Çağrı Küçükyıldız
Kartal, kuyruğuna basılmış gibi
miyavlayıp balkon kapısını tırmalıyor, geçen hafta kaşla göz arasında kapının
aralık kaldığını fark edip kaçan nankör kardeşini arıyordu. Hangi dilde olursa
olsun, ayrılık acısının kalplerde uyandırdığı tatsızlık aynıydı. Evde Kartal’ın
miyavlamasına pek aldırış eden yoktu ama beni derinden etkilemişti.
Dayım Kartal’ın ısrarı karşısında, bu
çaresizliğini bir nebze giderebilmek için onu kucağına alıp pencereyi açıyor,
“Aslaaan! Oğlum hadi gel artık bak kardeşin seni özledi.” diye sesleniyordu.
Kartal da elinden geldiğince dayımın seslenişine katılıyordu. Oysa ne gelen
vardı ne de giden. Küçücük bir miyav sesi bile gelmeyince Kartal sinirlendi ve
dayımın kolunu tırmaladı. Canı yanmasın diye jilet gibi tırnaklarını kesmeye
kıyamayan dayımın kolu kanıyordu. Hışımla kucağından Kartal’ı yere attı.
Zavallı kediciğin yediği küfürlerin bini bir paraydı.
Anneannem dayımın canı yandığında Kartal’a
bağırmasını duymuş olacak ki bir elinde kolonya şişesi, bastonuyla seke seke
mutfağa daldı. “Oğlum sen kendine doğru
düzgün bakamazken, bu kediye nasıl bakacaksın!” diye söyleniyordu. Dayımın eve
kedi almasına başından beri karşı çıkmış ama sözünü dinletememişti. Masada
duran peçetelerden bir tane alıp kolonya ile ıslattı ve dayımın kanayan koluna
bastırdı. O kolundaki yarayı temizlerken ben yanmasın diye üflüyordum.
Boşuna dememişler nankör kedi diye.
Kartal gitti, dayımın yatağına kıvrıldı. Bir sonraki yalnızlık krizi gelene
kadar uykuya daldı. Sen git yatağını bile paylaş, sonra kolunu tırmalasın.
Olacak iş miydi? Dayım çok öfkeliydi. Dayım yalnızlığını gidermek için bu
kedileri almıştı ama şimdi tam tersine Kartal’ın yalnızlığını gidermek, ona yarenlik
etmek zorundaydı.
Bu evde yolun sonu umutsuzluğa
varıyordu. Dayımın yalnızlığı, anneannem ve Kartal’ın dırdırları arasında daha
da belirginleşiyordu. Evdeki üç yalnız birbirlerine sırtını dönmüş gibiydi.
Kimsenin birbirinin yalnızlığını gidermeye gücü yetmiyordu. Hâlbuki birçok
ortak noktaları vardı. Mesela hepsi de terk edilmişti.
Dayımın kolundaki kanama durmuş gibiydi.
Koluna yapışmış peçeteyle sanki çok acilmiş gibi bulaşık işine girişti.
Sinirinden bulaşıklıktan çekip aldığı temiz tabakları yeniden yıkıyor diye
düşündüm. Kendimi tutamadım. Böyle gergin anlarda gülmek gibi kötü bir huyum
var. Ne bileyim başıma dert açacağını... Neden burnumu sokarım böyle işlere
bilmem ki... Beni bir gülme krizi aldı. Dayım neden güldüğümü sordu. “Neden
olacak, bunca stresle başa çıkmak için temiz bulaşıkları yeniden yıkayan birini
hiç görmemiştim.”dedim. “Şimdi sana da söverim bak, çık git başka işin yok mu
senin!” diye bağırdı.
Anneannem tiyatrolarda sahne aralarında
ortaya çıkan hikâye anlatıcıları gibi yine mutfağa girdi. Elimi tutarak beni
çekiştiriyordu: “Oğlum bırak sen o deliye uyma. Neymiş efendim, benim gözlerim
iyi görmüyormuş da bulaşıkları iyi yıkayamıyormuşum.”
Moralim çok bozuk. İçeri geçiyorum.
Anneannem hâlâ söyleniyor: “Bizimkinin kötü huyları var. Yoksa o kadını da
çıldırtmazdı, beni çıldırttığı gibi. İşi gücü, zoru derdi kitap, kitap, kitap!
Bu da yetmezmiş gibi cigara. Zaten o zampara kediyi de balkonda sigara içerken
kaçırdı.” derken eliyle duvar diplerine dizilmiş kitapları işaret ediyor. İyi
de kitap en iyi arkadaş değil miydi? En güzel alışkanlık derlerdi. Anneannem
çok sinirli. Elleri titriyor. Bastonuyla, oturma odasının duvarına yaslanmış
kitap yığınını deviriyor. “Bu kitap hastalığı deden olacak herifin
sorumsuzluğundan çıktı. Çocukla doğru düzgün ilgilenmedi bile. O da ne yapsın,
kendini kitaba verdi.” Kitap yığınları domino taşları gibi yıkılmasın diye
elimle destek veriyorum ve son anda yan sıradaki kitapları kurtarıyorum ama
yine de çok kitap yere yıkılıveriyor. Dayımın o kadar çok kitabı var ki... Yengemle
tartışmalarına neden olacak kadar var sanki.
“İyi de dedemi evden kaçıran senin
dırdırın değil miydi ki!” diyorum. Rahmetliye laf söyletemem. Gözlüklerinin
üzerinden bana bakıp bastonunu bana doğru sallıyor: “Şimdi kafana yersin şunu!”
Bir yandan anneannemi teskin etmeye çalışırken diğer yandan kitapları
devrildiği yerden toplamaya çalışıyorum. Devrilen bölüm, şiir kitaplarından
oluşuyor. Dayım, kitapları kolay bulabilmek için evin odalarını konulara,
türlere göre tasnif etmiş. Sanırsın halk kütüphanesi. Zaten bu sayede aradığı
kitabı kütüphanedekiler gibi enine değil de boyuna araştırarak buluyor.
Kitaplık kullanmak varken neden böyle
bir şey tercih ettiğini sorduğumda, “Ne fark eder ki, biri Cağ Kebabı gibi
enine, diğeri döner gibi boyuna. İkisi de karın doyurur.” demişti. Oysa işin
aslı başkaymış: Kapıyı vurup evinden ayrıldıktan sonra dayım bu evi kiralamış.
Tabi ev sahibi nereden bilsin bu kadar çok kitabı olan bir kiracı bulacağını...
Dayım yeni eve taşındıktan sonra ev sahibine bir gün evin bütün duvarlarına
kitaplık yaptırmak istediğini söylediğinde, adamcağız şaşırmış. Dayım işi
ciddiye almayan ev sahibini eve çağırmış. Tabi adam gözlerine inanamamış. Dayım
ne kadar dil dökse de adam bir türlü ikna olmamış. Belki de duvarların delik
deşik olacağını tahmin ettiğinden.
Bu yalnızlar konağını sevmemin birçok
nedenlerinden belki de en önemlisi evin içindeki kitap kokusu. Evin kapısına
“Sahaf Dayı” yazılsa yeridir. Eminim çok müşterisi olurdu. Kediler ve kitaplar
ne kadar da uyum sağlıyorlar. İkisi de nankör, hemen unutuyor, unutuluyor.
İkisi de gamsız, sözlerini söyleyip çekiliyorlar hayatlarımızdan. Onlar bize
değil, biz onlara uyuyoruz. Üzerine bir de dayımın odasında devamlı çalan Türk
Sanat Müziği radyosundan gelen nağmeler... Hüzzam bir eser çalacakmış:
“Dinmiyor hiç bu akşam ne gözyaşım, ne acım.” Anneannem başını pencereye
yaslamış, evin bahçesine uzunca bakıyor. İşte şimdi ev sağanak hüzün yağmuruyla
ıslanıyor. Mutfaktan yağmur sesi mi geliyor? Dayım bir temiz tabağı daha şarıldayan
çeşme suyunun altında yıkayıp tekrar bulaşıklığa bırakıyor olmalı.
Kitap yığınları bir anda kale surlarına
dönüşüyor. İçimi bir huzur kaplıyor. Ben hüznü seviyor olmalıyım. Dayım
kitaptan duvarlarıyla dış dünyadan kendini soyutlamış. Ben de bu eve ait
olmalıyım. Yoksa ben de mi terk edildim? İyi de hiç sevgilim olmadı ki terk
edileyim.
Anneannem evlilik programlarına
bayılıyor. Kumandayı azarlar gibi basıyor açma düğmesine. Hüzne ara vermeliyiz.
Program saati gelmiş de geçiyor. Kabak çekirdeği kavanozunu istiyor benden.
Çerezler bayatlamasın diye paketini yırtıp illâ cam kavanoza koyar. Neden bu
saçma programları izlediğini sormadan edemiyorum. Hemen azarlıyor beni:
“Dayın yetmezmiş gibi bir de sen çıktın
başıma. Size mi soracağım ne izleyeceğimi!” diyor ve devam ediyor:“Hem belki
dayına yeni bir kısmet buluruz. Belli mi olur!”
“O zaman bana da bir kısmet ara. Bak
kedi bile kısmetini aramak için evden kaçmış. Ne yapsın, zavallının evlilik
programı yok ki kendine eş arasın.” diyorum.
“Hergele! Şimdi atarım terliği! Daha
lise talebesinin zoruna bak!”
Bu kadın terlik fırlatma huyundan ne
zaman vazgeçecek! Bence dayıma kısmet arama işin bahanesi. Kendi gibi, dayım
gibi, eşleri tarafından terk edilmiş insanlarda bulduğu teselliler o programı
izlettiriyor. Yalnız hayat o kadar da kötü değilmiş. Demek başkaları da aynı
ızdırapları yaşıyormuş. Kim bilir... O kadar gururlu ki sorsan rahmetliyi
özlemiyor ama dedemin yedek subayken çektirdiği siyah beyaz gençlik fotoğrafını
odasındaki duvara astırmış.
Dedemin evi terk edişini hatırlıyorum.
Çiftçilik yaparak ekmeğini kazanırdı. Bir akşam domates fabrikasına bir römork
dolusu domates götürmüş. Mahsulün bol olduğu o sene fabrikaya o kadar çok
domates satmışlar ki domates para etmez olmuş. Çok az bir para teklif etmişler.
O da o sinirle basmış damperi kaldıran düğmeye. Etraftakilerin “Dur, yapma!”
demelerine aldırmadan bir römork dolusu domatesi fabrikanın girişine boşaltmış,
soluğu meyhanede almış. Anneannem gecenin bir yarısında telefonla bizim evi
aradı. Telefon benim yattığım odaya yakındı. Anneannemin ahizeden taşan
çığlıkları hâlâ kulaklarımda. Ahizeyi kaldıran annem daha hiçbir şey diyemeden,
“Yetişin, bu adam beni öldürecek” diye bağırıyordu. Henüz küçüktüm. Beni evde
bırakmak istemiyorlardı. Pijamalarımızı bile değiştirmeden öylece arabaya
atladık ve resmen uçarak gittik. Eve vardığımızda içerisi çamurlu ayak
izleriyle doluydu. Dedem bir elinde bıçakla ayakkabılarını bile çıkarmadan
yatağında sızıp kalmıştı.
Sonradan öğrendik ki anneannem, her
zamanki gibi o gece de dedeme eve para getirmediği için söylenmişti. Dedem
elinde bıçakla, o sarhoş haliyle kovalamış ama dayım ona engel olunca pes etmiş
ve sızmıştı. Bizimkilerle o gece evde sabahladık. Dedem uyanınca başında bizi
gördü. Yerdeki ve çarşaftaki kurumuş çamur izlerine baktı. Anneannemin diğer
odadan gelen sızlanışlarına daha fazla katlanamadı. Hiçbir şey söylemeden
ceketini giyip çekip gitti.
Bu dedemi son görüşümüzdü. O evi terk
ettikten sonra annem dahil evdeki herkes dedeme dargındı. Oysa ben farklı
düşünüyordum. İki yıl boyunca kimse adam akıllı izini sürmedi. Duyduk ki
İstanbul’da eskiden beraber balıkçılık yaptıkları bir arkadaşının evine
yerleşmiş. Sonra bir gün ölüm haberi geldi. Kanserden ölmüş. Bize haberi
ulaştıran arkadaşıydı. Cenazesini kaldırmak için bizi çağırıyordu. Arkadaşına
sıkı sıkı tembih etmiş, o ölene kadar bize haber vermesin diye.
Anneannemi zor da olsa cenazeye gitmek
için ikna etmeyi başardık. Dedem kendi evini terk edip bizi tek göz oda yeni
evine çağırmıştı. Kıyamete kadar içinde kalacağı yeni evine... Dedemi bir kez
daha görebilseydim keşke. Onu özlüyorum. Şimdi sağ olsaydı anneannemin
düşünceleri farklı mı olurdu, bir şeyler iyiye gider miydi, bilemiyorum. Tek
bildiğim bir şey var, o da anneannem ömrünün son demlerini böyle göçebe
geçirmezdi.
Dedem evi terk ettikten sonra anneannem
kendi evinde çok kalmıyordu. Bazen anneme, bazen dayıma misafir oluyordu ama
dayımın yengemle yaşadığı sorunlar büyüyünce bizimle yaşamaya başladı. Herkes
olacakları merakla beklerken bir gün dayım bombayı patlattı. Sonunda istenmeyen
son gerçekleşmiş, başka bir eve taşınmıştı. Bu, hem anneannem hem de benim için
başka bir fırsattı. O biricik oğluna doyasıya annelik yapacak, ben biricik
dayımla sabahlara kadar hayatın anlamı üzerine derin sohbetler yapabilecektim.
Anneannemi bavuluyla dayımın yeni evine
getirdiğimiz gün öyle bir şey oldu ki, o gün hüznün anneannemle beraber kapının
eşiğinden eve girdiğini anlamıştım. Bir daha hiç çıkmamak üzere... Her şey
mevsiminde güzeldi. Biz bir mevsimi yakalamaya çalışırken üzerine nice
mevsimler gelip geçiyordu. Hâlbuki bir anne için oğluyla birlikte yaşamanın
nesi kötü olabilirdi? O gün dayım bizi evin dışında karşılamıştı. Anneannem
arabadan iner inmez dayımın boynuna sımsıkı sarıldı ve şöyle dedi: “Anasının
kuzusu. Ben sana bakmaz mıyım hiç. Varsın o kadın seni sevmesin. Ben seni hep
sevdim. Yetmez mi?” Anneannem oğluna öyle sarılıyordu ki, sanki dayım daha beş
yaşında bir çocuktu. Bunlara şahit olan annem arabadan inmekten vazgeçti.
Arabanın kapısını çekip kimseye görünmemeye çalışarak ağladı, ağladı... Dayım
durumu fark etti, “Haydi biz çıkalım, ablam sonra gelir kendi.” dedi.
Kapının iç tarafında, evin diğer
sakinleri bizi bekliyordu. Tabi, Kartal ve Aslan henüz bu kadar büyük
değillerdi. Anneannemin telefonda yoğun itirazlarına rağmen dayım işi
oldubittiye getirmiş, daha o gelmeden kedileri almıştı. Hatta aldığı gün beni
aramıştı: “Oğlum bir sor bakalım kedisi olan arkadaşların vardır senin. Nasıl
doyurmak lazım bunları?” Her zamanki dalgın, hayal dünyasında yaşayan dayımdı
işte... Onları alırken sormayı akıl etmemişti de benden medet umuyordu. “Ne
bileyim, kasaptan ciğer al, bir de süt içir.” demiştim. Dayım kedileri eve
koyar koymaz mahallenin kasabına gitmiş. Aldığı iki kedinin birkaç günlük
olduğunu söyleyip kasaptan ciğer istemiş. Onları nasıl besleyeceğini tam olarak
bilmediğini söyleyince kasap da dalga geçmiş. Ciğerleri doğrarken kedilerin
isimlerini sormuş. Amcam da henüz bir isim koymadığını söylemiş. Bunlar
konuşulurken televizyonda haberler varmış. Ekranda Galatasaray ve Fenerbahçe
taraftarlarının kavga ettiği anların görüntüleri çıkınca o an karar vermiş.
“İsimlerini buldum. Birinin adı Kartal, diğeri Aslan olacak.” Meğer idealist
dayım Türkiye’ye önemli bir ders vermek istemiş! Böylece kavga etmeden kardeşçe
yaşamamız gerektiğini hatırlatmış.
Anneannem kedileri kapıda görünce hevesi
kursağında kalmıştı ama yine de gururu elden bırakmadan uyarmayı da ihmal
etmemişti: “Şimdilik misafirim, sesimi çıkarmıyorum ama misafirlik bitince bu
evin nüfusu azalacak, haberin olsun!” Çaktırmadan dayım bana göz kırptı ve
gülümsedi. Bu, ileride kedilerin büyük sorun olacağına dair bir işaretti.
Mutlaka benden destek isteyecekti. Sonra anneannemin odasına geçtik. Dayım
güzelce dayayıp döşemişti. Onun sevdiği renkte perde, perdeye uygun halı,
halıya uygun yatak örtüsü almıştı. Biz ne kadar güzel seçtiğini söyleyince
itiraf etti: Kadınların renk uyumuna önem verdiğini yengemle yaşadığı acı
tecrübeler sonucu öğrenmişti. Anneannem dolapları, çekmeceleri sırayla açıp
kapadı. Yatağına oturdu. Yatak rahata benziyordu. Odasını sevmişti ama bir
eksiği vardı. “Keşke babanın bir resmi olsaydı...” dedi. Dayım ona da
hazırlıklıydı. Salon duvarından çıkardığı çerçeveyi getirdi. Uygun bir yer
ararken önceki kiracıdan kalan bir çiviyi gözüne kestirdi. Dedemin fotoğrafı,
duvardaki yerini almıştı. İşte aile tamamlanmıştı. Eski günlerdeki gibi. Herkes
bir aradaydı. Herkes farklı bir mevsimi yaşıyor olsa da.
Anneannem eşyalarını yerleştirmek için
bavulunu istedi. Dayım eski gazete sayfalarını yere serdi önce. Bu önemli ayrıntı
da temizlik düşkünü yengemden kalmış olmalıydı. Dayımın kitaplığı bile toz
yuvasından ibaretti. Kitaplar bile evde istenmiyordu. O an dayımın eve kedi
almaktaki ısrarını daha iyi anlıyordum. İçinde ukde kalan kedi besleme hayalini
geç de olsa gerçekleştirmişti. Bavulu gazetelerin üzerine bıraktım. Oldukça
ağırdı. Anneannem bir kaplumbağa misali evini yanında taşımış olmalıydı.
Bavulun başına oturdu. Fermuarını açarken ben dayımla pencereden bahçeye
bakıyordum. Dayım bahçeye bitişik olan zemin katta oturduğu için kedileri arada
sırada dışarı saldığını anlatıyordu. Anneannem tuhaf bir şekilde benden odadan
çıkmamı rica etti. Anlaşılan dayıma özel bir şey söyleyecekti. Dediğini yaptım.
Kapıyı kapatır gibi yaptım ama tam kapatmadım. Merakıma yenik düşmüştüm.
Önlerinde bunca gün dururken bu kadar özel ve acil olan şey neydi bilmek
istiyordum.
Kapının açık kalan aralığından içeriyi
izliyordum. Anneannem bavulundan siyah bir poşet çıkardı. Dayıma uzattı. Bir
şey söylemeye niyeti yok gibiydi. Dayımın anlamasını bekliyordu sanki. Poşetin
içinden bir top beyaz kumaş çıkardı. “Oğlum öyle görünüyor ki belki de bu ev
artık benim için son durak. Ne olur ne olmaz. Belki sana sonra vermek kısmet
olmayabilir. Bunu al ve sakla. Yarın bir gün lazım olacak. İçinde biraz da para
var. Biliyorsun kimseye yük olmak istemem.” dedi. Dayımın bir anda gözleri
nemlendi, dudaklarını ısırıyordu. Sırtını döndü. Hızla kapıya doğru yöneldi.
Hemen kapıdan uzaklaştım.
Bunlara şahit olduktan sonra, bu da
yetmezmiş gibi anneannemin bizimle yaşamasına bu kadar alışmışken ondan
ayrılmak bize çok zor geldi. Evimize dönerken anneannemi sık sık arayıp
sormaya, ziyaret etmeye karar verdim. Ne de olsa artık genç adamdım. Otobüse
atlar, bir saatlik yolculuktan sonra dayımla onu görebilirdim.
Şimdiki gibi onları ziyaret ettikçe bir
gün benim de bu evde yaşamaya başlayacağımı hissediyorum. Belki bu şehirde
güzel bir üniversite kazanırım, Sahaf Dayı’nın müdavimlerinden olurum. Ben
çiçek tarlasında gezinir gibi kitap yığınlarının arasında gezinirken anneannem
evlilik programını izlerken uyuyakalmış. Gözlüğü neredeyse gözünden düşmek
üzere. Gözlüğünü alıp masanın üzerine koyuyorum. Dayım temiz bulaşıklara kirli
muamelesi yapıp tekrar yıkama işini bitirmiş olmalı. Mutfağa, yanına gidiyorum.
Yine sigara yakmış. Balkon penceresi açık. Kartal yine miyavlamaya başlıyor.
“Yeter be oğlum! Yeter. Bak hiç vazgeçmiyorsun.” Dayım son bir teselli kapıdan
sesleniyor: “Aslaaaan! Gel oğlum. Bak kardeşin burda seni bekliyor.” Uzaklardan
bir yerden bir miyav sesi geliyor. Bunu duyan Kartal çılgına dönüyor. Dayım
dışarı çıkmasın diye engel olmaya çalışıyor. Pantolonunu tırmaladıkça
tırmalıyor. Sanırım Kartal da yalnızlığa pes etti. O da az sonra çıkıp gidecek
ve bir daha gelmeyecek.
Uzaktan gelen ses daha da yakınlaşıyor.
Bu miyav sanki bir vuslat miyavlaması. Kartal da ona cevap veriyor. Dayım
Kartal’ı zor zaptediyor. Akşamın karanlığında parlayan bir çift sarımtırak göz
beliriyor karşımızda. Balkona tırmanıyor. Dayım heyecanlı: “Aslan? Oğlum? Bu
sen misin!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder