30 Ocak 2011 Pazar

(Satrancın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu: Mangala Makalesi Hakkında)

2011 yılında, üyesi olduğum 9 Eylül Satranç Kulübü'nün yönetim kurulu, beni, Arslan Küçükyıldız'ın "Satranç'ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala" adlı yazısından haberdar etmişti. Benim Türk tarihine olan ilgimi bildikleri için, bu yazıyı kulubün sitesinde yayınlamak görevini bana vermişlerdi. Yazıyı okuyunca epey heyecanlanmıştım. Türkler ve satranç konusunda o zamana kadarki düşüncelerimi yazıya bir önsöz olarak ekleyip hem kulübümüzün sitesinde hem de Özgür Satranç Forum'da yayınlamıştım.
Arslan Küçükyıldız'ın sözünü ettiğim değerli yazısını, birazdan paylaşacağım. Ama dilerseniz bu yazıyı ve diğer yazılarını, kendisinin sayfasından da okuyabilirsiniz:http://arslanevi.blogspot.com.tr/2011/01/satrancin-atasi-olan-turk-zeka-oyunu.html
Ayrıca şu siteden de okuyabilirsiniz: http://www.t2174a.com/?p=3479
(Bu önemli siteden bildirimler almak için: https://www.facebook.com/t2174ha?fref=ts)
Aşağıdakiler de o zaman bu konuda yazdıklarım:
Sitemizde bölümler halinde yayınlayacağımız yazı, dokuz kumalak (mangala) adlı Türk zekâ oyununu çok ciddi biçimde araştırmış olan ve TRT’de yapımcılık ve yönetmenlik yapan sayın Arslan Küçükyıldız’ın, ”Satranç’ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala” adlı çalışmasıdır. Birçok oyunu incelediği belli olan Küçükyıldız, bu çalışmasında dokuz kumalağı ayrıntılı biçimde işlemiş. Ek olarak, kökeni konusunda birbirinden tutarsız bilgiler dolaşan satrancın, Türkler’in yarattığı bir zekâ oyunu olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de oyunların evrimini gözlemleyip ortaya koymuş olması, satrancın kökenine ilişkin hemen her türlü belgeden daha değerlidir. Demek istediğimi şöyle açayım:
Batılılar tarafından Eski Yunan kültürü, tüm uygarlığın başlangıcı olarak tanıtılır. Demokrasi gibi siyasal ve toplumsal kavramlar, matematik, felsefe, herşey Eski Yunan’da başlamıştır. Bu söylemde bulunanlar, “Peki efendim, ne oldu da herşey Eski Yunan’da başladı? Bu düzeye ulaşana kadar hangi toplumsal çatışma ve aşamalardan geçtiler? Yoksa bu adamlar birdenbire uzaydan mı geldi?” sorularına bir yanıt vermek istemez. Oysaki bu, en doğal sorudur, çünkü herşeyin bir geçmişi ve öyküsü vardır. Hiçbirşey birdenbire ortaya çıkmaz. Bu konuda adamakıllı araştırma yapan herkes görecektir ki Eski Yunan kültürü denen kültürü, Eski Yunanlılar dışardan almıştır. Ve bu kültür, Türk kültürüdür. Bunu daha fazla açmaya gerek yok. Şu aşamada bilinmesi gereken şey, Eski Yunan kültürünün birdenbire varolmadığı, bir geçmişin devamı olduğudur.
Buna benzer bir söylem de satrancın kökenine ilişkindir. Denilen o ki Hindistan’da bir Brahman, Raca’yı (Kıral’ı) eğlendirmek için satrancı bulmuş. İnsan merak ediyor: Böyle bir şey dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda görülmüş müdür? Aynştayn, görelilik kuramını sıfırdan tek başına düşünüp, tek başına konuyla ilgili sorular sorup, tek başına olası yanıtlar dizip sonucunda böyle bir kuram bulmuş değildir. Görelilik kuramına götüren bazı çok önemli soru ve yaklaşımları, Aynştayn’dan önceki kimi fizikçiler ortaya koymuştur. Aynştayn’ın yaptığı, bu çok ilginç sorulara ve yaklaşımlara birkaç şık yaklaşım ekleyip, yüksek zekâsıyla hepsini değerlendiren ve toparlayan bir kuram ortaya atmak olmuştur. Bilim, bütün dünyada böyle yapılır ve tarih boyunca böyle yapılmıştır. Hiçkimse tekbaşına, sıfırdan görkemli bir ürün ortaya koyamaz. İşin doğası ve güzel olan budur. Yalnızca bilim değil, her çeşit düşünce ürününün doğuş süreci böyledir. İşte bu nedenle, satranç gibi gelişmiş ve karmaşık bir oyunun bir tek insan tarafından bir anda bulunduğunu savlamak, insan mantığına ne kadar seslenir, bunu herkes kendi düşünecektir.
Bu yüzden sayın Arslan Küçükyıldız, satrancın kökenine bakarkenki yaklaşımında, iki yerde isabette bulunmuştur. Birincisi, satrancı birdenbire ortaya çıkmış bir oyun olarak değil, geçmişi olan, belli bir evrim sürecinde oluşmuş bir oyun olarak ortaya koymasıdır: “O oyun şuna, şu oyun da satranca evrilmiştir; satranç, öncesindeki oyunlardan etkilenerek oluşmuştur.” Bu yaklaşım, ileri sürülen belgelerden de değerli ve geçerlidir. Çünkü bugünün belgeleri, ileride bulunacak belgelerle önemini yitirebilir. Ve kimi belgelerin üzeri örtülebileceği gibi, zorlama belgeler de kanıt gibi sunulabilmektedir. Ancak, oyunların titiz incelemeler sonucunda ortaya çıkarılacak olan gelişim süreci, gerçekleri apaçık bir biçimde gözler önüne serecektir. Sayın Arslan Küçükyıldız’ın yazısının içinde geçen “araştırmamıza rağmen Hint belgelerini henüz göremedik” tümcesi, bu açıdan ayrıca dikkat çekicidir.
Sayın Arslan Küçükyıldız’ın satrancın kökenine ilişkin incelemesinde gösterdiği ikinci isabet ise, dikkatini Türk kültürüne yöneltmiş olmasıdır.
Batı’nın en sözügeçer, en üst kurumlarının da bildiği gibi, Çin, Hint, Mısır, Anadolu, Eski Yunan, çeşitli Avrupa ve Amerika uygarlıklarını kuranlar, Türkler’dir. Bunu, Batılılar’ın kendileri araştırmış, kendileri ortaya çıkarmıştır. Üzerini örtmüşlerdir ve bize sunulan tarihle yetinen biz de tarihimizi bilmeyiz. Topraklarımızda yapılan, Türkler’in sokulmadığı kazılardan, “Buradan çıkan tarihsel gerçekleri insanlara anlatabilmek için çok çok uzun yıllar gerekiyor” açıklamaları çıkıyor, sınırlarımız içinden dünya tarihinin gerçekleri çıkıyor, bizim dünyadan haberimiz yok. Türkler’in uygarlığını gizlemek için binbir takla atan Batılı ülkeler, Türkler’in uygarlık ürünlerini gerek kendilerine alır, gerekse de Çin’e Hindistan’a, Mısır’a, Eski Yunan’a, Roma’ya, Ruslar’a, İskandinav ülkelerine, Araplar’a, İran’a hatta yokolmuş kavimlere ve devletlere paylaştırır. Diğerleri de bir güzel sahiplenivermektedir. Ama içlerinde bilim kaygısıyla iş yapan gerçek bilimciler de vardır. Her dönemin kendine özgü koşulları içerisinde siyasal politikalar, bu gerçek bilimcileri zaman zaman desteklerken zaman zaman da engellemiştir. Bu engellemelere iki örnek, İskandinavya ve Almanya’dan verilebilir.
Ne anlama geldiği bilinmediği için “rünik harfler” denen harfler vardır. Genel söylem, bu harflerin İskandinavya kökenli olduğudur. İskandinavya’dan bir bilimci, bu rünik harflerin İskandinavya’ya Orta Asya’dan geldiğini söyleyince, akıl hastanesine tıkılmıştır. Evet, kafamızdaki “uygar” ve “bilim, düşünce aşığı” Avrupa tanımı, buna inanmamızı engelliyor, ama bu olay gerçek, bir başka deyişle o tanım yanlıştır. Bu tür Avrupa anıları, fizik dalında bile vardır. Almanya’da gamalı haçın gerçekte bir Türk damgası olduğunu, Hitler’in bu işareti Hindistan’dan getirdiğini söyleyen bir bilimci ise, görevinden alınmış, akademik kariyeri bitirilmiş, mahvedilmiştir. Almanlar’ın bunu yapmış olmasının nedeni, Hitler’i sahiplenme midir, Türkler’in uygarlığının üzerini örtme çabası mıdır, yoksa her ikisi de midir, siz karar verin.
Elbette sahip olduğu zengin geçmiş, satrancın Türkler’in yarattığı bir oyun olduğunu göstermez. Ancak, böylesi bir oyunun geçmişinin araştırılmasına, böylesi bir uygarlık tarihine sahip Türkler’den değil de, Türkler’in uygarlığı götürdüğü topluluklardan başlanmasının, mantıklı bir davranış olmayacağını herhalde herkes kabul edecektir. Atatürk’ün dediği gibi, “Büyük işleri, büyük uluslar yapar.” Öyleyse, sözkonusu olan tarihi belirsiz satranç olduğunda da, en büyüğünden başlamak gerekir.
Bir toplumun ulus olmasındaki en büyük engellerden biri, sınıfsal yapıdır. Hindistan’daki kast sistemi ise, sınıfsal yapının belki de en katı bir örneğidir. Bu kast sistemi, Hindistan’ı neredeyse tüm tarih boyunca ulus olmaktan, yani birlikte hareket etmekten alıkoymuştur. Bu da kendilerini dışarıya karşı hep zayıf ve kırılgan bırakmıştır. Kast sistemi nedeniyle mücadele anlayışından yoksun kalmış bir toplumun, satranç gibi bir örgütlü mücadele oyununu yaratmış olması, ikna edicilikten çok uzaktadır. Eğer söylencedeki gibi, satrancı bir Brahman’ın bulduğunu kabul edersek, aslında, satrancı bir Türk buldu demiş oluruz. Çünkü Brahmanlar, Hindistan’a yerleşen Türkler’dir. Yerli halkın kendilerinden çok daha kalabalık olması nedeniyle Türkler, özümlenme tehlikesine karşı varlıklarını koruyabilmek için yavaş yavaş kast sistemini kabul etmiştir. Kendi aralarında evlenmişlerdir. Brahmanlık dinini kurmuşlardır. Sanskritçe, bu Türkler’in oluşturduğu yapay bir dildir. Daha sonraları Türkler de diğer kastlara ayrışmıştır. Örneğin Buda, Brahmanlar’ın olduğu birinci kastta değil, soyluların ve savaşçıların olduğu ikinci kasttaydı. Kısacası, bir Brahman’ın satrancı bulduğunu söylemek, satrancı bir Türk’ün bulduğunu söylemek olsa bile, ben satranç gibi bir oyunu bir kişinin tek başına bulmuş olmasına olanak vermediğimi, yazının en başında, nedeniyle birlikte belirttim.
Sayın Arslan Küçükyıldız’ın yazısında, satrancın öncülü olarak sözedilen Türk zekâ oyunu satıra’nın (kimi yerlerde “satra” diye geçer), gerek oyun yapısına gerekse de adının benzerliğine rağmen neden hiçbir satranç tarihçesinde geçmediğini, buraya kadar yazdıklarımdan sonra daha fazla açmaya gerek görmüyorum.
Bir de ilk satranç makinesi olan “Türk” konusu var. 1769’da yapılmış olan bu satranç makinesine “Türk” adının verilmesine neden olarak yarımyamalak, tutarsız şeyler söyleniyor ve aslında pek de değinilmiyor. Söylenenlerden biri, makineyi bir Macar yaptığı için adını Türk koyduğudur. Sanki Macarlar “biz Türk’üz” diye bağırıyormuş gibi! İkinci açıklama, “güçlü Türk” algısına bağlanıyor. Ancak, burada kastedilen zihinsel değil, fiziksel güç. Acaba, yüzyıllardır kendi halkına Türkleri, fiziksel olarak güçlü ama zihinsel olarak en aşağıda ve barbar diye tanıtan Avrupalı’nın satranç makinesi konusundaki bu açıklaması, kendisini tatmin etmekte midir? Biraz gülünç kaçmıyor mu?
Bugün teke tek bir futbol karşılaşmasında herkesi yenecek güçte bir robot yapılsa ve bu robota bir ulus kimliği yapıştırılacak olsa, en iyi futbolcuları Brezilya’nın çıkardığı kabul edildiği için, bu robota seçilecek ad, ya “Brezilyalı” olur ya da futbolun beşiği İngiltere sanıldığı için “İngiliz”. Karpov’la Kasparov döneminde yapılacak bir satranç makinesine “Sovyet” denirdi. O dönemin en üstün satranç oyuncuları Sovyetler’di çünkü. Satranç denilince akla orası geliyordu. Demek ki ilk satranç makinesinin adının neden Türk olduğu konusunda iki açıklama olabilir. Ya o dönemin en iyi oyuncuları Türkler’den çıkıyordu ya da satrancı bulan Türkler’dir ve Batılılar bunu biliyor. Macar teknisyenin başka basit bir nedeni olsaydı, bunu herhalde bilirdik, böylesine gizli kalmazdı.
Satrançtan söz eden, Hindistan’daki belgelerden daha eski belgeler de vardır. Bazıları milattan öncesine işaret etmektedir. Bu belgeler neden yoksanıyor, orasını bilmiyorum ama, bir tanesi de İran bölgesiyle ilgili. Satrancın İran’da çıktığını savlayanların bir nedeni, bilinen ilk satranç takımının Özbekistan’da, Semerkant’ta bulunmuş olmasıdır. O bölge, o dönemde İran’da hakim olan Sasani yönetiminde olduğu için, satranç İran’da doğmuştur diyorlar. Oysaki orada yaşayanların Türk olduğundan söz eden yok. Satrancı İran’a dayandıranların bir diğer nedeni, MS 600 dolaylarında yazılmış bir kaynak. Bu kaynakta, MS 226 yılında Sasani devletini kurmuş olan Ardişir’in usta bir satranç oyuncusu olduğu yazılıdır. Bu da Hindistan’da bulunduğu söylenen belgelerden 300 - 400 yıl önce demek. Dediğim gibi, bu belge neden yoksanıyor bilemiyorum ama Sasani devletini kurucusu Ardişir’in babası Babek, Azerbaycan’da bir Türk kahramanı olarak anılır. Sasani devletine adını veren Sasan, Ardişir’in dedesidir. İstanbul surlarına kadar ilerleyen Sasani orduları, Kara Doğan adlı bir komutanın Türkler’den oluşan ordusuydu.
Eğer satrancı Türkler bulduysa, çok büyük olasılıkla bunu Hindistan ve İran’dan bağımsız olarak Avrupa’ya da götürmüş olsa gerek. Macar tarihi gözönüne alındığında, Macar teknisyenin makinesine “Türk” adını vermiş olması, bunu işaret ediyor olabilir. Ayrıca Arnavutluk’ta bulunan, MS 465 yılına tarihlenen ve satranç taşı olduğundan kuşkulanılan bir taş var. Ancak yanında diğer taşlar bulunmadığı için, bu bir satranç taşı mıdır yoksa örneğin bir süs eşyası mı, emin olunamıyor. Eğer bu taşın satranç taşı olduğu anlaşılırsa, bu, Balkanlar’da Hindistan’dan önce satranç oynanıyordu demektir. Ve bana sorarsanız, bunun kanıtları şu anda birilerinin elinde var.
Benim, satrancın Avrupa’ya Endülüs’ten daha önce Orta Asya’dan geldiğinden kuşkulanmamın bir nedeni de Vezir dediğimiz taşın Batı’da Kıraliçe olarak geçmesidir. Vezir’in Kıraliçe’ye dönüşmesine neden olarak temelde iki neden gösterilmektedir. Bir tanesi, bir kıraliçe’den yada ünlü bir kadından esinlenildiği savı. Esinlenildiği düşünülen aday sayısı kabarık. Biri şu diyor, biri bu. İkinci neden, taşın Kıral’ın yanında yeralması olarak gösterilmektedir, ancak o bile kuşku uyandıracak kadar iddasızdır. Avrupa’nın toplum tarihine bakıldığında, kadının yeri ayrıca kafa kurcalamaktadır. Avrupa’da üst düzey bir erkek taşın Kıraliçe de olsa bir kadına dönüşmesinin zorluğu bir yana, taşın Kıraliçe adını aldığı tarih olarak sunulan tarihler arasında bile ciddi farklar var. Bense bu dönüşüm konusunda şöyle düşünüyorum: Satranç tahtasında Vezir’le Şah’a bakıldığında görülecektir ki bu iki taş, erlerin korumasında, arkada, ortada, yanyanadır. Bugün Batı’daki adlarıyla Kıraliçe’yle Kıral’ın hareketi hiç benzemez, hiç yakın değildir. Vezir’in Batı’da geçirdiği değişimden önceki hareketine bakıldığında ise, Şah’ınkine çok yakındır. Bu da ister istemez bu iki taşın “eş” olduğunu düşündürüyor. Türkler’in Arap etkisine girmeden önceki toplum yapısında çok açık biçimde görülür ki, kadınla erkek tümüyle eşittir. Savaşçı kadınlar, bu kültürün bir parçasıdır. Tarihteki ilk kadın hükümdarlar Türk’tür. Devlet yönetiminde Hakan’ın yanında Hatun’un da kararı, onayı ve imzası gerekmektedir. İşte bu toplumsal yapı, satranç tahtası üzerinde yanyana duran, hareketleri birbirine çok yakın bu iki taşın Hakan’la Hatun olabileceğini düşündürtüyor. Hatun, İran’da veya Arabistan’da Vezir’e dönüşmüş olabilir. Avrupa’ya satranç, Endülüsten önce Orta Asya’dan geldiyse, Kıraliçe’nin Vezir’den değil, Hatun’dan dönüşümü, o konuyu kendiliğinden açıklamış olur. Yine de bu konuda elimde bir veri olmadığını da belirtirim.
Benim hiçbir kuşkum yok ki, satrancın bir Türk oyunu olduğu şu anda birilerince bilinmektedir ve bunun kanıtları, o birilerinin elinde bulunmaktadır. Bir gün gelecek, bu gerçeği biz de öğreneceğiz. Ben sayın Arslan Küçükyıldız’ınki gibi bir yazıyı yalnızca üç yıl bekledim. Kendisine teşekkürlerimle...
Arslan Küçükyıldız’ın Özgeçmişi:
11. 05. 1961’de Taşköprü’de doğdu. 1978’de Kastamonu Göl Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1982’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nden mezun oldu. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı, ‘Türk Sinemasında Edebiyattan Yararlanma’ adlı tezi hazırladı. 1985’de Telsiz Genel Müdürlüğünde memuriyete başladı. 1987 yılında TRT’nin açtığı yardımcı prodüktörlük imtihanını kazandı. Bir Cumartesi Gecesi, Pazar Konseri, Mehter Musıkisi, Meşk Zamanı, Asya’dan Müzikli Esintiler, Avrasya Sanat, Toy, Köprü, Bizden Sesler gibi programlarda yapımcı-yönetmen olarak çalıştı. 2000 yılında Türkmenistan Devlet Başkanı Sefermurad Türkmenbaşı’na sunulan ‘Altın Asra Girerken Türkmenistan’ adlı kitabı hazırladı. 2004-2009 tarihleri arasında Televizyon Dairesi Başkanlığı Yurtdışı Yayınlar Müdürlüğü görevini yürüttü. Halen TRT’de prodüktör olarak memuriyetine devam etmektedir. Çeşitli konulardaki makaleleri değişik dergi ve gazetelerde yayınlandı. Yayına hazır iki kitabı bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder