Refik Halit Karay’a
saygıyla.
Mayısın hoş kokulu seherinde giysisi paralanmış bir genç
kız, yalın ayak, son gücüyle köyüne ulaşmaya çalışıyordu. Az kaldı, diye
düşündü. İki gündür yoldaydı. Açtı, dudakları susuzluktan çatlamıştı, bitkindi.
Zorla attığı adımlarda yine de bir soyluluk vardı. Alnındaki lekeyi taşımaya
mecali kalmadığını düşünüyor, utanıyordu. Anne babası ne derdi? Kardeşlerinin,
komşularının yüzüne nasıl bakardı? Bir sabah köye gelen silahlı adamlar, zorla topladıkları
genç kadın ve kızlarla birlikte onu bilmediği yerlere götürmüş, ne kadar
dirense de iğrenç emellerine alet etmişti. Günlerce gözünde yaş kalmayıncaya
kadar ağlayıp yalvarmış ama kimse aldırış etmemişti. Pis sakallı suratları, “Allahuekber”
diye atılan naraları hatırladı ve “Allah belâlarını versin.” dedi. Keşke öldürselerdi, ölebilseydi lakin
ölmemişti. İki gece önce, kendisi gibi bir kadınla, umudunun tamamen tükendiği bir
anda başlarındaki nöbetçinin uyuduğunu ve kapının açık olduğunu görünce
harekete geçmişler, bu çirkin tutsaklıktan kurtulmuşlardı. O başka bir tarafa
kendisi başka bir tarafa kaçmış, birbirlerini karanlıkta kaybetmişlerdi.
Üzerine sinmiş ağır erkek kokusundan midesi bulanıyordu. Düşündükçe
yaşamaktan iğreniyor, başına gelen bu felaketi kendine bir türlü izah
edemiyordu. Bir kez olsun kendisine yüzünü ekşitmemiş dev gibi babasının, ona
hep ceylanım diye seslenen anasının kucağına bir an önce sığınmak istiyordu. Kulakları
makinalı tüfek seslerine alışkındı ama köyün üstündeki dumanları fark
etmemişti. İstemese de ayakları onu
köyün yamacındaki evlerine sürükledi. Köyün sokakları ıssızdı. Sersem tavuklar
sağa sola koşuşturuyorlardı. Kimseye gözükmemeye çalışarak yürümeye çalıştı. Vardığında
evlerinin yerinde dumanı tüten bir harabe buldu. Bahçe duvarı ayakta olsa da
evin büyük bir kısmı yerle bir olmuştu. Haftalardır ailesinden uzakta
geçirdiği, her günü bir ömür gibi uzun süren korkunç günleri bir anda unuttu. Beterin
beteri vardı demek. Ne olmuştu evlerine böyle? Annesine, babasına, ağabeyine,
kız kardeşlerine seslendi. Boşuna. Çöken
iki katlı evlerinin enkazına girmeye, onları bulmaya çalıştı. Elleriyle toprağı
kazmaya, yerdeki kalasları kaldırmaya çalıştı. Gücünün son damlasına kadar
çabaladı. Çaresizdi. Gözleri karardı. Odasının penceresinden meyvelerini
topladığı dutun dibine yığıldı.
Orada ne kadar kaldı bilmiyordu. Yanı başında bir çıtırtı
duydu. Gözlerini açtığında toz toprak içindeki geceliğiyle sekiz yaşındaki kız
kardeşini karşısında buldu. “Selcen, ablam ne oldu sana?” diyebildi. Küçük kız
konuşamıyor, korku dolu gözlerle ablasına bakıyordu. Sımsıkı sarıldı ona.
Annesini babasını sordu, cevap alamadı. Neler olduğunu anlatacak birilerini
aradı gözleri. Zorla ayağa kalktı. Komşularının evi sağlamdı. “Fatma abla”
“Elif nine” diye seslendi. Cevap yoktu. Kardeşine bahçedeki çeşmeden su içirdi.
Kendisi de kana kana içti. Biraz can geldi. Evin arkasına dolandı. Yerler mermi
kovanlarıyla doluydu. Bir anda olduğu yere çakılıp kaldı. Ayşe anası ve Doğan babası,
enkazın dışına doğru uzanmış öylece yatıyorlardı. Koştu yanlarına, çığlık
çığlığa seslendi bir umut. Ölmüşlerdi. Tenleri soğumuştu. Hıçkırıklarla sarıldı
onlara, kokladı, öptü yanaklarından. “Murat Abi”, “Zeynep” diye seslendi. Dünya
sessiz bir duvar olmuştu sanki. Selcen kolunu çekiştirmeseydi öylece saatlerce
kalabilirdi. Bahçenin kıyısını işaret ediyordu kardeşi. Zorla ayağa kalkıp
gösterdiği yere yürüdü. Murat ağabeyi ve ortanca kardeşi Zeynep az ötede yerde
uzanmış yatıyorlardı. Koştu başlarına, Zeynep’in güzel saçlarının örttüğü
başının bir kısmı parçalanmıştı. Gözleri dehşet içinde bakıyordu. Murat
ağabeyinin yüzü gözü kan içindeydi. Kurşunlamışlar diye düşündü neden sonra.
Kulakları uğulduyor, kurşun sesleri gittikçe uzaklaşıyordu. Etraf derin bir
sessizliğe bürünmüştü. Öylece yığıldı oraya. Keşke bunları görmeseydi, keşke
onlar yerine kendisi ölseydi. Ağlayamıyor, gözünden bir damla yaş gelmiyordu. Fısıltı
ile başlayan ve gittikçe yükselen bir sesle bir ağıt tutturdu.
Sonrası bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Ana
babasının, kardeşlerinin yüzünü, o kan kırmızısı akşamı, yıldızların her
zamankinden daha çok ve yere değecek kadar yakın olduğu o geceyi, ağıdını, ağıdına
eşlik eden kesiksiz köpek ulumalarını ve cır cır böceği seslerini ömrü boyunca
unutmayacaktı.
Yanı başındaki Selcen’i fark etti; tir tir titriyordu.
Harabe evin yıkıntılarından ona uygun giyecek olup olmadığını araştırdı.
Bulduğu giysileri kardeşine sıkıca giydirdi. Karnı da açtır, diye düşündü.
Aklına bahçedeki tandıra kuruması için bırakılmış ekmek olabileceği geldi.
Düşündüğü gibiydi. Suyu kuru ekmeğe katık ederek kardeşini doyurdu. O da iki
gündür bir şey yememişti, istemsizce bir parça attı ağzına, yutamadı. Lokma geçmiyordu boğazından.
Selcen, yaşadıklarının tesiriyle uyuya kalmıştı. Ne
yapmalıydı? Bir küçük çocukla bu hayatta yapayalnız kalmışlardı. Ne eder,
nereye giderlerdi? Son zamanlarda Babası “Buralarda at izi it izine karıştı,
durmamalı, Türkiye’ye gitmeli.” derdi. Evdekilere şaka yollu “Giderken tandırın
arkasına bakmayı unutmayın.” diye tembih ederdi. Ağabeyi Murat’ın “Niye hemen
gitmiyoruz baba?” sorusuna ise “Bin yıl yaşadığın bu topraklar öyle hemen
bırakılır mı? “ diye cevap verirdi.
Gecenin geç vaktiydi. Köy derin bir sessizliğe bürünmüştü. İmam Rıza yatsı ezanını okumamıştı. Sahi komşuları neredeydi? Askerler gelince hep birlikte kaçtılar herhalde, diye akıl yürüttü. Ne yapmalıydı? Bir çocuk ve kirletilmiş bir genç kız! Üstündekilerin ağır kokusunu duydu derinden. Lime lime olmuştu giysileri. Davrandı, bu pislikten kurtulmalıydı. Kendi için de giyecek bir şeyler bulmalıydı. Etrafı kolaçan etti. Bulduğu bir kovanın yardımıyla saatlerce yıkanıp abdest aldı. Bulduklarını üstüne geçirdi. Anne babasını, kardeşlerini ne yapacaktı? Onları gömmeliydi. Kıyafetleriyle gömebilirdi. Öldürüldüklerine göre şehitti onlar. Babasının bahçeyi bellediği küreği buldu. Ölülerin üst üste aynı mezara gömülebileceğini bir yerden duymuştu. “Bismillah” dedi. Nereden geldiğini bilmediği bir kuvvetle büyükçe bir mezar kazdı. Yıkıntının arasından bulduğu iki çarşafın birini çukura serdi. Uyanan kardeşinin de yardımıyla ölülerini mezara taşıdı. Üzerlerini öteki çarşafla örttü. Çıkan toprağı ölülerin üzerine atmayı tamamladığında kan ter içindeydi. “Fatiha” dedi kardeşine duyururcasına. Sonra iki rekât namaz kıldı. Dua etti gönülden.
Karar verdi Iraz. Türkiye’ye gidecekti. Evin yıkık duvarından
içeri girdi. Anasının sandığı yatak odasındaki yıkıntının altında öylece
duruyordu. El yordamıyla çekip içini karıştırdı. Eline anasının gümüş kemeri ve
cepkeni geldi. Tuttuğu bohçadaki bir kitap olmalıydı. Ağırdı, ağırlığına
bakmadı çıkardı. Sandıkta ne bulduysa bohçaladı. Anasının gümüş kemeriyle
sıkıca sarmaladı ince belini. Kendince hazırlık yaptı. Bahçeden yolda katık
olabilecek ne varsa yoldu. Fırındaki ekmeğin kalanını yanına aldı. Selcen’in
elini tuttu. Mezarın başına götürdü. “Sizi burada bırakıp Türkiye’ye gidiyoruz.
Bir gün mutlaka geri geleceğiz. Merak etmeyin bizi. Hakkınızı helal edin.” diye
seslendi. Kendilerince vedalaştılar.
Yola çıkmaya hazırdı. Bundan böyle Selcen için yaşayacaktı.
Yapabilirdi. İki gündür yollarda aç susuz yürümemiş miydi? “Rabbim bir çaresini
verir, yardım eder.” diye düşündü. “Senden gelene hazırım Allah’ım.” dedi. O
sırada komşu köyün üst başından bir patırtı koptu. Makineli tüfek sesleri
geceyi yırttı. Kan emicilere gözükmeden kaçmalı, tan yeri iyice ağarmadan dere
boyuna inmeliydiler. Gündüzleri derelerden geceleri tepelerden yürüyerek kuzeye
gitmeliydiler. Birden Iraz’ın aklına tandırın arkasına bakmak düştü. Bir koşu
baktı. Orada bir kemer duruyordu. Kemeri cepkeninin altına, beline taktı. Kardeşinin elini sımsıkı tuttu, bismillah deyip yürüdü.
Köy meydanına vardıklarında dehşet içinde kaldı Iraz. Köyün bütün
erkek ve kadınları, çoluk çocuk demeden kurşuna dizilmiş, öylece yerde yatıyordu.
Ölülerin etrafını çeviren köpekler uluyor, adeta o sabah olan biteni
anlatıyorlardı. Selcen’in gözlerini kapatan Iraz, yerdeki ölülere tek tek
baktı. Her birini yakından tanıyordu. Onlar amcası, dayısı, halası, teyzesi
idi. Hepsini gömmeyi düşündü. Fakat bunu yapamazdı; silah sesleri yaklaşıyordu. Bu
ne bitmez bir çileydi Allah'ım. Hızla uzaklaştılar.
Dere boyunda koşarcasına yürüyorlardı. “Iraz” sesiyle
irkildiler. Köyün en yaşlı ve bilge hatunu Fadime Nine’ydi seslenen. Dere
bahçeye ot toplamaya gittiği için öldürülmekten kurtulmuş, olanı biteni görünce
de saklanmıştı. Onun da yanında bir bohça vardı. Bütün yakınlarını kaybetmişti.
Birbirlerine sımsıkı sarıldılar.
Aylar süren çileli bir yolculuk böyle başlamıştı. Üç garip
Türkiye’ye ulaşmak için neler yaşamadı ki! Arap olduklarını söyleyerek bir
kampa sığınacak, yardımcı kılığındaki misyonerlerin, göçmenlerin değerli
mallarını ve ruhlarını ucuza kapatmak için çullandığı o kamptan kaçarcasına
ayrılacak, Ankara’ya geleceklerdi.
Evin hanımının “Bu Suriyeliler de neden böyle uyuntu oluyor,
dalıp dalıp gidiyorlar.” diye homurdanması üzerine daldığı düşüncelerden
sıyrıldı Iraz. Fadime Nine ve Selcen ne haldeler acaba, diye düşündü. Temizliğini
yaptığı koca evin kalan işlerini tamamlayıp gecekondularına koşmak için dört elle
işine sarıldı.
Ankara’nın yıldızlı yaz akşamı geceye dönüyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder