3 Ağustos 2017 Perşembe

HER DEM YENİDEN DOĞARIZ

Arslan Küçükyıldız

Mangal kelimesi az gelir, volkan gibi bir yüreğe sahip bir adamdı Gültekin Öztürk. Onu üniversite sıralarından hatırlamıyorum. 1978 yılında biz Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine başladığımızda Gültekin Abi okula ara sıra gelirmiş. O yıllardaki fotoğraflarına baktığımda gördüğüm, çok yakışıklı, yiğit duruşlu bir gençti. 

Dönem her gün kavga gürültünün, karakolun, cezaevinin eksik olmadığı, mahallelerin, üniversitelerin, fakülte katlarının kurtarılmış bölge ilan edildiği bir dönemdi. DTCF’de de aynı sıkıntılar fazlasıyla vardı. Her gün kantinde, katlarda, sınıflarda hâkimiyet kurup bizi okuldan atmak isteyenlerle mücadele ediyorduk. Okumak ve milletine hizmet etmek isteyen çocuklardık. Bir yandan derslere girmeye, okulda tutunmaya çalışıyor, öte yandan kendimizi yetiştirmeye, bulabildiğimiz milli meselelerle ilgili eserleri okumaya çalışıyorduk. Ama nerede; gündüz kavga gürültü, gece yurtlara silahlı saldırılar, nöbetler vesaire bizi kendimizi istediğimiz gibi yetiştirmeye bırakmıyordu. Gençtik. Parasızdık. Âşıktık. Geleceğimizi karanlık görüyor, bunun için de gece sabahlara kadar vatan kurtarıyor, kafa patlatıyorduk.

Böyle bir dönemde 12 Eylül darbesi oldu. Yıllardır 'Bu darbe sola karşı yapıldı.' diyenler yalan söylüyor; 12 Eylül, ülkücüleri silindir gibi ezip geçmiştir. O kadar ki ülkücüler bir daha bellerini doğrultamamıştır. Aranan, kaçak olanlar eğer yakalanmamışsa çok ciddi mahrumiyetler yaşadı. Yakalananlar tarihte pek az yaşanan işkencelere uğradılar. C 5 denilen yerde çarmıhlara gerilenler en ağır imtihanları verdiler. Eşleriyle, ana babalarıyla tehdit edilerek isnat edilen suçları kabule zorlandılar. C 5’ten kurtulanlar koğuşlarda psikolojik işkence yaşamaya devam ettiler. Kurtulamayanlar, işkence sırasında ölenler oldu. Dışarıda aileler perişandı. Bu acıları yalnız başlarına yaşamak zorunda kaldı ülkücüler. Sahipsizdiler. Neyse ki bir avuç fedakâr insan vardı.

Bu hengâmede okulu zar zor bitirmiş olanlar, okuldan çeşitli sebeplerle ayrılıp daha sonra bitirenler vardı. Bazıları uyanıklık edip askerliğini bu dönemde yaparak paçayı kurtardı. Ben bu dönemde hem kaçaklıkla boğuşmak, hem cezaevinde yatmak, hem çıktığımda içerde ve dışardakilerin hukuki meseleleriyle ilgilenmek, hem de yüksek lisans yapmak ile meşguldüm. Maişet temini için memuriyete girişim ve mesleğimde tutunmaya çalışmam da o yıllarda oldu. 1990’lı yıllara böyle geldim. Birçok ülkücü de benzer süreçler yaşadı. Lafı çok uzattım ama söylemek istediğim şu: Biz DTCF mezunu ülkücüler olarak çil yavrusu gibi dağılmıştık. Pek azıyla haberleşebiliyorduk. Bazı arkadaşlarımız vefat etmişti. Ülkücülerin üzerine ölü toprağı serpiliyordu sanki. Yeniden doğmak lazımdı.

1993 yılı olsa gerek. DTCF’li arkadaşlardan güzel haberler almaya başladım. Küçük bir hanımlar grubu sık sık bir araya geliyormuş. Bu samimi küçük ekibi geliştirme amacıyla Nur Özbay’ın ev sahipliğinde toplanıp kararlar aldık. Her yıl Ankara’da Ramazan ayında iftarda ve sonraki yıllarda da 3 Mayıs’ta DTCF’li ülkücüler olarak toplanmaya başladık. Tatilde Erdemli’de buluştuk. Ankara dışındaki ilk resmi toplantımız güzel insan Şerif Kutludağ’ın gayretleriyle 2010 yılında Denizli’de yapıldı. Bu tip toplantılarda iki tür katılımcı bulunur; daha önce katılmış olanlar ki bunlar geçen zamanı telafi etmiş, kaynaşmışlardır ve ilk defa katılıp biraz yabancılık çekenler. Her yeni toplantımızda ilk defa toplantılara katılan arkadaşlarımızı daha yakından tanımaya çalışırdım. Geçen bunca yıldan sonra Gültekin Öztürk’ü ilk defa işte bu toplantıda tanıdım. Tanıdığı tanımadığı her arkadaşımızla en küçük bir yabancılık çekmeden kaynaşması dikkatimi çekmişti.

Yeni ameliyat olmuş, hastalığına rağmen ülkücülerin toplandığını duyunca koşup gelmiş. Denizli Öğretmenevi'nin bahçesinde onun okul kantinindeki arkadaşlarını seyredercesine bizi sevgiyle kucaklayan bakışlarını hatırlıyorum. Daha ilk görüşte Gültekin Abi insanda farklı bir etki uyandırıyordu. “Komando” denilen kişilerin çoğu hem fizik, hem de beyin olarak güçlü olduklarını bilir, duyardım. O gün Komando Gültekin adını, duruşuyla, konuşmasıyla, hadiselere bakışındaki samimiyetiyle hak ettiğini düşünmüştüm. Sadece vurma kırmayla ilgili olmadığı, derin bir birikime, müthiş bir tarih şuuruna sahip olduğu görülüyordu. Üstelik çok nazik bir insandı. Arkadaşlarına o kadar sıcak ve hassasiyetle yaklaşıyordu ki sanki avucundaki kelebeği incitmemeye çalışıyor, derdiniz. Konuşurken isimlere “Can” hitabını da ekliyordu; “Şerif Can, Erdal Can…” Ülkücülük onun canı, DTCF Ülkücüleri de canının bir parçasıydı. Anladığım kadarıyla arkadaşlarıyla çok çeşitli sebeplerle uzun yıllar görüşememiş olmanın acısını çıkartıyor, kavuşmanın hazzını DTCF BİRLİK mensupları ile birlikte doyasıya yaşıyordu. İlk tanışmamda sanki onun yeniden doğuşuna şahitlik ediyordum.

Aynı gün akşam yapılan toplantıda sırayla herkese söz veriliyordu. Arkadaşlarımız sırayla ya okul, kantin hatıralarını yahut DTCF BİRLİK ile ilgili duygu ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Sıra bana gelince, -belki de Gültekin Abi’de gördüğüm halin bana verdiği ilhamla- artık yaşını başını almış insanlar olarak yeniden doğabileceğimizi, güzel şeyler yapabileceğimizi anlatmak amacıyla bir şeyler söyledim. Bu arada kırk yaşına gelen, yaşlanıp yiyecek yakalamakta zorlanan kartalın bir yüksek kayalığa çekilip gagasını kırması ve yeni çıkan gagasıyla yaşlı pençelerini söküp yeniden kırk yıl daha yaşamasıyla ilgili hikâyeyi anlattım. Gültekin Abi’nin bu konuşma sonrasındaki ifadelerinden duygularına tercüman olduğumu gördüm. Bu toplantıdan sonra biz Gültekin Abi ile çok güzel bir dostluk yaşadık. Telefonla, yazışmalarla birbirimizden haber alıyorduk. Toplantılarımızda karşılaşıyorduk. Tabii ki dostluğumuzun temeli ülkücülüğümüz idi.

Gültekin Öztürk Abi bütün birikimini, samimiyetini yazdığı yazılara dökmeye başladı. Aydın’da bir mahalli gazetede yazarken, Haberiniz.com sitesinde de yazmaya başladı. Meselelere derin ve samimi bakışı, sağlam mantığı onu yazıları aranılan ve takip edilen bir yazar yapmıştı. Şahsen onun duruşundan çok ders aldığımı ifade etmek isterim. Gültekin Öztürk yeniden doğmuştu. Ülkücüler biraraya geldikçe, birleştikçe o yeniden doğuyordu. DTCF BİRLİK'in Kuşadası'ndaki ve Konya'daki toplantılarında buna şahit olanlardanım. 

Ne yazık ki yazılarıyla, fikirleriyle her Can’ına güç, kuvvet vermeye, heyecan aşılamaya çalışırken bir yandan da ağır hastalığıyla boğuşuyordu. Konya buluşmamızda aynı otel odasını paylaşmıştık; hasta idi. Acımasız hastalığı onu gün geçtikçe nefessiz bırakıyordu. Bu süreçte ölümle boğuştuğunu, birkaç defa yoğun bakıma girip çıktığını duyuyor, dua ediyorduk. Telefonla ulaşabildiğimde moral vermeye çalışıyordum. Kendisini hastalığı boyunca bir an bile yalnız bırakmayan eşi ve kızının bütün çabalarına rağmen son yoğun bakım süreci çok uzun sürdü. Nakil için atılan adımlar sonuçsuz kaldı. Ve kaçınılmaz son; yeniden doğuş. 
Kıymetli eşi Ayşen Ablanın ifadesiyle onu en son ziyaret eden DTCF’li ben olmuşum. Yoğun bakım vs. demeyip iyi ki de gitmişim. 21 Temmuz Cuma günü saat 17.00 idi. O etrafıyla ilgisi azaldığı söylenen Gültekin Öztürk gitmiş, yerine gözleri sevgiyle parlayan Gültekin Abi geri gelmişti. Beni görünce çok memnun oldu, adeta canlandı. Kendisine bütün Dil Tarihlilerin selam, sevgi ve saygılarını ilettim. Bazı isimleri zikrettim. Gültekin Abi elini birkaç defa kalbine götürdü ve açtırdığı avucuma getirip kalbini koydu. Boğazına takılı hortumdan dolayı konuşamamaktan ıstırap duyuyordu. Nice badireler atlattığını, bunu da atlatacağını söylemeye çalıştım. Kendisinden adına açacağımız yazışma topluluğumuza arada sırada göz atması için söz aldım. Hepinize selamları vardı. Meğer size yüreğini ve selamlarını gönderirken helallik istiyormuş. 

28 Temmuz Cuma sabahı kızı Ayça üzücü haberi ağlayarak verdi. Gültekin Öztürk Ağabey, “Komando Gültekin” ebedi aleme göç etmiş, Allah’ın rahmetine kavuşmuş. Mevla’m dünyada çektiği hastalıkların, acıların ve ülkücülüğü yüzünden yaşadığı sıkıntıların yüzü suyu hürmetine taksiratını bağışlasın. Musalla taşında yanına vardığımda aklıma Atsız için söylenen “Bu taş böyle yiğit az görmüştür.” sözleri düştü. 28 Temmuz günü cenazesine katılan yüzlerce insan ona olan haklarını yürekten helal ettiler, ettik. Siz de ediniz. Üzerimizdeki haklanını ise nasıl öderiz bilmiyorum. Kabrine arkadaşlarının okuduğu iki hatimle indirilmesi ne kadar sevildiğinin bir göstergesidir, diye düşünüyorum. Elimde hâlå kalbinin sıcaklığı var.

Bana göre Gültekin Abi yeniden doğmuş, gittiği yerde sevdikleriyle doyasıya sohbetlere dalmıştır. Söz verdiği gibi ara sıra facebooktaki "Gültekin Öztürk Dostları" topluluğuna göz atıyordur. 
Mekânı cennet olsun.
Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası:

Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası
Dinlemeden anladık anlamadan eyledik
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi
Biz sevdik aşık olduk sevildik maşuk olduk
Her dem yeni dirlikte sizden kim usanası
Yetmiş iki dilcedi araya sınır düştü
Ol bakışı biz baktık yermedik am-u hası
Miskin Yunus ol veli yerde gökte dopdolu
Her taş altında gizli bin imran oğlu musi (Yunus Emre)

Yayın: http://haberiniz.com.tr/kose-yazisi/425171/her-dem-yeniden-dogariz--ahmet-zaimoglu.html

1 yorum:

  1. Serif Kutludag yazdı:
    Sevgili ARSLAN KÜÇÜKYILDIZ Kardeşimizin, GÜLTEKİN ÖZTÜRK kardeşimizi konu edinen bu yazısını okurken birden zihnimde Orhun Abideleri canlandı.
    Bengütaşlarda KÜL-TİGİN ile Bilge Kağan'ın Türk tarihinde bir daha örneği olmayan Türk milletine karşı yaşadıkları, yaptıklarıyla ilgili yazdıkları ve söyledikleri geldi gözlerimin önüne… Sanki KÜL-TİGİN ile BİLGE KAĞAN'ın ruhları tayyi mekân eylemişler de Arslan kardeşimizin gönlünden ve kaleminden 1970'ten bugüne yaşananları özetleyivermişler gibi geldi...
    İşte Türk milletinin evlâdı olmak, ona karşı sorumluluk duymak, çilesine talip olmak ve de çekmek... Bütün bunlara rağmen yine de yaşananlardan şikâyet etmeden olması gerekenleri söylemek ve de geleceğe ışık tutmak, tutabilmek...
    Edebî bir metin bile olsa Şeyh Edebalı’nın Osman Gazi’ye nasihatlerindeki özü anlayabilmek…
    Atatürk'ün 10 Yıl Nutku'ndaki heyecanını, Türk milletine olan inancı ve güvencindeki nuru önümüze koyarak yarınları kurabilmek için Türk çocuklarına hayattan çıkardığımız derslerin ışığında rehberlik yapabilmek...
    Bağbuğ'un işaret ettiği yeni bir gönül seferberliğini her dem tazeleyebilmek: Kırılmamak, gücenmemek, küsmemek, eksik ve kusur aramamak... Aynı kaderi, talihi ve tarihi yaşadığımız dostlarımızı bir nimet bilmek... İşte bizim neslin varlık sebebi de tam da bu noktada kendini en açık şekilde gösteriyor....
    Önden giden yiğitlerimizle ilgili verilen 33 Can'ın gidişinin gerçeği ve ışığı önünde "Gelimli gidimli, âhiri ölümlü dünya!.." hakikatini unutmadan yaşamak, dostlarımızı öldükten sonra değil de ölmeden sevmek, sevebilmek ve de sevgisini gösterebilmek; kucaklaşabilmek, bağrımıza basabilmek…
    Sanırım erlik burada... Bunun ne kadar doğru ve olması gereken öz olduğunu rahmetli Gültekin Öztürk kardeşimizin cenazesinde bir kere daha yaşadık. İşte hayatın gerçeği oydu: Hayatıyla, yaşantısıyla, son dönemde yaşadığı acıları, sevgileri ve özlemleriyle bize olmamız gereken insanlığımızın kıvamını ve buluşma noktasını da lisân-ı hâl ile tebliğ ederek vedâ etti dünyamıza Gültekin kardeşim...
    Bu noktada şunları söylemeden geçemeyeceğim: Rabb'imizin verdiği güzel ömrü güzellikleri paylaşarak geçirelim... Kucaklaşalım. Sevelim, sevilelim...
    Dünyalık tartışmalarımızı, fikirlerimizi, söyleyelim ve yazalım: Nerede mi, gazetelerde, TVlerde, insanımızın bulunduğu her yerde. Gerçeğe söyleyelim. Var olan insana söyleyelim. Birbirimizi inandırmak, ona şekil vermek, kendimize benzetmek için yapmayalım. Hele ki sanalda bunu hiç yapmayalım. Yazının ruhu yok... Oysa sesin, nefesin, canın ruhu var; karşılıklı görüşlerimizi muhatabıyla bir araya geldiğimizde ikili olarak masaya yatıralım. Fakat illâ ki sonuca bakalım… Kaybedeceksek haklı olsak bile susalım. Önemli olan insan. Meşhur bir halk tabiriyle "İki testi çarpıştığında birisi kırılırsa diğeri de çatlar!..” gerçeğini unutmadan. Tartışmayı kaybedebiliriz belki... Bir gün onu yine kazanırız. Fakat insanı kaybettiğimizde kayıp insan geri getiremiyoruz… Bu gerçeği hem Gültekin rahmetlinin vefatında hem de ondan önce Rahmet-i Rahman'a yolcu ettiğimiz 32 can gerçeğinde yaşadık. Önemli olan insanı kazanmak. İnsanı; çoluğumuzu çocuğumuzu kazanmadan ailemizi, ailemizi kazanmadan milletimizi, milletimizi kazanmadan insanlığı kazanma ihtimalimiz yok maalesef… O halde dokunduğumuz, paylaştığımız en yakınımızdaki gerçek insandan başlayarak hele ki yarım asırlık tertemiz bir mâzisi olan canlarla kucaklaşarak ve gönül birliğiyle… Sevgiyle, saygıyla, selâmla, duayla...

    YanıtlaSil