30 Mart 2020 Pazartesi

AYA MERDİVEN / KORONA SARGANI / KIRAN GİRESİ TELEVİZYONLAR


Yazınca uzun yazıyor, okunmuyor, kısa yazdıklarım da dikkate alınmıyor diye uzun süredir yazmıyordum. Korona kıranı dolayısıyla televizyonları ve sosyal basını daha çok takip ettiğim için olacak gördüklerimi, hissettiklerimi yazmadan duramadım. Belki okunur.
Türkiye ve dünya büyük bir belayla uğraşıyor; Korona. Büyüklerimizin “kıran” dediği türden. Annem kızdığında “köküne gıran giresice” derdi. Kökümüze kıran girdi. Gönüllü gönülsüz hepimiz evlerimize mahsur kaldık. Okuma, yazma, çizme işleri arasında televizyon seyretmeye başladım. Çünkü Türkiye’de neler oluyor, nasıl tedbirler alıyoruz, şahsen ne yapmam gerekiyor, Türkiye ve dünyada kıran sonucu neler oluyor, gelecekte neler olabilir, çok köklü değişiklikler olacağı belli ama bunlar neler gibi soruların cevabı gündemi takipten geçiyordu. Bir ara neden bu kadar çok televizyon seyrediyorum diye sordum kendime. Cevabını çabuk buldum: Bunda bazı lüzumsuz zevatın ekranlarda olmayışının büyük rolü vardı. Millet olarak kayıkçı kavgasından bıkmıştık. Yüzlerini çoktan eskitmişlerdi. Mart başındaki son büyük meclis kavgası ise midemi bulandırmıştı. Aksasa da şimdilik siyasetçileri görmeden yaşamanın mutluluğunu yaşıyordum. Çok şükür dedim.
Televizyon, haber, eğitim, eğlence, drama, ürün tanıtımından ibarettir. Korona sarganı(virüsü) Çin’de çıkmıştı, benim gibi Doğu Türkistan hassasiyeti olanlar durumu yakından takip ediyordu; sarganı Uygurlara bulaştırmasalar diye dikkat kesilmiştik. Bu sıralarda bir yandan Suriye, bir yandan Rusya, bir yandan da Amerika Türkiye’yi İdlip’te askeri bakımdan sıkıştırmaya başladı. Resmen savaş arifesinde idik. Bu hengâmede bir hatırlatmada bulundum: “TRT bir savaş için yeterli donanım ve hazırlıkta değil, tecrübeli elemanlarını ihtiyaç fazlası gösterip dağıttığı kurumlardan toplasın ve bir değil birçok alanda savaşa hazırlansın.” demiştim. Ciddi bir televizyon kurumunun savaş, hastalık, kıran, göç vs. her konuda program ve haber hazırlıkları olur. Hele TRT gibi Türk milletine yön vermiş olan bir kurumun mutlaka olmalıdır. Diyelim ki savaş çıktı, güncel ve geriye dönük görüntü malzemeleriyle arka arkaya saatlerce haber ve program yayınlayabilecek, canlı yayınlar yapabilecek durumda olmalıdır. Bugün müttefik bile olsanız, yarın savaşma ihtimaliniz olan bir devletle, bir kıta ile ilgili elinizde savaş sırasında kullanabileceğiniz yayın hazırlığınız olur. TRT’nin yayıncılık açısından İdlip “Barış Pınarı Harekâtı”na hazır olmadığını gördük. Allah’tan Korona çıktı da İdlip savaşını çok çabuk unuttuk. Yeri gelmişken; bu savaşa yeniden girişmek zorunda kalacağımız açık. Peki, Korona sarganı Türkiye’ye gelmeden, TRT kanalları, özel televizyon ve haber kanalları seyirciyi yeterince bilgilendirebildi mi? Muhtemel hadiselere hazırlayabildiler mi? Ne gezer!
Türkiye’deki bütün televizyon kanalları -ki bunlara haber, spor, eğlence, müzik, tarım vb. kanalları dâhil- Korona sarganı Türkiye’ye gelmeden ve geldikten sonra yaptıkları yayınlarla çok kötü bir sınav veriyorlar. Hepsi de sınıfta kaldı. Türkçe yayın yapan DMAX ve TLC kanallarında ilk hafta içinde bu konuyu anlatan belgeseller yayınlanmaya başlarken, bizde ilk hafta sonunda 14 gün ikazı yapan bir kamu tanıtım ancak yayınlanabilmiştir. Birçok kanal yayınında en küçük bir değişiklik yapmadığı gibi yapmamakta ısrarlıdır. Bunların başında da TRT’nin bütün kanalları gelmektedir. Spor, müzik, eğlence kanalları ise hiç tınmadı. Ne zaman maçlar seyircisiz olmaya, toptan iptal edilmeye başlandı o zaman bu kanallar ayıktı. Topluma kanser gibi yapışan, kaynakları küt diye kesilmiş bu sömürgen kanalların istismarı hâlâ bitmiş değil. Bu defa da geçmiş futbol maçlarını yayınlıyorlar. Allah belanızı versin. Başını da TRT Spor, TRT Spor HD kanalları çekiyor. Maalesef evde zorunlu vakit geçirirken spor yapma ihtiyacında olanlara rehberlik eden bir program bile yapamadı TRT. Bir kamu kanalı, kuruluş amacını hatırlayamadı. Onlarca spor kanalı da aynı durumdalar. TRT’nin müzik kanalı ise Korona kıranına, biz evlerimizdeyken evde hapis kalanlara, çocuklara, kadınlara, çalışan sağlıkçılara, güvenlik kuvvetlerine, işçilere, memurlara, çiftçilere yönelik, onlara moral veren müzik eğlence programları yayınlayamadı. Hâlbuki sokakta yanıp sönen ışığı hastanelere götürecek olan televizyonlardır. Birincisi İdlip, ikincisi Korona kıranı olmak üzere iki büyük savaşın içinde değil, tam ortasındayız. Her ikisinde de hiç aldırış etmeyen “ulusal” kanallar! Allah sizi ıslah etsin.
Korona geleli nice olmuş, devletimizin aklına yurt dışında yaşayan vatandaşları gelmiş. (Kastedilen yaşadıkları ülkelerin insafına terk ettiğimiz Türklerdir.) Bugün televizyonlarda yayınlanan bir tanıtımda Dışişleri Bakanı ve Büyükelçiler “evde kalın” diyorlardı. Devlet, sadece uçak gönderip vatandaşını almakla kalmaz. Yurt dışındaki vatandaşlar için kurulan TRT Türk adlı televizyon kanalı, bu tanıtımı en az on gün önce yayınlamalı idi ama ne gezer. Bizim devletimiz büyük hedeflerle kurumlar kurup sonra da bunların ne yaptığına, ehil ellerde olup olmadığına bakmaz. Yazıklar olsun bunca emeğe!
Bu kanalların yüzde bir-ikisini istisna kabul edersek neredeyse hepsi bu milletin parasıyla milletine hiç hizmet etmeyen, onu gerçekten ihtiyaç duyulan alanlarda bilgilendirmek, eğitmek, geliştirmek yerine ona sadece para gözüyle bakan, gelecek reklam parasını düşünen “hainler”dir. Abartmıyorum.
Hiçbir televizyon kanalı bu savaşa aylar, yıllar öncesinden hazırlanmamış. Haber kanalları bir nebze olsun Korona hakkında aydınlatıcı programlar yaptı ama bunlar da sadece bilim adamlarını konuşturan, zaman zaman da kafa karıştıran şeylerdi. Bir kanaldaki doktor öbür kanaldaki doktorla çelişiyordu. Biri maske takın derken diğeri takmayın diyordu. Bazı malum kanallar ise komploları köpürtme yolunu seçti. Yalnızca seyirci toplamaya çalışmak yerine ele aldıkları komplolardaki gibi aylar yıllar önce bugünleri öngörmeli, muhtemel salgın ve kıranlarla ilgili yayın yapmalıydılar. Hadi olmadı, yan gelip yattınız, bugün yapın. TRT yönetimi, konusu evde ve sınırlı sayıda oyuncu kadrosuyla çekilebilecek ve vatandaşa hem rehberlik yapıp hem de moral verecek bir günlük dizi yaptıramaz mı? Nasıl olsa yaptıracağı bir sürü yandaş firması var!
Televizyonların sadece reklamlara odaklandığı açık. Peki, reklam tanıtım filmleri Türk milletinin ikinci savaşı olan Korona kıranına karşı savaşına ne kadar hazırlıklıydı? Bir istisnası var. Yine dikkat çektiğim bir konu: Kraliçe ödüllü temizlik malzemesi tanıtımı. Bu marka Korona gelecekmiş gibi piyasaya girmişti ve Mart ayı öncesinde yayınlanmaya başlamıştı. Hekimoğlu kamu tanıtımı ilk hafta girdi demiştim; Mucize Doktor tanıtımı ise ikinci haftayı buldu. Garabete bakın. Televizyonlardaki reklam/tanıtım filmlerinin Korona’ya uyumlu hale gelmesi yirmi günü buldu. Birçoğu ise daha ayıkmadı. Bazı tanıtımları seviyorum; reklamını yaptıkları markadan hiç söz etmeden kamu tanıtımları gibi, seyirciye moral veren reklamlar çekiyor. Doğru yapıyorlar. Bu “Kızılca Gün”de tayyareden markalarını gözümüze sokmaya çalışanlar bence kaybedecek.
Boşuna “Kızılca Gün” denilmemiş. Türkiye’nin geleceğine hizmet etmeyen hiçbir kişi, kurum, firma, dükkân; ürettikleri ürünler; bunların reklamını yapanlar, bunları yayınlayan televizyonlar; milletinin geleceğine hizmet etmeyen, onu bilgilendirmeye, geliştirmeyen, eğitmeyen bütün televizyoncular, gazeteciler, yayıncılar ya da onların ülkeleri yok olmaya mahkûmdur. Son günlerde Bilim Kurulu üyeleri işleri güçleri yokmuş gibi bazı reklam amaçlı kanalları tanıttıkları zararlı sağlık ürünleriyle uğraşıyor. Bizim uydularımızdan bizim kafamızı karıştıran yayınların kesilmesi mümkün değil mi? Siz buna göz yumarsanız, gözünüzü oyarlar. Siz bir yandan tonlarca kaçak temizlik malzemesi yakalayıp bir yandan da bu merdiven altı imalatın reklamını yapan, güzel olan ne varsa tahrip eden, saf insanımızı istismar eden televizyon kanallarınızı cezalandıramazsanız yıkılır gidersiniz. Hele o saçma sapan ot macun reklamları…
Görmüyor musunuz? Milletimizi sahipsiz bıraktınız. Devletler insanını her bakımdan güçlendirmek zorundadır. Bu alanların başında Eğitim, Sağlık, Güvenlik, Çalışma gelir. Sağlığınız kuvvetli olsa bile eğitimsiz bir halkınız varsa Korona gibi kıranlardan kurtulamazsınız. Doğru bilgilendiremez, doğru eğitemez, doğru eğlendiremezseniz davranışlar sakat olur. Televizyon ve radyolar, gazeteler, internet vs. sadece bunun içindir. Televizyonlar, Haberleşme, İnternet de en az sağlık kadar önemlidir. İyi yönetilmelidir. Savaşta öne çıkmanın yolu buradan geçer. 5G hızında internet, birilerinin fantezisi için değildir. Haberleşme iyi yönetilmezse, felaketleri Türkiye fotoğrafları ile servis ediverirler. Cevap vermesi gereken kurumlar basın ve televizyon, girdiğimiz bu savaşta üzerlerine düşen görevleri hatırlamalıdır.
Milletimizi layık olduğu mutlu bir gelecek için çok çalışmamız ve çok hazırlıklı olmamız lazım. Bugünler mutlaka atlatılacak, yarınlar ise çok zor geçecek; aşmamız için bütün gücümüzü toplayıp hareket etmemiz gerekecek.
İşte böyle. Uzun yazıyorum. Özü: At binicisine göre kişner. Sıkılmadınız umarım.
Arslan Küçükyıldız
#TürküSöyleTürkiye

24 Mart 2020 Salı

ÜÇ GARİP


Refik Halit Karay’a saygıyla.

Mayısın hoş kokulu seherinde giysisi paralanmış bir genç kız, yalın ayak, son gücüyle köyüne ulaşmaya çalışıyordu. Az kaldı, diye düşündü. İki gündür yoldaydı. Açtı, dudakları susuzluktan çatlamıştı, bitkindi. Zorla attığı adımlarda yine de bir soyluluk vardı. Alnındaki lekeyi taşımaya mecali kalmadığını düşünüyor, utanıyordu. Anne babası ne derdi? Kardeşlerinin, komşularının yüzüne nasıl bakardı? Bir sabah köye gelen silahlı adamlar, zorla topladıkları genç kadın ve kızlarla birlikte onu bilmediği yerlere götürmüş, ne kadar dirense de iğrenç emellerine alet etmişti. Günlerce gözünde yaş kalmayıncaya kadar ağlayıp yalvarmış ama kimse aldırış etmemişti. Pis sakallı suratları, “Allahuekber” diye atılan naraları hatırladı ve “Allah belâlarını versin.” dedi. Keşke öldürselerdi, ölebilseydi lakin ölmemişti. İki gece önce, kendisi gibi bir kadınla, umudunun tamamen tükendiği bir anda başlarındaki nöbetçinin uyuduğunu ve kapının açık olduğunu görünce harekete geçmişler, bu çirkin tutsaklıktan kurtulmuşlardı. O başka bir tarafa kendisi başka bir tarafa kaçmış, birbirlerini karanlıkta kaybetmişlerdi.

Üzerine sinmiş ağır erkek kokusundan midesi bulanıyordu. Düşündükçe yaşamaktan iğreniyor, başına gelen bu felaketi kendine bir türlü izah edemiyordu. Bir kez olsun kendisine yüzünü ekşitmemiş dev gibi babasının, ona hep ceylanım diye seslenen anasının kucağına bir an önce sığınmak istiyordu. Kulakları makinalı tüfek seslerine alışkındı ama köyün üstündeki dumanları fark etmemişti.  İstemese de ayakları onu köyün yamacındaki evlerine sürükledi. Köyün sokakları ıssızdı. Sersem tavuklar sağa sola koşuşturuyorlardı. Kimseye gözükmemeye çalışarak yürümeye çalıştı. Vardığında evlerinin yerinde dumanı tüten bir harabe buldu. Bahçe duvarı ayakta olsa da evin büyük bir kısmı yerle bir olmuştu. Haftalardır ailesinden uzakta geçirdiği, her günü bir ömür gibi uzun süren korkunç günleri bir anda unuttu. Beterin beteri vardı demek. Ne olmuştu evlerine böyle? Annesine, babasına, ağabeyine, kız kardeşlerine seslendi. Boşuna.  Çöken iki katlı evlerinin enkazına girmeye, onları bulmaya çalıştı. Elleriyle toprağı kazmaya, yerdeki kalasları kaldırmaya çalıştı. Gücünün son damlasına kadar çabaladı. Çaresizdi. Gözleri karardı. Odasının penceresinden meyvelerini topladığı dutun dibine yığıldı.

Orada ne kadar kaldı bilmiyordu. Yanı başında bir çıtırtı duydu. Gözlerini açtığında toz toprak içindeki geceliğiyle sekiz yaşındaki kız kardeşini karşısında buldu. “Selcen, ablam ne oldu sana?” diyebildi. Küçük kız konuşamıyor, korku dolu gözlerle ablasına bakıyordu. Sımsıkı sarıldı ona. Annesini babasını sordu, cevap alamadı. Neler olduğunu anlatacak birilerini aradı gözleri. Zorla ayağa kalktı. Komşularının evi sağlamdı. “Fatma abla” “Elif nine” diye seslendi. Cevap yoktu. Kardeşine bahçedeki çeşmeden su içirdi. Kendisi de kana kana içti. Biraz can geldi. Evin arkasına dolandı. Yerler mermi kovanlarıyla doluydu. Bir anda olduğu yere çakılıp kaldı. Ayşe anası ve Doğan babası, enkazın dışına doğru uzanmış öylece yatıyorlardı. Koştu yanlarına, çığlık çığlığa seslendi bir umut. Ölmüşlerdi. Tenleri soğumuştu. Hıçkırıklarla sarıldı onlara, kokladı, öptü yanaklarından. “Murat Abi”, “Zeynep” diye seslendi. Dünya sessiz bir duvar olmuştu sanki. Selcen kolunu çekiştirmeseydi öylece saatlerce kalabilirdi. Bahçenin kıyısını işaret ediyordu kardeşi. Zorla ayağa kalkıp gösterdiği yere yürüdü. Murat ağabeyi ve ortanca kardeşi Zeynep az ötede yerde uzanmış yatıyorlardı. Koştu başlarına, Zeynep’in güzel saçlarının örttüğü başının bir kısmı parçalanmıştı. Gözleri dehşet içinde bakıyordu. Murat ağabeyinin yüzü gözü kan içindeydi. Kurşunlamışlar diye düşündü neden sonra. Kulakları uğulduyor, kurşun sesleri gittikçe uzaklaşıyordu. Etraf derin bir sessizliğe bürünmüştü. Öylece yığıldı oraya. Keşke bunları görmeseydi, keşke onlar yerine kendisi ölseydi. Ağlayamıyor, gözünden bir damla yaş gelmiyordu. Fısıltı ile başlayan ve gittikçe yükselen bir sesle bir ağıt tutturdu. 

Sonrası bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Ana babasının, kardeşlerinin yüzünü, o kan kırmızısı akşamı, yıldızların her zamankinden daha çok ve yere değecek kadar yakın olduğu o geceyi, ağıdını, ağıdına eşlik eden kesiksiz köpek ulumalarını ve cır cır böceği seslerini ömrü boyunca unutmayacaktı.

Yanı başındaki Selcen’i fark etti; tir tir titriyordu. Harabe evin yıkıntılarından ona uygun giyecek olup olmadığını araştırdı. Bulduğu giysileri kardeşine sıkıca giydirdi. Karnı da açtır, diye düşündü. Aklına bahçedeki tandıra kuruması için bırakılmış ekmek olabileceği geldi. Düşündüğü gibiydi. Suyu kuru ekmeğe katık ederek kardeşini doyurdu. O da iki gündür bir şey yememişti, istemsizce bir parça attı ağzına, yutamadı.  Lokma geçmiyordu boğazından.

Selcen, yaşadıklarının tesiriyle uyuya kalmıştı. Ne yapmalıydı? Bir küçük çocukla bu hayatta yapayalnız kalmışlardı. Ne eder, nereye giderlerdi? Son zamanlarda Babası “Buralarda at izi it izine karıştı, durmamalı, Türkiye’ye gitmeli.” derdi. Evdekilere şaka yollu “Giderken tandırın arkasına bakmayı unutmayın.” diye tembih ederdi. Ağabeyi Murat’ın “Niye hemen gitmiyoruz baba?” sorusuna ise “Bin yıl yaşadığın bu topraklar öyle hemen bırakılır mı? “ diye cevap verirdi.

Gecenin geç vaktiydi. Köy derin bir sessizliğe bürünmüştü. İmam Rıza yatsı ezanını okumamıştı. Sahi komşuları neredeydi? Askerler gelince hep birlikte kaçtılar herhalde, diye akıl yürüttü. Ne yapmalıydı? Bir çocuk ve kirletilmiş bir genç kız! Üstündekilerin ağır kokusunu duydu derinden. Lime lime olmuştu giysileri. Davrandı, bu pislikten kurtulmalıydı. Kendi için de giyecek bir şeyler bulmalıydı. Etrafı kolaçan etti. Bulduğu bir kovanın yardımıyla saatlerce yıkanıp abdest aldı. Bulduklarını üstüne geçirdi. Anne babasını, kardeşlerini ne yapacaktı? Onları gömmeliydi. Kıyafetleriyle gömebilirdi. Öldürüldüklerine göre şehitti onlar. Babasının bahçeyi bellediği küreği buldu. Ölülerin üst üste aynı mezara gömülebileceğini bir yerden duymuştu. “Bismillah” dedi. Nereden geldiğini bilmediği bir kuvvetle büyükçe bir mezar kazdı. Yıkıntının arasından bulduğu iki çarşafın birini çukura serdi. Uyanan kardeşinin de yardımıyla ölülerini mezara taşıdı. Üzerlerini öteki çarşafla örttü. Çıkan toprağı ölülerin üzerine atmayı tamamladığında kan ter içindeydi. “Fatiha” dedi kardeşine duyururcasına. Sonra iki rekât namaz kıldı. Dua etti gönülden. 

Karar verdi Iraz. Türkiye’ye gidecekti. Evin yıkık duvarından içeri girdi. Anasının sandığı yatak odasındaki yıkıntının altında öylece duruyordu. El yordamıyla çekip içini karıştırdı. Eline anasının gümüş kemeri ve cepkeni geldi. Tuttuğu bohçadaki bir kitap olmalıydı. Ağırdı, ağırlığına bakmadı çıkardı. Sandıkta ne bulduysa bohçaladı. Anasının gümüş kemeriyle sıkıca sarmaladı ince belini. Kendince hazırlık yaptı. Bahçeden yolda katık olabilecek ne varsa yoldu. Fırındaki ekmeğin kalanını yanına aldı. Selcen’in elini tuttu. Mezarın başına götürdü. “Sizi burada bırakıp Türkiye’ye gidiyoruz. Bir gün mutlaka geri geleceğiz. Merak etmeyin bizi. Hakkınızı helal edin.” diye seslendi. Kendilerince vedalaştılar.

Yola çıkmaya hazırdı. Bundan böyle Selcen için yaşayacaktı. Yapabilirdi. İki gündür yollarda aç susuz yürümemiş miydi? “Rabbim bir çaresini verir, yardım eder.” diye düşündü. “Senden gelene hazırım Allah’ım.” dedi. O sırada komşu köyün üst başından bir patırtı koptu. Makineli tüfek sesleri geceyi yırttı. Kan emicilere gözükmeden kaçmalı, tan yeri iyice ağarmadan dere boyuna inmeliydiler. Gündüzleri derelerden geceleri tepelerden yürüyerek kuzeye gitmeliydiler. Birden Iraz’ın aklına tandırın arkasına bakmak düştü. Bir koşu baktı. Orada bir kemer duruyordu. Kemeri cepkeninin altına, beline taktı. Kardeşinin elini sımsıkı tuttu, bismillah deyip yürüdü.

Köy meydanına vardıklarında dehşet içinde kaldı Iraz. Köyün bütün erkek ve kadınları, çoluk çocuk demeden kurşuna dizilmiş, öylece yerde yatıyordu. Ölülerin etrafını çeviren köpekler uluyor, adeta o sabah olan biteni anlatıyorlardı. Selcen’in gözlerini kapatan Iraz, yerdeki ölülere tek tek baktı. Her birini yakından tanıyordu. Onlar amcası, dayısı, halası, teyzesi idi. Hepsini gömmeyi düşündü. Fakat bunu yapamazdı; silah sesleri yaklaşıyordu. Bu ne bitmez bir çileydi Allah'ım. Hızla uzaklaştılar.

Dere boyunda koşarcasına yürüyorlardı. “Iraz” sesiyle irkildiler. Köyün en yaşlı ve bilge hatunu Fadime Nine’ydi seslenen. Dere bahçeye ot toplamaya gittiği için öldürülmekten kurtulmuş, olanı biteni görünce de saklanmıştı. Onun da yanında bir bohça vardı. Bütün yakınlarını kaybetmişti. Birbirlerine sımsıkı sarıldılar.

Aylar süren çileli bir yolculuk böyle başlamıştı. Üç garip Türkiye’ye ulaşmak için neler yaşamadı ki! Arap olduklarını söyleyerek bir kampa sığınacak, yardımcı kılığındaki misyonerlerin, göçmenlerin değerli mallarını ve ruhlarını ucuza kapatmak için çullandığı o kamptan kaçarcasına ayrılacak, Ankara’ya geleceklerdi.

Evin hanımının “Bu Suriyeliler de neden böyle uyuntu oluyor, dalıp dalıp gidiyorlar.” diye homurdanması üzerine daldığı düşüncelerden sıyrıldı Iraz. Fadime Nine ve Selcen ne haldeler acaba, diye düşündü. Temizliğini yaptığı koca evin kalan işlerini tamamlayıp gecekondularına koşmak için dört elle işine sarıldı.

Ankara’nın yıldızlı yaz akşamı geceye dönüyordu.



23 Mart 2020 Pazartesi

KASTAMONU, ARAÇ, SIRAGÖMÜ KÖYÜ’NÜ GELECEĞE TAŞIMAK; KÖYLERİMİZİ YOK OLUP GİTMEKTEN KURTARMAK


Bugünlerde Korona sarganı dolayısıyla evlerimize kapandık. Bazı insanların evlerinde bunaldıklarını, yapacak bir şey bulamadıklarını duyuyoruz. Bunalmak yerine zamanımızı kıymetlendirmeyi denesek ne güzel olurdu. Eşimizle, çocuklarımızla vakit geçirmenin eşsiz bir fırsat olduğu kesin. Gün görmüş yaşlılarımızla sohbet etsek. Anlattıkları anıları, hikâyeleri, masalları, bilmeceleri, türküleri, yemekleri… bir kenara not etsek; seslerini, görüntülerini kaydetsek.  Sadece evimizdeki değil çevremizdeki, köyümüzdeki kentimizdeki büyüklerimizden yeterince beslenemiyoruz. Onları kaybettikten sonra kıymetlerini anlıyoruz. Neden onunla daha çok zaman geçirmedim, neden anlattıklarını kaydetmedim diye hayıflanıyoruz. Gerçekten altın gibi fırsatları kaçırıyoruz. Bunun tersini yapıp boş vakitlerinde ailesinin, çevresinin, mahallesinin, köyünün hafızasını kurcalayıp, konuşturarak, not alarak, kaydederek geleceğe taşıyanlar da var. Çok şükür. Cahit Topcuoğlu onlardan biri. Doğup büyüdüğü köyün bilgilerini topladı ve iki cilt halinde yayınladı. 1. Cilt: Kastamonu İli Araç İlçesi Sıragömü Köyü (Soy Kütüğü), 2. Cilt Kastamonu İli Araç İlçesi Sıragömü Köyü (Bütün Yönleriyle)[1] Bu çalışma sadece bir “köy”e ayna tutan iki kitap değil, bütün köylerimize meşale götürmeyi amaçlayan harika bir çalışma.
Bir zamanlar gerçekten köylü milletin efendisi idi. Kıymeti biliniyordu, hürmet ediliyordu. Köyler cennetten birer köşe idi. 1960’dan sonra Türkiye’de bilinen sebeplerle köylerimizden büyük şehirlere göç başladı. Nüfus hızla azaldı. Çiftçilik cazibesini kaybetti, köylerimizdeki sosyal ve kültürel hayat canlılığını yitirdi. Köy odalarında Battal Gazi, Köroğlu, Karacaoğlan destanları, savaş hikâyeleri anlatılmaz oldu. Tarımda kendi kendine yeten ülke hedefi bir yana bırakıldı. Sanayide gelişmiş ülkelere yetişme arzusu sonucu köylerimiz ihmal edildi. “Öğretmen olacağım, köylerde öleceğim.” diyen ülkücü nesli yetiştiren Köy Enstitüleri ve Öğretmen Okullarının kapatılmasıyla da köylere ulaşan meşaleler söndürüldü. Tarım kentleri kurulamadı ve köylerimiz günümüzde neredeyse harabeye döndü. Sahipsiz kaldı. Köyler, üç beş ailenin beklediği, ekilip biçilmeyi özlemiş tarlalar; yetiştirilmeyi, bakılmayı bekleyen hayvanlar; battal olmuş bağlar, meyvelikler; bin bir nimeti ve devasının biri bile bilinmeyen ve bu yüzden de yararlanılamayan çiçekler, ağaçlar, ormanlar; çocuklarına, torunlarına destanlar, masallar, hikâyeler anlatmayı boşuna bekleyen, hafızaları gittikçe zayıflayan ninelerle dedelerin mekânları haline geldi. Köyün tarihi, köyü köy yapan ailelerin hikâyeleri, yer adları, masalları, ninnileri… yok olup gitmeye başladı. Peki, kim bu yitip giden hazinelerin peşine düşecekti? Köydeki Ahmet Ağa mı? Şehre göçen köylüler mi? Onlar çoktan köyü unutmuştu bile. “Sen ağa, ben ağa, bu inekleri kim sağa?” diye bir mesel vardır. Kim bu uğurda “iş başa düştü” deyip kollarını sıvayarak yola düşecekti? Hangi deli harabeye dönmüş köyü yeniden her yönüyle kalkındırmaya girişecekti? Bu ülkü için bir değil binlerce deli gerekirdi. Çünkü delisi olmayan dava, dava değildi.
Belki binlerce değil ama yüzlerce deli ülkücü çıktı. Kaybolacak, yitip gidecek bir kıymetimizi, hazinelerimizi, hiç olmazsa kendi çevresindekileri, gücü yettiğince yok olmaktan kurtaran yiğitler onlar. Kimi köyünün taşı toprağının, bağlarının, bahçelerinin, meyveliklerinin, dağlarının, çiçeklerinin;  kimi insanlarının tarihinin, medeniyetinin, örf adetlerinin, destanının, masalının, ninnisinin, kütüphanelerinin, okullarının, köy odalarının; kimi de hayvanlarının, arılarının, kuşlarının… tespiti, canlandırılması, derlenmesi, geliştirilmesi, yeniden kalkındırılmasına öncülük ettiler. Bugün size o deli ülkücülerden birini, dostu olmakla gururlandığım Cahit Topcuoğlu’nu ve iki kıymetli eserini dilim döndüğünce anlatmak istiyorum.
Cahit Topcuoğlu’nu 1978 yılı öncesinde Kastamonu Göl Öğretmen Okulu’nda tanıdım. Zeki, çalışkan, pırıl pırıl biriydi. Alt sınıflarda olmasına rağmen büyük sınıflarla akran gibi dost, arkadaş ve sırdaş olabilen, buna rağmen sevgisinden, saygısından hiçbir şey eksiltmeyen bir gençti. Onu hep Araç Beyefendisi olarak görmüşümdür. Son senemizin bütün akşamları neredeyse birlikte geçti. Üç beş arkadaş okulun spor salonundaki malzeme odasında buluşur sabahlara kadar sohbet eder, bir yandan da sınıfımızda en iyi olmak için çalışırdık. Sohbetlerimizin konusu “Vatan kurtarmak” olarak özetlenebilir. Okulda başlayan dostluğumuz hiç kesintisiz bugüne kadar sürmüştür. Çoğumuz öğretmen olamadı ama O öğretmen, hem de iyi bir öğretmen oldu. Bu yüzden eserlerini çok iyi anlayabiliyorum. Çünkü aynı ülkücü ruhta yetiştirildik: “Türk milletini sınırsızca sevmek ve hiç karşılık beklemeden onun için çalışmak!”
Köy Enstitülerinde, Öğretmen okullarına bizim dönemimize pek azı intikal eden çok güzel bir eğitim vardı. Biz öyle bir kişilik olarak yetiştirilirdik ki bir köye gittiğimiz zaman öğretmen, çitçi, arıcı, tavukçu, baytar, doktor, mimar, sanatçı… olarak gitmiş olurduk. Kendi okul binamızı inşa edebilir, sınıflara asılacak tablo ve resimleri yapabilir, gösteriler düzenleyebilir, köydekilere çiftçilik dâhil her konuda öncülük edebilirdik. Bu donanımı sağlayan eğitim zayıflamış olsa da bundan nasiplenen bir nesiliz. İşte bu öncü kişiliği ile Cahit Topcuoğlu, herhangi bir köyde veya kendi köyünde yaşayan ve eli kalem tutan herkese örnek olacak iki ciltlik bir çalışmayla karşımızda. Birçok kaynak kullanmış, Osmanlı arşiv belgelerine ulaşmış, elliye yakın kişiden derlemeler yapmış -derlemelerin ne kadar güç bir iş olduğunu söylememe gerek yok- Sıragömü ile ilgili her bilgi kırıntısını değerlendirmiş. Bu yönüyle eser asırlar sonra bile başvurulacak bir kaynak. Cahit Topcuoğlu köyünün kaybolacak bilgilerini kurtardığı gibi geleceğine de ışık tutmuş. Ben inanıyorum ki Sıragömü, adı gibi çok zengin hazinelere sahiptir ve Cahit bize oradan neler çıkaracak neler. Kitabının önsözü bile insanın okuma iştahını kabartıyor:
“… insanlar hızlı bir şekilde yaşam şekillerini değiştirirken bir taraftan da geçmişte yapılanlara özlem duymaya, kimliklerini bir şekilde sahiplenmeye ve korumaya çalıştılar. Elimizde var olan değerlerimiz kayboldukça kıymetlenmeye başladı. Geçmiş yaşantıları merak edenler o dönemlere ait ne varsa öğrenmek için gayret gösterirken yaşanan sıkıntıları, yoklukları, doğal yaşamı da öğrendiler. Bize geçmişimizi öğretecek olanlarımız birer birer dünyadan ayrıldılar. Yaşadıkları, bildikleri de çoğu zaman kendileri gibi kaybolup gitti. Köylerimiz bayramdan bayrama bir araya toplanılan yerler haline geldi. İnsanlar birbirini tanımaz, akrabalarını bilmez oldu. Köyüne ait ne varsa gördükleriyle sınırlı kaldı. Bir iki nesil sonra belki köyü de kalmayacak. Kapılar kilitli, bağlar dağ oldu. Tavuk beslemeyecek, fasulye yetiştiremeyecek, ineği sağamayacak çocuklar yetiştirdik. Köy hayatımız neredeyse bitti. Sahiplenemediğimiz hiçbir şeyin kıymeti kalmaz gözümüzde. Köylerimiz bizimse sahip çıkalım, kıymetini bilelim. Sahip çıkmadığımızda yok olup gideceğini bilelim.”
Eserin birinci cildi Sıragömü Köyü’nde yaşayan ailelerin soy kütüğünden oluşuyor. Konusu Sıragömü veya Araç’la ilgili diye düşünebilirsiniz ama eğer bir soy kütüğü çalışması yapacaksanız mutlaka bu eseri görün derim. Nasıl titiz çalışılmış, bilgi toplanmış mutlaka bakın. Önsözünde de zaten “bir köyün anlatılması neredeyse diğer köylerin de anlatılmasıdır” demiş. İkinci cilt ise özellikle halk bilimciler için çok önemli bilgiler içeriyor. Bu ciltte, köyün yerleşimi; Adının Anlamı; Tarihi; Nüfusu; Sülale Adları; Adetler: Kız görme, Kız İsteme, Kına, Urba görmek, Düğün, Hak Gün, Güyo Başı Dolanmak, Güyo Kuymak, Duvak Serpmek, Doğum, Doğum Sonrası, Mezarlık Ziyaretleri, Ramazan İmam Nöbetleri, Dini Bayramlar, Bayram Yeme, Ölüm, Yaylaya Çıkış, Yayla Ortası, Türbeyi Dolanma, Erenler Tepesi, Gara Şık Türbesi, Sarılık Suyu, İmece, El Sanatları; Giyim Kuşam; Yemekler; Geçim Kaynakları: Sosyal Hayat: Evler, Mevsimler, Köy Odası, Yüzük Oyunu, Tıktan, Diğdiban, Çelik Çomak, Mele Göçmece; Yer Adları; Beddualar ve Deyimler; Unutulmaya Yüz Tutmuş Kelime ve Kavramlar; Maniler; Ağıtlar ve Hikâyeleri, Eğitim; Köy Muhtar ve Azaları; Sıragömülülerden Hatıralar; Köy Karar Defterlerinden Örnekler; Sözlük; Sıragömülü Muhtar, Bürokrat, Sanatçılar; Kaynak Kişiler. Çok söze gerek yok: Köy monografileri için örnek bir çalışma, vesselam. Unutmadan söylemeliyim; Cahit Topcuoğlu dostumun “İncilerim” adlı anı-hikâye türünde yayınlanmış bir kitabı daha bulunuyor.
Eserin 2. Cildi sf. 170’deki şu satırlara bayıldım: “Zaman zaman yaylaya gidip piknik yapmayanımız yoktur. Yine kalabalık bir aile pikniğinde yıkılan yayla evinin yanında gezerken, amca oğlu Hasan abimiz Kebelioğgilin evinin arkasında bulunan ısırganları aralayarak bizleri çağırdı. Yeğenler, torunlar, gelinler kim varsa o tarafa yöneldik. Tomruktan yapılmış yayla evinin tomruğunun uç kısmında 30-40 cm içeride bir oyuk vardı. Oyuğun girişini temizledi ve içindeki yuvayı bize gösterdi. Sanki o yuvayı eliyle oraya koymuş gibi bulmuştu: ‘Bakın bu yuva benim çocukluğumdan beri (o sırada kendisi 60 yaşındaydı) burada olur. Her senen buradaki yavrular değişir ama yuva değişmez. Kuş kuşken yuvasına sahip çıkıyor. Biz insanlar da yuvamıza sahip çıkalım.’”
Cahit Topcuoğlu bir öğretmen olarak bu iki ciltlik eseriyle köylülerine, köylüye, köylerde görev yapan öğretmen ve memurlara olduğu kadar şehirlilere, halk bilimcilere, tarihçilere, botanikçilere, arkeologlara… Kısacası aydınlara da yol gösteriyor. Diyor ki ‘Yaşadığınız vatan toprağını sevin, kaybolmakta olan hazinelerini araştırın, bulun, yazın, kaydedin. Ben öyle yaptım. Boş durmadım. Kim basar, kim alır, kim okur diye düşünmedim, yazdım. Siz de yazın. Bir gün mutlaka bu kayıtlar birileri tarafından kıymetlendirilir. Ben kendi köyümün hazinelerinin bir kısmını daha kurtardım. Siz de kurtarın. Ne kadarını kurtarabilirsek kârdır.’
Cahit Topcuoğlu kardeşimi yürekten kutluyorum. Borcunu peşin ödedi. Tuttuğu sıra sıra gömüler olsun. Daha nice güzel eserler yazmasını bekliyoruz.



[1] Cahit Topcuoğlu: Kastamonu İli Araç İlçesi Sıragömü Köyü (Soy Kütüğü), 1. Cilt, Ankara, Gazi Kitabevi, 2017, 154 sf.
Cahit Topcuoğlu: Kastamonu İli Araç İlçesi Sıragömü Köyü, 2. Cilt, Ankara, Gazi Kitabevi, 2018, 217 sf.