16 Haziran 2011 Perşembe

AYI YAVRULARI



Arslan KÜÇÜKYILDIZ

“Toplanın gidiyoruz” dedi, genç adam imalı bir tebessümle. Etrafında bir sürü adamla beraber olmaktan keyif alıyordu. Gençti, yakışıklıydı, güzel giyiniyordu. Paralı üniversitelerden birinde okumuştu. Köklü değil ama zengin bir ailesi vardı. Babası Bakan’dı. Babasına gösterilen saygının daha fazlası ona gösteriliyordu. Bir dediği iki edilmiyor, yüksek sesle ve güzel konuşmasına gerek kalmıyor, her sözü dinleniyordu. Kazara yanlış bir şey söylese bile “Doğru söylediniz, iyi düşünmüşsünüz efendim.” diyen bir çevreyi kim sevmez? Onlarla oturup kalkıyor; yiyor, içiyor, eğleniyor, gençliğinin tadını çıkarıyor, hepsinden önemlisi iş kotarıyordu.
İş deyince öyle ağır işler akla gelmesin; babasına ulaşamayan iş takipçileri bir şekilde kendisini buluyor, o da bunların dileklerini, babasına, uygun bir tarife ile aktarıyordu. Bugüne kadar işleri tıkırında yürümüştü. Babası Bakan olduğu sürece yürümeye devam edecek gibi görünüyordu.
“Arabamı hazırlayın!” dedi adamlarına. İşyerinin önünde son model cipini koyabilecekleri bir yer yoktu. Çaresiz yola bırakıyorlardı. Bulundukları yer şehrin eski ana caddelerinden birinin üstündeydi Cadde, rüşvetçi yöneticilerin elinde küçülmüş olsa da, yoğun trafiğe rağmen trafik polisleri arabasının yolu kapatmasına göz yumuyor, ondan tırsıyorlardı. Ne de olsa Bakan Oğlu idi ve serde en ücra ilçeye sürülmek vardı. Orda da rüşvet gelirleri düşük olurdu. “Rüşvetle cadde küçülmesi nasıl olur?” demeyin, oluyordu. Evinin biraz büyümesi için ilgilisine rüşveti veren, caddenin küçülmesine bakılmadan karşılığını, herkesin kullandığı yolu birazcık işgal ederek, alabiliyordu. Bu sözler hikâyenin gelişine göre yazılmış cümleler zannedilebilir; o caddeyi ben de gördüm. “Daha geniş bir caddeye taşınmamız lazım.” diye düşündü Bakanın oğlu. Şehir su şebekesinin yetersizliğinden dolayı her yere de taşınamıyorlardı. Ancak, isteyene -o da rüşvetle- özel su şebekesi bağlanabilen caddelerde oturmaları, mümkündü. Öyle olunca da altyapısız geniş bir cadde üzerine taşınmaları başlarına ayrı bir dert açacaktı. Eski dönemde devlet ailelere evler vermişti. Aileler parçalanıp boşanmalar arttıkça, mevcut evlerin ikiye bölünmesi gerekiyordu. Bu yüzden evlere, apartmanlara yolların, kaldırımların üstünde, direk üstüne yapılmış odalar ilave ediliyor, dışarıdan merdivenler çıkılıyor, dıştan elektrik, su, gaz şebekeleri bağlanıyor, bu da altyapının altını üstüne getiriyordu. Caddelerin daralması biraz da bundandı. Geçenlerde bir evin ikinci kat sokak penceresinin yanında bir havagazı sayacı bile görmüştü. Bu şehrin her şeyi karışıktı. Yolları, altyapısı; suyu, elektriği, havagazı...
Bu şehir insanı bunaltıyordu. Yanı başındaki deniz de esintisi de trafiğin, işsiz-güçsüz kalabalığın, şikâyetlerin, isteklerin sıkıcılığını gideremiyordu. Onun için sık sık dostlarıyla kaçamaklar yapıyor, civardaki sayfiye yerlerine uzanıyordu. O gün de otelleriyle meşhur şehre gitmeye karar verdi. “........’gidiyoruz” dedi arkadaşlarına. İki cipe bindiler. Yola revan oldular.
Deniz kenarındaki yol üzerinde tekdüze işçi evleri, lüks villalar, petrol çıkaran at başları, petrol gölcükleri vardı. Konuşmuyordu. Denizin tatlı esintisi hayallerini canlandırıyor, biraz sonra tadacağı zevkleri düşündürüyordu. Şoförlük yapan arkadaşına biraz daha hızlı sürmesini söyledi. Delikanlı arabanın gaz pedalına biraz daha yüklendi. Altlarındaki cip ok gibi ileri fırladı. Kendilerini radyodan gelen yüksek sesli müziğin ritmine bıraktılar.
Otellerin bulunduğu bölgede hayat vardı. Herkes kendi işinde gücünde, eğlencesindeydi. En masumundan en çılgınına, eğlencenin her türlüsü orada bulunurdu. Orda “yok” yoktu. Akla hayale gelmeyen arzular ortaya saçılır, bir şekilde karşılanırdı. Yeter ki paradan haber verilsindi. Orada başkentteki yoksulluk, kargaşa ve gürültüden eser yoktu. Son model arabalar, kumarhaneler, her yaş ve milletten güzel kadınlar...
Yola çıkalı bir saat olmuş, oteller bölgesine neredeyse gelmişlerdi.
Nedense içinde bir sıkıntı vardı. Kurt gibi acıkmıştı. “Acıktım!” dedi. Her şeyi yiyebilirdi. Nerden aklına geldiyse “Şimdi bir ayı olsa yerim.” diye söylendi. Arkadaşları onun bu halini bilirdi. Acıktı mı homurdanmaya başlar, tatsızlaşır, sağa sola çatar, çekilmez olurdu. Diğerlerine göre Bakan oğluna biraz daha nazı geçen şiş göbekli dostu “He” dedi; “Yersin, yersin de, sana şimdi ayıyı nerden bulalım?”
Şoför etrafta uygun bir yer bulma ümidiyle yavaşladı. Biraz sonra yol üstünde küçük bir hayvanat bahçesi olan bir lokantaya rastladılar. O da ne! Bahçede oldukça iri bir ayı yavrusu, ayakları üzerine dikilmiş, dolaşıyordu. Dostu takılmadan edemedi; “Ayı olsa yerim dediydin. Ahan da ayı!”dedi ve gevrek gevrek güldü. Bakan oğlu şoför yerindeki arkadaşına seslendi. “Dur, kenara çek, şu lokantaya girelim!” Şoför arabayı hızla ana yoldan ayırdı ve lokantanın kapısında zınk diye durdurdu.
Arkadaki araba onlara ayak uyduramadı, biraz ileriden dönüp geldi. Sekiz adam, Bakanın oğlunun arkasında lokantaya girdiler. Bomboş lokantalarına gelen bu yağlı müşterileri gören çalışanlar hemen pervane olup en güzel şekilde onları karşıladı. Hemen masalar birleştirildi, üzeri donatıldı. Gelenlerin kim olduğunu hemen öğrenmişlerdi. Lokantanın idarecisi sordu; “Efendim size ne yaptırayım. Çok güzel balıklarımız, kebaplarımız var, ne içersiniz, ne ikram edelim?” Bakanın oğlu, müdürün sözünü kesti; “Sen bize şu bahçedeki ayının kebabını yaptır.” Müdür, önce genç adamın şaka yaptığını zannetti. Sadece “Çok şakacısınız efendim.” dedi. Bakan oğlu “Şaka yapmıyorum.” dedi, “Sen bize şu ayıyı kestir, kebap yaptır, getir.”
Bu sefer yanındaki arkadaşları anlamadı. Yoksa sahiden o ayıyı kebap yaptırmayı mı düşünüyordu? “Yahu sen ciddî misin, olur mu öyle şey?” dedi şiş göbek dostu usulca. Bakanın oğlu; “Neden olmasın?” diye cevap verdi. Müdürün elleri terlemişti. Ne diyeceğini, bu işten nasıl sıyrılacağını bilemiyordu. Kekeleyerek; “Ama efendim, o ayı Cemalettin Beyin ayısı, onu kesemeyiz, kendisine sormamız lazım.” diyebildi. Müdürün bu telaşlı halini gören yanındaki dostu kulağına eğildi, lokantanın devletin ikinci adamı Cemalettin Bey’in olduğunu fısıldadı. Yol yakınken bu işten vazgeçmesini ihtar etti. İkna edici sözler söyledi. “Kalkalım, başka yere gidelim” dedi. Dinletemedi. Bakanın oğlu kararlıydı; aklına koyduğunu yapardı. Müdüre kesin talimatını verdi: “O zaman sen de git sor.” dedi.
Kerâhat vaktinde Cemalettin Bey arandı. Kendisine durum anlatıldı. “Israr ediyor ne yapalım?” dendi. Cemalettin Bey’in kısa bir suskunluğun ardından verdiği talimat kesin ve net oldu: “İstediğini yapın. Ama faturayı çıkarmadan önce beni arayın. Faturanın rakamını size sonra söyleyeceğim.”
Ayı kesildi. Kebabı yapıldı. Kebaplar afiyetle midelere indirildi. Kalkma vakti geldi. Bakanın oğlu hesabı istedi. Restoranın müdürü Cemalettin Bey’i aradı. Cemalettin Bey’in talimatı alındı. Hesap düzenlendi ve Bakanın oğlunun masasına getirilip sunuldu.
Bakanın oğlu içkiyi biraz fazla kaçırmıştı. Nedense hep böyle yapar, bir türlü kararında bırakamazdı. Hesabı görünce önce anlamadı. Eliyle gözlerini ovuşturdu. Sonra kâğıdı yanındakine okuttu. Gördüğü rakam doğruydu. Önündeki faturada bir milyon dolar yazılıydı. Birden ayılmıştı. Önce ne yapacağını bilemedi. Yüzü kireç gibi olmuştu. Sonra çaresiz, arabasındaki çantasını istedi. İçinden altı yüz bin dolar para çıktı. Geriye kalan dört yüz bin dolar için şoförlük yapan arkadaşını Başkente, babasına gönderdi. Başkentten para gelene kadar lokantada nazikçe bekletildiler. Para geldi. Hesap ödendi.
Bakanın oğlu ve arkadaşları ayı kebabını yemişlerdi. Cemalettin Bey kısa günde yüklü bir hesap almıştı. Hani, beş bin dolar verse on tane ayı yavrusu daha buldurup yakalatırdı. Olan bizim gariban ayı yavrusuna olmuştu. Bir de daha yüklü tarifeler ödeyecek olan iş takipçilerine...
Vah ayı yavruları vah!
Vay ayı yavruları vay!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder