16 Haziran 2011 Perşembe

TÜRK DÜNYASI BÜYÜK BİR SANATÇISINI KAYBETTİ



ALİ ÖZAYDIN HAKKA YÜRÜDÜ

Galip Erdem Abi, Rahmi Oruç Güvenç’in TÜMATA Topluluğu’nun Türk Standartları Toplantı Salonunda verdiği konserden sonra topluluğun üyesi Bünyamin Aksungur’a şöyle bir soru sormuştu; “Bünyamin, bu çocuklar ne kadar önemli bir iş yaptıklarının farkında mı?” Evet, onlar yaptıklarının ne kadar önemli olduğunun farkında idi. Gerçekten de onların açtığı bu çığır, Türk Milletinin yirminci yüzyıl kültür tarihi içinde çok önemli bir yer tutmaktadır.

Türk Dünyası’nın seslerini Türkiye’de duyurmanın çok zor olduğu dönemlerde bir avuç fedakâr gönüllü, kendilerini bu işe memur ettiler. Rahmi Oruç Güvenç, Bünyamin Aksungur, Gülten Urallı, Güner Özkan, Ali Özaydın, İrfan Gürdal, Hayati Bice onlardan sadece birkaçıydı. Sovyetler Birliği’nin daha ayakta olduğu günlerdi. Değil bir kasetin Türkiye’ye ulaşması, kaydedilip notaya alınması ve çalınması, Sovyet radyolarından bile duyulmasının çok zor olduğu dönemlerde onlar, Türkiye’ye sığınmış Türkistanlılardan, Esir Türk Elleri’nin seslerini, büyük bir sabır ve gayretle derleyip konserlerine taşıdılar. Arkalarında hiçbir fon yokken, millete sığınıp Türkün sesini Türkiye’ye duyurdular. Aç bîilaç verdikleri bu mücadeleye Türk Milleti sahip çıktı. Onları bağırlarına bastı.

Tabir caizse dişleriyle, tırnaklarıyla hiçbir veri olmadan dev gibi repertuarlar oluşturdular. Ancak bu sahadaki boşluk, cengâverlik yapılmadan doldurulabilecek gibi değildi. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Dünyası’nın bağımsızlığına hazır değildi, ama onlar Türk Müziği alanında olabildiğince hazırlandılar. Bir ordu gibi süratle bu alandaki boşluğu doldurmaya gayret ettiler. Bütün varlıklarını bu uğurda harcadılar. Bulundukları yerde Türk Dünyası Müzik Toplulukları kurdular. Sanatçı arkadaşlarını yetiştirdiler. Müthiş bir repertuar oluşturdular. Sazları yoktu, ne gam; sazlarını kendileri yaptı. Radyo ve televizyonlarda çalışan ve bu çalışmaları duyurma gayreti içinde olanlar da hazıra konmuş oldular; bu toplulukların faaliyetlerinden yararlandılar. Türkiye bu sıcak samimi gayretler neticesinde Türk Dünyasının gönül seslerini duymaya başladı. Türk Dünyasıyla kurulan ilk köprüler böyle kuruldu.

İşte bugün toprağa vereceğimiz Ali Özaydın bu serdengeçtilerin önde gelenlerindendir.
TÜMATA Topluluğu ile televizyon programları yapıyordum. Rahmi Oruç Güvenç ve Güner Özkan’la bir süre birlikte çalışan Ali Özaydın, İrfan Gürdal’la birlikte Ankara’ya gelmişlerdi. Timuçin Çevikoğlu kardeşim Ali Özaydın’ı ve İrfan Gürdal’ı bana tanıştırdığında bir hazine bulmuş gibiydim. Ankara’da böyle bir topluluğa ihtiyaç büyüktü. Ali Özaydın o günlerde kurduğu İpekyolu Topluluğu ile faaliyetlerini Konya’dan Ankara’ya taşımış oldu. Beraber yola çıktıkları dostu İrfan Gürdal topluluğun sanat yönünü, Ali Özaydın da teşkilat yönünü yürüttüler. Onun gayretleriyle konserler düzenleniyor, seyirci bulunuyor ve Türk Dünyası müzikleri ilmî bir şekilde seyirci ile buluşturuluyordu. Onun mücadeleci yönü hiçbir engel tanımıyordu, topluluğu kamuoyuna tanıttı. Ancak bildiğiniz gibi sanatçılar çok karmaşık insanlardır. İpekyolu Topluluğu ile istediği hedefe yürümekte zorluk çekmeye başlayınca Altınay Topluluğu’nu kurdu. Hedefi İpekyolu Topluluğu’nu bir devlet korosu haline getirmekti. Kurduğu Altınay Topluluğu ile bu hedefine doğru hiç yılmadan yürümeye devam etti. Bu amaçla çalmadığı kapı kalmamıştı. Kültür Bakanı İstemihan Talay onun bu gayretlerine, müracaatlarına kayıtsız kalmadı ve Türkiye’ye çok önemli bir kültür kurumu kazandırdı. Ali Özaydın, her türlü endişeyi bir yana bırakarak İpekyolu ve Altınay Topluluklarını yeniden birleştirerek Devlet Türk Dünyası Müzik Topluluğu’nu kurdu ve tarihe geçti. Yıllarca damla damla biriktirdiği Türk Dünyası Müzik Kültürü’nü dostlarının yardımıyla bir nehre dönüştürmüş ve yıllarca susuz kalmış bir çöl sulanmaya başlamıştı. Onun Türk Sazları konusundaki müthiş tecrübesini TRT’de yayınlanan Türk Sazları programıyla bir nebze olsun taşıması Türk Müzik Kültürü açısından çok faydalı olmuştur.

Ali Özaydın bir gönül adamıydı. Eşi bulunmaz bir dosttu. Mücedeleci ruhu, enerjisi hiçbir engel tanımaz gibi gözükse de dostlarının attığı gülden incinen zarif bir yapısı vardı. Bunca çabası içinde yaşadığı olumsuzluklar birikmiş olmalı ki o amansız hastalığa tutuldu. Tedavi görüyordu. Bir ara hastalığın pençesinden iyice kurtulur gibi olmuştu. Bu dönemde kendini Türk Dünyası sazlarını yapmaya adamıştı. Saz yapımında kullanılmak üzere at kafası iskeleti bulmak için neler yaptığını anlatırken duyduğu heyecanı görmüştüm. Ata biniyor, Ankara’da Türk Okçuluğunu canlandırmaya çalışıyordu. Maalesef hastalığı, kendini iyi hissettiği bir zamanda yeniden nüksetti. Hacettepe Hastanesinin Onkoloji bölümünde tedavi görüyordu. Kendisini son görüşüm oldu. Hiçbir engel tanımayan bir cengâver ölümle pençeleşiyordu. “İki yol var diyordu” Onun el işaretiyle tamamlamaya çalışarak söylediği bu sözlerden kendimce şunu çıkardım: “Ya adam gibi mücadele ederek sana biçilen bu hayatı tamam edersin yahut da bir asalak gibi bomboş gelir, gidersin.” 1961 yılında başlayan bu fani dünya yolculuğu 11 Haziran 2011’de bitti; hakka yürüdü.

Yurtta ve dünyada verdiği konserlerle Türkiye’yi ve Türk Kültürünü başarıyla temsil eden Kültür Bakanlığı Devlet Türk Müziği Topluluğu’nun kurucusu Ali Özaydın, genç yaşında kaybettiğimiz “adam gibi adam”lardan biriydi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Devlet Türk Dünyası Müzik Topluluğu’nda bu kıymetli sanatçısının adını yaşatacağını ümit ediyorum. Yine bir müzisyen olarak yetiştirdiği kızı Elgiz ve oğlu Kayra’nın onun mücadelesini kaldığı yerden sürdüreceğine inanıyorum. Aydan Ablam üzülme! O şimdi öte dünyada uçmağa varmış gönül erleriyle birlikte. Allah taksiratını affetsin. İnşallah mekânın cennet olur kardeşim.

Türk Milleti başın sağ olsun.

Arslan Küçükyıldız

AYI YAVRULARI



Arslan KÜÇÜKYILDIZ

“Toplanın gidiyoruz” dedi, genç adam imalı bir tebessümle. Etrafında bir sürü adamla beraber olmaktan keyif alıyordu. Gençti, yakışıklıydı, güzel giyiniyordu. Paralı üniversitelerden birinde okumuştu. Köklü değil ama zengin bir ailesi vardı. Babası Bakan’dı. Babasına gösterilen saygının daha fazlası ona gösteriliyordu. Bir dediği iki edilmiyor, yüksek sesle ve güzel konuşmasına gerek kalmıyor, her sözü dinleniyordu. Kazara yanlış bir şey söylese bile “Doğru söylediniz, iyi düşünmüşsünüz efendim.” diyen bir çevreyi kim sevmez? Onlarla oturup kalkıyor; yiyor, içiyor, eğleniyor, gençliğinin tadını çıkarıyor, hepsinden önemlisi iş kotarıyordu.
İş deyince öyle ağır işler akla gelmesin; babasına ulaşamayan iş takipçileri bir şekilde kendisini buluyor, o da bunların dileklerini, babasına, uygun bir tarife ile aktarıyordu. Bugüne kadar işleri tıkırında yürümüştü. Babası Bakan olduğu sürece yürümeye devam edecek gibi görünüyordu.
“Arabamı hazırlayın!” dedi adamlarına. İşyerinin önünde son model cipini koyabilecekleri bir yer yoktu. Çaresiz yola bırakıyorlardı. Bulundukları yer şehrin eski ana caddelerinden birinin üstündeydi Cadde, rüşvetçi yöneticilerin elinde küçülmüş olsa da, yoğun trafiğe rağmen trafik polisleri arabasının yolu kapatmasına göz yumuyor, ondan tırsıyorlardı. Ne de olsa Bakan Oğlu idi ve serde en ücra ilçeye sürülmek vardı. Orda da rüşvet gelirleri düşük olurdu. “Rüşvetle cadde küçülmesi nasıl olur?” demeyin, oluyordu. Evinin biraz büyümesi için ilgilisine rüşveti veren, caddenin küçülmesine bakılmadan karşılığını, herkesin kullandığı yolu birazcık işgal ederek, alabiliyordu. Bu sözler hikâyenin gelişine göre yazılmış cümleler zannedilebilir; o caddeyi ben de gördüm. “Daha geniş bir caddeye taşınmamız lazım.” diye düşündü Bakanın oğlu. Şehir su şebekesinin yetersizliğinden dolayı her yere de taşınamıyorlardı. Ancak, isteyene -o da rüşvetle- özel su şebekesi bağlanabilen caddelerde oturmaları, mümkündü. Öyle olunca da altyapısız geniş bir cadde üzerine taşınmaları başlarına ayrı bir dert açacaktı. Eski dönemde devlet ailelere evler vermişti. Aileler parçalanıp boşanmalar arttıkça, mevcut evlerin ikiye bölünmesi gerekiyordu. Bu yüzden evlere, apartmanlara yolların, kaldırımların üstünde, direk üstüne yapılmış odalar ilave ediliyor, dışarıdan merdivenler çıkılıyor, dıştan elektrik, su, gaz şebekeleri bağlanıyor, bu da altyapının altını üstüne getiriyordu. Caddelerin daralması biraz da bundandı. Geçenlerde bir evin ikinci kat sokak penceresinin yanında bir havagazı sayacı bile görmüştü. Bu şehrin her şeyi karışıktı. Yolları, altyapısı; suyu, elektriği, havagazı...
Bu şehir insanı bunaltıyordu. Yanı başındaki deniz de esintisi de trafiğin, işsiz-güçsüz kalabalığın, şikâyetlerin, isteklerin sıkıcılığını gideremiyordu. Onun için sık sık dostlarıyla kaçamaklar yapıyor, civardaki sayfiye yerlerine uzanıyordu. O gün de otelleriyle meşhur şehre gitmeye karar verdi. “........’gidiyoruz” dedi arkadaşlarına. İki cipe bindiler. Yola revan oldular.
Deniz kenarındaki yol üzerinde tekdüze işçi evleri, lüks villalar, petrol çıkaran at başları, petrol gölcükleri vardı. Konuşmuyordu. Denizin tatlı esintisi hayallerini canlandırıyor, biraz sonra tadacağı zevkleri düşündürüyordu. Şoförlük yapan arkadaşına biraz daha hızlı sürmesini söyledi. Delikanlı arabanın gaz pedalına biraz daha yüklendi. Altlarındaki cip ok gibi ileri fırladı. Kendilerini radyodan gelen yüksek sesli müziğin ritmine bıraktılar.
Otellerin bulunduğu bölgede hayat vardı. Herkes kendi işinde gücünde, eğlencesindeydi. En masumundan en çılgınına, eğlencenin her türlüsü orada bulunurdu. Orda “yok” yoktu. Akla hayale gelmeyen arzular ortaya saçılır, bir şekilde karşılanırdı. Yeter ki paradan haber verilsindi. Orada başkentteki yoksulluk, kargaşa ve gürültüden eser yoktu. Son model arabalar, kumarhaneler, her yaş ve milletten güzel kadınlar...
Yola çıkalı bir saat olmuş, oteller bölgesine neredeyse gelmişlerdi.
Nedense içinde bir sıkıntı vardı. Kurt gibi acıkmıştı. “Acıktım!” dedi. Her şeyi yiyebilirdi. Nerden aklına geldiyse “Şimdi bir ayı olsa yerim.” diye söylendi. Arkadaşları onun bu halini bilirdi. Acıktı mı homurdanmaya başlar, tatsızlaşır, sağa sola çatar, çekilmez olurdu. Diğerlerine göre Bakan oğluna biraz daha nazı geçen şiş göbekli dostu “He” dedi; “Yersin, yersin de, sana şimdi ayıyı nerden bulalım?”
Şoför etrafta uygun bir yer bulma ümidiyle yavaşladı. Biraz sonra yol üstünde küçük bir hayvanat bahçesi olan bir lokantaya rastladılar. O da ne! Bahçede oldukça iri bir ayı yavrusu, ayakları üzerine dikilmiş, dolaşıyordu. Dostu takılmadan edemedi; “Ayı olsa yerim dediydin. Ahan da ayı!”dedi ve gevrek gevrek güldü. Bakan oğlu şoför yerindeki arkadaşına seslendi. “Dur, kenara çek, şu lokantaya girelim!” Şoför arabayı hızla ana yoldan ayırdı ve lokantanın kapısında zınk diye durdurdu.
Arkadaki araba onlara ayak uyduramadı, biraz ileriden dönüp geldi. Sekiz adam, Bakanın oğlunun arkasında lokantaya girdiler. Bomboş lokantalarına gelen bu yağlı müşterileri gören çalışanlar hemen pervane olup en güzel şekilde onları karşıladı. Hemen masalar birleştirildi, üzeri donatıldı. Gelenlerin kim olduğunu hemen öğrenmişlerdi. Lokantanın idarecisi sordu; “Efendim size ne yaptırayım. Çok güzel balıklarımız, kebaplarımız var, ne içersiniz, ne ikram edelim?” Bakanın oğlu, müdürün sözünü kesti; “Sen bize şu bahçedeki ayının kebabını yaptır.” Müdür, önce genç adamın şaka yaptığını zannetti. Sadece “Çok şakacısınız efendim.” dedi. Bakan oğlu “Şaka yapmıyorum.” dedi, “Sen bize şu ayıyı kestir, kebap yaptır, getir.”
Bu sefer yanındaki arkadaşları anlamadı. Yoksa sahiden o ayıyı kebap yaptırmayı mı düşünüyordu? “Yahu sen ciddî misin, olur mu öyle şey?” dedi şiş göbek dostu usulca. Bakanın oğlu; “Neden olmasın?” diye cevap verdi. Müdürün elleri terlemişti. Ne diyeceğini, bu işten nasıl sıyrılacağını bilemiyordu. Kekeleyerek; “Ama efendim, o ayı Cemalettin Beyin ayısı, onu kesemeyiz, kendisine sormamız lazım.” diyebildi. Müdürün bu telaşlı halini gören yanındaki dostu kulağına eğildi, lokantanın devletin ikinci adamı Cemalettin Bey’in olduğunu fısıldadı. Yol yakınken bu işten vazgeçmesini ihtar etti. İkna edici sözler söyledi. “Kalkalım, başka yere gidelim” dedi. Dinletemedi. Bakanın oğlu kararlıydı; aklına koyduğunu yapardı. Müdüre kesin talimatını verdi: “O zaman sen de git sor.” dedi.
Kerâhat vaktinde Cemalettin Bey arandı. Kendisine durum anlatıldı. “Israr ediyor ne yapalım?” dendi. Cemalettin Bey’in kısa bir suskunluğun ardından verdiği talimat kesin ve net oldu: “İstediğini yapın. Ama faturayı çıkarmadan önce beni arayın. Faturanın rakamını size sonra söyleyeceğim.”
Ayı kesildi. Kebabı yapıldı. Kebaplar afiyetle midelere indirildi. Kalkma vakti geldi. Bakanın oğlu hesabı istedi. Restoranın müdürü Cemalettin Bey’i aradı. Cemalettin Bey’in talimatı alındı. Hesap düzenlendi ve Bakanın oğlunun masasına getirilip sunuldu.
Bakanın oğlu içkiyi biraz fazla kaçırmıştı. Nedense hep böyle yapar, bir türlü kararında bırakamazdı. Hesabı görünce önce anlamadı. Eliyle gözlerini ovuşturdu. Sonra kâğıdı yanındakine okuttu. Gördüğü rakam doğruydu. Önündeki faturada bir milyon dolar yazılıydı. Birden ayılmıştı. Önce ne yapacağını bilemedi. Yüzü kireç gibi olmuştu. Sonra çaresiz, arabasındaki çantasını istedi. İçinden altı yüz bin dolar para çıktı. Geriye kalan dört yüz bin dolar için şoförlük yapan arkadaşını Başkente, babasına gönderdi. Başkentten para gelene kadar lokantada nazikçe bekletildiler. Para geldi. Hesap ödendi.
Bakanın oğlu ve arkadaşları ayı kebabını yemişlerdi. Cemalettin Bey kısa günde yüklü bir hesap almıştı. Hani, beş bin dolar verse on tane ayı yavrusu daha buldurup yakalatırdı. Olan bizim gariban ayı yavrusuna olmuştu. Bir de daha yüklü tarifeler ödeyecek olan iş takipçilerine...
Vah ayı yavruları vah!
Vay ayı yavruları vay!

21 Şubat 2011 Pazartesi

SATRANÇ TARİHİNE HALKBİLİM KATKISI

Arslan Küçükyıldız
21 Şubat 2011

Halkbilim, bazen bilimin diğer kollarına ciddi katkılarda bulunmaktadır. Sizlere Halkbilimin Satrancın tarihine dair verebileceği iki önemli katkıdan söz etmek istiyorum:

Bunlardan birincisi Satrancı icat eden kişinin hükümdardan her kare için katlamalı olarak buğday tanesi istemesi ile ilgilidir.

Satranç tarihinden söz edilirken anlatılan bir “Şehir efsanesi” vardır: Buna göre Bazı belgeler, satrancı bir Brahman'ın bulduğunu ve Şah'a armağan ettiğini göstermektedir. Şah, buna karşılık Brahman'a "Ne istediğin varsa kabul edeceğim." der. Brahman da, Şah'tan 64 kareli satranç tahtasının ilk karesine bir, ikinci karesine iki, üçüncü karesine dört, yani her kareye bir öncekinin iki katı buğday koyarak doldurmasını ister. Şah, Brahman'ın alçak gönüllülüğüne hayran kalarak isteğinin yerine getirilmesini emreder. Brahman'ın isteği yerine getirilmeye başlanırken ülkedeki buğdayların yetmeyeceği anlaşılır. O zaman yapılan hesaplar sonunda, Brahman'ın Şah' tan 18.446.744.373.709.551.615 tane buğday istediği ortaya çıkar. Bu kadar buğdayı yetiştirmek için, dünyanın 64 misli büyüklüğünde bir kara parçasına ihtiyaç olduğunu görülünce, Şah Brahman'ı tebrik eder ve karşısında ne denli güçsüz olduğunu anlar.[1]

Kaynaklarda gerçek ve tarihi bir olaymış gibi anlatılan bu olayda satrancı icat eden Brahman Hintli, satrancın hediye edildiği kişi de İran Şahıdır.

Ancak, Kırgızistan’da anlatılan bir hikâyeye göre bu hadiseyle ilgili adı geçen Hükümdar, Hakan, Babür Han’dır. Geçtiğimiz Pazar günü, Ankara’da, Selanik Sokağındaki Kırgızistan Derneği'nde yaptığımız sohbet sırasında, Kırgızistan’da Bişkek’te yaşayan ve Ankara’da öğrenci olarak bulunan Eldar Orazaliyev, bu hikâyeyi dedesinden dinlediğini bize aktarmıştır.[2] Bu hikâyeye göre, satrancı icat etmesinin karşılığı olarak, her kare için katlamalı olarak buğday tanesi istenen Han, “Babür Han”dır.

Bu hikayeden şöyle bir çıkarma yapmak mümkündür: Satranç Oyunu (Oyunun Hindistan kökeni ile ilgili bilgilere itibar edilecek olsa bile) Babür zamanında icat edilmiş ve Babür’e sunulmuş bir oyundur.

Timur’un, Ali Şir Nevai’nin bu oyuna çok meraklı ve kabiliyetli oldukları bilinmektedir. Timur’un bu oyundaki üstün yeteneği, kendine özgü bir satranç icat edecek kadar ilerdedir.

[3] Emir Timur Satrancı


Halkbilimin verdiği ikinci bilgi ise çok önemli bir bilgi olup yine Kırgızistan’da oynanan “Çatıra” adlı oyun ile ilgilidir.

Oyunun adı “Çatıra Taş Oyunu[4]” dur. 7 yaş ve üzerindeki kız ve erkek çocukların oynadığı, iki kişilik bir oyundur. Malzemesi bir oyun tahtası ve 18 taştan oluşur. Oyuncular kendilerine ait olan 9’ar taşı sırayla, üzerine iç içe 3 kare çizilmiş oyun tahtasına, çizgilerin kesişim noktalarına gelmek şartıyla yerleştirirler. Oyunda amaç, taşları rakibin taşlarına engel olarak, tahtanın ortasında yer alan kare şeklindeki “Daban” isimli yere yerleştirmektir. Oyun sonunda rakibinin taşlarını engelleyerek taşlarını gerekli yerlere yerleştirebilen oyuncu kazanmış sayılır.

Gördüğünüz gibi bu oyun Türkiye’de oynanan Dokurcun veya Dokuz Taş oyununun bir benzeridir. Bu oyun bütün Türk Yurtlarında çok sevilen ve oynanan bir oyunumuzdur. Bu oyunun adının “Çatıra” olması; “Satrancın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu: Mangala” makalemizde de belirttiğimiz gibi, Satrancın atası olan oyunlardan biri olan Dokuz Taş / Dokurcun veya Çatıra’nın Satranç’la ilgisini, akrabalığını, dedeliğini ortaya koymaktadır.

Çatıra kelimesinden, Çaturanga veya Satrancın ortaya çıktığını söylemek için dilbilimin verilerine de bakmak gerektiğini düşünüyorum. Dilbilimciler ve sözlükler bu konuda çok fazla malzeme verecektir, vermektedir.

Her halükârda Satranç çok sevilen bir Türk Zekâ Oyunu’dur.


---------------------------------------------------


[1] http://www.marmarissatranc.com/drupal-6.13/node/26
[2] Eldar Orazaliyev, Talas, 1986 doğ.
[3] http://9eylulsatranc.biz/index.php?option=com_content&view=article&id=245:satranc&catid=54:oyunlarin-sahi&Itemid=94 Arapşah, Timur’u şöyle tanımlamaktadır: “Zekâsını bilemek için düzenli olarak satranç oynardı. Fakat bildik satrancı kibirine yediremediği için, bunun yerine büyük satranç oyununu oynardı. Bunun tahtası, 10x11 kareden oluşur; iki deve, iki zürafa, iki bekçi, iki kale, bir vezir ve birkaç fazla taş daha ilave edilirdi. En zor oyunlardan biri olan bu oyun, Timurlenk satrancı olarak bilinirdi.”
[4] Erhan Taşbaş, Aymira Maratkızı, “Kırgız Ulusal Oyunları”, Acta Turcica Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, II/1, Ocak 2010 “Kültür Tarihimizde Yarış”

30 Ocak 2011 Pazar

(Satrancın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu: Mangala Makalesi Hakkında)

2011 yılında, üyesi olduğum 9 Eylül Satranç Kulübü'nün yönetim kurulu, beni, Arslan Küçükyıldız'ın "Satranç'ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala" adlı yazısından haberdar etmişti. Benim Türk tarihine olan ilgimi bildikleri için, bu yazıyı kulubün sitesinde yayınlamak görevini bana vermişlerdi. Yazıyı okuyunca epey heyecanlanmıştım. Türkler ve satranç konusunda o zamana kadarki düşüncelerimi yazıya bir önsöz olarak ekleyip hem kulübümüzün sitesinde hem de Özgür Satranç Forum'da yayınlamıştım.
Arslan Küçükyıldız'ın sözünü ettiğim değerli yazısını, birazdan paylaşacağım. Ama dilerseniz bu yazıyı ve diğer yazılarını, kendisinin sayfasından da okuyabilirsiniz:http://arslanevi.blogspot.com.tr/2011/01/satrancin-atasi-olan-turk-zeka-oyunu.html
Ayrıca şu siteden de okuyabilirsiniz: http://www.t2174a.com/?p=3479
(Bu önemli siteden bildirimler almak için: https://www.facebook.com/t2174ha?fref=ts)
Aşağıdakiler de o zaman bu konuda yazdıklarım:
Sitemizde bölümler halinde yayınlayacağımız yazı, dokuz kumalak (mangala) adlı Türk zekâ oyununu çok ciddi biçimde araştırmış olan ve TRT’de yapımcılık ve yönetmenlik yapan sayın Arslan Küçükyıldız’ın, ”Satranç’ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala” adlı çalışmasıdır. Birçok oyunu incelediği belli olan Küçükyıldız, bu çalışmasında dokuz kumalağı ayrıntılı biçimde işlemiş. Ek olarak, kökeni konusunda birbirinden tutarsız bilgiler dolaşan satrancın, Türkler’in yarattığı bir zekâ oyunu olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de oyunların evrimini gözlemleyip ortaya koymuş olması, satrancın kökenine ilişkin hemen her türlü belgeden daha değerlidir. Demek istediğimi şöyle açayım:
Batılılar tarafından Eski Yunan kültürü, tüm uygarlığın başlangıcı olarak tanıtılır. Demokrasi gibi siyasal ve toplumsal kavramlar, matematik, felsefe, herşey Eski Yunan’da başlamıştır. Bu söylemde bulunanlar, “Peki efendim, ne oldu da herşey Eski Yunan’da başladı? Bu düzeye ulaşana kadar hangi toplumsal çatışma ve aşamalardan geçtiler? Yoksa bu adamlar birdenbire uzaydan mı geldi?” sorularına bir yanıt vermek istemez. Oysaki bu, en doğal sorudur, çünkü herşeyin bir geçmişi ve öyküsü vardır. Hiçbirşey birdenbire ortaya çıkmaz. Bu konuda adamakıllı araştırma yapan herkes görecektir ki Eski Yunan kültürü denen kültürü, Eski Yunanlılar dışardan almıştır. Ve bu kültür, Türk kültürüdür. Bunu daha fazla açmaya gerek yok. Şu aşamada bilinmesi gereken şey, Eski Yunan kültürünün birdenbire varolmadığı, bir geçmişin devamı olduğudur.
Buna benzer bir söylem de satrancın kökenine ilişkindir. Denilen o ki Hindistan’da bir Brahman, Raca’yı (Kıral’ı) eğlendirmek için satrancı bulmuş. İnsan merak ediyor: Böyle bir şey dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda görülmüş müdür? Aynştayn, görelilik kuramını sıfırdan tek başına düşünüp, tek başına konuyla ilgili sorular sorup, tek başına olası yanıtlar dizip sonucunda böyle bir kuram bulmuş değildir. Görelilik kuramına götüren bazı çok önemli soru ve yaklaşımları, Aynştayn’dan önceki kimi fizikçiler ortaya koymuştur. Aynştayn’ın yaptığı, bu çok ilginç sorulara ve yaklaşımlara birkaç şık yaklaşım ekleyip, yüksek zekâsıyla hepsini değerlendiren ve toparlayan bir kuram ortaya atmak olmuştur. Bilim, bütün dünyada böyle yapılır ve tarih boyunca böyle yapılmıştır. Hiçkimse tekbaşına, sıfırdan görkemli bir ürün ortaya koyamaz. İşin doğası ve güzel olan budur. Yalnızca bilim değil, her çeşit düşünce ürününün doğuş süreci böyledir. İşte bu nedenle, satranç gibi gelişmiş ve karmaşık bir oyunun bir tek insan tarafından bir anda bulunduğunu savlamak, insan mantığına ne kadar seslenir, bunu herkes kendi düşünecektir.
Bu yüzden sayın Arslan Küçükyıldız, satrancın kökenine bakarkenki yaklaşımında, iki yerde isabette bulunmuştur. Birincisi, satrancı birdenbire ortaya çıkmış bir oyun olarak değil, geçmişi olan, belli bir evrim sürecinde oluşmuş bir oyun olarak ortaya koymasıdır: “O oyun şuna, şu oyun da satranca evrilmiştir; satranç, öncesindeki oyunlardan etkilenerek oluşmuştur.” Bu yaklaşım, ileri sürülen belgelerden de değerli ve geçerlidir. Çünkü bugünün belgeleri, ileride bulunacak belgelerle önemini yitirebilir. Ve kimi belgelerin üzeri örtülebileceği gibi, zorlama belgeler de kanıt gibi sunulabilmektedir. Ancak, oyunların titiz incelemeler sonucunda ortaya çıkarılacak olan gelişim süreci, gerçekleri apaçık bir biçimde gözler önüne serecektir. Sayın Arslan Küçükyıldız’ın yazısının içinde geçen “araştırmamıza rağmen Hint belgelerini henüz göremedik” tümcesi, bu açıdan ayrıca dikkat çekicidir.
Sayın Arslan Küçükyıldız’ın satrancın kökenine ilişkin incelemesinde gösterdiği ikinci isabet ise, dikkatini Türk kültürüne yöneltmiş olmasıdır.
Batı’nın en sözügeçer, en üst kurumlarının da bildiği gibi, Çin, Hint, Mısır, Anadolu, Eski Yunan, çeşitli Avrupa ve Amerika uygarlıklarını kuranlar, Türkler’dir. Bunu, Batılılar’ın kendileri araştırmış, kendileri ortaya çıkarmıştır. Üzerini örtmüşlerdir ve bize sunulan tarihle yetinen biz de tarihimizi bilmeyiz. Topraklarımızda yapılan, Türkler’in sokulmadığı kazılardan, “Buradan çıkan tarihsel gerçekleri insanlara anlatabilmek için çok çok uzun yıllar gerekiyor” açıklamaları çıkıyor, sınırlarımız içinden dünya tarihinin gerçekleri çıkıyor, bizim dünyadan haberimiz yok. Türkler’in uygarlığını gizlemek için binbir takla atan Batılı ülkeler, Türkler’in uygarlık ürünlerini gerek kendilerine alır, gerekse de Çin’e Hindistan’a, Mısır’a, Eski Yunan’a, Roma’ya, Ruslar’a, İskandinav ülkelerine, Araplar’a, İran’a hatta yokolmuş kavimlere ve devletlere paylaştırır. Diğerleri de bir güzel sahiplenivermektedir. Ama içlerinde bilim kaygısıyla iş yapan gerçek bilimciler de vardır. Her dönemin kendine özgü koşulları içerisinde siyasal politikalar, bu gerçek bilimcileri zaman zaman desteklerken zaman zaman da engellemiştir. Bu engellemelere iki örnek, İskandinavya ve Almanya’dan verilebilir.
Ne anlama geldiği bilinmediği için “rünik harfler” denen harfler vardır. Genel söylem, bu harflerin İskandinavya kökenli olduğudur. İskandinavya’dan bir bilimci, bu rünik harflerin İskandinavya’ya Orta Asya’dan geldiğini söyleyince, akıl hastanesine tıkılmıştır. Evet, kafamızdaki “uygar” ve “bilim, düşünce aşığı” Avrupa tanımı, buna inanmamızı engelliyor, ama bu olay gerçek, bir başka deyişle o tanım yanlıştır. Bu tür Avrupa anıları, fizik dalında bile vardır. Almanya’da gamalı haçın gerçekte bir Türk damgası olduğunu, Hitler’in bu işareti Hindistan’dan getirdiğini söyleyen bir bilimci ise, görevinden alınmış, akademik kariyeri bitirilmiş, mahvedilmiştir. Almanlar’ın bunu yapmış olmasının nedeni, Hitler’i sahiplenme midir, Türkler’in uygarlığının üzerini örtme çabası mıdır, yoksa her ikisi de midir, siz karar verin.
Elbette sahip olduğu zengin geçmiş, satrancın Türkler’in yarattığı bir oyun olduğunu göstermez. Ancak, böylesi bir oyunun geçmişinin araştırılmasına, böylesi bir uygarlık tarihine sahip Türkler’den değil de, Türkler’in uygarlığı götürdüğü topluluklardan başlanmasının, mantıklı bir davranış olmayacağını herhalde herkes kabul edecektir. Atatürk’ün dediği gibi, “Büyük işleri, büyük uluslar yapar.” Öyleyse, sözkonusu olan tarihi belirsiz satranç olduğunda da, en büyüğünden başlamak gerekir.
Bir toplumun ulus olmasındaki en büyük engellerden biri, sınıfsal yapıdır. Hindistan’daki kast sistemi ise, sınıfsal yapının belki de en katı bir örneğidir. Bu kast sistemi, Hindistan’ı neredeyse tüm tarih boyunca ulus olmaktan, yani birlikte hareket etmekten alıkoymuştur. Bu da kendilerini dışarıya karşı hep zayıf ve kırılgan bırakmıştır. Kast sistemi nedeniyle mücadele anlayışından yoksun kalmış bir toplumun, satranç gibi bir örgütlü mücadele oyununu yaratmış olması, ikna edicilikten çok uzaktadır. Eğer söylencedeki gibi, satrancı bir Brahman’ın bulduğunu kabul edersek, aslında, satrancı bir Türk buldu demiş oluruz. Çünkü Brahmanlar, Hindistan’a yerleşen Türkler’dir. Yerli halkın kendilerinden çok daha kalabalık olması nedeniyle Türkler, özümlenme tehlikesine karşı varlıklarını koruyabilmek için yavaş yavaş kast sistemini kabul etmiştir. Kendi aralarında evlenmişlerdir. Brahmanlık dinini kurmuşlardır. Sanskritçe, bu Türkler’in oluşturduğu yapay bir dildir. Daha sonraları Türkler de diğer kastlara ayrışmıştır. Örneğin Buda, Brahmanlar’ın olduğu birinci kastta değil, soyluların ve savaşçıların olduğu ikinci kasttaydı. Kısacası, bir Brahman’ın satrancı bulduğunu söylemek, satrancı bir Türk’ün bulduğunu söylemek olsa bile, ben satranç gibi bir oyunu bir kişinin tek başına bulmuş olmasına olanak vermediğimi, yazının en başında, nedeniyle birlikte belirttim.
Sayın Arslan Küçükyıldız’ın yazısında, satrancın öncülü olarak sözedilen Türk zekâ oyunu satıra’nın (kimi yerlerde “satra” diye geçer), gerek oyun yapısına gerekse de adının benzerliğine rağmen neden hiçbir satranç tarihçesinde geçmediğini, buraya kadar yazdıklarımdan sonra daha fazla açmaya gerek görmüyorum.
Bir de ilk satranç makinesi olan “Türk” konusu var. 1769’da yapılmış olan bu satranç makinesine “Türk” adının verilmesine neden olarak yarımyamalak, tutarsız şeyler söyleniyor ve aslında pek de değinilmiyor. Söylenenlerden biri, makineyi bir Macar yaptığı için adını Türk koyduğudur. Sanki Macarlar “biz Türk’üz” diye bağırıyormuş gibi! İkinci açıklama, “güçlü Türk” algısına bağlanıyor. Ancak, burada kastedilen zihinsel değil, fiziksel güç. Acaba, yüzyıllardır kendi halkına Türkleri, fiziksel olarak güçlü ama zihinsel olarak en aşağıda ve barbar diye tanıtan Avrupalı’nın satranç makinesi konusundaki bu açıklaması, kendisini tatmin etmekte midir? Biraz gülünç kaçmıyor mu?
Bugün teke tek bir futbol karşılaşmasında herkesi yenecek güçte bir robot yapılsa ve bu robota bir ulus kimliği yapıştırılacak olsa, en iyi futbolcuları Brezilya’nın çıkardığı kabul edildiği için, bu robota seçilecek ad, ya “Brezilyalı” olur ya da futbolun beşiği İngiltere sanıldığı için “İngiliz”. Karpov’la Kasparov döneminde yapılacak bir satranç makinesine “Sovyet” denirdi. O dönemin en üstün satranç oyuncuları Sovyetler’di çünkü. Satranç denilince akla orası geliyordu. Demek ki ilk satranç makinesinin adının neden Türk olduğu konusunda iki açıklama olabilir. Ya o dönemin en iyi oyuncuları Türkler’den çıkıyordu ya da satrancı bulan Türkler’dir ve Batılılar bunu biliyor. Macar teknisyenin başka basit bir nedeni olsaydı, bunu herhalde bilirdik, böylesine gizli kalmazdı.
Satrançtan söz eden, Hindistan’daki belgelerden daha eski belgeler de vardır. Bazıları milattan öncesine işaret etmektedir. Bu belgeler neden yoksanıyor, orasını bilmiyorum ama, bir tanesi de İran bölgesiyle ilgili. Satrancın İran’da çıktığını savlayanların bir nedeni, bilinen ilk satranç takımının Özbekistan’da, Semerkant’ta bulunmuş olmasıdır. O bölge, o dönemde İran’da hakim olan Sasani yönetiminde olduğu için, satranç İran’da doğmuştur diyorlar. Oysaki orada yaşayanların Türk olduğundan söz eden yok. Satrancı İran’a dayandıranların bir diğer nedeni, MS 600 dolaylarında yazılmış bir kaynak. Bu kaynakta, MS 226 yılında Sasani devletini kurmuş olan Ardişir’in usta bir satranç oyuncusu olduğu yazılıdır. Bu da Hindistan’da bulunduğu söylenen belgelerden 300 - 400 yıl önce demek. Dediğim gibi, bu belge neden yoksanıyor bilemiyorum ama Sasani devletini kurucusu Ardişir’in babası Babek, Azerbaycan’da bir Türk kahramanı olarak anılır. Sasani devletine adını veren Sasan, Ardişir’in dedesidir. İstanbul surlarına kadar ilerleyen Sasani orduları, Kara Doğan adlı bir komutanın Türkler’den oluşan ordusuydu.
Eğer satrancı Türkler bulduysa, çok büyük olasılıkla bunu Hindistan ve İran’dan bağımsız olarak Avrupa’ya da götürmüş olsa gerek. Macar tarihi gözönüne alındığında, Macar teknisyenin makinesine “Türk” adını vermiş olması, bunu işaret ediyor olabilir. Ayrıca Arnavutluk’ta bulunan, MS 465 yılına tarihlenen ve satranç taşı olduğundan kuşkulanılan bir taş var. Ancak yanında diğer taşlar bulunmadığı için, bu bir satranç taşı mıdır yoksa örneğin bir süs eşyası mı, emin olunamıyor. Eğer bu taşın satranç taşı olduğu anlaşılırsa, bu, Balkanlar’da Hindistan’dan önce satranç oynanıyordu demektir. Ve bana sorarsanız, bunun kanıtları şu anda birilerinin elinde var.
Benim, satrancın Avrupa’ya Endülüs’ten daha önce Orta Asya’dan geldiğinden kuşkulanmamın bir nedeni de Vezir dediğimiz taşın Batı’da Kıraliçe olarak geçmesidir. Vezir’in Kıraliçe’ye dönüşmesine neden olarak temelde iki neden gösterilmektedir. Bir tanesi, bir kıraliçe’den yada ünlü bir kadından esinlenildiği savı. Esinlenildiği düşünülen aday sayısı kabarık. Biri şu diyor, biri bu. İkinci neden, taşın Kıral’ın yanında yeralması olarak gösterilmektedir, ancak o bile kuşku uyandıracak kadar iddasızdır. Avrupa’nın toplum tarihine bakıldığında, kadının yeri ayrıca kafa kurcalamaktadır. Avrupa’da üst düzey bir erkek taşın Kıraliçe de olsa bir kadına dönüşmesinin zorluğu bir yana, taşın Kıraliçe adını aldığı tarih olarak sunulan tarihler arasında bile ciddi farklar var. Bense bu dönüşüm konusunda şöyle düşünüyorum: Satranç tahtasında Vezir’le Şah’a bakıldığında görülecektir ki bu iki taş, erlerin korumasında, arkada, ortada, yanyanadır. Bugün Batı’daki adlarıyla Kıraliçe’yle Kıral’ın hareketi hiç benzemez, hiç yakın değildir. Vezir’in Batı’da geçirdiği değişimden önceki hareketine bakıldığında ise, Şah’ınkine çok yakındır. Bu da ister istemez bu iki taşın “eş” olduğunu düşündürüyor. Türkler’in Arap etkisine girmeden önceki toplum yapısında çok açık biçimde görülür ki, kadınla erkek tümüyle eşittir. Savaşçı kadınlar, bu kültürün bir parçasıdır. Tarihteki ilk kadın hükümdarlar Türk’tür. Devlet yönetiminde Hakan’ın yanında Hatun’un da kararı, onayı ve imzası gerekmektedir. İşte bu toplumsal yapı, satranç tahtası üzerinde yanyana duran, hareketleri birbirine çok yakın bu iki taşın Hakan’la Hatun olabileceğini düşündürtüyor. Hatun, İran’da veya Arabistan’da Vezir’e dönüşmüş olabilir. Avrupa’ya satranç, Endülüsten önce Orta Asya’dan geldiyse, Kıraliçe’nin Vezir’den değil, Hatun’dan dönüşümü, o konuyu kendiliğinden açıklamış olur. Yine de bu konuda elimde bir veri olmadığını da belirtirim.
Benim hiçbir kuşkum yok ki, satrancın bir Türk oyunu olduğu şu anda birilerince bilinmektedir ve bunun kanıtları, o birilerinin elinde bulunmaktadır. Bir gün gelecek, bu gerçeği biz de öğreneceğiz. Ben sayın Arslan Küçükyıldız’ınki gibi bir yazıyı yalnızca üç yıl bekledim. Kendisine teşekkürlerimle...
Arslan Küçükyıldız’ın Özgeçmişi:
11. 05. 1961’de Taşköprü’de doğdu. 1978’de Kastamonu Göl Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1982’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nden mezun oldu. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı, ‘Türk Sinemasında Edebiyattan Yararlanma’ adlı tezi hazırladı. 1985’de Telsiz Genel Müdürlüğünde memuriyete başladı. 1987 yılında TRT’nin açtığı yardımcı prodüktörlük imtihanını kazandı. Bir Cumartesi Gecesi, Pazar Konseri, Mehter Musıkisi, Meşk Zamanı, Asya’dan Müzikli Esintiler, Avrasya Sanat, Toy, Köprü, Bizden Sesler gibi programlarda yapımcı-yönetmen olarak çalıştı. 2000 yılında Türkmenistan Devlet Başkanı Sefermurad Türkmenbaşı’na sunulan ‘Altın Asra Girerken Türkmenistan’ adlı kitabı hazırladı. 2004-2009 tarihleri arasında Televizyon Dairesi Başkanlığı Yurtdışı Yayınlar Müdürlüğü görevini yürüttü. Halen TRT’de prodüktör olarak memuriyetine devam etmektedir. Çeşitli konulardaki makaleleri değişik dergi ve gazetelerde yayınlandı. Yayına hazır iki kitabı bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

19 Ocak 2011 Çarşamba

TÜRK BÜYÜKLERİ



İlim biraz da kendinden önce yapılan çalışmaları tamamlamaktır. Bu bakımdan aşağıdaki çalışmanın, eksiklerini tamamlayarak, tamamlamak topluluğumuzun gayelerinden biri olmalıdır diye düşünüyorum. Gövsa, İbrahim Alâettin. Türk Meşhurları Ansiklopedisi-Edebiyatta, Sanatta, İlimde, Harpte, Politikada ve her sahada şöhret kazanmışolan Türklerin hayatları, Eserleri-. Yedigün Neşriyatı. YY yok(İstanbul), YT yok.(1946)420 sf.(Resml.) Sahaflarda bulduğum bu kitabın "Başlarken" adı verilen sunuş yazısında Gövsa; "Meşhur Türkler" in ırk bakımından değil, ancak memleket ve milli kültüre münasebeti bakımından seçilmiş olduklarını" kaydetmektedir. "Şu ciheti de hatırlatalım ki "Elli Türk Büyüğü"nde olduğu gibi buradaki isimlerin hepsini bir bakımdan büyük adam saydığımızı da düşünmeğe elbette sebep yoktur. Hiç şöhret bulmamış oldukları için bu kitaba konmamış olan büyük adamlarımız pek çok olduğu gibi kitaptaki isimler arasında büyüklükle asla münasebeti olmayanlar da az değildir. "
Gövsa, "Bitirirken" başlıklı ve kendisiyle hesaplaşma bölümüolarak nitelediği sonuç yazısında ise, "Bu işte istediğim gibi muvaffak olduğumu ve kitabımı tam bir itminan ile bitirdiğimi elbette söyleyemem." dedikten sonra şu açıklamayı yapmıştır: "TürkMeşhurları'nın bu ilk tab'ı kağıt ve baskı imkanlarının darlığına rastladığı ve eserin nihayet 25-26 formayı aşmaması iltizam edildiği için ilk tesbit edilen kadrodan hemen beş yüz kadarının feda edilmesizaruri olmuştu. Gerek bu isimlerin, gerek fasiküller neşredildiği sırada hatırlanan veya bize haber verilen zevatın ilâveleri ancak geniş imkânlarla yapılacağını umduğumuz ilerideki baskılara bırakılmıştır ve muharrirde onların da dosyaları ve fişleri vardır."Bize düşen bu eserin tamamlanmasını sağlamaktır. En azından onun Türk Meşhurları Ansiklopedisinde geçen isimleri bizim yeniden yazmamıza,tartışmamıza gerek olmadığını düşünüyorum. Belki sadece biraz güncellenmeye ihtiyaç vardır. Biz bu eserde zikredilen isimleri tesbit edip, topluluk bilgi bankamıza yerleştirirsek, bu listede ismi olmayan Türk Büyüklerine daha fazla zaman ayırmaya imkan bulabiliriz diye düşünüyorum.
Hem edebi bakımdan hem de sevimli şahsiyetiyle tanınmış olan Gövsa, Son derece verimli bir yazar, şair, ansiklopedist idi. Onun tekbaşına yürüttüğü son çalışmasını sekiz kişi tamamlamıştır. Keşfüzzünun sahibi Katip Çelebi, Sicilli Osmanî müellifi Mehmet Süreyya Efendi, Kamusulalam yazarı Şemsettin Sami Bey, Şakayık mütercimi Mecdi ve Hadikatül vüzera Zeyli muharriri Rifat Efendi'lerin muasır bir devamı olan değerli bir bilim adamı olarak (M.CemalKuntay) da tanınmıştır.
Benim önemli bulduğum ve en kısa zamanda incelemek istediğim eserleri; Çanakkale İzleri, Söz oyunları, Sabatay Sevi, Acılar, Yeni Talebe Lügati, Resimlli Yeni Lügat ve Ansiklopedi ve 4 ciltlik Meşhur Adamlar Ansiklopedisi'dir. Bu çok önemli şahsiyet için bakınız: Zeki Gürel, İbrahim Alâettin Gövsa, Ankara, Kültür Bakanlığı-Türk Büyükleri Dizisi, 1995. 307 Sf.
Arslan Küçükyıldız

11 Ocak 2011 Salı

KÖZKAMANLAR



Kırgızların dünyaca bilinen destanı “Manas” ta, kardeş halkın tarih boyunca başından geçirdiği olayların, dünya ye yaratılış hakkındaki görüşlerin, bağımsızlık özlemi ve gelecek hakkındaki ümit ve isteklerin çok geniş olarak anlatıldığını biliyoruz. Manas destanında ahlak, terbiye ve gelecek nesle verilen öğütler çok iyiişlenmiştir. Destanda, halk soy kütüğünün (şeceresinin) kronolojisi verilmekte, birçok meselenin felsefi neticeleri ile büyük hadise ve olayların hülasaları da edebi olarak ifade edilmektedir. Aslında bu tür efsane ve destanlar, beklenmeyen bazı gizli, toplum gerçeklerini gösterebilmektedir. Buradan hareketle Manas’ ta yer alan büyük olaylar ve hadiseler içinden sadece bir motif hakkında bir şeyler ifade etmeye çalışacağız. Üzerinde duracağımız bölüm çok önemli, “Közkamanlar” hadisesidir. İlk okunduğunda sıradan bir olay gibi görünen “Közkamanlar” hikayesi, aslında içeriği ve anlatmak istediği şeyler bakımından, bugünkü Kazak ye Kırgız halklarını doğrudan alâkadar ediyor. Bu hikayede, halk arasında fitne ve karışıklık çıkarıp, kendi başına buyruk olan düşmanların maşası haline gelip, kendi yurduna hainlik yapan vefasızlar anlatılmaktadır. Konunun daha iyi anlaşılması için hikayeyi destandan öğrenelim: Manas’ın babası Yakub’ un ağabeyi Kalmaklara esirdüşüyor. Hüseyin esir düştüğü yerde bir Kalmak kızıyla evlenerek altı çocuk sahibi olur. Çocukları orada büyüdükleri için, Kalmak terbiyesi alır ve Kalmakların dilini öğrenirler. Bu durumdan faydalanmak isteyen Kangay hükümdarı Esen Han “Közkamanlar” adını alan Hüseyin’ in çocuklarını şuursuz hale getirerek, Kırgızları içeriden yıkmak ister. Esen Han Manas’ı meydan savaşında yenemeyeceğini anlayınca Kırgızları, Kırgızlara kırdırma gibi bir hileye yelteniyor. Esen Han içindeki kini şöyle ifade ediyor:
"Manas'ın sesini kesmeyince
Kara bulutlar gitmez ülkemden
Halkım kurtulmaz üzüntüden
Öfkemi alev yaparak bundan
Asla vazgeçmeyeceğim
Kanpaçalı Manas'ı
Mahvedip geldiğimde
Altın tacı giyerek tahtıma oturacağım
Kalmak ile Moğol'un da hakanı olacağım."(Manas Destanı, 1961: 250)
Destanda, halkın başına gelen musibetlerin çoğunun yabancı milletlerden kaynaklandığı anlatılıyor. Düşman art niyet ve hainliğinde adı Kırgız, ama şahsı Kalmak olanları kullanıyor. Kardeşlik, akrabalık, haram-helâl hiç bir şey tanımayan Közkamanlar, yalnızca para ve serveti düşünerek has düşmanlarının elinde maşa haline geliyorlar. Onların hakkında destanda:
“Manas’ın canına kıymaya
Kanını içip kanmaya
Getirip kesik başını
Esen Han‘ın önüne
Hediye deyip koymaya
Ant içip, zehir yalayıp
Dört domuzu kesmişler"
deniyor. Manas’ın Közkaman adındaki yakınları kötü düşüncelerini gizleyip, serzeniş dolu mektup yazıyor ye oradaki hallerinden yakınıyorlar:
"Çok ezildik, yıprandık
Hayvanlar da kalmadı
Saçıp-kesip bitirdik.
Kuş uçmayan çöllerden
İt basmayan yerlerden
Kaçıp. saçıp geliyoruz
Hamamız var imanlı
Kardeş deyip geliyoruz
Kaburgamız eğildi
Baldırımız eridi
Ey bahadır, seni ne zaman göreceğiz."
Bu boyalı sözlerle Kırgızları çok özlemiş gibi görünüyorlar. Halkının hizmetçisi, kahramanı ve lideri Manas, uzaklardan geri dönen kardeşlerini saygıyla karşılayıp, “halkımın sayısı arttı” diyeseviniyor. Közkamanlara her türlü ihsan ye iyilikte bulunuyor:
"Adsız olan Kalmağ'ı
Eşsiz atlara bindirdi
Şanssız olan Moğol'a
Kurşun geçmez zırh giydirdi
Kadını yok Kalmağ'a
Kırmızı gömlek, ince belli
Güzel kızları sevdirdi
Malsız olan Kaksal'a
Küheylanlar ve sığırlar
Her türden hayvan verdi."
Fakat tek düşünceleri Manas’ı öldürmek ye tahtına oturmak olan hain, dünyaperest Közkamanlar, bu kadar büyük iltifatları beğenmiyorlar. Közkamanlar aslen Kırgız olsalar da kendi öz örf-detlerini küçük görüyorlar. Kendi aralarında “Kırgızlar niye Kalmakça konuşmuyor? Manas’ın Hanımı Kanıkey bizi niçin Kalmak geleneklerine göre ağırlamıyor?, Kırgızlar neden ayı, porsuk eti yemiyor?" diye fısıldaşıyorlar. Közkamanların kötü düşünceli ve yabancı kılıklı olduğunu bilen ve onlardan korunmak gerektiğini söyleyenlere ise Manas, inanmak istemiyor. Közkamanlar, nihayet bir gün Manas’ımisafirliğe çağırıp, zehirli kımız içiriyorlar. Çok acı çeken Manas, zehrin etkisinden güçükle kurtulabiliyor. Daha sonra, hain Közkamanlar butun ülkeyi karışıklığa ve kargaşaya boğuyor. Fakat, bu işi başaramayacaklarını anlayan Közkamanlar bu sefer birbirine düşüyor. Nihayetinde ise kendi kendilerini öIdürüyorlar. Kısaca izah ettiğimiz Közkamanlar hikayesinin bizim için önemi, alacağımız ders çok büyüktür. Öz halkının has düşmanı olmuş, nihayetinde kardeşlerinin bedduasına uğramış, Közkamanlar, tarihin her devrinde arz-ı endam etmişlerdir. Aslına bakıldığında, Közkamanlık ruhu her zaman dirilmeye hazırdır. Çünkü, o uygun bir ortam yakaladığı anda yeniden canlanıp, etrafa dehşet saçacak, kronikleşmiş, korkunç bir hastalıktır. Onu kendisine has özelliklerinden dolayı da tanımak çok kolaydır. Közkamanlar, en başta, ana dilini bilmeyen, bu yüzden de onu yabancı sayan, halkından kopuk ayrı bir terbiye ile yetişen insanlar arasından çıkarlar. Onlarda kendi milletinin karakteri bulunmaz. Kendisine emek verip, yetiştiren halkına düşman gözüyle bakmaya alışmışlardır. Hatta yaratılış bakımından sağlam kafa ve vücuda sahipiseler de böyleleri öz halkının sağduyu sahibi çocukları değillerdir. Ana dilini bilmediklerinden de milletinin yüreğindeki acıyı, ufkundaki ümit ve hayalleri asla hissedemezler. Halkına ait atasözleri, şiir, tarihi derslerden hiç etkilenmezler. Destanda Közkamanlar memleketinden uzak yerlerde yetişmişler, onların günümüzdeki halefleri ise öz vatanında bile halkına yabancılaşmıştır. Kendi milletinin tarihini bilmemek ve bilmek istememek Közkamanlığın işaretidir. Onlar dünyadaki güzelliklerin hepsini başka memleketlerde arar, kendi memleketlerinde ise övünülecek ve örnek alınacak hiçbir şeyin olmadığını düşünürler. Halkının namusu ve bağımsızlığı için canını feda edenleri gerici ve safderun, diğer taraftan ise; devlet ye milletinin menfaatlerini ayaklar altına alan, güçsüzleri ezen ve güçlülere de baş eğen bencilleri de ,geleceğini düşünen, ferasetli kişilerden zannederler. Ve onlar için özgürlük denilen ulu ve kutsal sözün hiçbir anlamı yoktur. Hayat felsefeleri sadece karın tokluğu ile ilgilidir. Mangurtluk ve Közkamanlık birbirinden farklı iki hadisedir. Düşmana esir düşüp, çok eziyet ve güçlük gören kafasından yararlanarak, hangi milletten olduğunu ve kimden olduğunu bilmeyen, sadece yeme, içme gibi behimi işleri yerine getiren Mangurtların nasıl yetiştirildiği gerçekten çok acıklı ve hazindir. Onlar uzak ile yakını; faydaile zararı ayırt edemeyen, öz anasını bile düşman sananlardır. Bu yüzden halk bu tip insanlara hafızasında hiçbir şey saklamayan Miğula(akılsız) adını vermiştir. Fakat, Közkamanların akıl ve sağlıkları yerindedir. Onların çoğu Üniversite okumuş, yüksek seviyeli kişilerdir. Bazıları da, başka milletlerin tarihini ve felsefesini ezbere bilenlerdir ki, ağızlardan adalet, insan hakları, uygarlık, dostluk, birlik-beraberlik ve barış gibi sözler hiç eksik olmaz. Zahirden çok güçlü hatip, derin bilgilere sahip ve dünya tarihini avuçlarının içi gibi bilen kişiler gibi görünürler. Fakat, bunların iyileşmez, uzun müddet tedavi gerektiren, tehlikeli hastalıkları; kendi öz milletinin tarihini, medeniyetini tanımak ve bilmek istememeleri, sözde milliyetperver görünerek, ülkenin bütünlüğünü bozmak isteyenlerle anlaşıp, millet menfaatini satmalarıdır. Bir de en kötüsü halkın kutsal saydığı bağımsızlık ve özgürlüğün yıkılmasını isteyenlerle oturup kalkmaları, onlara güç vermeleri ve milli namusu ayaklar a1tına almalarıdır. Mangurtlar aklını kaybetmiş miskinler; Közkamanlar ise ülkemize ve halkımıza bilinçli olarak karşı çıkan iç düşmanlarımızdır. Destandaki Közkamanlar ile onların şimdiki temsilcileri arasında bir ortak husus, bu tiplerin dışı hoş, içi kof ve kendilerinin fıtrat ye çıkarlarına uygun başka bir ülkenin bendeleri olmalarıdır. Destandaki Közkamanlar;
"Parlayan kılıçlarla
Fırlayan oklarıyla
Sarhoş olan Manas’ın
Yaklaştılar yanına
Tutsak edelim diye
Ellerini bağlayıp.
Kurban edelim diye
Esen Hanın önüne
Müjde, getirdik diye
Altın tacı giymeye... "
canlarını feda ediyorlardı. Dikkat çeken bir yer de; Közkamanlar kötülük yapacakları adamın şuurunu kaybetmesi için ona yalandan dost görünerek, içki içiriyorlar. Asırlar geçip, zaman değişse de bir milleti yıkmak veyahut kargaşa ve anarşi çıkartmak isteyen dış güçlerde, halkı insani vasıflarından ayıran ve yoldan çıkaran içkinin getirdiği kötü sonuçlar da, günümüzde eskisi gibi görünmektedir. Ayrıca, günümüz Közkamanları kendilerini milletinin bekası ve menfaati için çalışıyor ve bu yolda fedakarane yürüyormuş gibi gösteriyorlar, ama gerçekten başlarına ufak bir zorluk gelse hemen başka yere kaçarlar. Sözleri ve fiilleri birbirinden o kadar uzaktırki, toplum o büyüleyici sözlerin hangisinin doğru, hangisinin yalan olduğunu bile ayırt edemez. Manas destanının Közkamanlar bölümü, yaşadığımız zaman diliminde görülen bazı çirkin hadiselerin perde arkasının daha iyi anlaşılmasına çok yardımcı olmuştur. Bugünkü Közkamanlar da kendi halkından çıkan feraset ye basiret sahibi insanların kıymetini bilmiyor, kendilerine fayda getiren şeyler için atalarımızın miraslarını da hiçe sayıyorlar. Onların dini imanı paradır. Bunun için dilini de dinini de satar, kendisini bin bir zahmetle büyüten anne ve babasına da vefasızlık eder ve kötü insanların iğrenç emellerine alet olurlar. Bu devirde Közkamanların sayısı az veya çok, bunun sayımını yapmak gerekmez. Bilinmesi gereken, böyle bir dermansız illetin toplumun sırtına kene gibi yapıştığı gerçeğidir. Kazak halkının bağımsızlığını çekemeyenler içte de, dışta da az değildir. Başkalarını kendisine kul yapmaya alışan emperyalist düşüncenin yakın zamanda kaybolmayacağı da aşikardır. Fakat bilinen düşmana göre, kendi içimizden çıkan, adı kardeş iki yüzlülerin zararının daha büyük olduğunu halkımız halen anlamış sayılmaz. Halkımız saadetimizi bozmaya çalışanları ve kendilerini medeniyet fedaileri zanneden bu sefil ruhlu insanların günümüz Közkamanları olduğunu anlasaydı, onlardan korunmanın yollarını arar ve bulurdu.
_________________________________________
Not: Bu makale, Kazakistan’lı düşünür Rahmankul Berdibay’ın “Baykal’dan Balkan’a” adlı eserinden(sf:62-69)aktarılmıştır.Kitabı sizlere de tavsiye ediyorum. (Arslan Küçükyıldız)
Eserin Kimliği; Berdibay, Rahmankul. Baykal’dan Balkan’a, Ankara, Bilig Yayınları, 1997, 330 sf.

Not: Bu yazı 1997 yılında yayınlanmıştı. Bugün de aynı şekilde Közkamanların var olduğunu görüyoruz. O tarihten beri Közkamanlık hakkında yazılar yazıldı. Aşağıdaki adreslerden bu yazılara ulaşabilirsiniz:

Közkamanlar hk. kitap tanıtma yazılarım:
http://groups.yahoo.com/group/turkbuyukleri/message/585
http://arslanevi.blogspot.com/2009/06/seyh-ucmaz-murit-ucurur-cengiz-aytmatov.html
http://anayasa.wordpress.com/tore-yikicilar/

Özcan Yeniçerinin yazısı:
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=2081
Hasan Pulur'un yazısı:
http://www.milliyet.com.tr/-kozkamanlar-/hasan-pulur/yasam/yazardetay/15.02.2010/1199076/default.htm
İlk yazının kopyala yapıştırları:
http://www.ulkuocagi.net/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&p=58002
Diğer yazılar:
http://ebrar.wordpress.com/2006/12/23/mankutlasma-ve-benzeri-bir-yabancilasma-ve-ihanet-oykusu/
http://www.milliyetciforum.com/kozkamanizm-30066.html
http://sivasbizim.blogcu.com/ulkucunun-ruh-halinin-tarihi-derinligine-dair-mutevazi-bir-katk/1854167
http://www.bozkurtmhp.com/forum/showthread.php?p=15211
http://gurkanalkan.blogspot.com/2010_10_01_archive.html
http://www.ortadogugazetesi.net/makale.php?id=6320
http://www.ordukentgazetesi.com/news_detail.php?id=14278&uniq_id=1282026253 http://www.ctrlpda.com/showthread.php?tid=1167
http://www.ikaynak.com/forum/36-teknolojik-konular/20618-turkler-facebooku-neden-cok-seviyor.html?langid=1
Manas Destanında durum:
Yüzbinlerce mısradan oluşan Manas Destanı, temel olarak şu konulardan oluşmaktadır:
a) Manas'ın dünyaya gelişi, b) Kırgızların Ala Too'ya göç edişi, c) Almambet'in gelişi, d) Manas'ın evlenişi, e) Közkamanlar olayı, f) Kökötöy'ün yas töreni, g) Altı hanın kangası, h) Büyük harp. http://www.izafet.com/osmanli-tarihi/36006-manas-destani-3.html
http://www.akbilge.com/forum/f70/manas-destani-2356/index4.html
http://www.yenidenergenekon.com/109-manasin-dugunu-ve-zehirlenmesi/

10 Ocak 2011 Pazartesi

SATRANCIN ATASI MANGALA

SATRANÇ’IN ATASI OLAN TÜRK ZEKÂ OYUNU; MANGALA

Arslan KÜÇÜKYILDIZ[1]

Özet:

Mankala, Türk dünyasında Dokuz Kumalak, Dokuz Korgol gibi farklı adlarla bilinen ve zevkle oynanan bir Türk zekâ oyununun, dünyadaki genel adıdır. Türkiye'de Mangala adıyla gündeme getirilen oyun, farklı bölgelerde yüze yakın isimle, kısmî değişikliklerle oynanmaktadır. Oyun üzerinde durmamızın sebebi, oyunun Türk Zekâ Oyunları içinde özgün bir yeri olmasıdır. Oyunla ilgili yeterince derleme ve inceleme yapılmamıştır. Türkiye'de oyunun oynandığı yerlere ve oynamasını bilen kişilere ulaşma çabamız, bizi çok zeki insanlara ve özgün Türk kültürünün başka zenginliklerine götürmüştür. Eldeki veriler ve oyunu çocukluğunda oynamış yüzden fazla kişiyle yaptığımız görüşmelerde tespit ettiğimiz bilgilere göre oyunun gelişmesindeki ana hatlar ortaya çıkmıştır. Mangala’nın diğer zekâ oyunlarımızla ilişkilerine dair bilgiler bulunmuştur. Oyunun ülkemizdeki en ilkel hali ile günümüzde piyasaya sürülmüş hali arasındaki geçişler dikkat çekici ve yeni araştırmalara kapı aralayıcı özelliktedir.


SATRANÇ’IN ATASI OLAN TÜRK ZEKÂ OYUNU; MANGALA

Yöntem

Mangala, esas itibariyle çobanların yere karşılıklı belli sayıda kazdıkları kuyulara, belli sayıdaki taşları sırayla bırakarak oynadıkları bir oyundur. Kuyu ve taş sayısı, ülke ve yörelere göre değişebilmektedir. Oyunun Türk dünyasında ve Türkiye’de, yörelere göre değişebilen yüzden fazla adını, ondan fazla farklı taş ve kuyu sayıları ile ve değişen kurallarla oynandığını tespit ettik.[2] Bu çalışmamızda, dünyanın çok iyi bildiği, Türkiye’de ise unutulmakta olan bir Türk Zekâ Oyunu, çeşitli yönleriyle ele alınacaktır.

Oyun Satranca benzeyen, her yaş ve seviyeden insanın zevkle oynadığı bir zekâ oyunudur. Dünyanın birçok ülkesinde, yüze yakın adla, değişik şekillerde, Türkiye ve Türk Dünyasında ise yüzden fazla farklı adla, onlarca değişik çeşidi oynanmaktadır. Birbirine küçük farklarla benzeyen bu oyunların oluşturduğu oyun ailesine genel ad olarak Dünyada Mankala, Türkiye’de ise Mangala denilmektedir. Mangala, özel olarak dünyada Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde, ülkemizdeyse Gaziantep, Urfa, Hatay, Mardin, Diyarbakır gibi illerimizde oynanan oyunun adıdır. Bu illerimizde Mangala adıyla diğerlerinden biraz fazla kurallaşmış haliyle oynanması (7 kuyu x 7 taş) ve genç girişimcilerin, Osmanlı döneminde İstanbul’da oynanan bu aileden bir oyunu (6 kuyu x 4 taş), 2009 yılında ciddi bir kamuoyu çalışması yaparak, Mangala adıyla piyasaya sürmeleri, bu adın yerleşmesine sebep olmuştur. Böylece resmî bir müdahale olmaksızın oyunun tekleştirilmesi de gündeme gelmiştir. (Sovyetler Birliği döneminde, Türklerin oynadığı bu oyunun, değişik kuyu adedi, taş sayısı ve kuralları tektipleştirilmiş-formalaştırılmış-, farklı oynanış şekilleri de unutulmaya bırakılmıştır. Buna rağmen, Türkistan’da halen oyunun farklı oynanış biçimleri de yaşamaktadır.) Dolayısıyla biz de makalemizde Türkiye’de ve Türk Dünyasında bu oyunların oluşturduğu geniş aileye Mangala diyeceğiz. Osmanlı döneminde oynanan Minkale adlı oyundan yola çıkılıp, kuralları belirlenmiş, tahtası şekillendirilmiş olarak Mangala adıyla satışa sunulan oyunu Mangala(Osmanlı) adıyla zikredeceğiz. Türkiye’de halen yaygın olarak kullanılan diğer adları (Eme, Emen, Foduk, Han, Hane, Kale, Melle, Mene, Mere, Yalak vb.) tür adı olarak kullanmaktan kaçınmamızın sebebi, mevcut tanıtımı desteklemektir. Ancak, oyunun farklı biçimlerinin var olmaya devam etmesini de büyük bir zenginlik olarak görüyoruz. Üstelik bu farklılıklar, Bir Türk oyunu olan Mangala’nın, Satrançla akrabalık ilişkilerine dair ipuçları verdiği için, çok önemlidir.
[1] TRT-Yapımcı/Yönetmen
[2] Oyuna ilgimizin hikâyesi için ayrıca bkz: http://mangala.blogcu.com/
.......................................................

(YAZININ DEVAMI İÇİN AŞAĞIDAKİ BAĞLANTIYI TIKLAYINIZ)

https://www.academia.edu/4457887/Satran%C3%A7%C4%B1n_Atas%C4%B1_Olan_T%C3%BCrk_Zek%C3%A2_Oyunu_Mangala