21 Kasım 2013 Perşembe

Yer


- Vardım baktım herzamanki yerimde bir adam duruyordu, dedi genç kız.
Annesi merakla sordu:
- Öğrenci velisi miymiş? Kimmiş?
- Bilmemki hiç veliye filan benzemiyordu. Tanımıyorum.
- Peki sen ne yaptın, ayakta mı gittin okula; koca dolmuşta sana yer veren biri çıkmadı mı?
- Dolmuşta değildi, beklediğim yerdeydi.



18 Kasım 2013 Pazartesi

Bir Dost Hikayesi: Şirinlerin Dünyası


AHMET KÖMEÇOĞLU  - 1964 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Gazi Üniversitesi TEF Elektrik-Elektronik Bölümünü bitirdi. TRT’de Kurgucu olarak çalıştı. Avrupa’da Bir Sultan, Yayla Yollarında, Su Perisi Kayıklar, Sivas Kangal Köpeği, Ferhunde Hanım ve Kızları, Ankara Tiftik keçisi, Van Kedisi, Ankara Kedisi gibi pek çok drama ve belgesel programının kurgusunu yaptı. TRT Türkmenistan Temsilciliğinde üç yıl süreyle Türkmen Diyarı isimli haftalık programın yapımında yer aldı. Kırk dört bölümlük Avrupa’da belgeselinin danışmanlığını yaptı. Bir Çay İçiminde Türkmenistan kitabını yazdı. 

 ŞİRİNLERİN DÜNYASI

“Hocam kafanızı karıştırmaya geldim.”
Sesle beraber açılan kapıdan içeri dolan, Bilade’nin gülen yüzüydü. Asık suratlı görünmesine alışıkken böyle bir gülümseme takmışsa yüzüne arkasında bir şeyler var, demekti. Daha doğrusu bu ifade, çoğunlukla, o konuşacak ben dinleyeceğim, demekti.
‘Beni uyandırıyor hocam bu meret’ dediği acı kahveyi pek sevmememe rağmen, onunla beraber içmem gerektiğini düşünür, gelir gelmez çaycı hanıma siparişimi verirdim. Yine öyle yaptım. Onun deyişiyle ‘iki gâvur kahvesi’ söyledim. Bir garip adamdı, Bilade. Şu koca kurumda konuşabildiği, dertleşebildiği kaç kişi vardı ki dostum, arkadaşım diyebileceği?
O kendi işinden, daha doğrusu işindeki sıkıntılarından, ben de benimkilerden konuştuk, kahveler gelinceye kadar. Söz döndü, dolaştı, her zaman olduğu gibi memleket meselelerine geldi. Gündemdeki konuları, öncelikli sorunlarımız olmadığını bildiğimiz halde, nasıl olup ta herkesin konuştuğuna, bilir veya bilmez yorumladığına, hatta taraf oluşuna bir anlam bulmaya çalıştığını anlattı, uzun uzun. “Senin Şirin’den farkımız yok be hocam” dedi, Bilade. “Ne yapıyorsun sen?” diye sorduktan sonra, ağzımı açmama bile fırsat vermeden cevaplamaya başladı: “Şirin’in yemini veriyorsun, suyunu içiriyorsun. Kapıyı, pencereyi örttükten sonra, arada bir kafesin kapağını açıp dışarı salıyorsun. O ne yapıyor? Ürkek adımlarla kafesin kapağına geliyor, etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra başlıyor uçmaya. Odanın içinde gürültüyle bir tur attıktan sonra ya tekrar kafesin üzerine geliyor ya da odada başka insanlar olmasına rağmen senin başına, omzuna konuyor. Yani kendisini kafese kapatana bağlılığını ilan ediyor. Kuş beyinli işte!”
-Kuş beyinliymiş!
“Bizim iyiliğimiz için kanunlar çıkartılıyor, eli kolu bağlanan biz oluyoruz. Hayat seviyemizi iyileştireceği söylenen yapılar yükseliyor, biz küçülüyoruz. Geniş yollar, ferah parklar çoğalıyor, biz siniyoruz. Cisimler ışıltıyla parlarken, ruhlarımız çelişkiler dünyasının karanlığında boğuluyor. Kim, tüm bunların sebebi?”
-Kendin bir şey yapma, ona buna çamur at. Oh, ne âlâ. Kuş beyinliymiş!
Derin bir soluk aldı, daha doğrusu iç geçirdi. Kahvesine baktı, bitmediğini görünce bir yudum daha içti. Akşamın alaca karanlığı basıyordu. Mesaimiz bitmek üzereydi. Önüne o gün yazdığım makalemi uzattım, hem okuması hem de biraz susması niyetiyle.
Ben Şirin’in yemeğine takviye yapıp, suyunu bırakayım, dedim. O yarın ki gazetede yayınlanacak makalemi okurken, ben Şirin’le uğraştım. Bu arada da ekledim:
-Ama ben Şirin’i çok seviyorum...
Gülümsedi, cevap verecek gibi oldu vazgeçti, okumaya devam etti.
-Çok seviyormuş! Sen kendini seviyorsun. Seninki hayvan sevgisi değil ki! Sen ve senin gibiler, her dediğinizi yapanları, size hiç itiraz edemeyecek zavallıları seviyorsunuz, adına da hayvan sevgisi diyorsunuz!
Bakalım beğenecek mi yazdıklarımı diye göz ucuyla Bilade’ye bakarken, yavaş yavaş çıkış hazırlıklarımı yaptım. Bir şey söylemez ama belli ederdi mimiklerinden, beğendiğini veya hoşlanmadığını. Aslında gazeteci değildim. Zaten kim gazeteciydi ki? Herkes yazıyordu, ben de yazarak rahatlayayım dedim, kendi kendime. Son zamanlarda yaşanılanlar karşısında belki sesimizi duyan birileri olur, milleti uyarmalı, diye düşündüm. Olan biteni önemsizleştirmek isteyenlere; paronaya ya da şizofrenik bir bakış diye alaya alanlara karşı, ilerleyen senaryonun devamında olabilecekleri, ülkenin ve milletin başına gelebilecekleri, söyleyelim istedim. Çünkü zaman gerçekten milletin aleyhine işliyordu. Dünyanın kaderini ellerinde tutanlarla, onların memleket içindeki uzantıları, insanlığı çağdaş birer köle yapma yarışındaydılar.
“Kültürümüzü etki altına alarak sömürüyü kolaylaştırmanın bütün yollarını deniyorlar. Tüketim toplumu olmanın önündeki en büyük engel olan dini ve dili, kendi ölçülerine uydurmak ve bunların belirlediği hayatı denetimlerine geçirmek için ne gerekiyorsa, behemehal yerine getiriyorlar. Tüketim ekonomisinden beslenen basın ve yayın organları vasıtasıyla, halk, çağdaş birer birey olmaları yolunda bilgilendiriliyor! Kimi zaman sözde bilim adamı, siyasetçi, sporcu ya da sanatçı denilen taklitçiler yoluyla, kimi zaman da bilinçli hazırlanmış moda ve eğlence programlarıyla benliklerin değiştirilmesine çalışılıyor. Millet, yeme içme adabından, konuşma biçimine kadar başka bir hayat tarzının içine sürükleniyor. Düşünmesine, sorgulamasına fırsat bırakılmadan tatlı sert tüketmeye zorlanan ve üretmeyen bir toplum, en büyük değer yargısı bireyler üzerinden sağlanan menfaat olan çağdaş dünyalılar için biçilmiş kaftan. Kendilerine yakınlaşan kişi ve toplulukları, her açıdan, özellikle iktisadi güçlerini ve toplumdaki durumlarını üst düzeye ulaştırarak, imrenilenler olmasını sağlıyorlar. Böylece sömürü düzenlerine hizmet eden, sadık kullarının sayısını çoğaltıyorlar. Bütün bu olanlar karşısında suskun kalmayı, şeytanla işbirliği yapmakla eşdeğer görenler,- ben ne yapabilirim?- sorusunun cevabını, aramalılar…”
-Hıh! Sanki kendi bulmuş ta başkalarına salık veriyor!
Yazımın son kısmını niye sesli okudu, merak ettim doğrusu. Ama nasıl olsa bir şeyler söyler diye sabırla bekledim. Okumayı bitirdikten sonra önce Şirin’e sonra bana baktı.
“Aramalılar,” dedi sustu. Tekrar, “aramalılar hocam,” dedikten sonra pencereden, sıra sıra dizilmiş bekleyen beyaz araçlara bakarak gitme vaktinin geldiğini söyledi. Kafasından geçenleri söylemek yerine böyle ilgisiz bir söz söylediğini düşündüm. “Doluşalım otobüslere, gidelim evimize” dedi, vedalaştık ve gitti. Şirin’in gönlünü okşayıcı birkaç güzel sözden sonra, onu kafesine kapattım ve ben de çıktım.
-Beni seviyormuş… ‘Kendine iyi bak kızım, yarın görüşürüz’ dedi ve gitti. El insaf! Bu nasıl sevgi? Bu karanlık yerde, beni bir başıma bırak git, sabahlara kadar gelme! Şimdi birazdan, temizlikçiler girer odaya. Şakır, şakır kilit açılır, pat küt çöp kovaları boşaltılır, o oraya, bu buraya çekiştirilir. Demezler ki; Şirin ürkebilir, korkabilir, biraz dikkat edelim. Beni Seviyormuş! Peh! Sevgiye bak! Uçmak isterim; kafesin kalın ve soğuk parmaklıklarına çarparım. Konuşmak isterim; ben söyler, ben dinlerim. Yemi ve suyu koydu gitti ya, her şey tamam onun için. Şirin yer değil yuva ister, bilmez ki! Ah bu insanoğlu… Hele şu arkadaşı! Gelir gider aynı lafları söyler. Be adam önce sen git kendi hayatını bir düzene sok. Sana ne düzenden, düzene kul olmuşlardan. Önce sen insan olmayı başar da ondan sonra başkasına ahkâm kes. Oh, özü höpürdete höpürdete kahvesini içiyor, keyif çatıyor, arada bir de bilmiş bilmiş bana bakıyor. Sanırsınız ki beni düşünüyor. Nerdee? Yok Şirin’den farkları yokmuş, yok kuş beyinliymiş? Ne boş laflar Ya Rabbim! Ne sanıyor bunlar kendilerini? Hadi siz kendinizi kendi ellerinizle, darlığa, yokluğa mahkûm ediyorsunuz, bizden ne istiyorsunuz? Ömrünüz boyu çalışıp, kendinizi konudan komşudan, eşten dosttan, havadan topraktan ayıran evler alıyorsunuz, hapishanede yaşarcasına yaşıyorsunuz diye bizi de kendiniz gibi mi sanıyorsunuz? Amaan, güle güle gidin. Alın çantalarınızı, siz de akşamları insan yutan, sabahları insan kusan homurtulu beyaz canavarlara doğru akıp giden güruhun içine katılın…
Eyvah! İşte, biri daha giriyor içeri. Bitmez bu gece bitmez… ‘Güvenlikçi’ dedikleri gölgeden nem kapanlardan biridir, kesin. Yavaş aç be adam şu kapıyı, insan ol biraz… Evet, o. Tek gelir her zaman ama yanında görünmeyen biri daha var. Elindeki karaltıdan gelir sesi. İşte yaklaşıyor. Allah’ım dokunmasa bari… Eyvah, ah salladı yine kafesi... Zalim bunlar zalim.
- Zzıt. Merkezden gezici üçe. Merkezden geçici üçe. İntikal ettin mi la? Zzıt.
- Zzıt. Evet, amirim. Guşmuş, guş! Zzıt.
- Zzıt. Aynı guş mu la? Zzıt.
- Zzıt. Evet, amirim. Hep okuyan yazan bir herif var ya onun guşu işte. Aynı, aynı. Zzt.
-Yavaş ört şu kapıyı. Ahh! Yine çarptı. İnsan oğlu insan! Her gün aynı sahneyi yaşıyorum, buraya geldiğim günden beri. Herkes gittikten sonra biri gelir, kapıyı açar içeri bakar, gider sonra başkası gelir, yanındaki görünmez adamla. Görünmez olan illa ki soracak, ne gördün diye, öbürü de her zaman cevap verir, alık alık. Dese ya sen de buradasın, ben de buradayım, niye bana sorup duruyorsun diye. Yok, demez. Akıl sır ermez şu insanların işine. Kul etmiş kendini, avucunun içindeki karaltıya! Guş imiş!.. Adımızı bile bilmiyor daha. Yok, yok hepsi aynı bunların. Bizimki yuvasında mışıl mışıl uyur, ben burada yoldan geçen ışıkları sayarım. Bir de korkularının mahkûmu olmuş bu tacizcileri beklerim, diken üstünde. Neymiş, beni seviyormuş… Peh!..

Kaynak: http://edekitap.com.tr/dergi-49

Bir Tas Çorba


Kemal Abi ömrünü inandığı gibi yaşayan nadir insanlardan biriydi. Hiç karşılık beklemeden, onca yaşına rağmen habercilik yapmaya, bir internet gazetesi çıkarmaya çalışıyordu. Haber ve yazı sıkıntısı çekiyordu. Haber ajanslarına abone olacak gücü yoktu. Gazetesinin yazarlarına hiç para veremiyordu, çünkü kendisi de bu işten fazla kazanamıyordu. Ama her şeye rağmen gazete çıkmalı, fikirler söylenmeli, dertlere çare olunmalı, güzellikler paylaşılmalıydı. Telefonda:
-Neden yazmıyorsun? diyordu.
O, her zamanki babacan üslubuyla konuşurken, ben yıllar öncesine, ortak hatıralarımıza doğru bir yolculuğa çıkmıştım. Nedense hep böyle olur, ne zaman onunla konuşsam geçmiş gözümde canlanırdı ve bir tas çorba...
Cevabım kısa oldu:
-Abi, yazacağım, söz!
Yazmaz olur muydum, yazacaktım tabi ama... Neyi yazacaktım ki? Bütün kelime ve kavramların, değerlerin birbirine karıştığı, kirlendiği, kirletildiği şu dünyada anlatılacak, yazılacak, çizilecek çok şey vardı. Lakin bunların pek azı kıymetliydi; Aşk, sevgi, dostluk, kendini düşünmeme, ömrünü bir değere adama gibi...
Ankara’nın, Türkiye’nin Komünist ve Ülkücü gruplar arasında paylaşıldığı yıllardı. Kimse kimsenin semtine, okuluna, sınıfına, yurduna serbestçe giremezdi. Siyasi kimliğinizi ispatlamak zorundaydınız. Ya bir tanıdık yahut o fikre mensubiyetini gösteren bir şeyler bilmeliydiniz. Öyle her ülkücü, elini kolunu sallayarak evinden, kaldığı öğrenci yurdundan okuluna kolayca gidemezdi. Okula hangi grubun ne şekilde gideceği belli idi. Mesela biz Ülkücü Dil-Tarihliler, Numune Hastanesinin karşısındaki kahvede toplandıktan sonra topluluk halinde gidebiliyorduk okula. Çünkü yalnız yakalandığınızda birileri sizi “indirebilir”di. Kaldığımız Konya Yurdu okula yürüyerek on dakika bile sürmezken önce Numune’den geçen dolmuşlara biner, sonra kahvede herkesin toparlanmasını beklerdik. Sıhhiye, Komünistlerin elindeydi. Bazı okulların her iki grubun girdiği yerler olmasının yanında, kelleyi koltuğa alarak gidilebilen okullar da vardı. Gidilemeyen okullar da. Meselâ ODTÜ, Siyasal Bilgiler gibi okullar bunlardan bazılarıydı. Komünistler Hacettepe, Siyasal, ODTÜ gibi devlet öğrenci yurtlarında hâkim ve birçok özel yurda sahip iken, ülkücülerin elinde resmi yurt olarak Site Yurdu (Atatürk Öğrenci Yurdu), özel yurt olarak da Yozgat, Kütahya, Konya, Niğde, Adana, Sivas, Giresun gibi illerin kalkındırma derneklerince yaptırılmış bazı yurtlar vardı.
Bunların bir kısmında ben de kaldım. Okula başladığım ilk hafta, bir gece Yozgat Yurdu’nda kaldım. Kırık pencereli geniş bir koğuşta yattım ve bir daha o yurda hiç uğramadım. Çünkü sabah kalktığımda her tarafım tutulmuştu. Üşütmüştüm. Sonra Site Yurdu'nda yer olmadığı için Kütahya Yurdu’nda üç beş ay kalmış, birinci yılın sonlarında yer açılınca Site Yurdu’na geçmiş, kapanınca da Konya Yurdu’na gelmiştim.
Konyalı hayırseverlerce yaptırılmıştı yurt. Ülkücülerin hâkimiyetindeki birkaç yurttan durumu oldukça iyi olan bir yurttu. Odaları büyüklü küçüklüydü. Elektriği, suyu, kaloriferi vardı. Olaylara uzak bir bölgede sayılırdı. Kütahya Yurdu gibi her gün kurşunlanmıyordu. Adana, Sivas, Giresun Yurtları gibi ateş ortasında değildi. Gerçi arada bir, “filanca yerde olay varmış, yardıma ihtiyaç var; koşun!” gibi haberler gelirdi ama öyle sınır bölgelerindeki yurtlar gibi değildi. Oralarda silahlı çatışmalar, kavga gürültü, yaralamalar, ölümler hiç eksik olmazdı.
Yurtta kantin yoktu. Karnımızı doyurmak için Niğde Yurdu’na giderdik. Yemekler ucuz sayılırdı, tabii parası olanlar için. Doğru dürüst paramız olmadığı için ara sıra giderdik. Tek ayrıcalığımız, kazara bir arkadaşımıza bir yerden biraz para geldiğinde soluğu yurdun karşısındaki pidecide almaktı. Parasız günlerimizde de yurtta peynir ekmeğe talim ederdik. Çoğu zaman onu da bulamayan arkadaşlarımız vardı. Bunlardan birini, Taşar’ı hiç unutmayacağım. Sabah kahvaltısı için aldığı sayılı zeytinle ekmeğini yer, öğlen okulda –ucuz olduğu için- iki defa yemek alır, onu güzelce yer ama akşam yemeği yemezdi, yiyemezdi. Çünkü ailesi veya başka bir yerden parası gelmezdi. Aldığı devlet kredisi ile ancak zeytin ekmeğe parası yetiyordu.
1979 yılı Ankara’da çok soğuk, çetin bir kış yaşadık. O yıl yurdun ihtiyaçları için yardımcı olan hamiyetperverler nedense ortalıktan kayboldu. Kaloriferler yanmıyordu. Acil durumlarda bile banyo yapamıyor, komşu yurtlara rica ediyor, hamam arıyorduk. Odalarda küçük elektrik ocaklarıyla ısınıyorduk. Üzerindeki çaydanlıklarda çayımızı yemeğimizi pişiriyorduk. Her odada bu ocaklardan yanınca, tabii olarak yurdun şebekesi buna isyan etti. Bir gece sigorta panosu yanmış. İkinci katın tuvaletindeki musluklardan birinin de gevşemesi aynı günü bulmuş. Tuvaletten koridora doğru akan su merdivenlere süzülmüş ve donmuş. Gece ihtiyaç görmeye kalkan bir çocuk tuvalete yönelince buzlanmış zemini fark edememiş, kaymaya başlamış. Elektrik kaçağı oluşmuş; bir yandan cereyana kapılmış, bir yandan kayıyor, bir gürültüdür koptu. Kurtarmaya koşanlar da aynı akıbete uğruyor, güç bela kurtuldular. Bu buzlanmanın iki üç gün sürdüğünü, yurdun parası olmadığı için elektrik ve su tesisatının tamirinin bir hafta filan yaptırılamadığını hatırlıyorum. Nispeten durumu iyi olan bir yurttu dediğim Konya Yurdu’nun ahvali böyle idi. Gerisini siz düşünün.
Böyle bir kış gününün sabahında yatağında kaskatı kesilmiş, donmak üzereyken bulan arkadaşlar Muhammed Ulubaş adlı o arkadaşımızı hastaneye ucu ucuna yetiştirmişlerdi.  Böyle bir sürü hikâye hatırlıyorum ama size şu bir tas çorbanın hikâyesini anlatmak istiyorum:
O ağır kış güç bela geçmiş, tatil yaklaşmış, yurtta kalanlar azalmıştı. Maddi durumum oda arkadaşım Taşar’a göre iyiydi ama çoğu zaman ben de parasız kalıyordum. Gene böyle günlerimdeydim. Ramazan yakındı. Bende beş para yok; oda arkadaşlarım Cengiz’de, Raşit’te, İsmail’de de, kimsede para yok. Yurda tıkılıp kaldım. Bir tarafa gidemiyorum. Yurdun kalabalık odalarından birinde yatıyorum. Karnım aç ama tek kuruş param olmadığı için yataktan çıkamıyorum. Arada bir kalkıp su içiyorum. Kitap okumaya elim varmıyor. Açım. Hiçbir şey yemeyeli bir gün geçmiş. Aç insan ne yapar? Sürekli açlığını düşünür; ben de düşünüyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Bari o anda içinde bulunduğum fizikî ve ruhî durumu yazıya geçireyim, elime aldığım kâğıda açlığımı ve açlık psikolojimi yazayım diye yazmaya başladım; işte şöyle oldu, böyle oldu, karnım guruldadı, şunu yemeği düşündüm, bunu yemeği düşündüm, şunu canım istedi gibi şeyler yazıyorum. Ümitliyim; bir yerlerden bir imdat nasıl olsa gelir diye düşünüyorum. Açlığımın birinci günü böyle yataktan çıkmadan, arada bir açlığımın seyrini kaleme alarak geçti. Kendimi dinliyorum. Hissettiklerimi kaydediyorum. Zola gibi aklıma ne gelirse olduğu gibi yazıyorum. Dostoyevski’nin açlık içindeki kahramanlarına benzetiyorum kendimi. Yazabilmek hoşuma gidiyor. Kendi kendime ne kadar aç kalabileceğimi merak ediyorum… Kararlıyım; sonuna kadar aç kalacak ama açlığımı yazmaya devam edeceğim. Nasıl olsa diyorum kendime, yılda bir ay oruç tutuyoruz, oruçlu olduğunu farz et! Zaten Ramazan da gelmiş, sabrediyorum.
Açlığımın ikinci günü Arife günü idi. Oldukça zor geçti. Açlığı daha sık düşünüyor, daha az yazabiliyordum. Zar zor akşamı buldum. Fikret'in "Bugün yine açız evlatlarım" şiirini hatırlayarak, ertesi günün Ramazan olması hasebiyle sahuru beklemeden suyumu içtim ve oruca niyetlendim. Zaten açtım. Açlığa talimliydim, su içmeden de durabilirdim. Tabii ki orucumu da tutacaktım.
Ertesi gün -açlığımın üçüncü, Ramazan’ın birinci günü- ortalıkta farklı bir hava var. Kimse yemek yemiyor, kahvaltı yapmıyor, çay içmiyor. Ben yine yataktan çıkmıyorum. Uyumuyorum ama bir halsizlik, uykusuzluk var üstümde. Sanki daha az açlık hissediyor gibiyim. Tarihe not düşmek için başladığım açlık hikâyemi de bir türlü ilerletemiyorum! Açlıktan başka bir şey düşünemiyorum ki. İyice yazamaz oldum ama bunu da çok büyük bir mesele olarak görmüyorum. Açlığıma bir çözüm üretmem lazım. Beynim sadece bununla meşgul.
Ramazan’ın ilk gününü, battaniyenin altında, oruç tutmakta zorlananların sohbetlerini; akşama ne yiyecekleri ve ne pişireceklerini konuşanları dinlemekle geçirdim. İftar saati yaklaştıkça herkesteki uhrevî heyecan artıyor. Oruç tutanlar iftar sofrası hazırlamaya başlamışlar. Birazdan top atılacak! Üç gündür sadece su ile idare ettiğim için hiç telaşlanmıyorum. İftarda kalkıp suyumu içeceğim ve yeniden yatacağım. Ama nefis öyle bir şey ki, yan odalarda yapılan bütün yemekleri tarifliyor insana. Hazırlanmakta olan iftar sofralarına kendimi nasıl davet ettirebileceğimi filan düşünüyorum. Aksi gibi iftar sofrası hazırlayanların hiçbirini tanımıyorum. Başka okullardan çocuklar. Merhabamız olsa da tanışıklık yok. Dil Tarihliler de ortalıkta gözükmüyor. Kalkıp sersem sepeler ortalığı kolaçan ettim ama en küçük bir ümit ışığı yok. Serde gururlu olmak var. Kimseye minnet etmemeye karar veriyorum. Yapacak bir şey yok. Biraz sonra iftar olacak. Sudan başka bir şey olmayan soframı hazırladım. Orucumu açacağım. Ezanın eli kulağında.
Koğuşun kapısından Behçet Kemal Abi girdi. Benim sudan ibaret iftar soframı görmüş ve durumumu anlamış olmalı ki:
-Arslan ne yapıyorsun?
Bende söylenecek söz yok.
-...
-Kalk gidiyoruz! dedi. 
Tabii nereye gittiğimizi merak ediyorum, o sıralarda yurtta adam az, olaylar artmış, sık sık nöbete yazıyorlar. ‘Herhalde nöbete filan gidiyoruz.’ diyorum. Ama içimde de küçücük bir ümit ışığı parlıyor. Diğer nöbetçiler de iyi kötü bir şeyler getirir, ben de nasiplenirim, diye düşünüyorum ve Kemal Abi’nin peşine takılıyorum. Kemal Abi beni kendi odalarına sokuyor. Ortadaki sehpanın üstünde bir tas çorba ve pideden oluşan iftar sofrası hazırlanmış. Birkaç kişi var. Beni sofraya buyur ediyorlar. İçerdekilere selam veriyorum ama içimden Allah’a dua ediyorum, şükürler ediyorum. Allah’ım benim yurt köşelerinde aç bilaç oruç tutmama razı olmamış, bir kulunu iftar yapabilmeme vesile etmişti.
Kemal Abi’nin ev sahipliğinde üç beş arkadaşla yaptığımız o iftar hayatımın en güzel iftarı, yediğimiz o bir tas çorba, hayatımda içtiğim en güzel çorba oldu.

15 Kasım 2013 Cuma

Zeka ve Düzen Oyunu: Çelik Çomak


Çelik çomak eski bir Türk oyunudur. Uygulamada yörelere göre küçük farklılıklar görülse de, özü itibariyle aynı esaslara dayanır.
Bir oyun şekline göre; bir metrelik kazık üzerine konan çeliğin bir sopayla uzaklaştırılması ve yere düşmeden rakip takım tarafından tutulması veya dokunulmasıyla el değiştiren bir oyundur. İki takım halinde oynanması, özellikle sayı saymayı ve hesap yapmayı da ihtiva eden, rekabete dayalı bir oyundur. Ayrıntılı kuralları vardır. Bu oyun Batı ülkelerindeki “kriket” oyununun bazı özelliklerini de üzerinde taşımaktadır.
Bir başka oyun şekline göre de; çelik çomak oyunu, iki taş üzerine 10 cm. büyüklüğünde ve yaklaşık 2 veya 3 cm. kalınlığında “çelik” adı verilen ağaç parçasının köprü şeklinde konularak ya da elle havaya atılarak diğer elde tutulan bir değnekle vurulması suretiyle oynanan bir çocuk oyunu çeşididir. Çelik havada iken yakalamak esastır. Çelik havada yakalanır ise onu çelen (vuran) kişi ölmüş sayılır. Ancak onun tekrar oyuna katılabilmesi için, diğer arkadaşının oyun esnasında ona can (oyunda oynama hakkı) vermesi lazımdır. Bu oyunda oyunu oynayan çeliği çelen tarafa “çelik çelen/oynayan” taraf, onu karşılayan tarafa “yelen taraf” adı verilmektedir.
Tarihi Türk çocuk oyunu çelik çomak hakkında Arslan Küçükyıldız * şu bilgileri veriyor: “Kullanamadığımız, kıymetini bilmediğimiz, değerlendiremediğimiz değerimizi, zenginliğimiz, dünya çapındaki değerimiz; hepimizin yakından bildiği Çelik Çomak Oyunu'dur. Hepimizin çok iyi bildiği, ama kullanmadığımız, dönüp bakmadığımız bir zenginlik! Kutadgu Bilig'den şöyle bir mısra var: "Bilgi, denizin dibinde bir inci gibi durur. Kişioğlu inciyi denizden çıkarmazsa, ha inci olmuş ha çakıl taşı!" Bildiğimiz bir çocuk oyunu çelik çomak. Ama onda ne büyük bir cevher olduğunu görmüyoruz. İngilizler, bizim Anadolu'da, mesela Bolu'da Hülü olarak bildiğimiz, oynadığımız Golf oyununu Hindistan'da görüp ülkelerine taşıdılar. Yine çevgen oyunumuzu Atlı Polo olarak ülkelerine götürdüler. Bu oyunlar için takımlar kurdular. Kurallarını belirlediler, oyunun özelliğine uygun kıyafetler buldular. Turnuvalar düzenlediler. Bizim değerlerimizi işleyip geliştirdiler. Elmasın topraktan çıkarılıp işlenmesi gibi bir şeydi bu.
Bizim bir değer atfetmediğimiz, çoluk çocuk oyunu olarak gördüğümüz çelik çomak da bu türden bir elmastır. Çelik çomak oyununun, Türkiye çapındaki ve Türk Dünyası'ndaki çok az farklı oynanışlarını ele alıp bir güzel inceledikten sonra kısa bir zamanda kurallarını belirleme imkanı vardır. Kuralları belirledikten sonra oyun mekânları bulmak, sahayı belirlemek gerekmektedir. Bu oyun için başlangıçta çok büyük ve çok şatafatlı sahalar gerekmiyor. İleride şüphesiz adına turnuvalar düzenlenen, ligler kurulan bir spor haline geldikten sonra, elbette özel sahalar yapılabilir. Bizim ilk önce düşüneceğimiz şey, oyuncu sayısı, temel kuralları, oyun için gerekli malzemeler olacaktır.
Kendisine ait dernekleri, basını, ligleri olan, önce Türkiye genelinde yerleşecek, sonra dünya çapında bir oyun haline getirilecek çelik çomak, ülke adına büyük bir kazanç olacaktır. İngilizlerin iki yüz yıl önce yaptıklarını biz niye yapamayalım; milli bir oyunumuzu, tüm insanlığa mal etmeyelim?
Çelik çomak oyunu öncelikle bir savaş oyunudur. İnsan dikkatini en üst noktaya çıkaran, fevkalade güzel bir oyundur. Çeviklik, cesaret, sürat… spor olarak ne isterseniz içindedir. Çocukluğumda 25-30 yaşlarındaki büyüklerin bu oyunu zevkle, hem de iddialı bir şekilde oynadıklarını biliyorum. Kaybedenlere verilen cezaları hatırladıkça katıla katıla gülerim. Bir defasında yenilenler, öteki takımı sırtında taşımış, bir yandan da merkep sesi çıkarmakla cezalandırılmışlardı. Bu oyunun çok az da olsa tanınmasıyla müthiş bir cazibe merkezi olacak bir spor koluna dönüşeceğinden hiç kuşkum yok. Herkesin yapabileceği, her yaşa uygun bir spor olduğu kesin. İlgi gösterilmesi halinde çok kısa bir zamanda kalkınacağı da şüphesizdir.

Aynı şekilde, batılıların gördükleri zaman akıllarının şaştığı gökbörü oyununun da dünya çapında müsabakaları yapılabilir. En azından Türk Devletleri arasında bu ve benzer milli sporlarımızın karşılaşmaları düzenlenebilir. Bu çalışma, dünyada spor turizmine yeni bir boyut getirecek bir çalışma olacaktır. Sonuçta devletimiz ve milletimiz için çok kârlı bir iştir. Yine, dünyada milyonların seyrettiği satranç müsabakalarını solda sıfır bırakacak bir oyunumuz var ki adı Dokuz Kumalak-Dokuz Korgool-Mangala’dır ve dünya şampiyonu satranççı Kasparov bile bu oyunun ustasına yenilmiştir. Bizde ne zenginlikler var ama haberimiz yok!”        

14 Kasım 2013 Perşembe

Kurtarma


Güneşli bir sonbahar günüydü. Osmanlı İş Merkezi'ndeki kuruyemişçiden birşeyler alıp çıktım. Eve gidecektim. Yolumun üzerinde koyu bir sohbete dalmış üç yaşlı teyze vardı. En yaşlıları hararetle birşey anlatıyor, öbürleri dinliyordu. Yanlarından geçerken kulağıma yarım bir cümle çalındı. "...demiş atalarımız." Konuşmanın bu kadarını duyabildim. Yürüyor, bir yandan da düşünüyordum; Söylediği, bir atasözü idi ama ne idi? Herhalde konuştukları mesele ile alâkalı bir atasözüydü. Belki de çok önemli bir mevzunun can damarına temas ediyordu. Kimbilir ne hikmetli bir sözdü. Bu sözü ve ilgili olduğu konuyu işitebilseydim keşke, dedim kendi kendime.  Akyurt uludükkanının köşeyi döndüm, yürüyorum, bir yandan da kendime kızıyorum; Neden yanlarından ağır geçmedim, neden duyamadım...Sonra şöyle düşündüm. Belki bu yaşlı teyze, hayatında büyüklerinden bir kere işittiği ve kendisine miras kalmış bir atasözünü ömründe ilk defa kullanıyor ve bu sözü işiten şu arkadaşları bu atasözünü unutup gidecekler. Bir kez bile olsun bu sözü kullandıkları ve kendilerinden genç birilerinin de dinlediği bir sohbet yapmayacaklar. Yapamayacaklar; fırsatları olmayacak, hızlanan hayatta kendilerine ne kadar yer veriyoruz ki sözlerine önem verip söylediklerini aklımızda tutalım. Böyle bir sohbet olsa, atasözünü de bir vesileyle aktarmış olsalar bile dinleyenler bu sözü akıllarında tutup aktarmayacaklar. Her zaman dinledikleri ama akıllarına veya bir kenara bunu yazmadıkladrı için orada kalacak. Kayıt altına alınmış olmayacak. Böylece belki de bir roman hacmindeki bir büyük tecrübe bu kadınlarla birlikte yok olacak. Bütün bunlar böyle bir anda aklıma geldi ve geri dönüp söylenen atasözünü kendisinden sormayı düşündüm. Kağıt kalem arandım, yanımda yoktu. İşin ucunda azarlanmak, "Sana ne? Sen kimsin? Niye bizi dinledin?" gibi sorularla hırpalanmak da vardı. Kısa bir tereddüt geçirdim. Gidip sorsam mı, yoksa 'bana ne' deyip yoluma mı gideyim? Ne kazanacak, ne kaybedecektim?  Yüreğim elvermedi ve geçtiğim yirmi yirmibeş metrelik yoldan geri döndüm. Geçen bir iki dakikalık süreyi telafi etmek için hemen yanlarına yaklaştım ve özür dileyerek, az önce oradan geçerken bir atasözü söylediklerini işittiğimi ama bunu tam duyamadığımı, atasözleri üzerine çalışan biri olduğum için merak ettiğimi, söyledim. Mevzuları çoktan değişmiş. Az önce ne konuştuklarını hatırlamaya çalıştılar. Bir süre onların hatırlama çabalamasını gözledim. Hatırlayamadılar. Sonra nereli olduklarını sordum. Yozgat, Çankırı, Kırıkkaleli imişler. Her biri bir başka memleketten... Türk örf ve adetlerinin canlı olarak yaşatıldığı ve yerinde güzel, ibretlik, hikmetli sözler söyleme geleneğinin hâlâ yaşadığı bölgelerden gelmişler. Sonra atasözünün hangi mevzu için söylenmiş olabileceğini hatırladılar. Komşuları olan bir delikanlı, nışanlısı için "Ben o kızla yapamam." demiş de filan... Ama atasözünü hatırlayamadılar. Kimbilir neydi? Herkesin bildiği bir atasözü müydü? Yoksa hiç kimsenin ömründe duyamayacağı kadar güzel bir atasözü müydü? Bilmiyorum. Hatırlarlarsa bunun gibi ataözlerimizi, meselleri torunlarına da anlatmalarını, öğretmelerini söyledim ve öyle, eli boş, gönlü kırık oradan ayrıldım. Onlar sohbetlerine kaldıkları yerden devam etti.
Bir atasözümüzü, kayıt altına alarak, kurtarmak istedim, kurtaramadım.
Hergün, gözümüzün önünde, öylece, kaybolup giden binlerce hikmetin içinden birini olsun kurtarmak.. mümkün olmadı.

Nefs


Sen de kimsin, diye sordu.
Tatmin edilememiş biri, dedi.
Uyandı. Nefsiymiş.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Şiirlerle Bir Şehri Anlatmak


Arslan Küçükyıldız

Türk Ocaklarının bir sanat edebiyat faaliyeti olarak başlayan ve iki yıldır süren ciddi bir edebi eser eleştiri/değerlendirme kurulu olduğunu düşündüğüm Kuşlukta Yazarlar etkinliğinde geçen hafta ‘Taşra’dan, Denizli’den bir konuk vardı; Şair Şerif Kutludağ. Taşra’nın her türlü güzelliği, yetiştirdiği ürünleri, önemli şahsiyetleri ne yazık ki büyük şehirlerin hay huyu arasında kaybolur, unutulur, görülmez. Büyük şehirlerinkinden çok daha mühim şeyler birkaç fedakâr insanın sırtında yürütülür oralarda. O fedakâr insanlar gerçek kahramanlardır. Kıt imkânlarla gönül verdikleri sevdalarına sessiz sedasız hizmet ederler. Kutludağ da onlardan biri. Amacı eser değerlendirmek olan Kuşlukta Yazarlar ekibinin işi doğrusu zordu. Bir yanda değerlendirilecek bir şiir kitabı, diğer yanda bir gönül adamı; bir memleket aşığı...

Şiir herhalde Allah’ın insana verdiği en büyük nimetlerden biri olan söz’ün en damıtılmış halidir. Şerif Kutludağ’ın “Şiirlerle Denizli” kitabını[1] biraz da bir şehri en damıtılmış haliyle tanıma fırsatını bulabileceğim için büyük bir merakla okudum. Gittiğim, gördüğüm, sevdiğim Denizli’yi daha yakından tanımak istiyordum.

Denizli, tarihi ve muhteşem tabiatıyla, ürettiği ürünlerle yerli ve yabancı herkesin dikkatini çeken bir yurt köşemiz. Basında yer almasa da dikkatinizi çekmiştir; Bugünlerde Denizli’nin Türk tarihindeki önemini daha da arttıran bir keşif de yapıldı. Denizli'nin Bozkurt İlçesi'ne bağlı İnceler Beldesi'nde üzerinde Göktürk alfabesiyle yazılan yazıların bulunduğu bir kaya bulundu. Yazının, Türklerin Batı Anadolu’ya İslamiyet’ten önce geldiklerini ortaya koyduğu ve tarih kitaplarındaki bilgileri değiştireceği söylendi. İşaretlerin çevirisini yapan araştırmacı Kürşad Baytok, ‘Üç Enenmiş At Aldı’ cümlesinin kayada yer aldığını ve 8. y.y.’a ait olabileceğini ileri sürdü. Sadece bu haber dolayısıyla bile Denizli üzerine ne kadar konuşulsa yeridir.

Neyse, konumuz “Şiirlerle Denizli”. Şair Şerif Kutludağ, her şeyden önce bir gönül adamı. Gönülleri bir araya getirmeye, o gönüllerle de yurdu yeniden imar etmeye soyunmuş. Şair, Öğretmen, İdareci, Yazar, Öğretim Üyesi, Gazeteci, Radyocu, Televizyoncu kimlikleriyle Denizli’ye âşık ve onun için yapılması gereken ne varsa yapmaya çalışan bir Beyefendi. İyi bir öğretmen, iyi bir dost. Böylesine zengin bir coğrafyayı şiirlerle anlatmak, tanıtmak; sahipsiz, bakımsız kalmış bir yurt köşesini şiirlerle ayağa kaldırmak, doğrusu çok zor bir iştir ve Şerif Kutludağ kanaatimce bu zor işi başarmıştır. Nasıl mı? Denizli Belediyesi’nin katkılarıyla basılan kitabında Kutludağ, Denizli’yi, şiirleriyle, tarihî, medenî mirasıyla; Kale içi, camileri, dokumaları, çınarları, servileri, çeşmeleri, arkları, meydanları, hazireleri, dinlenme köşeleri, pınarları, şelaleleri, dereleri, Hıdırellez’i, Tugay’ı, Bayramyeri, mektepleri, konakları ile; kahramanları, Alpları, erenleri, Ahileri, şairleri, müftüleri, anaları ile; horozları, üç telli sazı, sipsisi, âşıkları, türküleri, ağıtları, destanları, hikayeleri ile, şehir ve ilçeleri, köyleri... ile tastamam anlatmış.

Bir Denizli aşığının ağzından, şiir gibi Denizli’yi, şiirle tanımak ayrı bir lezzet veriyor. Yahya Kemal’deki İstanbul sevgisine benzer bir Denizli sevgisi ile yazmış Şerif Kutludağ şiirlerini. Kutludağ, eseriyle zannediyorum Türkiye’de bir şehir için yazılan ilk şiir kitabının sahibi oldu. Denizli’ye güzelleme şeklinde özetlenebilecek kitap iki bölümden ve tarihi Denizli fotoğraflarından oluşuyor. Birinci bölümdeki şiirlerde Denizli merkezi anlatılmış. İkinci bölümde de adım adım Denizli ilçeleri anlatılıyor. Her iki bölümde de sadece Denizli’yi merak edenlere değil şiiri seven herkese hitap eden çok güzel şiirler var: Kınalar Yakılırdı, Kelimeler; Güneyce,  Çekirge,  Kocaırlantı, Hazireleri Vardı Denizli’nin, Benim Şehirlerimde, Ümmü Gelin, Karcı Dayı’ya, Ne Çok Anamız Vardı, Terk edilenler, Bayram Yeri, Delikliçınar Meydanı’nda Çınar Ağacıydım. Bunlar, edebiyatçılarımızın mutlaka değerlendireceğini düşündüğüm, kalıcı şiirler.

Yine şu şiirleri de işaret etmeden geçmemek lazım: Halı Kilim İşte Halim, Denizli Rüyasındayız, Pamukkale Akşamlarıncaydı Duygularım,  Bir Eski Kırkbeşlik Çalar, Kolera Vakası, Der... Pamukkale, Denizli’nin Servileri, Denizli’nin Türküleri, Üç Telli Saz, Sipsi İle, Kadınlar Pazarı, Bahtiyar Açtım Yare, Denizli’nin Yemek Destanı, Denizli’nin Horozları, Neler Oldu Denizli’de, Şelale’nin Dili, Ömrüm, Ege’ye Ata’ya Selam... Her biri çok güzel duygu ve düşünceleri edebiyatımıza taşımış. Her şiirde farklı lezzetlerle tanış oluyor insan.

Aynalar, Özüstü’nde Demlenirdi Sohbetler, Kızılcabölük Baharı, Sarayköy, Yatağan’a Güzelleme, Honaz, Çeşmelerimiz, Güney’den Esti Rüzgârım, Çameli, Bozkurt, Beyağaç, Bekilli başlıklı şiirlerin de Türkiye’de ilçeler için yazılmış nadir şiirlerden olduğunu söylemeliyiz.

Şiirlerin bir kısmının yazıldıktan hemen sonra çeşitli mecralarda yayınlandığını, bu yüzden de yeterli sürede damıtılmaya bırakılmadığını söylemek istiyorum. Bu da sevenin sevgisini her vesileyle ifşa etme ihtiyacının bir sonucu olsa gerek. Okuyucu şiirlerin hepsinden aynı lezzeti almayabilir. Ancak şunu söylemek lazım; hepsinde buram buram Denizli sevgisi var. Kutludağ’ın gönlü var.[2] 

Bir şiir kitabının bu kadar yüksek bir baskı sayısına ulaşması doğrusu tebrik edilecek bir konudur. Denizli Belediyesi bu tür yayınlara verdiği destekle takdir edilecek bir hizmette bulunmuştur.       



[1] Şerif Kutludağ, Şiirlerle Denizli, 3. Bsk. Denizli, Denizli Belediyesi Kültür Yayınları, 2012, 143 sf.