2 Mayıs 2017 Salı

SAHAF DAYI

Çağrı Küçükyıldız

          Kartal, kuyruğuna basılmış gibi miyavlayıp balkon kapısını tırmalıyor, geçen hafta kaşla göz arasında kapının aralık kaldığını fark edip kaçan nankör kardeşini arıyordu. Hangi dilde olursa olsun, ayrılık acısının kalplerde uyandırdığı tatsızlık aynıydı. Evde Kartal’ın miyavlamasına pek aldırış eden yoktu ama beni derinden etkilemişti.
Dayım Kartal’ın ısrarı karşısında, bu çaresizliğini bir nebze giderebilmek için onu kucağına alıp pencereyi açıyor, “Aslaaan! Oğlum hadi gel artık bak kardeşin seni özledi.” diye sesleniyordu. Kartal da elinden geldiğince dayımın seslenişine katılıyordu. Oysa ne gelen vardı ne de giden. Küçücük bir miyav sesi bile gelmeyince Kartal sinirlendi ve dayımın kolunu tırmaladı. Canı yanmasın diye jilet gibi tırnaklarını kesmeye kıyamayan dayımın kolu kanıyordu. Hışımla kucağından Kartal’ı yere attı. Zavallı kediciğin yediği küfürlerin bini bir paraydı.
Anneannem dayımın canı yandığında Kartal’a bağırmasını duymuş olacak ki bir elinde kolonya şişesi, bastonuyla seke seke mutfağa daldı.  “Oğlum sen kendine doğru düzgün bakamazken, bu kediye nasıl bakacaksın!” diye söyleniyordu. Dayımın eve kedi almasına başından beri karşı çıkmış ama sözünü dinletememişti. Masada duran peçetelerden bir tane alıp kolonya ile ıslattı ve dayımın kanayan koluna bastırdı. O kolundaki yarayı temizlerken ben yanmasın diye üflüyordum.
Boşuna dememişler nankör kedi diye. Kartal gitti, dayımın yatağına kıvrıldı. Bir sonraki yalnızlık krizi gelene kadar uykuya daldı. Sen git yatağını bile paylaş, sonra kolunu tırmalasın. Olacak iş miydi? Dayım çok öfkeliydi. Dayım yalnızlığını gidermek için bu kedileri almıştı ama şimdi tam tersine Kartal’ın yalnızlığını gidermek, ona yarenlik etmek zorundaydı.
Bu evde yolun sonu umutsuzluğa varıyordu. Dayımın yalnızlığı, anneannem ve Kartal’ın dırdırları arasında daha da belirginleşiyordu. Evdeki üç yalnız birbirlerine sırtını dönmüş gibiydi. Kimsenin birbirinin yalnızlığını gidermeye gücü yetmiyordu. Hâlbuki birçok ortak noktaları vardı. Mesela hepsi de terk edilmişti.
Dayımın kolundaki kanama durmuş gibiydi. Koluna yapışmış peçeteyle sanki çok acilmiş gibi bulaşık işine girişti. Sinirinden bulaşıklıktan çekip aldığı temiz tabakları yeniden yıkıyor diye düşündüm. Kendimi tutamadım. Böyle gergin anlarda gülmek gibi kötü bir huyum var. Ne bileyim başıma dert açacağını... Neden burnumu sokarım böyle işlere bilmem ki... Beni bir gülme krizi aldı. Dayım neden güldüğümü sordu. “Neden olacak, bunca stresle başa çıkmak için temiz bulaşıkları yeniden yıkayan birini hiç görmemiştim.”dedim. “Şimdi sana da söverim bak, çık git başka işin yok mu senin!” diye bağırdı.
Anneannem tiyatrolarda sahne aralarında ortaya çıkan hikâye anlatıcıları gibi yine mutfağa girdi. Elimi tutarak beni çekiştiriyordu: “Oğlum bırak sen o deliye uyma. Neymiş efendim, benim gözlerim iyi görmüyormuş da bulaşıkları iyi yıkayamıyormuşum.”
Moralim çok bozuk. İçeri geçiyorum. Anneannem hâlâ söyleniyor: “Bizimkinin kötü huyları var. Yoksa o kadını da çıldırtmazdı, beni çıldırttığı gibi. İşi gücü, zoru derdi kitap, kitap, kitap! Bu da yetmezmiş gibi cigara. Zaten o zampara kediyi de balkonda sigara içerken kaçırdı.” derken eliyle duvar diplerine dizilmiş kitapları işaret ediyor. İyi de kitap en iyi arkadaş değil miydi? En güzel alışkanlık derlerdi. Anneannem çok sinirli. Elleri titriyor. Bastonuyla, oturma odasının duvarına yaslanmış kitap yığınını deviriyor. “Bu kitap hastalığı deden olacak herifin sorumsuzluğundan çıktı. Çocukla doğru düzgün ilgilenmedi bile. O da ne yapsın, kendini kitaba verdi.” Kitap yığınları domino taşları gibi yıkılmasın diye elimle destek veriyorum ve son anda yan sıradaki kitapları kurtarıyorum ama yine de çok kitap yere yıkılıveriyor. Dayımın o kadar çok kitabı var ki... Yengemle tartışmalarına neden olacak kadar var sanki.
“İyi de dedemi evden kaçıran senin dırdırın değil miydi ki!” diyorum. Rahmetliye laf söyletemem. Gözlüklerinin üzerinden bana bakıp bastonunu bana doğru sallıyor: “Şimdi kafana yersin şunu!” Bir yandan anneannemi teskin etmeye çalışırken diğer yandan kitapları devrildiği yerden toplamaya çalışıyorum. Devrilen bölüm, şiir kitaplarından oluşuyor. Dayım, kitapları kolay bulabilmek için evin odalarını konulara, türlere göre tasnif etmiş. Sanırsın halk kütüphanesi. Zaten bu sayede aradığı kitabı kütüphanedekiler gibi enine değil de boyuna araştırarak buluyor.
Kitaplık kullanmak varken neden böyle bir şey tercih ettiğini sorduğumda, “Ne fark eder ki, biri Cağ Kebabı gibi enine, diğeri döner gibi boyuna. İkisi de karın doyurur.” demişti. Oysa işin aslı başkaymış: Kapıyı vurup evinden ayrıldıktan sonra dayım bu evi kiralamış. Tabi ev sahibi nereden bilsin bu kadar çok kitabı olan bir kiracı bulacağını... Dayım yeni eve taşındıktan sonra ev sahibine bir gün evin bütün duvarlarına kitaplık yaptırmak istediğini söylediğinde, adamcağız şaşırmış. Dayım işi ciddiye almayan ev sahibini eve çağırmış. Tabi adam gözlerine inanamamış. Dayım ne kadar dil dökse de adam bir türlü ikna olmamış. Belki de duvarların delik deşik olacağını tahmin ettiğinden.
Bu yalnızlar konağını sevmemin birçok nedenlerinden belki de en önemlisi evin içindeki kitap kokusu. Evin kapısına “Sahaf Dayı” yazılsa yeridir. Eminim çok müşterisi olurdu. Kediler ve kitaplar ne kadar da uyum sağlıyorlar. İkisi de nankör, hemen unutuyor, unutuluyor. İkisi de gamsız, sözlerini söyleyip çekiliyorlar hayatlarımızdan. Onlar bize değil, biz onlara uyuyoruz. Üzerine bir de dayımın odasında devamlı çalan Türk Sanat Müziği radyosundan gelen nağmeler... Hüzzam bir eser çalacakmış: “Dinmiyor hiç bu akşam ne gözyaşım, ne acım.” Anneannem başını pencereye yaslamış, evin bahçesine uzunca bakıyor. İşte şimdi ev sağanak hüzün yağmuruyla ıslanıyor. Mutfaktan yağmur sesi mi geliyor? Dayım bir temiz tabağı daha şarıldayan çeşme suyunun altında yıkayıp tekrar bulaşıklığa bırakıyor olmalı.
Kitap yığınları bir anda kale surlarına dönüşüyor. İçimi bir huzur kaplıyor. Ben hüznü seviyor olmalıyım. Dayım kitaptan duvarlarıyla dış dünyadan kendini soyutlamış. Ben de bu eve ait olmalıyım. Yoksa ben de mi terk edildim? İyi de hiç sevgilim olmadı ki terk edileyim.
Anneannem evlilik programlarına bayılıyor. Kumandayı azarlar gibi basıyor açma düğmesine. Hüzne ara vermeliyiz. Program saati gelmiş de geçiyor. Kabak çekirdeği kavanozunu istiyor benden. Çerezler bayatlamasın diye paketini yırtıp illâ cam kavanoza koyar. Neden bu saçma programları izlediğini sormadan edemiyorum. Hemen azarlıyor beni:
“Dayın yetmezmiş gibi bir de sen çıktın başıma. Size mi soracağım ne izleyeceğimi!” diyor ve devam ediyor:“Hem belki dayına yeni bir kısmet buluruz. Belli mi olur!”
“O zaman bana da bir kısmet ara. Bak kedi bile kısmetini aramak için evden kaçmış. Ne yapsın, zavallının evlilik programı yok ki kendine eş arasın.” diyorum.
“Hergele! Şimdi atarım terliği! Daha lise talebesinin zoruna bak!”
Bu kadın terlik fırlatma huyundan ne zaman vazgeçecek! Bence dayıma kısmet arama işin bahanesi. Kendi gibi, dayım gibi, eşleri tarafından terk edilmiş insanlarda bulduğu teselliler o programı izlettiriyor. Yalnız hayat o kadar da kötü değilmiş. Demek başkaları da aynı ızdırapları yaşıyormuş. Kim bilir... O kadar gururlu ki sorsan rahmetliyi özlemiyor ama dedemin yedek subayken çektirdiği siyah beyaz gençlik fotoğrafını odasındaki duvara astırmış.
Dedemin evi terk edişini hatırlıyorum. Çiftçilik yaparak ekmeğini kazanırdı. Bir akşam domates fabrikasına bir römork dolusu domates götürmüş. Mahsulün bol olduğu o sene fabrikaya o kadar çok domates satmışlar ki domates para etmez olmuş. Çok az bir para teklif etmişler. O da o sinirle basmış damperi kaldıran düğmeye. Etraftakilerin “Dur, yapma!” demelerine aldırmadan bir römork dolusu domatesi fabrikanın girişine boşaltmış, soluğu meyhanede almış. Anneannem gecenin bir yarısında telefonla bizim evi aradı. Telefon benim yattığım odaya yakındı. Anneannemin ahizeden taşan çığlıkları hâlâ kulaklarımda. Ahizeyi kaldıran annem daha hiçbir şey diyemeden, “Yetişin, bu adam beni öldürecek” diye bağırıyordu. Henüz küçüktüm. Beni evde bırakmak istemiyorlardı. Pijamalarımızı bile değiştirmeden öylece arabaya atladık ve resmen uçarak gittik. Eve vardığımızda içerisi çamurlu ayak izleriyle doluydu. Dedem bir elinde bıçakla ayakkabılarını bile çıkarmadan yatağında sızıp kalmıştı.
Sonradan öğrendik ki anneannem, her zamanki gibi o gece de dedeme eve para getirmediği için söylenmişti. Dedem elinde bıçakla, o sarhoş haliyle kovalamış ama dayım ona engel olunca pes etmiş ve sızmıştı. Bizimkilerle o gece evde sabahladık. Dedem uyanınca başında bizi gördü. Yerdeki ve çarşaftaki kurumuş çamur izlerine baktı. Anneannemin diğer odadan gelen sızlanışlarına daha fazla katlanamadı. Hiçbir şey söylemeden ceketini giyip çekip gitti.
Bu dedemi son görüşümüzdü. O evi terk ettikten sonra annem dahil evdeki herkes dedeme dargındı. Oysa ben farklı düşünüyordum. İki yıl boyunca kimse adam akıllı izini sürmedi. Duyduk ki İstanbul’da eskiden beraber balıkçılık yaptıkları bir arkadaşının evine yerleşmiş. Sonra bir gün ölüm haberi geldi. Kanserden ölmüş. Bize haberi ulaştıran arkadaşıydı. Cenazesini kaldırmak için bizi çağırıyordu. Arkadaşına sıkı sıkı tembih etmiş, o ölene kadar bize haber vermesin diye.
Anneannemi zor da olsa cenazeye gitmek için ikna etmeyi başardık. Dedem kendi evini terk edip bizi tek göz oda yeni evine çağırmıştı. Kıyamete kadar içinde kalacağı yeni evine... Dedemi bir kez daha görebilseydim keşke. Onu özlüyorum. Şimdi sağ olsaydı anneannemin düşünceleri farklı mı olurdu, bir şeyler iyiye gider miydi, bilemiyorum. Tek bildiğim bir şey var, o da anneannem ömrünün son demlerini böyle göçebe geçirmezdi.
Dedem evi terk ettikten sonra anneannem kendi evinde çok kalmıyordu. Bazen anneme, bazen dayıma misafir oluyordu ama dayımın yengemle yaşadığı sorunlar büyüyünce bizimle yaşamaya başladı. Herkes olacakları merakla beklerken bir gün dayım bombayı patlattı. Sonunda istenmeyen son gerçekleşmiş, başka bir eve taşınmıştı. Bu, hem anneannem hem de benim için başka bir fırsattı. O biricik oğluna doyasıya annelik yapacak, ben biricik dayımla sabahlara kadar hayatın anlamı üzerine derin sohbetler yapabilecektim.
Anneannemi bavuluyla dayımın yeni evine getirdiğimiz gün öyle bir şey oldu ki, o gün hüznün anneannemle beraber kapının eşiğinden eve girdiğini anlamıştım. Bir daha hiç çıkmamak üzere... Her şey mevsiminde güzeldi. Biz bir mevsimi yakalamaya çalışırken üzerine nice mevsimler gelip geçiyordu. Hâlbuki bir anne için oğluyla birlikte yaşamanın nesi kötü olabilirdi? O gün dayım bizi evin dışında karşılamıştı. Anneannem arabadan iner inmez dayımın boynuna sımsıkı sarıldı ve şöyle dedi: “Anasının kuzusu. Ben sana bakmaz mıyım hiç. Varsın o kadın seni sevmesin. Ben seni hep sevdim. Yetmez mi?” Anneannem oğluna öyle sarılıyordu ki, sanki dayım daha beş yaşında bir çocuktu. Bunlara şahit olan annem arabadan inmekten vazgeçti. Arabanın kapısını çekip kimseye görünmemeye çalışarak ağladı, ağladı... Dayım durumu fark etti, “Haydi biz çıkalım, ablam sonra gelir kendi.” dedi.
Kapının iç tarafında, evin diğer sakinleri bizi bekliyordu. Tabi, Kartal ve Aslan henüz bu kadar büyük değillerdi. Anneannemin telefonda yoğun itirazlarına rağmen dayım işi oldubittiye getirmiş, daha o gelmeden kedileri almıştı. Hatta aldığı gün beni aramıştı: “Oğlum bir sor bakalım kedisi olan arkadaşların vardır senin. Nasıl doyurmak lazım bunları?” Her zamanki dalgın, hayal dünyasında yaşayan dayımdı işte... Onları alırken sormayı akıl etmemişti de benden medet umuyordu. “Ne bileyim, kasaptan ciğer al, bir de süt içir.” demiştim. Dayım kedileri eve koyar koymaz mahallenin kasabına gitmiş. Aldığı iki kedinin birkaç günlük olduğunu söyleyip kasaptan ciğer istemiş. Onları nasıl besleyeceğini tam olarak bilmediğini söyleyince kasap da dalga geçmiş. Ciğerleri doğrarken kedilerin isimlerini sormuş. Amcam da henüz bir isim koymadığını söylemiş. Bunlar konuşulurken televizyonda haberler varmış. Ekranda Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarlarının kavga ettiği anların görüntüleri çıkınca o an karar vermiş. “İsimlerini buldum. Birinin adı Kartal, diğeri Aslan olacak.” Meğer idealist dayım Türkiye’ye önemli bir ders vermek istemiş! Böylece kavga etmeden kardeşçe yaşamamız gerektiğini hatırlatmış. 
Anneannem kedileri kapıda görünce hevesi kursağında kalmıştı ama yine de gururu elden bırakmadan uyarmayı da ihmal etmemişti: “Şimdilik misafirim, sesimi çıkarmıyorum ama misafirlik bitince bu evin nüfusu azalacak, haberin olsun!” Çaktırmadan dayım bana göz kırptı ve gülümsedi. Bu, ileride kedilerin büyük sorun olacağına dair bir işaretti. Mutlaka benden destek isteyecekti. Sonra anneannemin odasına geçtik. Dayım güzelce dayayıp döşemişti. Onun sevdiği renkte perde, perdeye uygun halı, halıya uygun yatak örtüsü almıştı. Biz ne kadar güzel seçtiğini söyleyince itiraf etti: Kadınların renk uyumuna önem verdiğini yengemle yaşadığı acı tecrübeler sonucu öğrenmişti. Anneannem dolapları, çekmeceleri sırayla açıp kapadı. Yatağına oturdu. Yatak rahata benziyordu. Odasını sevmişti ama bir eksiği vardı. “Keşke babanın bir resmi olsaydı...” dedi. Dayım ona da hazırlıklıydı. Salon duvarından çıkardığı çerçeveyi getirdi. Uygun bir yer ararken önceki kiracıdan kalan bir çiviyi gözüne kestirdi. Dedemin fotoğrafı, duvardaki yerini almıştı. İşte aile tamamlanmıştı. Eski günlerdeki gibi. Herkes bir aradaydı. Herkes farklı bir mevsimi yaşıyor olsa da.
Anneannem eşyalarını yerleştirmek için bavulunu istedi. Dayım eski gazete sayfalarını yere serdi önce. Bu önemli ayrıntı da temizlik düşkünü yengemden kalmış olmalıydı. Dayımın kitaplığı bile toz yuvasından ibaretti. Kitaplar bile evde istenmiyordu. O an dayımın eve kedi almaktaki ısrarını daha iyi anlıyordum. İçinde ukde kalan kedi besleme hayalini geç de olsa gerçekleştirmişti. Bavulu gazetelerin üzerine bıraktım. Oldukça ağırdı. Anneannem bir kaplumbağa misali evini yanında taşımış olmalıydı. Bavulun başına oturdu. Fermuarını açarken ben dayımla pencereden bahçeye bakıyordum. Dayım bahçeye bitişik olan zemin katta oturduğu için kedileri arada sırada dışarı saldığını anlatıyordu. Anneannem tuhaf bir şekilde benden odadan çıkmamı rica etti. Anlaşılan dayıma özel bir şey söyleyecekti. Dediğini yaptım. Kapıyı kapatır gibi yaptım ama tam kapatmadım. Merakıma yenik düşmüştüm. Önlerinde bunca gün dururken bu kadar özel ve acil olan şey neydi bilmek istiyordum.
Kapının açık kalan aralığından içeriyi izliyordum. Anneannem bavulundan siyah bir poşet çıkardı. Dayıma uzattı. Bir şey söylemeye niyeti yok gibiydi. Dayımın anlamasını bekliyordu sanki. Poşetin içinden bir top beyaz kumaş çıkardı. “Oğlum öyle görünüyor ki belki de bu ev artık benim için son durak. Ne olur ne olmaz. Belki sana sonra vermek kısmet olmayabilir. Bunu al ve sakla. Yarın bir gün lazım olacak. İçinde biraz da para var. Biliyorsun kimseye yük olmak istemem.” dedi. Dayımın bir anda gözleri nemlendi, dudaklarını ısırıyordu. Sırtını döndü. Hızla kapıya doğru yöneldi. Hemen kapıdan uzaklaştım.
Bunlara şahit olduktan sonra, bu da yetmezmiş gibi anneannemin bizimle yaşamasına bu kadar alışmışken ondan ayrılmak bize çok zor geldi. Evimize dönerken anneannemi sık sık arayıp sormaya, ziyaret etmeye karar verdim. Ne de olsa artık genç adamdım. Otobüse atlar, bir saatlik yolculuktan sonra dayımla onu görebilirdim.
Şimdiki gibi onları ziyaret ettikçe bir gün benim de bu evde yaşamaya başlayacağımı hissediyorum. Belki bu şehirde güzel bir üniversite kazanırım, Sahaf Dayı’nın müdavimlerinden olurum. Ben çiçek tarlasında gezinir gibi kitap yığınlarının arasında gezinirken anneannem evlilik programını izlerken uyuyakalmış. Gözlüğü neredeyse gözünden düşmek üzere. Gözlüğünü alıp masanın üzerine koyuyorum. Dayım temiz bulaşıklara kirli muamelesi yapıp tekrar yıkama işini bitirmiş olmalı. Mutfağa, yanına gidiyorum. Yine sigara yakmış. Balkon penceresi açık. Kartal yine miyavlamaya başlıyor. “Yeter be oğlum! Yeter. Bak hiç vazgeçmiyorsun.” Dayım son bir teselli kapıdan sesleniyor: “Aslaaaan! Gel oğlum. Bak kardeşin burda seni bekliyor.” Uzaklardan bir yerden bir miyav sesi geliyor. Bunu duyan Kartal çılgına dönüyor. Dayım dışarı çıkmasın diye engel olmaya çalışıyor. Pantolonunu tırmaladıkça tırmalıyor. Sanırım Kartal da yalnızlığa pes etti. O da az sonra çıkıp gidecek ve bir daha gelmeyecek.
Uzaktan gelen ses daha da yakınlaşıyor. Bu miyav sanki bir vuslat miyavlaması. Kartal da ona cevap veriyor. Dayım Kartal’ı zor zaptediyor. Akşamın karanlığında parlayan bir çift sarımtırak göz beliriyor karşımızda. Balkona tırmanıyor. Dayım heyecanlı: “Aslan? Oğlum? Bu sen misin!”