26 Nisan 2020 Pazar

İSVEÇ'İN TEDAVİ ETMEDİĞİ TÜRK'Ü CANKURTARAN UÇAĞIYLA ALIP GELDİK


İsveç'in tedavi etmediği kardeşimizi özel bir uçakla alıp gelmişiz. Haberin düşündürdüğü iki hususu yazmak istiyorum.
Haber bülteninde çok güzel bir haber dinliyorduk. Hastamız yakınlarıyla birlikte getirilmiş. Buraya kadar her şey çok güzel. Gurur duyduk. Bir tek vatandaşımızın bile burnunun kanamasına izin vermeyen bir Türkiye görüntüsünün olması veya çizilmesi müthiş. Türkiye büyük ülke. Sağlıkta çok iyiyiz... Ancak haberin devamı bunun tam bir kamuoyu çalışması olduğunu hissettiriyor. Haberin bütün ağırlığını yok ediyor. Habere Cumhurbaşkanlığı yetkililerinin açıklamasının, Cumhurbaşkanının telefon görüşmesinin eklenmesinin hiçbir anlamı yoktu. Bu konuşmalar olmasa da bu haberin getirileri zaten Cumhurbaşkanına yazılacaktı. Kör parmağım gözüne'ye gerek yoktu. Bunu düşünenler kendilerini "Reis de telefonla arar" diye şartlandırmış galiba. Cumhurbaşkanı da onların tavsiyesine uyarak telefon ediyor olmalı. Kısır bir döngü. Halbuki gerek var mı, diye sorulması lazım. Arasın, bir gün sonra arasın. Haberi köpürtmeye devam edin, getirileri artsın değil mi? Hayır, bir çuval incir berbat ediliyor. Şunu unutmamalıyız: Kamuoyunun karşısına sık sık çıkmak yüzü eskitir. Kaçınmak lazım. Ya da sanki özel olarak yapılmamış da öylesine yakalanmış gibi yapılmalı bu gibi aramalar. Bu bir.
İkinci olarak İsveç, gerçekten bu hastayı tedavi edemeyecek durumda mı? Ekonomik ve sosyal durumu nedir bir bakalım. Abdullah Demirci'den alıntı yapacağım: "İsveç'te refah seviyesi yüksektir ama bu sandığınız sebepten dolayı değil. İsveç'teki refah seviyesinin sebebi İsveçlilerin çok para kazanmasından değil, İsveçlilerin aşırı derecede tutumlu olması ve hesaplarını bilmeleri.
Türkiye'den bir örnek vereyim. Ülkemizde son yıllarda "dışarıda serpme kahvaltı yeme" modası başladı ve birçok kişi hafta sonları boğaz manzaralı kahvaltıcılara gidip 2-3 günlük maaşını tek öğünlük yemeğe veriyor. Bunu bir İsveçliye söyleseniz kalpten gider.
Volvo'da yöneticilik yapan müdürlerin bile evden tost yapıp getirdiği İsveç'te insanların dışarıda yemek yemesi için özel bir durum olması gerekiyor. Birinin doğum günü, evlilik yıl dönümü, mezuniyet gibi özel günler dışında neredeyse dışarıda hiç yemek yemiyorlar. İşe bisikletle veya toplu taşımayla gidip geliyorlar.
Ailenin bir tane ufak bir arabası oluyor ve bunu alışveriş yapılacağında filan kullanıyorlar. Bir evde sadece oturulan odada ışıklar açık oluyor. Bizdeki gibi evde yalnız otururken "ses gelsin de yalnızlık hissetmeyeyim" diye tv'yi açık bırakmıyorlar meselâ.
Aldıkları bir paltoyu 10-12 sene boyunca giyiyorlar. Ortalama bir İsveç'linin kıyafet dolabı içerik olarak ortalama bir Türk'ün dolabının 5'te biri kadardır. Biz bir giydiğimizi 1 ay giymeyiz ama İsveçliler bu konuda gocunmaz. Gerekirse 3 günde bir aynı gömleği giyerler. Bizdeki gibi her sene cep telefonlarını yenilemiyorlar ve yenilediklerinde de ucuz bir model alıyorlar.
Bizdeki gibi her 2-3 senede bir araba yenilemiyorlar. Oturdukları evlerin çoğu tarihi yapılardan oluşuyor ve kimse 150-200 senelik bir binada oturmaktan gocunmuyor. Bizde 15-20 senelik binalara bile eski denip burun kıvrılıyor. Adamlar çöplerini bile geri dönüşümden geçirip elektrik üretiyorlar, evlerine temizlikçi tutmuyorlar.
Bulaşıklarını elde yıkıyorlar, evde bir şey bozulursa kendileri tamir ediyorlar. Volvo ve İkea gibi kendi ülkelerinin ürünlerini saymazsak marka takıntıları yok. Karı- koca demeden çalışıyorlar. Çocuklar bile genç yaşta iş bulup harçlığını çıkartmaya başlıyor.
Evlerdeki mobilyalarda minimalizm ön plândadır ve ihtiyaç olunmayan mobilya asla alınmaz. Evlerde tam olarak yeterli miktarda mobilya bulunur ama fazlası bulunmaz. Ayrıca mobilyalar 20-25 yılda bir yenilenir. Bir İsveçli 20 yaşında ailesinden ayrı eve çıkıp kendi evine taşındığında aldığı mobilyalarla 40-45 yaşına kadar idare edebilir.
Bizde inanılmaz bir savurganlık var. Herkes gösteriş peşinde. Herkes rahatına ve konforuna düşkün. Herkes en yeni evlerde yaşayıp, en iyi arabalara binip,çeşit çeşit kıyafet alıp, sürekli dışarıda yemek yiyip, en yeni telefon modellerini kullanıp, en lüks şekilde yaşamak istiyor. Kimse hayattaki hiçbir rahatından taviz vermek istemiyor.
İsveç ve Kuzey Avrupa'daki diğer ülkelerde refah kültürü var ama bunun sebebi sandığınız şeyler değil. Onlar para içinde yüzdükleri için değil, tutumlu oldukları için refaha ulaşabildiler." Bu tespitlere birkaç ilave yapılmış, Önce Neşe Sarısoy Karatay: "İsveç'te bir müddet kaldım ablam da orada yaşıyor. Yazılanlar o ülkenin kültürü ve tutumluluk değil. Bir İsveçli yaz ve kış olmak üzere iki kere yurt dışında en az 15 günlük tatil yapar. Yurt içinde kayak tatiline gider. Bir kayak takımı ve kıyafetleri binlerce kron. 7’den 70’e hepsinin var. Bunların hepsine parası yeter de artar. Evleri öyle güzel inşa edilmiştir ki dışarıdan kesinlikle soğuk almaz. Yerden ısıtmadır çoğu. Çocuk başına zengin olsun fakir olsun devlet ortalama 1000 TL para öder. Ayrıca kreş parası öder. Özel okul yoktur. Çünkü ülkenin her yerinde okullar iyidir. Sağlık bedavadır iş bulamayana devlet asgari ücretten fazla maaş verir. Üniversite öğrencilerine maaş verir ayrıca kira yardımı yapar. Parası yetmeyene devlet yardımlar yapar. EYT yoktur çünkü emekli maaşı neredeyse çalışanın maaşı kadardır. Ve bizdekinin 4-5 katı kadardır. Emekli olduktan sonra çalışmaya gerek duymaz. Her yerde restaurant bolluğu yoktur. O yüzden pahalıdır, bizdekinden çok pahalıdır."Barış Uzun da konuya ekleme yapmış: "Pek çok ev sosyal konut olduğu İçin sitenin yönetimi var. Ev almak isterseniz önce size oturanların onay vermesi gerekiyor. Alırken sizden binanın bakımı İçin gereken para zaten önceden alınıyor. Bizdeki gibi rant ekonomisi yok. Binlerce ev alıp, devlet arsasına çöküp zengin olma şansı yok. Para ekonomide. Çalışan kazanıyor. Hele bir sendikal sistem var ki inanamazsınız. Tüm gücünü çalışanlarından aldığı İçin çalışanın hakkı zerresine varana kadar alınıyor. Bizim şirketlerin liyakatlı yöneticileri İsceç’te birimlerde görev alınca sudan çıkmış balığa dönüyor. Yöneticiliği çiftlik yönetir gibi bu ülkede yapmaya alışmışlar tabi. En önemlisi Hak ve adalet var. Sadece insan olduğun İçin herkes ile eşitsin. Bisiklet yolunda, trafikte, restoranda. İstersen göçmen ol, istersen Başbakan. Şartlar eşit görev dışında. Tostunu getiren Volvo yöneticisi, aynı parkta seninle koşup, aynı restoranda akşam yemek yiyor. Hatta çocuğu da senin çocuğun ile aynı okula gidiyor. Yani bir zamanlar Türkiye. Benim memurum işini bilmeden önce. Devletin malı deniz olmadan önce. Yüksek ahlak değerlerimizin buhar olup uçmadığı, adamlığın araba ve cüzdana göre ölçülmediği, vergi kaçırmanın hala ahlaksızlık olduğu günler...." İsmail Varlıtürk şunları yazmış:
"İsveç olayları aşmış. Dünyada Kanada'dan sonra en iyi ormana sahip ikinci ülke. Tavşanlar Geyikler ördekler gezer. Öğrenciler her türlü taşıma araçlarına ücretsiz binerler. Büyük kişiler aylık kart alırlar. 1 ay hepsine binerler. Hızlı trenle Norveç'e giderler. Sen Türk insanı olarak İstanbul'a gitsen 5 gün ailenle otelde kalsan 3 ay maaşın yetmez. Isveç'lilerin ayda içtiği kahve, bizde asgari ücretten fazladır. Kahvesine gücümüz yetmez. Bir vatandaşlık için başvurun, bir vize almak için başvurunca gerçekleri o zaman net anlarız.
İsveç'te yılda 8000 geyik kazası oluyor. Acaba yılda dağlarda 1 tane geyik gören oldu mu. Volvo arabası tank gibidir. Araba küçük diyor. En küçük volvo arabası tüm arabalara rest çeker.
Şimdi bu birbirini tamamlayan alıntılarda verilen bilgilere bakılırsa aslında İsveç'in Türk hastayı tedavi edemeyecek durumda olmadığını gösteriyor. O zaman, önce İsveç ayırımcılık mı yapıyor? sorusunu sormamız gerekir. Öyleyse bu durumu köpürtmemiz lazım. Hariciyemiz İsveç'e yüklenmeli. İkinci bir soru da ülkemizi israf ve savurganlıktan da kurtarmak için bir cankurtarana ihtiyaç yok mu? Korona sonrasında o serpme kahvaltı ve benzeri israfta eskiye dönecek miyiz? En baştan başlayarak nasıl bir yol takip etmeli ki hem sağlıklı, hem zengin, hem mutlu bir Türkiye kuralım. Aksi halde İsveç eski haline çabuk döner ama biz yine ona özenmeye devam ederiz.

BROKEN HİLL / AVUSTRALYA'YA SAVAŞ AÇAN İKİ TÜRK

"Çanakkale'de Anzaklarla değil İngilizlerle savaştık."
Mesele son derece sıradan ve anlaşılabilir olduğu halde bu kadar karıştırılmak istenen, rivayetlerin üzerine boca edldiği başka bir hadise çok azdır Çünkü işin içinde İngiliz vardır:. Durup düşüneceksin. Şair ne demiş: Yarabbi sen şeytanı yarattın, amenna ama bu İngiliz'i niye yarattın?
Hikaye'den İngiliz rivayet ve saptırmacalarını iyice temizleseniz bile yine de hikaye çok katmanlı. Evvela Avustralya'ya bu iki Türk askeri nereden, nasıl gelmiş? Söylenen o ki Hindistan'a İngilizlerle şavaşmaya gönderilen 250 Osmanlı askerinden bu ikisi esir edildikleri gemiden kaçıp Avustralya'ya çıkmışlar! (Ben Hindistan'a böyle bir asker gönderme işi var mı bilmiyorum) Sonra o uzak kasabaya nasıl ve neden gitmişler? Ceplerinde bir ferman varsa o uzak yerlerde ne işleri vardı? Bunlar casus ise haberleri nasıl ulaştırıyorlardı... Daha bir sürü soru sorulabilir. Bu Broken Hill meselesi olalı kaç kuşak değişmiş. İşin aslının ne olduğu araştırılmamış ama müzede bu askerlerimize ait olduğu söylenen silahlar, ferman ve bir bayrak varmış. O günlerde gazetelere "Türk" diye atılan başlıklar var. Günümüzde ise mevcut (belki de maksatlı olarak uydurulan) yanlış bilgiyi de yeniden değiştirmeye çalışan bir anlatım var ki asıl mesele de bu bence. Yok bunlar Afgan askeriymiş de şuymuş buymuş. İngiliz kafası bu hikayeyi karıştıra karıştıra çorba etmiş vesselam. Herkes birşey anlasın ama Türkler hiçbir şey anlamasın! Nedense bütün farklı rivayetler Türkleri bir şekilde aşağılayan rivayetler. Tam bir İngiliz Oyunu. Ancak böyle bir olay kesinlikle var. İşin özü şu: Bir şekilde Avustralya'nın ücra bir tarafına yolu düşmüş iki Türk yiğidi, Avustralya'nın Osmanlı Devletine karşı -İngilizlerin yanında- savaşa gireceğini öğrenir. Avustralya'yı uyarırlar. Dinlemeyince savaş ilan ederler. Çanakkale'ye asker taşıyan bir trenin yoluna pusuya yatar ve şehit edilene kadar savaşırlar. Bu savaşı bugün bizim muhafazakar gazetelerimiz bile yanlış ve uydurma bilgilerle, İngilizlerin yaymaya çalıştığı şekilde anlatıyorlar. Güya kurban kesmesine engel oldukları için, kasap olan Türk, Avustralyalılara kızmış da arkadaşı da ona katılmışmış. Yahut, İngiliz propagandası imiş, böyle bir şey yokmuş: Avustralyalıların daha çabuk askere yazılmasını temin için İngilizlerce bu küçük savaş uydurulmuşmuş. Böylece askere gönüllü yazılma işi çığ gibi büyümüş. Güya Türkler trenle pikniğe gidenlerin üstüne kurşun sıkmışlar. Bu iki iddia da gülünçtür. İkisi de İngiliz propagandasıdır. Doğrusu yukarıda anlattığım gibidir. İki Türk askerinin savaşını anlatan Yeni Şafak yazarı yazısını bu bilgiler ışığında gözden geçirirse iyi olur. Birisi bir nane yazıyor, herkes onu paylaşıyor, yayıldıkça doğru gibi algılanıyor. Ortada İngiliz uydurmalarını destekleyen güvenilir bir belge yoktur. Hikaye biz doğrusunu anlatırsak var olacak, anıt, biz dikersek hikayeyi destekleyecektir. Bu iki şehidimizi, üzerilerine anlatılan yalanlardan kurtarmanın vakti gelmiştir. Avustralya Türkleri de bu anıtın yapılmasını arzu etmektedir. 1. Türkler deli değildir; öyle canı sıkıldığı için sağa sola ateş etmezler. 2. Hele çoluk çocuğun bindiği trene. Bu askerler ki biri dondurmacı, biri kasap. Halkın içindeler. Kimin sivil kimin asker olduğunu göremeyecek kadar kör mü bunlar? Değilllerdi elbette. Önce Avustralya'ya savaş ilan ettiler. Şerefle vuruştular ve şerefle şehit oldular. Mekanları da cennettir. Nokta.
Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı 'BROKEN HİLL TÜRK ANITI BROKEN HİLL TURKİSH Gül Mehmed Molla Abdullah 1915 1997'


GENEL MÜDÜRÜM ŞENOL DEMİRÖZ

TRT'de birlikte iki yıl görev yaptığım, sevgili Genel Müdürüm Şenol Demiröz vefat etmiş. Cemal Gulas Abi'den öğrendim. Üzüldüm. Mekanı cennet olsun. Bugün hep yayıncılıktan filan konuşmuş, yazmıştım. Bu haberi alacakmışım. Ölülerimizi hayırla yad etmemiz gerekir. Şenol Beyin önem verdiği bir alanda, yurt dışı televizyon yayıncılığında sorumlu müdür olarak çalışan biri sıfatıyla onu hayırla yad ediyorum. Fazla bir görüşmüşlüğümüz yoktu. Sohbetimiz olmadı desem yeridir. Ancak birlikte çalıştığımız dönemle ilgili bazı hususları anlatmam gerekir diye düşündüm. Çünkü onun döneminde Televizyon Dairesi Başkanlığı Yurt Dışı Yayınlar müdürü idim. Görevimi hiç başını ağrıtmadan başarıyla yürüttüğümü sanıyorum. Belki de bu yüzden, çok yakın olmasak da o dönemde arkadaşımız dediğimiz kişilerin aleyhimdeki tezviratlarına rağmen hep yanımızda durdu diyebilirim. En azından ben öyle hissettim ve bunu da dedikoduculara hissettirdim. Böylece doğru bildiğimiz işleri yapma imkanı buldum. Bana da dönüp, 'böyle yapma' demedi. (Yine de kendisine fırsat bulup soramadığım bir konu var; birimimize tayin emrini verdiği 5-6 arkadaşın tayinini bir hafta sonra niçin geri çevirdiğini hâlâ çözebilmiş değilim.) Kendisiyle irtibatımızı Genel Müdür Danışmanı Çağatay Özkan sağlıyordu. Çağatay Abi ile birlikte önüne götürdüğümüz her program teklifine destek verdi. Konuyu biraz açmam lazım:
Şenol Demiröz'ün TRT Genel Müdürü olarak atandığı günlerde İstanbul'dan bir sürü şirketle birlikte Ankara'ya geldiği, programları bu şirketler üzerinden yaptıracağı söylenmişti. Kuruma geldiğinde prodüktördüm, program yapmamın önü açıldı diyerek dört program önerisi verdim. Nasıl olsa biri kabul edilirdi ama öyle olmadı. Şenol Bey'in göreve getirdiği arkadaşlar hepsini de reddetti. Yücel Yener döneminde de bana program yaptırmamışlardı. Oturmuş bekliyordum. Şenol Bey, Danışmanı Çağatay Özkan vasıtasıyla Yurt Dışı Yayınlar Müdür Yardımcısı olmamı teklif edince istemeden de olsa kabul etmek durumunda kalmıştım. Kendisiyle karşılaşmadan önce bir rapor sundum. Uyuyan Dev'in, TRT'nin uyandırılması üzerine, arkadaşlarımla hazırladığımız oldukça hacimli bir çalışma idi. İlk görüşmemizde bana kaç kanalla yurt dışına yayın yapılması gerektiğini sordu. O zaman iki yurt dışı kanalımız vardı. TRT İNT Avrupa ve Avustralya'yada yaşayan Türklere, TRT TÜRK de Asya'daki Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan Türklere yayın yapıyordu. Ben üç kanala ihtiyaç olduğunu Avustralya ve Amerika kıtasına yönelik yayın yapan ayrı, yeni bir kanalın kurulması gerektiğini söyledim. Gerekçelerimizi rapor halinde sundum. Derhal yayın akışı istedi. TRT tarihinde görülmemiştir; On gün içinde üç kanalın günlük aylık, yıllık yayın prototipini hazırladık. Öyle ya ne gibi programları, niçin, hangi saatte, kimlerle hazırlayıp yayınlayacaksınız, diye soruyordu. Başka birimlerde çalışan çok yakın dostlarımdan da destek alarak üç kanalın yayın akışını sunduk. Üçüncü kanal bazı teknik sebeplerle açılamadı. Ancak mevcut TRT İNT ve TRT TÜRK kanallarımızı yeni bir ruhla canlandırmak için yapılması gerekir diye önerdiğim 100'e yakın projeyi destekledi. Dedikodulara rağmen destekledi. Bazı idareci arkadaşlarımız "Arslan TRT'nin bütün prodüktörlerini kendi kanalları için toplayacak; bizim kanallarımıza program yapacak kimse kalmayacak." derlermiş. Şenol Bey bunlara iltifat etmedi. Buna rağmen 100 önerimizden 35'ini hazırlattırabildik. İki kanal için 35 program nedir ki? Sayın Başbakan'ın da katılımıyla güzel bir yeni yayın dönemi açılışı yaptık. Protokolüne bile oturmadığım bir müthiş açılış!
İdarecisi olduğum müdürlük (7 memuruyla) sadece planlama yapıyordu, programları başka müdürlükler yapıyordu. Buna rağmen oldukça başarılı bir dört yılı, yüzümüzü ağartacak yayınlar yaparak geçirdiğimizi söyleyebilirim. Dış temsilciliklerimizi harekete geçirmiştik. Berlin, Bakü, Aşkaabat,Taşkent'ten programlar geliyor, Temsilcilikler şimdikiler gibi yan gelip yatmıyor, haftada bir bant yayın yapıyor, haber bültenlerimize bağlanıyorlardı. Hazırladığımız programları saymıyorum. Avustralya'dan, Amerika'dan, Batı Trakya'dan, Avrupa'nın her ülkesinden yerinde hazırlanmış programlar yayınladık. Almanya'dan Türk Günü etkinliklerini canlı olarak yayınladık. Belçika'daki Türklere yaptık ve bunu canlı yayınladık. Türk dünyasının başkentlerinden on saat süren Nevruz canlı yayınlarını başlattık. Cengiz Aytmatov'un cenaze törenini canlı yayınladık. Batı Trakya ile ilgili canlı yayınlar yaptık. Kıbrıs'tan Sayın Rauf Denktaş'ın katıldığı canlı yayın yaptık. Bunun gibi birçok yayın yaptık. Düşünün, "Azerbaycan Televizyonundan bir programcı arkadaşımız Zernişan Turan, Bakü'de yapılan Türkoloji kongresinin görüntülerini bulmuş, Ankara'da TRT'de Adnan Ötüken salonunda bir gösterim yapalım, arkadaşımızı da davet edelim." dediğimizde Şenol Bey memnuniyetle kabul etti ve bir de misafirler için yiyecek, içecek hazırlığı yapılsın diye talimat verdi.
Ne yazık ki yurt dışı kanallarımızın parası yoktu. Bu amaçla Kültür bakanlığı Tanıtma Genel Müdürüne gittim ve siz her yıl yurt dışındaki firmalara 10 milyon dolar Türkiye'nin tanıtımı için para veriyorsunuz, bu parayı yurt dışı tv kanallarımız için harcayalım; Türkiye'nin on kat fazla tanıtımını yapalım, dedim. Dinlemediler. Tabi yine aynı tas aynı hamam. Daha fazla imkanımız olsaydı daha güzel işler yapmaya gücümüz vardı. Bugün ihtiyaç fazlası olarak başka kurumlara sürülen programcı arkadaşlar o yıllarda TRT adını en uzak yerlere götürmek için canla başla çalışıyorlardı. Yurt dışındaki Türkler Türkiye'yi yanlarında hissetmeye başlamıştı. O günlerde hazırladığımız programların (Örneğin; Derin Kökler) aradan 12 yıl geçmesine rağmen hâlâ sıkışıldıkça yayınlandığını görüyorum.
Kendisiyle bir iki kez ayaküstü görüştüğüm Şenol Demiröz, Danışmanı Çağatay Özkan ve fakir güzel bir döneme imza atmıştık ama TRT yurt dışı yayınlarının başarısını gören bazı bakanlar yurt dışına gittiklerinde yaptıkları temasları akşam otel odasında izlemek için TRT İNT'i haber kanalına çevirmek isterlermiş. Halbuki biz yurt dışındaki Türk çocukları Türkçeyi ve Türk kültürünü unutmasın telaşındaydık. Kültür programlarına önem veriyorduk.
Yine o sıralarda Kürtleri sevdiklerinden değil, Kürtlerin bu yolla istismarını düşünen malum çevreler, 1950 den bu yana A.B.D.'nin Türkiye yöneticilerine telkin ettiği Kürtçe Kanal kurulsun teklifini dillendirip mesafe kazanmıştı. Şenol Beyin şuurlu bir yayın yapma kararını yukarılara şikayet ettiler. Genel Müdürlükten alınmasının sebebi budur. Buna şahidim. Görevine devam etme imkanı olsaydı TRT bünyesinde Türkiye ve Türk Cumhuriyetlerinden çizgi film sanatçılarını bir araya getireceğimiz bir merkez kurulmasına çalışacaktık. TRT kendi çizgi filmlerini kendi üretecekti. Yapı İşleri Daire Başkanı Mehmet Koçyiğit'in anlattığına göre TRT'nin Tepebaşı Stüdyosuna el koymak isteyen Kadir Topbaş ekibine TRT stüdyosunu peşkeş çekmeyelim diyerek kendini o makama getiren iradeye direnmiş. Rahmetli, kurumdan giderken iki şey söylemiş. "İki konuda gözüm arkada: 1. Türk cumhuriyetlerinde prodüksiyon merkezi istedim olmadı. 2. Bu kurumu bir partinin ilçe teşkilatı haline getirecekler."
Kendisinden sonra maalesef İbrahim Şahin göreve getirildi. Fetöcüler kuruma yuvalandı. TRT KÜRDİ kanalını açmak istediklerini öğrenince Türk Dil kurumu Türkçe-Kürtçe bir sözlük çıkarmadan, Kürt boylarını, ağızlarını, köylerini en az İngilizler kadar tanımadan böyle bir kanalın kurulmasının sakıncalı olduğunu, kurulmaması gerektiğini anlattım, rapor yazdım, dinletemedim. (Bugün TRT KÜRDİ kanalı TRT'nin imkanlarını en çok kullanan kanaldır. Bunu TRT'de herkes bilir. Bunca imkanla programlarda ağız alışkanlığı ile Türkçe kelime kullanan vatandaşları ikaz eden sunucular o kanalda program yapmaktadır. TRT'nin imkanlarını TRT Kürdi kanalı sonuna kadar kullanırken, diğer kanalların programlarının neredeyse tamamının kurum dışına yaptırılması anlaşılır gibi değildir.) Şenol Bey ayrıldıktan sonra TRT İNT kanalını haber kanalı yapmamı istediler. Neden olmayacağını defalarca anlattım, raporlar yazdım, ayak diredim. Olmadı, dinletemedim. Adım 'direnen bürokrat'a çıktı. Altı ay sonra da beni görevden aldılar. TRT İNT TRT TÜRK; TRT TÜRK de TRT AVAZ oldu. Bünyelerinde 7 değil 70 kişi çalışan bu kanallar maalesef bir varlık gösteremedi. Şİmdi haber kanalı haline getirilen TRT TÜRK'ün Haber kanalı olmasından da vazgeçilmiş durumda. TRT 1 ile aynı yayını yapıyor! Yürüttüğüm kanallarda ne yayınlanıyor diye ne zaman açsam TRT 1'in veya TRT'nin diğer kanallarıyla aynı anda aynı programları yayınladıklarını görüp üzülüyorum. Unutmadan, Şenol Bey benden bir tek programı bile kurum dışındaki firmalara yaptırmamı istemiş değildir. Çok gerekli olmadıkça biz de bu yola tevessül etmedik. Teklif ettiğimiz 100 programın kurum içinden yapılacağını öğrendiğinde de rahatsız olmadığını biliyorum. Bu vesileyle dün bu acı haberi almadan paylaştığım bir hatıramı burada tekrar anlatayım. 2004'de TRT İNT sorumlusu göreve geldiğim ayda, 22 Nisan günü idi galiba; TV Dairesinden gelen bir emir yazıyla 25 Nisan'da Anzakların Çanakkale'de yapacakları Şafak Ayini'ni TRT İNT' kanalında canlı olarak yayınlamam istendi. İsteyen TV Daire Başkanlığı. Üstten gelen yazılı bir emir. Avustralya'nın talebi üzerine her yıl bu canlı yayın yapılırmış. 'Nezaketen'miş, bütün dünya kanalımızı seyredermiş, falan filan. Ne yapacağız? Arkadaşlarıma bizim bugüne kadar Avustralya'dan bir canlı yayın talebimiz olmuş mu, bir bakın, araştırın, dedim. Yok, olmamış. "O zaman hazırlanın, bu sene biz Sidney'den Ermenilerin 1915'de katlettikleri Müslüman ve Türkler için bir Mevlit canlı yayını yapacağız." dedim. Vakit az ama imkansız değil. Dostlarımı aradım. Avustralya'dan naklen yayın ve uydu imkanlarını hızlıca araştırdım. Hoca bulabilir miyiz; buluruz. Cemaat hazır. Mümkün. TV Daire Başkanı'na çıktım. Elimde bana gelen emir ve hazırladığım yazı... "Eğer Avustralya da bizim orada yapacağımız Mevlidimizi nezaketen canlı olarak yayınlarsa biz de onların Şafak Ayini'ni yayınlarız." Tabii biraz kıvrandı Başkan.. Olur mu, nasıl olur, filan.... Geri adım atmadım. "Biz her şeyini hazırlayacağız, sen sadece kanalında saat vereceksin." dedi. "Hayır." dedim. "Sarı inat"lığım tuttu, yayınlamadım. Canlı yayını TRT 2"den yapmak zorunda kaldılar. (Görevde olduğum 4 yıl boyunca başkanlar değişse de aynı teklifle karşılaştım; hep aynı cevabı verdim.) Meğer hiç bir karşılık gözetmeden zaman zaman İngiliz prensi, kraliçesi, valisi vb. nin katıldığı, bir papaz yönetimindeki bu Hristiyan dinî ayini TRT İNT kanalında hiç bir karşılık görmeden yayınlanır dururmuş! Tabi Şenol Bey'in desteği var diye fazla üzerime gelemiyorlardı. O gittikten sonra beni de oralarda fazla bekletmediler. Sözü fazla uzattım...
Şenol Demiröz'ü, görebildiğim açıdan anlatmayı bir borç bildim. Yaptıklarımızdan bahsetmek zorunda kaldım ama eğer yaptığımız bir şey varsa bu onun eseridir. Yapamadıklarımızdan biz sorumluyuz. Her insan gibi Şenol Beyin de kusurları olabilir; çevresinde yanlış insanlar bulundurduğunu, yeteneksiz yöneticiler atadığını söyleyenler çıkabilir ama çapsız insanların da kendilerini pazarlamada, bir de iletişimci iseler, ne kadar mahir oldukları unutulmamalıdır. Şimdi bize onu hayırla yad etmek düşer.
Allah rahmetiyle yarlıgasın.

Mavi Kelebeğin İzinde

TRT İNT ve TRT TÜRK kanallarında 26 saat süren canlı yayınımızın haberi:
https://www.yenisafak.com/televizyon/mavi-kelebegin-izinde-128141

13 Nisan 2020 Pazartesi

Meyhaneden Bakınca

Rıfat Ilgaz’ı birkaç yıl öncesine kadar hiç okumamıştım. Sadece Hababam Sınıfı’nı, o da filminden biliyordum. Televizyonlar her eğitim döneminin başına, ortasındaki tatile, sonuna bu filmi koyuyorlardı. Birkaç kere seyretmiş, pek de keyif almamıştım. Öğretmen okullu olmam dolayısıyla eğitimden biraz anlarım; filmi eğitim yönünden sakıncalı bir film olarak görürdüm. Ilgaz’ın dediğine göre Hababam Sınıfı sinemaya uyarlanırken değiştirilmişti. Cide’ye yerleşince Ilgaz’ı okumak farz oldu. Merak ettiğim eserlerini okumaya başladım. Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra, Sarı Yazma… Epeyce bir kitabını okudum. Yazdığı türler içinde en başarılı olduğu tür şiirdi. Hikâyelerini beğendim ama romanları için aynı şeyi söyleyemem. Karadenizin Kıyıcığında son okuduğum romanı. Oldukça hacimli, kolay okunan, dili sade, akıcı bir roman; Türkçesiyle kendisini okutuyor. Ilgaz’ın diyalogları müthiştir. Konu bakımından toplumsal gerçekçilerin yolundan gitmeye kalkışmış ama becerememiş. Romanda sosyolojik kurallara, dine, ahlaka, töreye hukuka uymayan malzemeler kullandığı için inandırıcı olamamış. Tanrısal bakış, yazarın bakış açısı olunca, yazar da çok iyi bildiği meyhaneden topluma bakınca gördüğü olaylar, kahramanlar, davranışlar da gerçekçi olmuyor. Eserin tamamı bir kasabayı eline almış Hacı Dursun’un oğlu Şevki’nin fabrikalarında çalışan on altı yaşındaki Güllü’ye sahip olması üzerinde dönüp duruyor. En sonunda olan oluyor; fırtınada batan motordan denize düşen, Değirmenci Ahmet’le Arabacı Hamit tarafından kurtarılan ve Hacı’nın fabrikasının temeli olan makineyi kol gücüyle çalıştıran ve Güllü ile evlenmek üzere olan denizci Recep, bir Kaptan’ın motoruna atlayıp gidiyor. Arada Hacı Dursun’un insanların emeğini nasıl sömürdüğü, karın tokluğuna nasıl çalıştırdığı, fakir fukaranın bin bir zahmetle fundalık ve kestaneliklerleri yakarak, işleyerek elde ettiği fındıklık arazisinin geçmiş tarihli tapusunu çıkarttırması ve kasabanın yöneticilerini avucunun içinde oynatması işleniyor. Genellikle bu tür romanların ustaları okuyucuya bir çıkış yolu gösterir ve eğer Gorki gibi usta bir romancıysa o yolda kahramanlarını yürütür. Hoş onun da sonu kendi açtığı yoldan yürüyenlerin eliyle kafası ezilerek olmuştur ya neyse bu konumuz dışı. Bizim toplumsal gerçekçilerimiz tanımadıkları köyü, kasabayı romanlaştırırken zorlanmışlar, başarılı olamamışlardır. Keşke Rıfat Ilgaz güçlü bir kalem olarak ideolojik roman yazacağım diye böyle zorlanmasaydı da şiir yazsaydı:
Son Şiirim
Elim birine değsin,
Isıtayım üşüdüyse
Boşa gitmesin son sıcaklığım! (18.11.1991)
Şu güzelliğe bakın. Bir de şu romana. Ah Rıfat Hoca, bu harika kalemini niye meyhane dedikodularıyla öldürdün! Bilmez misin, iki tek atınca insanlar yapmadıkları şeyleri de yapmış, olmayan şeyleri olmuş gibi anlatır; bundan sosyal gerçekçilik, ideoloji çıkmaz. Çıkarsa böyle Fakir Baykurt’un romanları gibi vasatın altında yatan romanlar çıkar. Sonuç olarak, okumaya vaktiniz varsa, dili Orhan Pamuk’tan kat kat güzel olduğundan kolay okuyacağınız ama yoksa okumadığınız için pek de bir şey kaybetmeyeceğiniz bir roman Karadenizin Kıyıcığında. Yine de küçük kıyı kasabalarına göreve giden üst düzey memurlara ve özellikle ormancılara bu eseri okumalarını tavsiye ediyorum; ormanlarımızın yakılarak, fındıklığa çevrilerek nasıl küçüldüğünü, birilerinin mülkü haline geldiğini anlamalarına yardımcı olacaktır. Belki de küçük kıyı kasabalarında çarkın nasıl döndüğünü ve bu çarka nasıl girebileceklerini öğrenirler! Unutmadan, yazarlar yerel ağızla değil İstanbul Türkçesiyle yazmalı.

8 Nisan 2020 Çarşamba

GÖNÜL COĞRAFYAMIZIN SINIRLARI


“Ah neyleyim gönül senin elinden”, “ Gel ha gönül havalanma”, “Deli gönül hangi dala konarsın”, “Bir gönüle aşk girince”, “Ah bu gönül şarkıları”, “Aldırma gönül” gibi türkü ve şarkılar bizim millet olarak “gönül”e verdiğimiz önemin küçük bir göstergesidir. Nedir gönül? Neden gönül sözünün tam karşılığı dünyada başka sözlüklerde yoktur ya da sadece Türklerin kullandığı bir sözdür? Böylesine önem verdiğimiz gönlümüzün sınırları neresidir?
Gönül, sözlüklerde sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağı; istek, arzu; Duyguların, ruhsal kıpırdanmaların, iç çabaların taşıyıcısı; kişiyi Tanrı'yla, insanla ve dünyayla içten bir ilişki içine koyan, ruhun derinliklerindeki güç; duygu bağlılığı yetisi; duygunun bağlılık, birliktelik duyuran kavrayıcılığı, olarak tanımlanmaktadır. İnsanın manevi varlığının ifadesi; inanç ve hislerinin kaynağı; istek, arzu, heves, niyet; duygu, his, aşk; kibir, gurur; tabiat, huy anlamlarına gelmektedir. Tanım bu kadar geniş olunca milletimizin en büyük zenginliğinin gönül olduğu görülür. Bu zenginliğin de yeni bir medeniyet eşiğinde, milletimizi kanatlandırıcı bir işlevi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Milletimiz ne kadar çok hisseder, inanır, arzu ve istek duyar; ruhunun derinliklerindeki gücün farkına varırsa, severse; âşık olursa o kadar gelişmeye müsaittir diyebiliriz. Gönül coğrafyamız ise gönlümüzden geçen coğrafyadır. Bu milletin aydınları; ülkücüleri, fertleri gönlünden ne geçirebiliyorsa orası gönül coğrafyamızın sınırlarıdır. Hayal etmek mümkündür ve eğitimle hayaller zenginleştirilebilir veya tam tersi, olumsuz yıkıcı tesirlerle hayaller daraltılabilir; daha doğmadan söndürülebilir. Bir anlamda gönül, uyanıkken rüya görmemizi sağlayan temel güçtür. Bundan yirmi yıl kadar önce Amerikalıların Konya’nın köylerinde vatandaşlarımızın gördükleri rüyaları araştırdıklarını duymuştum. Uykuda görülen rüyalar da milletin gönül gücünün bir başka göstergesidir.
Bütün yıkıcı çalışmalara, hafıza kayıplarına, aşılanan aşağılık duygusuna rağmen uygarlığın öncüsü bir millet olduğumuz şüphesizdir. Bunu biz henüz idrak edemesek de dünya bilmektedir ve bizim de küçük araştırmalarla bu bilgiye ulaşmamız mümkündür. Bin bir türlü mesele ile boğuşuyoruz. Büyük bir millet olduğunun farkında olmayan nesillerimiz hızla artıyor. Bugün milletimiz içinden neleri geçiriyor, nelere arzu duyuyor, neleri seviyor, neleri istiyor? Bu konu çok büyük bir sosyolojik araştırma konusudur ve meseleyi bilim adamlarına havale etmek gerekir. Biz burada “Gönül sınırlarımız neresidir?” sorusuna cevap arayalım. Elbette önce “Türk Milleti’nin Coğrafyaları”na bakılmalıdır. “Türk Coğrafyaları” tabirini kullanıyoruz, çünkü Türklerin birçok coğrafyası vardır.
Türk Milleti’nin ilk coğrafyası tarihi coğrafyadır. Bu millet tarih boyunca nerelerde yaşamış ve büyük medeniyetler, ulu devletler, hanedanlıklar kurmuştur? Atlarımızın nalları hangi toprakları dolaşmıştır? Bu sorunun cevabını bulduğumuzda tarihi coğrafyamız hakkında bir fikrimiz olacaktır. Bu coğrafyanın adına devlet ve medeniyetler kurduğumuz topraklar da diyebiliriz. Sümerler, İskitler, Hunlar, Etrüksler insanlık tarihinde medeniyetin ilk sahipleri olarak görünmektedir. Hem tarihin en eski dönemlerine doğru derinliğine, hem de dünyanın her tarafına yayılan genişliğine bakıldığında durum budur. Kısaca söylemek gerekirse dünya üzerinde Türklerin atlarının nallarının izi olmayan, medeniyet götürmediğimiz çok az yer vardır. Asya ve Avrupa’da ayak basıp devlet kurmadığımız yer neredeyse yoktur. İlk Çin hanedanlarından birinin kurucusu Türklerdir. Bering Boğazını geçerek Amerika kıtasına adım atan ve günümüzde Kızılderili adı verilen yerliler Türklerdir. Osmanlıdan çok daha uzun süre Hindistan’da hâkimiyet süren Türklerdir. Paris’te Atilla tepesi vardır ve Atilla’nın orada konakladığı söylenmektedir. Tarihler İskitlerin, Sakaların, Hunların, Uygurların, Göktürklerin, Karahanlıların, Gaznelilerin, Selçukluların, Memlüklerin, Timurluların, Osmanlıların destanlarıyla doludur.
Gönül coğrafyamızın ikinci unsuru da uygarlık coğrafyamızdır. Her milletin bir medeniyeti vardır ve bu medeniyetin bütün insanlığa uzanan hizmetleri, katkıları, uygarlığı oluşturmaktadır. Milletimizin insanlığa katkılarını saymakla bitiremeyiz. Tarihte ilk defa ölülerini gömen, kümbet geleneğini kuran millet Türklerdir. Barınmanın temelindeki çadırı ve mimarinin temelindeki kubbeyi bulan millet Türklerdir. At evcilleştirilmemiş ve kemer, toka, eğer bulunmamış, teker, ok ve yay icat edilmemiş olsaydı bugünkü uygarlık, ordular, arabalar olmazdı. Sütün pastörize edilmesi, koyunun evcilleştirilmesi, elmanın ıslahı hep Türklerin eseridir. Uygarlığın temelindeki ana yollardan biri olan İpekyolu’nun kurucusu ve sahibi Türklerdir. Konuyu çok uzatmak istemiyorum; dileyen istediği yerli ve yabancı kaynaktan konuyu araştırıp abartmadığımızı görebilir. [1] Ancak oryantalizmi unutmamak gerekir; yabancı kaynaklar genellikle medeniyetin temelindeki birçok buluşun Asya olduğunu belirtir ama Türklerin adını zikretmezler.
Medeniyetimizin tesir sahasında kalan coğrafya da üçüncü önemli coğrafyamızdır. Amerika’da geçtiğimiz yıl en çok satan kitaplardan biri Mevlana idi. Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Hacıbektaş, Hacı Bayram, Gül Baba, Süleyman Çelebi Asya’da; Türkistan’da, Avrupa’da, Balkanlar’da, Afrika’da din, ırk, mezhep tanımaksızın, gittikçe sınırlarını genişleterek gönülleri etkilemeye devam ediyor. Birkaç yıl önce yoğurt ABD’de yaygınlaşmaya başladı. Dönerimiz Avrupa’da Hamburgeri perişan etmiş durumdadır. Nerede bir Türk yemeği varsa, âdeti, geleneği, mimarisi uygulanıyorsa, kelimesi konuşuluyorsa, nerede Nevruz kutlanıyorsa, nerede Türk müziği dinleniyorsa orası Türklerin medeniyet coğrafyasının içindedir.
Göç coğrafyamız, dördüncü önemli coğrafyamızdır. Çeşitli sebeplerle Türkler anayurtlarından, ata vatanlarından değişik coğrafyalara göç ettiler. İç ve dış siyasi sebepler, savaşlar, tabi felaketler, mali sebepler, seyahat, yerinde duramayan, kabına sığmayan bir yapıda oluşumuz gibi sebepleri bunlar arasında sayabiliriz. Son yüzyılda Avrupa, Avusturalya, Amerika, Afrika gibi coğrafyalara iş bulmak amacıyla giden milyonlarca Türk var. Tarihin en büyük göçlerini Türkler yapmış ve doğal olarak önlerine çıkan devletleri ve milletleri de göçe zorlamışlardır. Avrupa’nın medeniyetinin temelinde bu zorunlu dalgalanmaların oluşturduğu sıkışmışlık ve ezilmişlik; korku vardır. Kavimler göçünden söz ediyorum. Çok uzak değilse de tarihin derinliklerinde kalan bu göçlerin, ezilmişliğin intikamını, Batı, bizden çok feci şekilde çıkardı: Son iki yüz yıldır Balkanlarda, Kafkaslarda, Kırım’da, Azerbaycan’da, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Kıbrıs’ta, Arabistan’da, Mısır’da… Türkler soykırıma uğradı, hâlâ da uğramaya devam ediyor. Sadece Balkanlar’da en az üç milyon Türk öldü. Bugün dünyanın her ülkesinin en ıssız ve ücra köşelerinde, şu veya bu sebeplerle oraya göç etmiş Türklere rastlayabilirsiniz. Bu da bir başka coğrafyamız olan dil coğrafyamızın sınırlarını gösterir: Eskiden belki sadece Bosna’dan Pekin’e Türkçe konuşularak gidilebiliyordu ama bugün –burada biraz abartma yapabilirim- dünyanın her yerini sadece Türkçe konuşarak dolaşabilirsiniz. Dünya üzerinde Türklüğünün farkında olan iki yüz elli milyon Türk’ün varlığını biliyoruz. Bir o kadar da küçük bir kıvılcımla farkına varacak Türk toplulukları bulunmaktadır ki bu topluluklar da paşa gönlümüzün olmasını hasretle beklemektedirler.
Ülkülerimiz, hayallerimiz gibi sınırsızdır. Ülkü coğrafyamız ise mutlaka üzerinde önemle durulması gereken bir coğrafyamızdır; Kızılelma. Kızılelma’yı siz biliyorsunuz. Bilenler dahi İsmet Çetin’in Kızılelma[2] Necati Gültepe’nin Kızılelma’nın İzinde[3] kitaplarını mutlaka okusunlar. Kızılelma Türk Hakanlarının, başbuğlarının ordularını götüreceği yerdir. Türkler istedikleri bir Başbuğ bulduklarında arkasında kenetlenir ve çağlar açıp çağlar kapayabilir. Günümüzün orduları ise artık bilgi, iyi yetişmiş; donanımlı insan gücü, ekonomi, geleneklerine bağlı kültür ve sanatta ilerlemiş bilinçli bir toplum, iyi bir dış politika, devletine güvenen, fitnenin tesir edemediği bir halktır. Böyle bir orduya sahip olan başbuğlar Türk Milletini yeni bir medeniyet hamlesine taşıyabilir.
Size daha birçok coğrafyadan bahsedebilirim: Mesela dünya üzerinde balbal bulunan ülkelerin bir haritasını düşününüz: Japonya’dan İrlanda’ya, Altaylardan Hindistan’a, Arabistan’a kadar üzerinde balbal dikilmiş bütün coğrafyalar Türk’tür. Yahut Göktürk alfabesi ile yazılmış, damgalardan oluşturulmuş veya onun öncülü olan kaya resimlerinin bulunduğu coğrafyaların haritasını düşünün. Bu harita içindeki Sibirya’dan Anadolu’ya, Balkanlardan Grönland’a kadar Göktürk yazı ve resimlerine rastlayabilirsiniz. Grönland’da üç bin Orhun Abideleri’ne benzer abidemiz bulunmaktadır. Onlar bu yazılara runik yazılar; Futhark yazıları diyorlar.
Bitki coğrafyamız önemlidir; dünyanın en zengin bitki coğrafyası, endemik bitkileri bizim memleketlerimizdedir. Hollanda ticaretini yapsa da Lale bizimdir. Yavşan otunu bilmeyen, sevmeyen bir Türk yurdu yoktur. Yemek coğrafyamız çok zengindir ve dünyanın hiç şüphesiz en zengin mutfağı Türklerindir. Benzer şekilde oyun coğrafyamız çok zengindir. Dünyanın en zengin çocuk oyunları bizdedir. Satranç, köçürme (mangala), dama, tavla gibi dünyanın en gelişmiş zekâ oyunları Türklerin bulup geliştirdikleri oyunlardır. Çiçeklerimizin, güllerimizin yetiştiği, yemeklerimizin yendiği, oyunlarımızın oynandığı geleneklerimizin uygulandığı, yaşadığı; yaşatıldığı coğrafyalar bizim coğrafyalarımızdır. Yüzyıllardır Türk ülkelerinden arkeolojik eserler, sanat eserleri, kitaplar kaçırılmaktadır. Bu eserlerin bulunduğu başta Hermitaj adlı Rus Müzesi olmak üzere, İngiliz Müzesi, Berlin Müzesi, Louvre Müzesi, Metropolitan Müzesi gibi Türk eserlerinin bulunduğu müzeler bizimdir. Bu ve başka müzelerdeki Türk eserleri ya geri vatanlarına getirilmeli yahut da o ülkeler fethedilmelidir.
Güney Türkistan (bugünkü Afganistan) şairlerinden rahmetli Ergeş Uçkun[4] Dünyayı ikiye ayırmıştı: Asya, Avrupa, Afrika ve Avustralya’ya Büyük Turan, Amerika kıtasına da Küçük Turan diyordu. Ziya Gökalp gibi büyük bir Turan şairi olan Ergeş Uçkun bugün ne yazık ki fazla tanınmıyor. Bize düşen gönlümüzdeki sınırları ortadan kaldıran bu ve benzer büyük şahsiyetleri yakından tanımaktır. Büyük şahsiyetlerimizin hayat hikâyelerini, biyografilerini okumak ufkumuzu açacaktır. Turan’ın ön yüzü, Turan’ın arka yüzü gibi ifadelerle dünyayı Türkler için küçük bir coğrafyaya dönüştüren Ergeş Uçkun palavracı değildi. Bir gerçeği ifade ediyordu. Dünya gerçekten çok küçüktür. Uluğ Bey gibi gökyüzündeki yıldızların haritasını çizen bir şahsiyetimiz olmasaydı, haklısınız biraz yüksekten atmış, diyebilirdim ama Uluğ Bey’imiz vardır ve olağanüstü çalışarak bizim de uzayın hâkimiyetine soyunmamız gerekmektedir. Bugün tarihinden, medeniyetinden habersiz, sömürgecilerin oyuncağı olmuş insanlarımızın çoğalmış olması bizi asla ümitsizliğe düşürmemelidir. Güneş karanlığın en yoğun olduğu bir anda doğar.
Aklımıza gelen bütün haritaları üst üste koyduğumuz zaman bunların çakıştığını ve bir gerçeğe işaret ettiğini göreceğiz. O gerçek Türk Milleti’dir. Biz bugün farkına varmasak da dünyanın en büyük gücüne sahibiz. Bu güç atalarımızdan bize intikal eden her türlü zenginliktir. Biz bu zenginliği iyi değerlendirebilirsek, yeni bir medeniyetin fitilini ateşleyebiliriz. Farkına varamaz, zenginliklerimizi öğrenmez, unutursak yok oluruz. İnsanlık tarihinde toplumların ulaştığı en yüksek örgütlenme olan millet kavramına en erken ulaşan bir milletin çocukları köle olur.  Kendi çocuklarımız bile neden savaşıyoruz, barış istemiyoruz diyerek sömürgecilerin borazanını çalarlar. Hayatın insan için bir mücadeleden ibaret olduğunu, büyük balığın küçük balığı yediğini, millet olarak sonsuza değin yaşayabilmek için savaşmak gerektiğini unuturlar.
Sonuç: Dünyanın her zerresi dikkatinde, gönlünde olan bir millet olmalıyız. Gönül coğrafyamızın sınırları her insanı, her canlıyı, her bitkiyi, her taşı, her toprağı, her suyu, her denizi, her yıldızı içine almaktadır. Kendimizi buna göre hazırlayalım. Okuyalım, araştıralım; bir araya geldiğimizde boşa konuşup mavra yapmayalım. Boşa vakit geçirmeyelim. Dikkatimizi geliştirelim, gönlümüzü, gözümüzü açalım. Geleceğe hazırlanalım. Savaşı savaşa her an hazır olanlar kazanır. Üzerinde yaşadığımız bu coğrafya herkesin gönlünde olan bir coğrafyadır ve tarih dikkatsizliğimiz dolayısıyla ölümün kıyısından nasıl döndüğümüzün ibretli örnekleriyle doludur.



[1] https://www.facebook.com/groups/uygarturk/
[2]http://www.kitapyurdu.com/kitap/kizilelma/281575.html
[3] https://www.otuken.com.tr/KitapDetay/kizilelma-nin-izinde
[4] Arslan Küçükyıldız. Çapandaz Ergeş Uçkun / Şiirleri, Makaleleri, Mektupları, Hakkında Yayılanlar. Ankara, Bengü Yayınevi, 2012, 496 sf.

Dipce: Bu yazı, Edebice Dergisi, Y.1, S.1, Mayıs Haziran 2016 sayısında yayınlanmıştır.