki Mankala oyunlarında rastlanmayan bir şekilde, oyun sırasında, oynama sırası bir diğer oyuncuya geçtiğinde de oyunun yönü değiştirilebilmektedir (Han, Böcük). Kuyular’da, haneler aynı tarafta olduğu için oyuncunun biri sağa, diğeri sola doğru oynamaktadır. Oyuncuların her birinin farklı iki yönü kullanması Türk Mangalası’nın zenginliğidir.

6. Türkiye’de oyuncu sayıları değişebilmektedir. Oyunun 2 oyuncu ile oynanan çeşitleri (Mangala/Osmanlı) olduğu gibi 3, 4, 5…oyuncu ile de oynanabilen çeşitleri vardır. (Mereköçdü, Göçün, Pıç) 7, 8 kişi de oynayabilmektedir (Huyne Gütmece). Bu durum oyunu daha zevkli hale getirmektedir.

7. Taş dağıtımında farklılıklar vardır. Oyuncular taşları aldıkları kuyudan dağıtmaya başlayabildikleri gibi (Kuy Taşı Oyunu, Osmanlı Mangalası, Pıç, Dokuz Kumalak…) hemen yanındaki kuyudan da taş dağıtımına başlayabilmektedir. Taşları aldığı ilk kuyudan başlayarak dağıtmanın Türk felsefesi açısından anlamı konusunda Prof. Dr. Abdülvahap Kara’nın yaptığı tespitler çok önemlidir.[31] Oyuncuların dağıttıkları taşların bitmesiyle oyun sırası rakibe geçebildiği gibi, dağıtan oyuncunun son taşını koyduğu kuyuda taş bulunduğu sürece dağıtmaya devam edebilir. Bazı oyunlarda kendi tarafında taş bitiyorsa dağıtmaya devam eder, karşı tarafta bitiyorsa oyun el değiştirir. Kendi boş hanesine son taşını koyduğunda karşısındaki kuyudaki taşları alır ve dağıtmaya devam eder. (Pıç Taş bu şekilde el değiştirir) (Hane Oyunu) Yuf Yuf oyununda taşların bittiği kuyunun yanındaki kuyudaki taşlar dağıtılmaya devam edilir.

8. Türk Mangalası’nda taş almada, sayı kazanmada farklılıklar görülmektedir. Taşların konduğu son kuyudaki taşları alma, boş kuyuya taş bırakıldığında karşısındaki kuyuda bulunan taşları alma, boş kuyuya taş bırakıldığında sonraki kuyudaki taşları alma, son taşla çift yaparak alma, çift yaptığında önceki kuyudaki taşları alma, veya sonraki kuyudaki çiftleri alma, önceki ve sonraki kuyulardaki taşları alma, çift yaptığı kuyuların karşısındaki kuyudaki taşları alma, taşları belli bir sayıya kavuşturunca taş alma ve hanelere taş bırakılmasıyla taş alma yoluyla oyun sürdürülür. Bazı oyunlarda, oyuna rakip devam ederken, kendi tarafındaki taşlar belli bir sayıya kavuşunca taş alma vardır(Ev Göçmeni). Oyunlarda bazen bir şekilde, bazen birkaç şekilde taş alınabilmektedir. Meselâ Mangala(Osmanlı) taş alma kurallarının önemli bir bölümü birlikte uygulanmaktadır. Taş (sayı) almadaki bu şaşırtıcı farklılıklar, Türk Mangalası’nın dünyadaki değerini yükseltmektedir:

a. Boş kuyuya son taş düştüğünde bu kuyunun karşısında olan kuyudaki taşları alma (Bazı oyunlarda hem kendi taşını, hem karşısındaki taşı alır) (Emen, Mangala/Osmanlı/Dokuz Kumalak..)
b. Çift yaptığında (2, 4, 6, 8…) taş alma (Mangala/Osmanlı)
c. Çift yapınca, hem çift yapılan kuyudaki, hem de önceki (ve bazı oyunlarda-Fotuk- sonraki) kuyuda çift olmuşsa o kuyudaki taşları alma. Bazı oyunlarda karşısında bulunan kuyudaki taşları da alma. (Mangala/Hatay)Yine bazı oyunlarda çift yapmada, karşı kuyu alındığı gibi, önceki çift olmuş kuyuların karşısındaki kuyulardaki taşları da alma (Kuyu)
d. Son taşın konulduğu kuyuda belirli sayıda taş olunca (3, 4, 5 ) taş alma (Mangala/Osmanlı, Ev Göçmeni vd.)
e. Son taş öncesinde de, dağıtım sırasında taşlar belli bir sayıya (3, 4) ulaşınca (son kuyudan önceki kuyulardaki) hangi oyuncuya aitse onun alması (Ev Göçmeni)
f. Taş dağıtmada Hane’ye taş bırakılmasıyla (Mangala/Osmanlı, Hane, Kuyular)
g. Boş kuyuya taş bırakmışsa sonraki kuyudaki taşları alma
h. Taşın bittiği kuyudan sonraki kuyu boş olursa, onu takip eden kuyudaki taşların alınmasıyla (Meneli Taş)
ı. Kuyu kapamalarda, kuyuya düşen her taşın sahibinin olmasıyla (Mangala/Osmanlı)
i. Rakip ilk çıktığı kuyuya taş bırakmayı unuttuğunda 1 taş alınmasıyla (Göçmecik)
j. Yine rakip hanesine yanlışlıkla taş bırakıldığında taşın rakibin olmasıyla (Kuy Taşı)
j. Son taş boş kuyuya düşmüşse (3 Oyunculu oyunda) her iki yandaki kuyuların taşlarının alınmasıyla (Han)
k. Ödünçleri geri alma yoluyla (Kuyu, Cutke Pıriç vd.) (Cutke Pıriç oyununda ödünç verilen taşların iki katı geri alınır.)
l. Oyunda çelikle saydırmadaki rakamlara denk gelen kuyudan bir taş alınması veya oyunun tersi oynandığında bir taş konulmasıyla (Çukur Eksiltme)
m. Bütün taşların bir kuyuya toplanmasıyla (Ev Göçmeni’nin bir çeşidinde)
taş alınır yahut sayı kazanılır.

9. Oyunun hızında farklılıklar görülür. Bazı yörelerde beklemeye, düşünmeye, taşları saymaya izin verilir, bazılarında verilmez, oyuncu ancak göz ucuyla sayabilir (Pıç). Mangala(Osmanlı)da ise oyunu hızlandırmak için son kalan tek taşların rakibe verilmesi söz konusudur.

10. Türk Mangalası’nda özel taşlar görülür. Yine bazı taşlar, sıradan bir taş iken oyundaki durumu ile özel taş konumuna geçer. Bu durum Dama ve Satranç oyunlarında sıradan taşların önemli taşlar haline gelişini hatırlatmaktadır. Mesela Mangala(Osmanlı) oyununda rakibin kuyusundaki 2 taşının yanına 3. taşınızı koyarsanız, bu kuyudaki taşları aldığınız gibi, bu kuyuya renkli taşınızı, kalenizi de koyarsınız ve bundan sonra bu kuyuya bırakılan her taş sizin olur. Mangala(Osmanlı)da bu özel, renkli taşın adı Kale, Ev Göçmeni oyununda Dede, Dokuz Kumalak’ta Tuzdık(tuzluk)tır. Dede’nin konduğu kuyudaki taşlara (Çocuk’lara) kimse dokunamaz. Hane oyununda da bu özel taş iki tanedir. Biri Renkli Taş, diğeri Pıç Taş veya kemiktir. Pıç Taş olumsuz, Renkli Taş makbul taş olarak görülmektedir. Bu da Aşık, Aksüyek ve benzeri oyunlardaki kemik hatırasının Mangala’da yaşatıldığının işaretidir. Bazı oyunlarda özel taşların sayısı sınırsızdır (Çoc).

11. Türk Mangalası’nda bazı oyunlarda rakip oyuncuların taşları farklı renkte olabilmektedir. (Güme) Bu da Satrancı hatırlatan bir durumdur.

12. Türkiye’deki Mangala oyunlarının büyük bir kısmında kuyu kapama, kuyu körleme, ev körlenmesi (Geviş) vb. vardır. Buna göre, belirli bir sayıya (genellikle 3 veya 4) ulaştırdığınız kuyu kapanır, sizin olur veya oyun sonunda aldığınız fazla taşlar, bir kuyudaki taş sayısı kadar ise rakibinizin bir kuyusunu kapatır, köreltirsiniz. Fazla ise kuyu açabilmesi için ödünç taş verebilirsiniz (Güme, Mele, Kuyu…). Kuyusu kapanan, rakibine Ev vermiş olur (Ev Göçmeni). Bazen kapanan bir yalağın karşısı da kapanır. (Çakıldak) Körlenmiş kuyunun üstü yaprak, taş, çöp vs. ile örtülür (Fotuk). Bazı oyunlarda kapanan kuyuların etrafının çizilmesi de söz konusudur (Pıç, Meneli Taş). Yine bazı oyunlarda birden fazla kuyuyu kapatabilirsiniz (Pıç). Bazı türlerinde kuyu kapamanın sınırı yoktur (Çoc). Birden fazla kuyunun kapanması, dolayısıyla özel taşın bulunması satrancı düşündürmektedir.

13. Türk Mangalası’nda oyun sırasında rakibin uyarılması söz konusudur. “Evin Gocadı” (Ev Göçmeni’nde rakibinin dört sayısına ulaşan kuyudaki taşları almayı unuttuğu zaman), “Çu” (Kuy Taşı Oyunu), “Cıst” (Guycuk Taşı), “Pıs” (Göçmecik’te rakip, ilk çıktığı kuyuya taş bırakmayı unuttuğunda) 3. taşı boş kuyuya koyduğunda Tunç diye bağırarak (Kuyu) ve benzeri sözcüklerle rakip uyarılır, ikaz edilir. Bu durum, Satrançtaki “Şah” ikazını hatırlattığı gibi, Türk insanının rakibini, düşmanını dahi uyaracak kadar mert olmasının temellerini düşündürmektedir.

14. İkiden fazla kişinin katıldığı oyunlarda, meselâ Han ve Bızıt oyunlarında, kuyuların yan yana konulmasıyla oyun tahtası veya yeri, satranç tahtasını andırır bir görüntü oluşturmaktadır:

0 0 0 0 0 0
0 0 0 0 0 0
0 0 0 0 0 0
0 0 0 0 0 0
0 0 0 0 0 0
0 0 0 0 0 0

15. Oyunun bitişi ve setlerinde farklılıklar görülmektedir. Bazı yörelerde oyuncular kaç oyun oynayacaklarını baştan kararlaştırırlar. Bazı oyunlarda 100-150 sayı olarak kararlaştırılır (Onbeş Taş). Setlerde yarıdan fazla taşı alan oyunu kazanır. Bazı oyunlarda yarıdan fazla taş alınınca oyun bitmez, sürdürülür. Bazı oyunlarda da rakibin bütün kuyuları kapanana kadar oyun devam eder. Bazı oyunlarda oyuncu son taşıyla çift yapmışsa, önceki 2 kuyuyu da çift yapabilmişse oyun biter ve oyuna yeniden başlanır (Göçün). Oyuna dışarıdan müdahaleye izin verilmez (Pıç…). Berabere kalma durumu da olabilir, Pat olur (Ev Kayası). Beraberliğe verilen bu ad da satrançla benzerlik taşımaktadır.

16. Oyun malzemelerinde farklılıklar görülür. Oyun, önceleri koyun, keçi pisliğinin kurumuş hali olan “Kık” ile oynanırken, daha sonra taşlarla ve çekirdek, fasulye benzeri malzemelerle oynanmaya başlanmıştır. Keçi kıkına Kırgızistan’da Korgol, Kazakistan’da Kumalak denilmektedir ve Mangala, halen Kırgızistan’da Dokuz Korgol, Moğolistan’da Esen Korgol, Kazakistan’da Dokuz Kumalak adıyla oynanmaktadır. Türkiye’de Mangala oyunları genellikle taşla oynanmakla birlikte, Kumalak, Korgol, Kık veya Kak(Bızıt) da denilen kurumuş keçi gübresi, kurumuş deve pisliği (Göçün), nohut, fasulye, mısır (Pıç), fındık, pelit, küçük salyangoz kabuğu, it boncuğu (Mangala/Kilis), kurt dişi (Mangala/Gaziantep), Çakıldak çekirdeği (Çakıldak) ve benzeri malzemeler de kullanılmaktadır. Oyun taşları arasında belirttiğimiz gibi renkli taşlar, kemik gibi malzemeler de kullanılmaktadır. Eskiden oyunun taşları kemiktenmiş. Kazak aydını Abay’ın Semey Müzesi’ndeki Dokuz Kumalağının taşları kemiktendir.[32] Yazın kırda yere açılan çukurlarda oynanabildiği gibi, kışın evlerde çay tabaklarıyla, kâğıt üzerinde de kolaylıkla her yerde oynanabilmektedir.

17. Türk Mangala Oyunlarında Türk Sosyal Hayatının, düşüncesinin izleri açıkça görülür. Bunlara örnek vermek gerekirse; Bu oyunun bir adı da Kale ve Altı Kale’dir. Bazı çeşitlerinde Hane’lere yakın olan kuyuların Kale veya Kapı, Kale Evi (Çüş) olarak nitelenmesi, buraların daha önemli görülmesi (Mangala/Hatay), taşların asker, adam olarak görülmesi, rakipten alınan ilk taşlara “Mertlik” denilmesi (Mereköçdü) Türk Zekâ Oyunlarının önemli bir oyunu olan Mangala’nın da bir savaş oyunu olarak oynandığını göstermektedir. Oyundaki bütün kuyuların kale olarak tanımlandığı da olur. Yine bazı oyunlarda kuyular Hane, Ev, Oda (On Beş Taş) olarak görülmektedir. Oyunların adlarına Hane, Hane Hane, Altı Ev… denilmesi, kuyuların da Hane veya Ev olarak görülmesi (Evcik, Ev Göçmeni…) taşların Dede, Çocuk (Ev Göçmeni) ve Sülale (Çukur Eksiltme) olarak görülmesi Türklerde aileye verilen değeri göstermesi açısından önemlidir. Çakıldak oyununda, oyun yeri “Yurt’un (avlunun)” ortasına, yere, çamurla sıvanarak hazırlanır. Ayrıca Kuzlatma düşüncesine de rastlanmaktadır (Kozdatu, Kuzlatma).

18. Oyunda şansa yer yoktur. Tamamen hesaplamaya yöneliktir. Oyuncuların taşları sayarak, hangi kuyudan dağıtmaya başlarsa hangi kuyudaki taşları alabileceğini, bir kaç oyun sonrasında hangi taşları alabileceğini hesaplayarak oynamaları gerekir. Bunu pekiştirmek için genellikle ele alınan taş, geri bıraktırılmaz (Çakıldak).

19. Genellikle oyun sonlarında kalan tek taşlar hangi oyuncu tarafındaysa onun olur. Mangala(Osmanlı) oyununda oyunu hızlandırmak amacıyla oynanamayan veya sona kalan taşlar rakibe verilmekte, böylece oyun sonuna kadar aynı heyecanın sürmesi sağlanmaktadır.

20. Oyun adlarından da anlaşılacağı üzere genellikle kullanılan taş veya kuyu adları oyunlara ad olmuştur. Oyunda rakipten alınan taşların konduğu, diğerlerinden biraz farklı kuyulara Ev, Hane, Çukur, Kuyu, Guyu, Yalak, Hazine, Ana Hazine gibi adlar veriliyor. Taşların konduğu çukurlara ise Amen, Emen, Eme, Kale, Ev, Hane, Çukur, Guyu, Kuyu, Mele, Mene, Mere, Yalak (Çakıldak) vb. adlar verilmektedir. Taşlara genellikle Taş, Adam, Asker, Çocuk, Dede (Ev Göçmeni), Piç Taş, Kemik (Hane) gibi adlar verilmektedir. Rakip kuyunun taşları 3’e tamamlanınca Kuluçka (Fotuk) Tuç veya Tunç (Kuyu) Curs (Altı kale) olur. Dağıttığı taşı bitince oyunun karşıya geçmesi, Yattın (Fotuk), Com (Emen) vb. şekilde ifade edilmektedir. Çok taş biriken çukurlara Ev Gocadı (Ev Göçmeni) denilmektedir. Yenme durumunda Yandın (Fotuk), Gömdüm, Soktum (Çukur Eksiltme), Çul Yaptım (Kuyu), Süzdüm (Pıç) denilmektedir.

21. Türk Mangala Oyunlarında bizim soruşturduğumuz bazı oyunlarda nadiren hileye başvurulabilmektedir. Belki de bu durum kültürel yozlaşma sebebiyledir. Türlerin oyunu asla kumar olarak oynamadıklarına dair Avrupalı seyyahların verdiği bilgiler[33] maalesef günümüzde, en azından bazı oyunlarda geçerli değildir. Tespitlerimize göre bazı bölgelerimizde oyun sırasında hile yapılmaktadır. Hatta fark ettirmeden hile yapılabilmesi bir yetenek olarak görülmektedir. (Kuyular, Bızıt, Çukurcuk) Tabii hilenin yakalanması da bir başka kabiliyettir. Zekâ ve uyanıklık gerektirir. Taşlar sürekli dolanıp duruyorsa hile yapılmış demektir (Böcük). Yine oyunun zekâya dayanmasına rağmen kumar gibi oynandığı, tarla, ev vb. karşılığı oynandığı da vakidir (Çukur Eksiltme). Oyunda hile yapmanın ve kumar olarak oynanmasının olumsuz sonuçları da olmuştur; Gaziantep Mangalası’nda oyunun tedavülden kalkmasının sebebi, oyunların hileli ve kumar olarak oynanması sonucu tatsız olayların olmasıdır.[34]

22. Oyunun ödülü veya cezası oyunun başında belirlenir (Pıç). Mangala oyunlarında genellikle yenilene tatlı cezalar verilir (Mele…).(Resim 10)[35] Bazı oyunlarda kazanan oyuncu, kaybedenin ellerini elleri arasına alır ve yumuşakça aldığı oyun kadar vurur (Damalı Taş, Ev Gayası). Kafasına elle tık tık yapılır (Göçün).
Resim 10: Mangala Oynayan Oyuncular ve baklava yemeye hazırlanan seyirciler
Ayrıca oyunların dikkatimizi çeken bir başka özelliği de bir yandan unutulmaya başlamışken diğer yandan çok genç insanlar tarafından bu oyunun oynanması olmuştur. Aynı şekilde, oyunları oynayan kişilerden zeki insanların oyunları çok net olarak hatırlamaları, orta halli insanların ise oyunu hatırlamakta oldukça güçlük çekmeleri olmuştur.
Türkiye ve Türk Dünyasındaki Mangala Oyunları (Adlar)[36]
Altemen
Altı Eme
Altı Ev
Altı Kale
Altı Kuyu
Ambar
Ambarcık
Amen
Bestemse
Beştaş
Bızıt
Boş Kuyulu
Böcük
Cin Kuyusu
Cinler Kuyusu
Çoc
Cutke Piriç
Çakıldak
Çal
Çalık
Çiğil Emeni
Çiğlemen
Çoban Taşı
Çukur Eksiltme
Çukurlu Taş
Çukurcuk
Çüş
Damalı Taş
Dokurcun
Dokuz Korgol
Dokuz Kumalak
Dokuz Kuyu
El Kayası
El Taşı
Emen
Ementi
Emmen
Emme Göçtü
Esen Korgol
Ev Göçmeni
Ev Göçtü
Ev Kayası
Evcik
Evcilik
Fodik
Foduk
Folluk
Fotuk
Geviş
Göcek
Göçme
Göçmecik
Göçtüm Göç
Göçün
Gömdüm
Guycuk
Guylama
Guyu Daşı
Güme
Han
Hane
Hane Hane
Hane Taşı
Huyne Gütmece
İnekbuzağılatan
İnek Buzağılatmaca
Kale
Kale Taşı
Karar Kaçtan
Karnef
Karşıda Yatma
Kozdatu
Kubane
Kuy
Kuy Taşı
Kuyi
Kuyucuk Taşı
Kuytak
Kuytu
Kuyu
Kuyu Daşı
Kuyu Emeni
Kuyu Kayası
Kuyu Taşı
Kuyucuk
Kuyular
Kuzu
Kuzu Emesi
Kuzu Kalesi
Kümbet
Küme
Kümelek, Kumalak
Malak
Malak Bağlama
Mangal
Mangala
Mangalan
Mede Gayası
Mele
100. Melle
101. Melle Gayası
102. Mene
103. Meneli Taş
104. Menkli
105. Mereköçdü
106. Mıngıla
107. Minkale
108. Miş
109. On Sekiz Taş
110. Onbeş Taş
111. Onbeş Taşlı
112. Pıç
113. Poluculuk
114. Sekiz Kuyulu Taş
115. Sekiz Yalaklı Taş
116. Sülük
117. Taş Göçürme
118. Topa Karan
119. Tuç
120. Üç Üçmeç
121. Üllük
122. Ütük Kütük
123. Yalak
124. Yalak Yalak
125. Yedi Eme
126. Yuf Yuf
Mangala’nın Türk Zekâ Oyunları ve Satranç’la Ortak Özellikleri

Türklere ait Mangala oyununun, ortak noktalarına bakıldığında, diğer Türk Zekâ Oyunları ve Satranç ile akrabalığı olduğu görülmektedir. Bu da bizi, gelişmiş bir zekâ oyunu olan Satranç’ın bir Türk oyunu olabileceği düşüncesine ulaştırmaktadır. “Bu da nerden çıktı?” denilebilir. Bu yüzden konuyu biraz açmak istiyoruz.
Milletimiz yeni bir keşif yaptığında eskisini hemen bir kenara atmıyor. Onu da hatırasına hürmeten yaşatıyor. Milletimizin bu hasleti, gerek Mangala, gerekse diğer oyunlarımızda görülmektedir. Oyunların hem geliştirilmiş hallerinin, hem de kendilerinin var olmaya devam etmesi kültürel zenginliğimizin tabii bir sonucudur. Bir oyun türünde bu kadar alt çeşidin bulunmasının sebebi ise ayrıca araştırılmalıdır, diye düşünüyoruz. Bugünkü bilgilerimize göre, incelediğimiz yüzden fazla Mangala oyunundan hangisinin diğerinden daha önce oynanmaya başladığını bilemiyoruz. Hâlbuki 3 Taş, 9 Taş, 12 Taş oyunlarında bu gelişmeyi kabaca takip edebiliriz.

Mangala oyununun dünyanın ilk zekâ oyunu kabul edilen Satranç’tan önce oynandığı, Kazakistan’daki Almatı Dastarbası Dokuz Kumalak Kayası buluntusu ile sabittir. Diğer Türk Zekâ Oyunlarından önce mi oynanmıştır, bunu da bilemiyoruz. Mangala oyununun bugün oynandığı ülkeler, bölgeler, oyunun çeşitleri, yayılma alanları, oyunun Kös, Dama ve Satranç oyunuyla birlikte aynı kültür çevresinde geliştiğini ve dünyaya dağıldığını düşündürtmektedir. Mangala’nın Kös, Dama, Küşte veya Kuşta, Satıra ve Satranç’la ortak yönlerine bakıldığında görülen ilk husus, bu oyunların birbirinin devamı olduğudur. Bu oyunlar, birbirinin geliştirilmiş halidir. Oyunlar, ana aileleri ve alt çeşitleriyle diğer oyunlardan etkilenmiş, gelişim ve değişim dönemlerinde onlardan aldıklarını hazmetmişlerdir. Bu bakımdan Satrançtan bahsederken, bir tek oyunun gelişmiş halinden değil, birkaç oyunun özelliklerinden yararlanarak gelişmiş bir oyundan bahsedebiliyoruz. Kanaatimizce Aşık veya diğer taş oyunlarının, zamanla çağdaşı diğer Türk Oyunlarından da özellikler alarak Kös, Dama, Mangala, Satıra (Satrancın benzeri bu oyunda oyuncular sosyal tabakayı temsil etmektedir) ve daha sonra da hakanların ve yüksek tabakanın oynadığı bir oyun olan Satranç haline dönüşmüştür. Satranç ile Mangala’nın şaşırtıcı derecede benzerlikleri görülür. Bu benzerlik, bugüne kadar Satranç’la daha başka bir oyun arasında, mesela Eski Mısırda oynanan ve Satranç’ın atası olarak nitelenen Senet oyunu arasında kurulamamıştır.[37] Mangala’daki şu özellikler satrançta da vardır:

Zekâ oyunudur.
Taktik, gelecek oyunları uzağı görme, rakibi takip etme, oyununu bozma, şaşırtma gibi unsurları içeren bir savaş oyunudur.
Evlerde ve ortak sosyal mekânlarda oynanır.
Oynayanlarda zekâ gelişimi sağlar.
Avuca saklanan taşı bilen oyuna başlar.
Oyuna ilk başlayan, oyun kurucu olarak daha iyi bir konum elde eder.
Taşlar renklidir.
Düşünmeye izin verilir.
Oyuna karışmaya izin verilmez.
Oyunda şansın yeri yoktur.
Eline aldığı taşı geri bırakamaz.
Özel güçleri olan taşlar vardır; Dede’nin olduğu kuyuya kimse dokunamaz.
Sıradan güçteki taşlar, bazı durumlarda özel taş haline gelir.
Birden fazla taşı özel konumdaki taş olabilir.
Oyunda farklı yönlere oynamak mümkündür. Ülkemizde sağdan sola veya soldan sağa oynanan çeşitleri olduğu gibi her iki yöne oynanabilen çeşitleri vardır.
Birçok türünde sağ ve sol köşedeki haneler, kuyular kale olarak görülür.
Oyunun geneli ve oyuncular askeri sistemi temsil eder (Ordu-Millet düşüncesi). Milletimiz, bir sıra karşılıklı dizilmiş kuyulara kale, hane veya ev, kuyulara konulan taşlara da asker, çocuk vb. gözüyle bakmıştır. Arap âlemindeki Mankala-Min Kale veya Bin Kale- adlandırmasının bu anlayıştan kaynaklandığı tahmin edilebilir.
Kuyulara kale denildiği gibi taşlara asker de denilir.
Oyunun felsefesi Türk Devlet ve Aile sistemiyle ilgilidir.
Kuyulardaki taşların belli bir sayıya gelince ele geçirilmesi söz konusu olduğu için bu hedefe yönelik (Satrançta Şah ve Vezir için hamle yapılması gibi) hamle yapılır.
Rakibin ikaz edilmesi söz konusudur.
Hane oyununda Piç Taş ve Kemik gibi özel taşlar vardır ve Piç Taş’ı (satrançtaki şah gibi) alan oyunu kazanır.
Eşitlik durumuna Pat oldu denir.
İkiden çok kişiyle oynanan türlerinde ortaya çıkan tablo Satranç tahtasına benzer.

Satrançla ilgili bilgilerimizi hatırlayalım: Kaynaklarda 4000 yıl öncesinden Mısır piramitlerinde oyunla ilgili bilgiler bulunduğu, Çin’de, Mezopotamya ve Anadolu’da oynandığı, M.S. 3-4.yy.da Hindistan’da oyuna Çaturanga denildiği, ilk yazılı belgelerin orada olduğu, sonra İran’a, Araplara, Endülüslülere, İspanya üzerinden Avrupa’ya yayıldığı kayıtlıdır. Mısır piramitlerindeki oyun Senet Oyunu’dur ve satrançla iki kişi oynanması, tahtası ve taş şekilleri dışında bir benzerliği yoktur.[38] (Resim 11) Araştırmamıza rağmen Hint belgelerini henüz göremedik.


Resim 11: Piramitlerde bulunan Senet Oyunu

Kilise, 1061 yılında Satrancı İslâm kültürünün bir parçası olarak ilan etmiş ve oynayanları aforoz etmiştir. Hülasa Türk kamuoyu bu oyunu Hint kökenli bir oyun olarak bilmektedir. Oyunda Fil’in bulunması, nedense bizi farklı bir köken var mı diye düşünmekten ruhi olarak alıkoymuştur. Hâlbuki oyuna Fil’in girmesi 1200 yıllarına rastlamaktadır. İngilizlerin Hindistan’daki sömürge yönetimi döneminde Atlı Polo ve benzer oyunlar gibi bu oyunu da sevip ülkelerine taşıdıklarını belki duymuşuzdur ama Şah-Mat, Küşte veya Kuşta, olarak da bilinen Satranç’ın kökenini milletimizde aramak aklımıza gelmemiştir. Oyunun Türkler tarafından Altay’da şekillendirildiği, geliştirildiği, Altay’daki adının Satıra olduğu ülkemizde pek bilinmez. Türkler tarafından Hindistan’a götürüldüğü, Türkler araştırmayınca oyunun kökeninin kamuoyunun dikkatinden çıkarıldığını ve başkalarına mal edildiğini bilmeyiz. Hâlbuki Batı’da icat edilen ilk Satranç makinesinin adı “The Turk”dür. Hakkında yüzlerce makale, kitap ve film vardır. Bu mekanik makinenin yapılmış resimleri elimizde bulunmaktadır. Osmanlı kıyafeti giymiş bir satranç oyuncusu bir masa şeklindeki makinenin bir tarafında haşmetle oturmaktadır. (Resim 12) The Türk’le Elizabeth ve Napoleon da satranç oynamıştır.[39] Sadece bu fotoğraf bile oyunun kökeni hakkında bize yeterince bilgi vermektedir. Aklımızda bulunması gereken nokta şudur: Oyunun kökeni konusunda henüz bir netlik yoktur.


Resim 12: Karl Gottlieb von Windisch'in 1784 tarihli Inanimate Reason adlı kitabından
Türk makinesiyle ilgili gravürü

Atalarımızın, birbirine benzeyen oyun ve malzemelerinden sıkıldığını, zamanla bunları geliştirerek, her taşın şeklini farklılaştırdıklarını, önceleri bir yönde taşları oynarken daha sonra farklı yönlerde oynamaya başladıklarını, taş sayısını azaltıp çoğaltarak yüzlerce deneme yaptıklarını, sonra onlarca taşla oynadıkları oyunu daha az ve farklı güçteki taşlarla oynamaya başladıklarını, bazı taşları daha önemli hale getirip, olağanüstü güçler yüklediklerini, oyunu zorlaştırdıklarını, en önemli taş alındığında oyunu bitirecek şekle dönüştürdüklerini, düşünüyoruz. Mangala’yı daha zevkli hale getirmek için zorlaştırma (Kuyu, taş sayılarının artması, yön değişiklikleri) çalışmaları bir noktada tıkanınca yeni arayışlar başlamıştır. Bu arayışlar belli durumlar için özel taşların ilavesiyle, bunların çoğaltılması ve oyun tahtasının yarısının özel taş olmasıyla sonuçlanmış ve Altay’da oynanan ilkel Satranç (Satıra) doğmuştur (Resim 12). Satıra’da Hakan, Batır, Asker ve yedek oyun taşları bulunmaktadır. Kanaatimizce Mangala kuyularında biriken çok sayıdaki taşı, daha sade bir şekilde ifade etmek ve durmadan taş dağıtarak vakit kaybetmemek için satrancı bulmuşlar, kültürümüzdeki birçok öğeyi, meselâ kemiği de önce Mangala, sonra Satranç tahtasında yaşatmışlardır. Doğal olarak bu süreç, bilim adamlarımızın, tarihçilerin, arkeologların, halkbilimcilerin, edebiyatçıların himmetine muhtaçtır ve araştırılmalıdır.
Beyaz

Siyah
Resim 12: Altay Türklerine ait Satıra Oyun tahtası
Hakan, ortadaki H harfi ile gösterilen oyuncudur. Diğer Oyuncular: Batır, Asker ve Yedek’tir.
(Çizimi Kazakistan Dokuz Kumalak Federasyonu Başkanı Sayın Maksat Sotayev’e aittir.)

Savaş Oyunu Olarak Mangala
Tarihin eski dönemlerine baktığımızda hayatta kalabilmek için sürekli savaş hali yaşandığını görüyoruz. Sosyolojik olarak milletler, insan var oldukça, gerek insanla tabiat arasında, gerekse insanla insan arasındaki mücadele ve savaş da, belki yöntemlerini değiştirerek var olmaya devam edecektir. Bahçesine komşu tavuğu girdi diye kavga eden, komşu köyün hayvanları otlaklarına girdi diye kavga eden çok insan biliriz. Çok yakın döneme kadar insanlık sürekli savaş halindeydi. Milletler, devletler savaşıyordu. Hatta aynı milletin boyları birbiriyle savaşıyordu. Halen de bu durum devam etmektedir.
İnsanlar yaşayabilmek için savaşı öğrenmek, tabii olarak çocuklarına da savaş esaslı oyunları öğretmek zorundaydı. İster bedenleri, ister zekâları isterse her ikisini savaşa hazırlama amacıyla olsun, çocuklar erken yaşta mücadele etmeyi öğrenmek, büyükler de bunu teşvik etmek, oyunları geliştirmek, daha karmaşık hale getirerek çocuklarını geleceğe hazırlamak mecburiyetindeydi. Tarihin kaydettiği en savaşçı milletlerden biri olan Türklerin oyunlarına bakıldığında da savaş, mücadele, taktik öne çıkmaktadır. Türkiye ve Türk Dünyasında Mangala oyunlarında kullanılan adlarda, oyunun savaş oyunu olduğunu gösteren kanıtlar vardır. (Hane, kale, asker, utmak, yıkmak, gömmek…) Çocuklarımızın, bedenlerinin yanında zekâlarının da zorlu geleceğe, mücadeleye hazırlanması amacıyla, birçok savaş esaslı zekâ oyununa sahip olduğumuz görülmektedir. Bu oyunların bazıları, günümüzde bilinen en gelişmiş zekâ oyunlarının atalarıdır.

Türk Zekâ Oyunlarının (3 Taş, Dokuz Taş veya Dokurcun, 12 Taş oyunları ile Mangala, Dama Satranç vb.) çok önemli bir ortaklığı ve benzerliği vardır. Üç Taş oyununun gelişmişi olan Dokuz Taş oyununda 3 taşı kalan oyuncunun üç taşı da uçabilme özelliği kazanıp oyun tahtasının istediği yerine konabilmektedir. İşte bu kural Türklerin buldukları dâhice bir kuraldır. Bu kural, Mangala Oyununda kuyulardaki taşlar belli bir sayıya ulaştırıldığında (3, 4, 5), kuyunun içine farklı renkteki bir taşı, kemiği veya Tuzdık’ı koyabilme kuralına benzemektedir. Bu taşın konduğu kuyu kapanır veya kuyuya düşen her taşı alabilme imkânı doğar. (Satrançtaki vezir gibi bir güç yüklenir.) Kurt-Koyun Oyununda koyunlar karşı kıyıya ulaştığında her yöne hareket edebilme kabiliyeti kazanır. Kurt-Koyun oyununun gelişmişi olduğunu düşündüğümüz Dama oyununda son çizgiye ulaşan taşınız farklı bir özellik kazanır (Önünde taş yoksa uçabilir.) Tıpkı Satrançta olduğu gibi: Satrançta piyonunuzu son çizgiye ulaştırdığınızda istediğiniz oyuncuya dönüşür. Mevcut bir oyuncunun veya savaşçının, oyunun veya savaşın durumuna göre birdenbire farklı bir güç, ruhi bir destek kazanması savaşın çehresini değiştirmesi anlamına gelmektedir. Bu taktik savaş sanatını iyi bilen Türkler tarafından sık sık kullanılmış olmalıdır. Yakından bakıldığında Türklerin Üç Taş, Dokuz Taş, On İki Taş, Mangala, Tavla, Dama, Kurt-Koyun ve Satranç gibi oyunları şüphe yok ki birer savaş oyunudur. Mangala ile Satranç karşılaştırıldığında çok önemli bir tablo ortaya çıkmaktadır:

Satranç bir savaş oyunu olarak tamamen bilgiye dayanan, zihin çalıştırmayı gerektiren şansa hiç yer olmayan bir savaş oyunudur. Satrançta oyuncular rakipleriyle, kendi taşları, oyuncuları, askerlerinin gücüyle savaşmak zorundadır. Rakip oyuncunun taşlarını kullanabilme özelliği oyuncuların zekâ seviyesine bağlıdır. Bu durum klasik savaşları hatırlatmaktadır. Savaşan her güç kendi askerlerine güvenmek ve savaşı buna göre devam ettirmek zorundadır. Mangala oyununda ise satrançtan daha eski bir oyun olmasına rağmen, çağdaş savaş taktiklerine benzer bir durum söz konusudur: Mangala oyuncusu sade kendi taşlarıyla oynamaz. Rakibinin taşları, askerleri ile de oyununa, savaşa devam eder. Çünkü taşların değeri ve gücü, oyun ilerledikçe rakibin hamlelerine göre sürekli değişmektedir. İşte bu durum ve oyunun buna göre oynanması, günümüz savaşlarına benzemektedir. Bazen yerinde kullanılan bir rakip taşı, askeri, savaşı kendi lehine çevirmeye yeter. Kendi askerleri dışında askerlerinin arasına girmiş rakip askerleri, düşmanın içine sokulan askerleri kullanarak savaşmak, günümüz savaşlarının önde gelen taktiğidir. Emperyalizmin girdiği her yerde, o ülkedeki insanları kullanması hepinizin malumudur. 1940’lı yıllarda Almanlar, Sovyetlerden ele geçirdikleri Türk asıllı askerleri, Sovyetlere karşı savaştırmayı denediler. Bu taktik, günümüzde Irak’ta, Afganistan’da ve dünyanın birçok yerindeki örtülü ve açık savaşlarda Batılılar tarafından kullanılmakta, düşmanın gücü, kendi gücü olarak değerlendirilmektedir. Meselâ, ABD ve İngiltere, Irak’ta resmen Mangala Taktiği kullanmakta, yerel güçleri kendi gücü olarak yönlendirmektedir. Bu taktiğin günümüze çok uygun düşmesi, şüphesiz ki tarihin eski dönemlerinde göçebe kavimleri tek bayrak altında toplayabilme dirayeti gösteren bir milletin, zengin tecrübesiyle ilgilidir. Bu tecrübenin göstergelerinin, kültürün her alanına yayıldığını düşünüyoruz.

Mangala’daki Gelişme ve Değişmeler

İnsanoğlu, bir yandan ihtiyaçlarına göre yeni eşyalar, malzemeler, kavramlar, bilgiler, oyunlar vs. üretiyor, geliştiriyor, bir yandan da geliştirdiklerini ilk haliyle saklıyor, koruyor. En eski dönemlerden kalan varlıklarımızı halen koruyoruz. Buna karşılık, geliştirebileceğimiz yönlerini de sürekli geliştirmeye çalışıyoruz. Meselâ en gelişmiş tarım aletlerinin yanında karasabanı kullanmaya devam ediyoruz. Türk Çocuk Oyunlarında da benzer bir durum söz konusudur: Meydana getirdiğimiz en eski oyunları bir yandan saklamaya, yaşatmaya çalışırken, bir yandan da onların en gelişmiş halini, daha da geliştirmeye çalışıyoruz.

İlk insanların (ilkel insan değil), atalarımızın, teknolojinin imkânlarını bir yana bırakırsak, bizim zekâ seviyemizde olduklarını, bizimle benzer meseleleri yaşadıklarını söyleyebiliriz.
Onlar nesillerini devam ettirmek ve karınlarını doyurmak zorundaydı. Diğer canlı türlerini hatırlayalım; yavrularını yarınlara, avlanmaya, hayatta kalmaya alıştıran oyunla hazırlarlar. İnsanoğlu da bulduğu her fırsatta, her malzeme ile çocuklarını donatmaya, kabiliyetlerini geliştirmeye çalıştı. Tabiatta karşılaştıkları tehlikelerle nasıl başa çıkılacağını çocuklarına oyunla öğrettiler. Düşünmek, kovalamak, kaçmak, saklanmak, gizlenmek, savaşmak, zıplamak, aramak hatta susmak oyunla öğretilmiştir.

Mangala ve Türk zekâ oyunlarıyla ilgili ayrıntılara girmeden önce iki hususa dikkatinizi çekmek isterim: Türkler, sayıları erken dönemlerde kavramışlardır.[40] Özellikle 3, 7, 9, 12 gibi bazı sayılara önem vermişlerdir.[41] Bazı oyun malzemelerini, mesela taşı daha çok kullandıklarını söylemek mümkündür.[42] Şimdi taşla oynanan oyunlara ve bu oyunların oluşturduğu oyun öbeklerine yakından bakabiliriz.

Taşla oynanan oyunların ilki, avlanmaya hazırlık olarak oynandığını düşünebileceğimiz, bir hedefin veya hedef taşın(avın) bir taşla vurulması oyunu olmalıdır. Muhtemelen, günümüzdeki bilye oyununun atası olabilecek oyun, bu oyundur. Taş oyunlarının ikincisinin, yine hedef taşı, hedef taşın yanındaki kuyuya, bir taş atarak düşürme, sokma olduğunu düşünebiliriz. Zamanla bu iki oyundaki taşların, kuyuların, oyuncuların sayıları artmış, oyunlar geliştirilmeye başlanmıştır. Ama milletimiz, oyunların bu ilkel hallerini de hafızasında tutmuş, saklamıştır. Günümüzdeki Kuka, Simit, 7 Taş, 7 kiremit, 9 kiremit gibi oyunları, Kırgızistan’daki Ordo oyununu, bu oyunun devamı olarak düşünebiliriz. Kuyular, taşlar ve oyuncular çoğaldıkça oyunları geliştirme ihtiyacı da artmıştır. Bu süreçte oyun Aralı Emen, Lap Koka şeklinde gelişmiştir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi değişim sürecinin başında aşık veya taşla oynanan oyunlar vardır. Taş oyunlarının gelişimi muhtemelen şöyledir:

Bir kuyuya aşık veya taşı atma oyunları
Bir kuyunun yanındaki hedefi kuyuya düşürme oyunları
Bir kuyudaki hedefi kuyudan çıkarma oyunları
Aşıkları havaya atıp yere düştüğünde durumuna bakma oyunları
Taşları havaya atıp tutma oyunları
Taşları havaya atıp tutarak kuyulara yerleştirme oyunları
Taşları bir sıraya dizme oyunları
Kurt Koyun Oyunları
Taş kuyu oyunları
Mangala oyunları
Satıra
Satranç

Dönüşüm ve gelişimin ilk basamaklarından biri de açık alanda, evde oynanan aşık oyununun Kös oyununa dönüşmesidir. Kös oyununda kuyular yerden kaldırılmış ve tahta, kağıt veya benzeri bir zemine çıkarılmıştır. Oyun havaya atılan çubuklarla alınan sayıya göre taşların ilerlemesi esasına dayanır. Kös oyununda, taşları yürütmede, havaya atılan tahtalar (ortasından yarılmış, bir kenarı düz, diğer tarafı yuvarlak dört çubuk) kullanılmaktadır ve muhtemelen Aşık oyununun geliştirilen bu yeni oyunda kullanılması; zar vazifesi görerek taşları ilerletmesi söz konusu olmuştur. Zamanla Aşık (Aşık kemiği) yerine tahta kullanılmış olsa gerek. (Daha sonra küp haline getirilmiş kemiğe dönülecektir.) Bugün hâlâ bazı yörelerimizde Mangala oyunu Kös oyunu ile birlikte oynanır; Ya Köste alınan sayıya göre oyuna başlayacak belirlenir yahut belirlenen sayıyı atan kişi oyuna başlar. Daha da önemlisi gelen Kös sayılarına göre Mangala Oyununun oynar. Türkiye’de oynanan Mangala oyunlarından biri çok daha ilginçtir: Çelik Saydırmaca’da gelen sayıya göre taş alır veya geri koyar (Çukur Eksiltme). Bu da oyunun hem Tavla, hem de Domino ile ilgisini gösterir.

Yere kazılan kuyulara sırayla taş bırakma, hayvanların ehlileştirilmesi ve hayvancılık dönemine rastlamış olmalıdır. Siz buna çobanların hayvanlarını, koyunlarını sayma yöntemi de diyebilirsiniz. Benim tahminime ve mevcut bilgilerimize göre Mangala oyunlarının en ilkel hali, ellerindeki taşları (Beş Taş, Çok Taş) havaya atıp yerdeki altı kuyuya yerleştirme oyunudur. Daha sonra ellerindeki taşları sırayla 4 kuyuya bırakan çocukların oynadığı Huyne Gütmece oyunu gelmektedir. Bu oyun yere kazılan tek sıra kuyulara oyuncuların sırayla bir taş bırakmaları esasına dayanır. Oyunun 6 kuyulu hali Çal oyunudur. Bu oyunlardaki tek sıra kuyuların daha sonra çift sıra kuyular haline dönüşmesinin, Mangala’nın gelişmesindeki ikinci merhale olduğu görülmektedir. Bir diğer merhale de oyunların açık alanda yerde kuyular kazılarak oynanması yerine, açık veya kapalı alanlarda, yere veya kâğıda çizilen oyun tahtası şekli üzerinde oynanması olmalıdır (On Sekiz Taş Oyunu). Bu çizim, oyunun kapalı alanlara taşınmasını ve gelişmesini kolaylaştırmıştır.

Yere kazılmış iki sıra halinde ve değişik sayıdaki kuyulara sırayla taş bırakma, belli bir sayıya ulaşınca, boş kuyuya düşünce karşı kuyudaki taşları alma(utma, ütme) gibi esaslara dayanan oyunlar, taş oyunlarında gelinen önemli bir dönüm noktasıdır. Dönüşümün Mangala oyunları açısından, özeti şudur:

Bir kuyuya aşık veya taşı atma oyunları
Bir kuyunun yanındaki hedefi kuyuya düşürme oyunları
Bir kuyudaki hedefi kuyudan çıkarma oyunları
Taş-Kuyu Oyunları
5 Taş oyunu, Padem, Aralı Emen, Lap Koka oyununa
Padem, Aralı Emen, Lap Koka, Huyne Gütmece oyununa (4 kuyu x 3-8…kişi x 8 taş)
Huyne Gütmece, Çal oyununa (6 kuyu x 2 kişi x 4 taş)
Çal, Mangala oyununa (7 kuyu x 2 kişi x 7 taş)
Mangala, Dokuz Kumalak, Dokuz Korgol (9 kuyu x 2 kişi x 9 taş), Piç (3 kuyu x 4 oyuncu x 12 taş) ve diğer Mangala çeşitlerine (Taş, kuyu, oyuncu, kural-neredeyse- sayısı sınırsız)
Mangala, Satıra oyununa
Satıra, Satranç’a… dönüşmüştür.

Oyunların hem kendileri başka oyunlardan destek alarak gelişmiş, hem de çağdaşlarına kendilerinden özellikler katmıştır. Bu dönüşüm sırasında Mangala, Aşık, Üç Taş, Dokuz Taş, 12 Taş ve Songur, Bitlis Kozası, 7, 9 Kiremit vb. diğer taş oyunları gibi geleneksel oyunlardan kültürümüzün diğer öğelerinden istifade etmiştir. Satranç da Mangala’nın yanında diğer geleneksel oyunlardan istifade etmiştir. Dönüşüm çok süratli bir şekilde sürmektedir. 5 Taş; Lap Koka / Huyne Kuymaca / Mangala Oyununa, 3 Taş; 9 Taş (Dokurcun) / 12 Taş oyununa, Ebe beni kurda verme, Kurt Baba oyunları; Kurt-Koyun oyununa, Kurt Koyun oyunu; Dama[43] oyununa, Aşık oyunu; Bey Çavuş / Peçiç / Kös oyununa, Kös Oyunu da Tavla oyununa (Kös ve Tavla oyunlarında, Mangala’da olduğu gibi Kapı anlayışı vardır.) dönüşmüştür, diye düşünüyoruz. Domino oyununun da Kös ve Mangala’dan yararlanarak geliştiğini söyleyebiliriz (Çukur Eksiltme).

Burada önemli bir hatırlatma yapmak gerekir. Taş oyunları, avcılık, hayvancılık dönemlerinde gelişmiş olmalı demiştik; Bu dönem sadece Mangala oyunlarının gelişmesiyle sınırlı kalmadı. Muhtemelen aynı dönemde 3 Taş, 5 Taş, 9 Taş, 12 Taş, 20 Taş, Çok Taş, Kurt-Koyun, Kös gibi çocuk oyunları da gelişiyordu. Bu oyunlar birbirinin devamı şeklinde düşünülmelidir. Bir gelişme çizgisi vermek gerekirse 9 Taş, 12 Taş oyunları 3 Taş oyununun gelişmiş halidir. Bu oyunlardaki 3 yapma, 3 taşı aynı hizaya getirme halinde kazanma, birbirinin üstünden geçerek taş alma esasına dayanan bu oyun, önce kurt-koyun oyunu şeklinde gelişmiş, daha sonra Dama oyununun geliştirilmesine yol açmıştır. Günümüzde müstakil bir Türk Daması mevcuttur ve aslına bakılırsa Satranç, Mangala ve Dama oyununun kime ait olduğu uzmanlarca çok net açıklanamamıştır.


Sonuç
Mangala oyununun bazı yönleri ile diğer Türk Zekâ Oyunları arasında ilişkiler, benzerlikler, geçişler vardır. Bu benzerlik ve geçişler, diğer oyunların kendi aralarında da mevcuttur. Bu ilişkileri satranç ile Mangala arasında da görebiliyoruz. Abdülvahap Kara’nın Mangala’nın çok zengin bir Türk Zekâ Oyunu olduğu görüşüne katılıyor, Satranç’la benzerliklerine bakarak da Satranç’ın atalarından biridir diyoruz. Satranç’ın bir Türk oyunu olduğu düşüncesi, Mangala ile şaşırtıcı bulduğumuz benzerliklerinden kaynaklanmaktadır. Mangala’nın Türk Oyunu olduğuna dair kanaatimiz, oyunun Türkiye ve Türkistan coğrafyasında, dünyadakinden daha yaygın olması ve çok çeşitli oynanış biçimlerinin bulunmasına dayanıyor. Sadece Mangala’nın değil, diğer oyunların ve Türk Kültürünün Satranç’a katkılarından da söz edilebilir. Metin And da Mangala’nın Asya kökenli olduğu görüşündedir, ancak bugünkü veriler elinde olmadığı için temkinli davranmıştır.[44] Gelecekte her oyun ailesinin ve alt türlerinin, ayrıntılı olarak ortaya konulmasından sonra, tabii olarak, bugün vardığımız bu kanaatin doğruluğu görülecektir.

Avrupalılar 16. asırda oyunu Türklerden öğrenmiştir. Orta Doğu, Afrika, Orta Amerika’da da oynanıyor. Ama onlarda bizde olduğu kadar zenginlik görülmüyor. Batılılar her şeyi aldıkları gibi bu oyunu da götürüp alınır satılır hale getirmiş, hatta Nokia’nın 3310 telefonlarında oynanabilen bir oyun olarak piyasaya sürmüşlerdir. İnternet üzerinde veya bilgisayara indirilip oynanabilmektedir.[45] Dünyada gördüğümüz oyun ve oyuncakların, sporların benzerini ülkemizde de görüyor ve “Biz bunu çocukluğumuzda oynardık!” diyoruz. Bunlara Golf’e dönüşen Hülü veya Lopak oyununu, Hokey’e dönüşen Köylen oyununu örnek verebiliriz. Bu oyunların, oyuncakların, yabancıların bizim ülkemizde yaptıkları gözlem ve araştırmaları sonucunda geliştirildiğini, ticarileştirildiğini kabulde beynimiz zorlanıyor. Bu yüzden bize ait oyunları başkalarının oyunları zannedip ilgilenmediğimiz de oluyor. Meselâ, Satranç’taki Fil, XII. yüzyılda Avrupa’da bulunduğu halde, Hindistan kökenli sanıyoruz. Bu beyin engelini aşmalıyız. Maalesef kendi oyunlarımıza yeterince ilgi göstermiyoruz.

Oyunlar, insan zekâsının seviyesine göre türlere ayrılır, çeşitlenir, zorlaşır veya kolaylaşır. Bir oyunun kâğıt üzerinde oynandığı bir dönemde, aynı oyunu sahada fiilen oynayanlara rastlanabilir. Her dönemde, her zekâ seviyesinde insan bulunduğu için, her türlü oyun, her malzeme ile kısmen de olsa oynanmaya devam etmektedir. Ancak günümüzde, küreselleşmenin etkisiyle bu çeşitlilik ve zenginlik hızla yok olmaktadır. Bu çeşitlilik içinden bir oyun alınıp, tektipleştirildiği, kesin bir kurala bağlandığı takdirde, yani olgunlaştırıldığında, o oyun türünün alt türlerinin yaşaması, gelişmesi daha zordur. Bir oyun türü ve alt türleri, bütün ayrıntılarıyla derlenip kayıt altına alınmaz, kuralları belirlenmez, tektipleştirilip, markalaştırılıp, piyasaya sürülemezse o oyun türleri gibi alt türlerinin bilgileri de süratle yok olacaktır. Oyun zenginliğimizi sürdürmenin yolu, her seviyedeki, türdeki oyunlarımızın süratle derlenip, markalaştırılıp piyasaya sürülmesi ve oynanmaya devam etmesini sağlamaya yönelik tedbirlerin alınmasıdır. İncelediğimiz Mangala oyunlarının en ilkel ve gelişmiş halleri, Türkiye’nin farklı bölgelerinde ve Türk Dünyasında aşağı yukarı birbirine çok yakın bir şekilde halen yaşıyor, yaşatılıyor. Bunu milletimizin hafızasının zenginliğine bağlıyoruz. Milletimiz eskiyi hemen atmıyor, koruyor, kullanıyor. Bunu kültürel dönüşümün muhteşem bir güvenlik sistemi olarak kabul edebiliriz. Ancak teknolojik gelişmeler bu güvenlik sistemini ve hafızayı zorlamaktadır. Birçok önemli malzeme ve kültür kodu sessiz sedasız yok olmaktadır. Teknolojik gelişmelerin, sanal âlemin, televizyonun, oyun gibi çok önemli bir kültür taşıyıcısının önemini yitirmesine yol açtığı görülmektedir. Bunun önüne geçmek için, yine teknoloji ve çağdaş pazarlama yöntemleri kullanılmalıdır.

Mangala oyununa gereken ilgi gösterilmeli, Mangala oyunu mutlak bir eğitim aracı olarak kullanılmalıdır. Bunun için Türkiye’de Mangala dernekleri ve bu derneklerin oluşturduğu birlikler kurulmalı, ulusal ve uluslar arası çapta yarışmalar yapılmalıdır. Her yaş ve seviyeye hitap edecek Mangala çeşitlerinde yapılacak yarışmaların, ayrıntılı kuralları belirlenmelidir. Kurallaştırma çalışmaları yürütülürken süratle Markalaştırma çalışmaları yapılmalıdır. Ancak araştırılmamış, ham bir alandaki markalaştırma da eksik olmaktadır. Mangala(Osmanlı) bir yönüyle geleneksel bir oyunun ticarileştirilmesine mükemmel bir örnektir, diğer yandan alanı araştırılmadan yola çıktığı için, satranç kadar önemli bir oyun, hatta satrancın atası olduğu bilgisi pazarlamada değerlendirilememiştir.

Aydınlarımızca, kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olan diğer oyunlarımızla birlikte Mangala çeşitlerinin, süratle, ustaca derlemesinde büyük yararlar vardır. Sınırlı zaman dilimlerindeki görüşmelerden aldığımız bilgilerden çıkarabildiğimiz sonuçların çok daha ötesinde şaşırtıcı güzellikler bulunabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca okullarda Türk Çocuk Oyunlarının, Türk Zekâ oyunlarının, Mangala’nın ve Satranç’ın ders olarak konması çok faydalı olacaktır. Bir sanal oyun olarak geliştirilmesi ise bugünün nesillerine ulaşması açısından önemlidir. Oyunların tespitini, derlemeleri süratle tamamlayıp oyunların hikâyelerini (monografilerini) çıkarmamız, geçirdiği değişimi görmemiz, müstakil kitaplar halinde yayınlamamız gerekir. Kanaatimizce oyunların tamamının türleri ve alt çeşitleri derlenmeden de bu çalışmalar sağlıklı yürümeyecektir. Bunun için derleme konusunda gönüllüler yetiştirilmelidir. Özetle, Mangala, diğer Türk Zekâ Oyunlarıyla birlikte Satrancın öncülü, atasıdır. Oyunlarımızın, oyuncaklarımızın altını, üstünü sağlıklı bilgilerle doldurduğumuz zaman, markalaşma, tanıtım, pazarlama sorunlarımız da ortadan kalkacaktır.

Kaynaklar

AKHMET, S.,ZHELEZNYAKOV, B. Mistery of Dastarbasy Caves. Nomad-Kazakhstan No: 5, 2005, Sf.63-66
AND, Metin. Çocuk Oyunlarının Kültürümüzde Yeri ve Önemi. Ankara. Ulusal Kültür, Nisan 1979, S. 4
ÇOBANOĞLU, Özkul. Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş. Ankara, Akçağ Yayınları, 1999, 344 s.
DEMİRCİOĞLU, Yusuf Ziya. Anadolu’da Eski Çocuk Oyunları. İstanbul, Milli Mecmua Matbaası, 1934, 102 sf.
Gaziantep İl Yıllığı. Ankara, 1969
KALKAN, Ayhan. Dinar’da Çocuk Oyunları ve Oyun Araçları. Dinar, Mercan Ofset ve Matbaacılık, 2010, 80 sf.
KARA, Abdulvahap. Dört Bin Yıllık Zekâ Ve Strateji Oyunu Dokuz Kumalak (Dokuz Taş). Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 2007
KAZAN, Şevkiye, KIRÇAK, Şengül KAZAN. Dedemle Ninem de Çocuktu, Dünden Bugüne Burdur’da Oynanan Çocuk ve Genç Oyunları. Burdur, İl Kültür Müdürlüğü, 2006, 97 sf.
KÜÇÜKYILDIZ, Arslan. Mangala Oyunu. Aylık Karınca Kardeş Dergisi, Türk Kooperatifçilik Kurumu, 12 Kasım 2008
OĞUZ, Öcal. ERSOY, Petek. Türkiye’de 2004 Yılında Yaşayan Geleneksel Çocuk Oyunları. Ankara, Gazi Üniversitesi THBMER Yayını, 2005, 184 sf.
ONUR, Bekir, GÜNEY, Neslihan (Hazl.) Türkiye’de Çocuk Oyunları. Ankara, Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları, 2002, 554 sf.
ÖZDEMİR, Nebi. Türk Çocuk Oyunları I-II. Ankara, Akçağ Yayınları, 2006 (1.c.456 sf, 2.c.560 sf.)
ÖZHAN, Mevlüt. Çocuk Oyun ve Oyuncak Terimleri Sözlüğü. Ankara, Kültür Ajans Yayınları, 2005, 255 sf.
SHOTAY, Maksat. Lavs of Togyzkumalak Game Handbook. Astana, 2006
TEZCAN, Hülya. Osmanlı Sarayının Çocukları. Aygaz Kitaplığı, 2003, s.160-166
TOKUZ Gonca. 20. Yüzyılda Gaziantep’te Eğlence Hayatı. Gaziantep, Gaziantep Üniversitesi Vakfı Yayını, 2004, s.77-80
UÇMAZ, Veli. Geleneksel Çocuk Oyunlarımız. Ankara, Başbakanlık Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, 2010, 311 sf.
YILMAZ, İsmail. Unutulan Çocuk Oyunları. Ankara, YÇY, 2009, 145 sf.


Kaynak Kişiler

Abdurrahman SAKAOĞULLARI. Hatay, 1965 (Mangala/Hatay)
Abdülkadir İNCEK. Bingöl, 1959 (Beş Taş)
Adem ŞİŞMAN. Samsun, 1965 (Kuyu)
Ahmet BAŞOĞLU. Trabzon, 1968 (Kuyu)
Ahmet KÖSTEK. Kastamonu, 1927 (Amen)
Ali AKBAŞ. Kahramanmaraş, 1955 (Yalak)
Ali DEMİRYORGAN. Şanlıurfa, 1978 (Mangal)
Ali KARAKAŞ. Hatay, 1948 (Çakıldak)
Ali ŞERİF. Telafer, 1978 (Hane Hane)
Banu SAĞDIÇ. Zonguldak, 1989 (Hane)
Bekir KOÇ. Ankara, 1970 (Eme)
Bilal TAŞDEMİR. Yozgat, 1974 (Karar Kaçtan)
Büşra BAYRAMOĞLU. Bolu, 1990 (Kuzu Kalesi)
Celal YALÇIN, Gaziantep, 1971 (Mangal)
Cengiz EPÇİM. Bolu, 1987 (Altı Kuyu/Altı Kale)
Cihat ŞAYIK. Gümüşhane, 1980 (Üç Taş, Kuyu)
Cumali TEMİZ. Adana, 1954 (Dokurcun)
Demir Mehmet DEMİR. Mardin, 1987 (Mangala)
Dilara AKPINAR. Hatay, 1989 (Mangala/Hatay)
Döndü KÖSECİK. Zonguldak, 1979 (Hane)
Durdu GÜNEŞ. Kahramanmaraş, 1964 (Yalak Yalak)
Emine ŞENER. Isparta, 1981 (Ementi)
Erdal ÜMÜTLÜ. Çorum, 1975 (Böcük)
Erdoğan GÜLERYÜZ. Çankırı, 1986 (Kuytak)
Erdoğan KOÇ. Tokat, 1975 (Abane-Kubane)
Erkan ÖZTÜRK. Trabzon, 1979 (Kuyu)
Fatih KİRAZ. Konya, 1989 (Gırnıf, Garnef, Karnef)
Fatma DİNÇER, Karabük, 1964 (Melle)
Fatma DURSUN. Denizli, 1988 (Ev Göçmeni, Evcilik)
Fikri ÖZTÜRK. Trabzon, 1959 (Fotuk)
Gülfen GÜNÇİNER. Bayburt, 1978 (Foduk)
Hacer DURSUN, Denizli, 1961 (Evcilik)
Hakkı GÜL, Çankırı, 1959 (Emen)
Halime ÇAYCI. Kastamonu, 1915 (Kurt-Koyun)
Hamiyet ŞEN. Zonguldak, 1967 (Kuyu)
Harun KARAŞABANOĞLU. Kastamonu, 1959 (Mele)
Hasan KÜÇÜKYILDIZ. Kastamonu, 1929 (Amen)
Huriye BEKTAŞ, Denizli, 1949 (Ev Göçmeni)
Hüseyin ALBAYRAK. Trabzon, 1945 (Kuyu)
Hüseyin ASLAN. Kastamonu, 1964 (Guyu Daşı)
İbrahim BIÇAKÇIOĞLU. Kayseri, 1959 (Çukur Eksiltme)
İbrahim GÜRDAL. Kastamonu, 1984 ( Güme, Küme)
İbrahim Halil ORAL. Şanlıurfa, 1965 (Mangala/Urfa)
İbrahim KAÇAR. Afyon, 1959 (Malak)
İlhami SAKA. Bayburt, 1959 (Emen)
İlhan AEKMAN. Bolu, 1969 (Kuzu Emesi)
İrfan AKDAĞ. Elazığ, 1975 (Çalık)
İsmail YETGİN. Kastamonu, 1978 (Mele)
Kâmil YILDIRIM. Kırşehir, 1949 (Bızıt)
Kasım TANIRLAR. Adana, 1990 (Boş Kuyulu)
Kemal CEBECİK, Karabük, 1961 (Kuytak)
Kemal KARAOĞLU. Kastamonu, 1931 (Kuytu, Mele)
Levent SARI, Çorum, 1976 (Kümelek)
Mahir TUNA. Kastamonu, 1947 (Guylama)
Mahmut KILIÇ. Kahramanmaraş, 1978 (Yalak)
Maksat SOTAY. Almatı, 1975 (Dokuz Kumalak)
Mehmet CİHANGİR. Osmaniye, 1976 (Ev Göçtü)
Mehmet DOĞAN. Mersin, 1955 (Emen)
Mehmet GİLDİROĞLU. Adana, 1966 (Dokurcun)
Mehmet KARAKAYA. Çankırı, 1962 (Kümbet)
Mehmet KILIÇ. Kahramanmaraş, 1979 (Yalak)
Mehmet Tolga BAKIRTAŞ. Denizli, 1978 (Evcik)
Mehmet YILMAZ. Eski Cuma, 1945 (Kuzu)
Merve BULCA. Ankara, 1989 (18 Taş)
Meryem TÜRKDEMİR. Çankırı, 1970 (Kuyu, Kuytu)
Mithat KÜTÜK. Çorum, 1967 (Yedi Eme)
Muhammed Emirhan ONHAN, Elazığ, 1990 (Kuyular)
Musa ÖKSÜZ. Giresun, 1977 (Çoban Taşı)
Mustafa AĞIRALİOĞLU. Trabzon, 1954 (Tuç)
Mustafa BOLAT. Tarsus, 1959 (İnekbuzağılatan)
Mustafa DİNÇER, Karabük, 1978 (Melle)
Nedim UZUN. Trabzon, 1975 (Beş Taş)
Nezir ŞAKAR. Van, 1985 (Cutke Pıriç)
Nihal YAMAN. Bolu, 1989 (Akdört)
Ömer KÜÇÜKMEHMET. Kahramanmaraş, 1985 (Yalak)
Özgür KARAKAŞ. Hatay, 1976 (Çakıldak)
Pakize TOPÇU. Amasya, 1958 (Kuyu Emeni)
Rahmi YILDIRIM. Sinop, 1955 (Kuyu)
Ruken YILMAZ. Batman, 1978 (Miş)
Sabri YILDIZ. Bolu, 1985 (Kuyu)
Sebahattin ÇİNİK. Çorum, 1975 (Han)
Selahattin GÜLDEMİR. Bolu, 1955 (Kuyu)
Sevcan Eylem KILIÇKAP. Erzincan, 1988 (Lap Koka)
Sezai ALAGÖZ. Burdur, 1964 (Göcek)
Süleyman Yıldız, Kastamonu, 1964 (Mene)
Şemsettin MURAT. Elazığ, 1952 (Kuyular)
Şengül YILMAZ. Burdur, 1980 (Emen)
Şerife TÜRKYILMAZ. Afyon, 1958 (Çiğil Emeni)
Şevket ÜNLÜ. Gaziantep, 1958 (Mangala/Gaziantep)
Ülkü ÖNAL. Artvin, 1961 (Üç Üçmeç, Kuy Taşı, Kuy)
Yahya AKMAN. Şanlıurfa, 1967 (Mangala/Şanlıurfa, Mangala/Gaziantep)
Yusuf DOĞAN. Çankırı, 1943 (Ev Kayası)
Zafer AKINCI. Kastamonu, 1970 (Mele)
Zekiye ÇETİNTAŞ. Elazığ, 1988 (Çukurcuk, Kuyu, Kuyular)
Ziya YILMAZ. Burdur, 1940 (Emen)

[1] TRT-Yapımcı/Yönetmen
[2] Oyuna ilgimizin hikâyesi için ayrıca bkz: http://mangala.blogcu.com
[3] Abdülvahap KARA- Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü. Öğretim üyesi – “Dört Bin Yıllık Zekâ Ve Strateji Oyunu Dokuz Kumalak (Dokuz Taş)”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 2007
[4] S. AKHMET, B. ZHELEZNYAKOV, Mistery of Dastarbasy Caves, Nomad-Kazakhstan No: 5, 2005, Sf.63-66
[5] http://en.wikipedia.org/wiki/Mancala
[6] Metin AND. Çocuk Oyunlarının Kültürümüzde Yeri ve Önemi, Ankara. Ulusal Kültür, Nisan 1979, S. 4
[7] Bkz: İbrahim ÖZBAKIR, Geleneksel Çocuk Oyunlarında Fonksiyonel Oyuncu “Ebe”, Uluslar arası Sosyal Araştırmalar Dergisi, ISSN: 1307-9581, Volume 2/6, (Şubat, 2009), sf. 482
[8] Özkul ÇOBANOĞLU,. Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş. Ankara, Akçağ Yayınları, 1999, 344 s. (Sf. 35) Çobanoğlu’nun verdiği ana çerçeve: “XXII. Çocuk Oyunları ve Oyuncakları / 1. Temsili Nitelikteki Oyunlar /2. Beceriyi ve Yeteneği Amaçlayan Oyunlar / 3. Oyuncak Türleri ve Nitelikleri” şeklindedir.
[9] Ayrıntılar ve oyunun kurallarını görüntülü olarak görmek için bkz: http://www.mangala.com.tr/
[10] Sekiz Yalaklı Taş oyunu: http://www.yuvarehberim.com/blog/sekiz-kuyulu-tas-oyunu-nasil-oynanir-tikla-izle/
[11] www.sevgi.us/tarih-mitoloji/419-manas-destani-4.html
[12] Kara. Agm.
[13] Metin AND, “Türk oyunları üzerine Latince bir kitap”, Türk Folklor Araştırmaları, Mayıs 1963, Sayı: 166.
[14] http://www.mangala.com.tr/ ve http://www.mangalaoyunu.net/mangala/index.htm
[15]Gonca TOKUZ, “20. Yüzyılda Gaziantep’te Eğlence Hayatı”, Gaziantep, Gaziantep Üniversitesi Vakfı Yayını, Yayın No: 14, 2004, 374 sf.
[16] Necati DEMİR, Fikriye DEMİR. Türk Ninnileri. Ankara, Sarkaç Yayınları, 2010, 351 sf.
[17] Dr. Ahmet BAŞOĞLU, Yüksek İhtisas Hastanesi Müdürü
[18] Derlediğim oyunların kaynakları zeki insanlardı. Oyunları bizzat onlarla oynadım. (Bunları kızım Beyza KÜÇÜKYILDIZ’la oynayarak denedik.)
[19] Mehmet SAN, “Neden Satranç Oynamalıyız?” Ankara, İlkem Kolej Dergisi, 4.sayı, Mayıs 2010, sf.62,63
[20] Metin AND, Çocuk Oyunlarının Kültürümüzde Yeri ve Önemi, Ankara. Ulusal Kültür, Nisan 1979, S. 4
[21] And. Agm.
[22] Asya Dokuz Kumalak Açık Şampiyonası (Çimkent 19-26 Ekim 2009) yapılmıştır. Dokuz ülkeden (Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Türkiye, Azerbaycan, Rusya, Çin, Moğolistan) katılımlar olmuştur. 15 Temmuz- 1 Ağustos 2010 tarihleri arasında Çek Cumhuriyeti'nin Prag kentinde 47 ülke'den 5000’in üzerinde kişinin katılımıyla 20.si yapılan Dünya Zekâ Oyunları şampiyonasında yer alan oyunlardan birisi Dokuz Kumalak’tır.
[23] Bu oyunlar; Aşık, Beş Taş, Çok Taş, Üç Taş, Dokuz Taş, Oniki Taş, Kös, Kurt-Koyun, Dama, Satıra, Satranç, Mangala, Yüzük, Domino, Tavla gibi oyunlardır.
[24] And. Agm.
[25] http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_mancala_games
http://mangala.blogcu.com/dunyadaki-mangala-oyun-adlari/9228536
[26] http://tr.wikipedia.org/wiki/Mankala
[27] And. Agm.
[28] Kara. Agm.
[29] Makalemizin Dünya Mankala Oyunları bölümünde adı geçen oyun türleri.
[30] Verilen oyun örnekleri, makalenin hacmi açısından birkaç örnekle sınırlı tutulmuştur.
[31] Bkz: Kara. Agm.
[32] Kazakistan Dokuz Kumalak Federasyonu Başkanı Maksat Sotayev’le görüşmemizden.
[33] Ülkemize gelen yabancı seyyahlar Türklerin bu oyunu parayla oynamadığından, saatlerce hiç tartışmadan zevkle bu oyunu oynadıklarından seyahatnamelerinde bahsetmişlerdir. 1610 yılında İngiliz Seyyah George Sandys “Mangala ne zenginler ne de fakirler tarafından parayla oynanması tercih edilen oyunlardan değildi. Bu sebeple aralarında tartışma da çıkmazdı” demektedir. Bkz: Gülgün ÜÇEL'in, Avrupalı seyyahların gözünden Osmanlı Dünyası ve insanları (1530-1699) adlı eseri.
[34] Abdülkadir EVİŞEN’in bir sohbetimizde verdiği bilgiye göre, bu şekilde bir nevi kumar olarak oynanması sonucu Mangala(Gaziantep) oyununa iyi gözle bakılmaz olmuştur.
[35] http://www.facebook.com/group.php?gid=288797720097#!/photo.php?fbid=291929409559&set=o.288797720097
[36] Yayına hazırladığımız Mangala, Türk Zekâ Oyunu kitabında oyunlar hakkında ayrıntılı bilgiler verilecektir.
[37] Bu oyunda sayma çubuklarının belirlediği sayıya göre ilerleyerek taşları tahtanın dışına çıkarma söz konusudur: http://www.ezberim.com/dunya-tarihi/181233-eski-misirin-senet-oyunu-satrancin-bilinen/
[38] http://www.ezberim.com/dunya-tarihi/181233-eski-misirin-senet-oyunu-satrancin-bilinen/
[39] http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_(satran%C3%A7_otomat%C4%B1)
[40] “Aklından Bir Sayı Tut” oyunu buna en güzel örnektir: http://www.aginkulturu.com/elazig-geleneksel-zihin-oyunlari.html
[41] Osman TURAN, On İki Hayvanlı Türk Takvimi, İstanbul, 1941
[42] Nebi ÖZDEMİR, Türk Çocuk Oyunları I-II, Ankara, Akçağ Yayınları, 2006 (1.c.456 sf, 2.c.560 sf.)

[43] Zaten Dama oyunu da dünyada “Turkish Checkers” adıyla bilinmektedir.
[44] And. Agm.
[45] http://mangala.blogcu.com/ adresine bakmanızı salık veririm.