24 Eylül 2009 Perşembe

Tirit

DTCF’de son sınıfta ve lisans tezlerini verme dönemindeyiz. Arkadaşlar canhıraş bir şekilde çalışıyorlar. Zamanında tezlerini veremezlerse okul uzayacak, sene kaybı olacak... Bazı arkadaşlarımız tez işini erken kıvırmış, zamanında teslim etmiş; bazıları ise çok derin konulara el attığı, geceler boyu vatan kurtardıkları için verilen süre içerisinde yetiştirememişler. Tabii yetiştirebilenler, yetiştiremeyenlere yardımcı oluyor. Arkadaşlarımızdan biri kulakları çınlasın, tezini yetiştiremeyenlerden. Çalışıp duruyor ama hiç ses seda çıkmıyor, tez işi bir türlü üremiyormuş; belki sene kaybedecekmiş. Duyduk ki iş uzayacak, buna bir çözüm bulalım dedik.

Neyse çok hacimli tezin yazılması lazım. Bir daktilo ile yazmaktansa 8-10 daktilo bulalım ve hep birlikte bir günde bitirelim. Arkadaşımızın Aydınlıkevler’deki evinde on-on beş kişi (belki daha fazla) toplandık. Biraz daktilo bulduk. Bir yandan fişlere geçirilmiş bilgiler tasnif ediliyor, bir yandan da daktilosu iyi olan arkadaşlar oturdular, yazıyorlar. Bana da oraya toplanmış ama hepsi de kurtlar gibi aç olan cemaati doyurmak için aşçılık yapma görevi düştü. Ama ne görev. Zaten çoğu zaman karnımız doymuyor, cep delik, cepken delik. Evlerde kalan arkadaşlarımız gözümüzde paşalar gibi gözüküyor. O gün oraya gelenlerin çoğu da bizim gibi sürekli aç olan ve fırsatını buldu mu bir dostuna yamananlardan! Hani Şeyh Şadi Şirazi ne demişti: Dostunun sofrasında ne varsa sil süpür, düşmanın kapısını asla çalma! İşte o söz mucibince dostlarımızın sofrasında ne var ne yok silip süpürüyoruz! Aşçılık zor iş vesselam.

Az buçuk bekar hayatı yaşamışlığımız var ya! Mecburen görevi üstlendik. Elimiz de ilim işlerinden çok gereksiz işlere yatkın. Bir de laf olsun diye iddia ediyoruz ki, yumurtanın yirmi çeşit yemeğini yapmasını biliriz filan. Halbuki bildiğimiz, haşlama yumurta, yağda yumurta, kıymalı yumurta, sucuklu yumurta, patates oturtması vs. gibi eften püften şeyler. Neyse, mutfağa daldım. Mutfakta birkaç domates, birkaç biber, birkaç yumurta, biraz soğan, biraz yağ, epeyi bir bayat ekmek var. Cepte de para yok ki gidip bir şeyler alıp ortaya mükellef bir sofra kuralım!

Kara kara düşünüyorum. O kadar çalışkan ve hizmet üreten ve aç adamı nasıl doyurmalı diye. Aklıma Tirit yapmak geldi. Ocağa tencereyi koydum. Mevcutları kavurdum, su koydum, pişirdim, yumurtaları kırdım. Abartmıyorum, evde ne var ne yoksa hepsini tiridin yapımında kullandım. Tepsiye de bayat ekmekleri dizdim.

Yemeğin hazır olduğu, evin hayatındaki(salon) faaliyetlere ara verilmesi konusunda herkesi uyardım. Daktilolar bir kenara alındı. Siniler serildi. Ortaya kaşıklar geldi. Tepsi içinde kuru ekmekler. Herkes ne yiyeceğini merak ediyor. “Yemekte ne var?” diye soruyorlar. Ben de şaşırtmak için bekleyin görürsünüz diyorum. Mutfaktan muzaffer bir komutan edasıyla, elimde nihayetinde içi su dolu olan tencere ile geldim. Ekmeklerin üzerine bu suyu dökmeye başladım.

Arkadaşlardan biri -Okul başkanımız rahmetli Rasim Uzun- demez mi:

- “Ben ıslanmış ekmek sevmem!”

Milletin ve benim durumumu tahmin edersiniz.

25.09.2009