4 Ağustos 2025 Pazartesi

Töre: Türk’ün Yazısız Anayasası

Arslan Küçükyıldız

Töre, Türklerin tarih boyunca benimsediği, kuşaktan kuşağa aktarılan ve yazıya dökülmemiş olsa da toplumun temel yapısını belirleyen kurallar bütünüdür. Yalnızca bir örf veya gelenek değil, aynı zamanda ahlaki ve hukuki yaptırım gücüne sahip, kutsal bir toplumsal sözleşmedir. Kadim Türk topluluklarında devletin ayakta kalması, halkın düzen içinde yaşaması, bireyler arası ilişkilerin sağlıklı biçimde yürümesi hep töreye bağlı görülmüştür. Töre, bu anlamıyla bir halkın vicdanında yazılmış gizli bir anayasa gibidir. Ne yazılı hukuk gibi değişkendir ne de yalnızca geleneksel alışkanlıkların tekrarından ibarettir. O, adaletin, hakkın ve halkın birliğini temsil eden ve zamanla kutsiyet kazanmış bir yaşam ilkeleri sistemidir.

Töre’nin kimi kuralları elbette tarih içinde kayda geçirilmiştir. Ali Bademcinin hazırladığı “Cengiz ve yasası: Timur ve tüzükâtı” adlı eser Cengiz Han ve Timur’un töre ile ilgili kimi uygulamalarını anlatmaktadır. Ancak bir bütün olarak kuralların yer aldığı bir kaynak yoktur. Karaçay Malkarlarda töre uygulamaları üzerine yapılmış bir çalışma varsa da bu bütün Türklerin ortak hafızasında bekleyen törenin küçük bir bölümüdür. Dağınık kaynaklardan törenin maddelerinin toplanıp birleştirilmesi gerekiyor.

Bu noktada töre ile adet, gelenek, görgü gibi kavramlar sıkça karıştırılır. Oysa aralarındaki farklar belirgindir. Töre, toplumun zorunlu olarak uyması gereken kurallarıdır; aksi davranış ciddi cezaları doğurur ve toplumsal düzeni bozar. Adetler, uzun süre uygulanarak yerleşmiş alışkanlıklardır ancak bağlayıcılıkları töre kadar kuvvetli değildir. Gelenek, geçmişten aktarılan kültürel uygulamaları ifade ederken, görgü daha çok bireyin toplumsal nezaket ve terbiyesine dair ölçüleri kapsar. Görenek ise, çevreden öğrenilerek benimsenen davranış kalıplarıdır. Töre, bu kavramların tümünü kapsayan, ancak onlardan daha yüksek ve zorunlu bir toplumsal yapı sunan hukuki bir sistemdir.

Töre, yalnızca bireyleri değil, devleti de bağlar. Göktürk Yazıtları’nda geçen ifadeler, Türk hakanlarının halkı töre ile yönettiğini, töresiz kalan bir milletin yıkılmaya mahkûm olduğunu vurgular. Bu anlamda töre, sadece bireysel ahlâkın değil, aynı zamanda siyasal meşruiyetin de kaynağıdır. Töre; halkın örfî teamülleri, kurultay kararları ve kağanların ilave ettiği düzenleyici hükümlerin birleşiminden oluşur. Hükümdarlar bu kuralları keyfi biçimde değiştiremez, halkın ortak aklından ve geçmişten gelen esaslardan sapamaz. Töre, halkla hakan arasında bir sözleşme gibidir; hem yukarıdan aşağıya hem de aşağıdan yukarıya işler.

Töre sisteminde yer alan kurallar; aileye, büyüğe, ekmeğe, suya, şehitliğe, dosta, soya ve emeğe verilen değeri belirler. Bir Türk’ün, yedi göbek atasını bilmesi beklenir; büyüğe karşı gelinmez; yalana ve aldatmaya törede yer yoktur. Aile kutsaldır; kadına ve çocuğa saygı esastır. Su ve ekmek gibi temel nimetlere saygı gösterilir. Misafirin ağırlanması bir hak değil, ev sahibi için mecburiyettir. Hatta bazı bölgelerde “Bir atlı yoldan geçse, ev sahibi onu içeri davet etmezse ev sahibinin başı vurulur; daveti kabul etmeyen atlı için de aynı yaptırım uygulanır” anlayışı görülmüştür. Bu tür ifadeler, törenin günlük hayatın her alanına dokunan yönünü ve zaman içinde nasıl kutsal bir toplumsal vicdana dönüştüğünü gösterir.

Töre ile yazılı anayasa arasındaki farklar da dikkat çekicidir. Modern hukuk sistemleri zamanla değişebilir, anayasa dahi değiştirilebilir. Oysa töre, halkın kalbine yazılmıştır ve yazılı kurallardan daha kalıcıdır. Töre, halkın ortak tecrübesiyle oluştuğu için evrensel değil, millîdir; toplumun kendine özgü karakterine dayanır. Kanunlar uygulanmadığında devleti yıpratır; töre ise unutulduğunda toplumun ruhunu zedeler. Birlik ve beraberlik kaybolur, çöküş başlar. Bu nedenle töre, yalnızca geçmişe ait bir uygulama değil, geleceğe yönelik bir toplumsal pusuladır.

Günümüzde töre kavramı çoğu zaman yozlaştırılmış, bazen örf veya törenlerle karıştırılmış, hatta “töre cinayeti” gibi ifadelerle yanlış şekilde anılmıştır. Oysa bu gibi uygulamaların gerçek Türk Töresi ile ilgisi yoktur. Töre adalet ve eşitlik üzerine kuruludur; zorbalıkla, keyfiyetle ya da ilkel şiddet biçimleriyle bağdaştırılamaz. Töreyi bu şekilde tahrif etmek, atalardan gelen ahlâk sistemini yozlaştırmak anlamına gelir. Gerçek Türk Töresi; adaleti, hakkaniyeti, onuru ve birlikte yaşamı esas alır. Bu yüzden töre, yalnızca kanunu değil, vicdanı da düzenler.

Türk milletinin çok önemli bir özelliği vardır. Hiçbir geleneğini, âdetini, töresini bütünüyle unutmaz. Yenisini alsa bile eskisini nereye giderse gitsin mutlaka yanında taşır. Törelerin bir bölümü unutulmuş, yerlerine yenileri gelmiş bile olsa bir kenarda köşede, bir dağ başında, şehrin göbeğinde törenin özgün halini korur; saklar. Oğuz’da unutulsa Kıpçak’ta, Kıpçak’ta unutulsa Saha’da çıkar. “Göl yerinden su eksik olmaz!”

Bugün bize düşen en büyük sorumluluk, unutulan töreyi yeniden bulmak, tespit etmek; ruhunu anlamak ve unutturulmamasını sağlamaktır. Çünkü töre unutuldukça, yerini kaynağı yabancı yasalar ve topluma yabancı değerler alır. Oysa töre bir halkın özüdür, kültürel hafızasıdır. Töreyi hatırlamak, maddelerini ortaya koymak, uygulanmasını sağlamak sadece geçmişe özlem değil; geleceğe sağlam bir toplumsal zemin sunmaktır. Bu yüzden Türk devletlerinin aydınlarına, yöneticilerine ve bilim adamlarına görev düşmektedir. Töre geri gelirse toplum ve hakan kutlu bir toplum haline gelir. 

Temel soru: Türk Töresi’nin hangi maddelerini biliyorsunuz; hangilerini uyguluyorsunuz? İçinde yaşanmayan binalar kendiliğinden çürür!

 

Dipnotlar

“Töre Nedir?”, anayasa.wordpress.com, https://anayasa.wordpress.com/tore-nedir/

Ali Bademci (2020)  Cengiz ve Yasası; Timur ve Tüzükatı, Kamer Yayınları: İstanbul

https://kamatur.org/index.php/makaleler/kultur/115-karacay-malkarlilarda-tore-muessesesi

“Türk Töresi Nedir; Ne Değildir?”, anayasa.wordpress.com, 5 Ocak 2009, https://anayasa.wordpress.com/2009/01/05/turk-toresi-nedirne-degildir/

“Törelerimiz”, anayasa.wordpress.com, https://anayasa.wordpress.com/toreler/

“Törelerimiz, Geleneklerimiz, Göreneklerimiz”, anayasa.wordpress.com, 12 Ocak 2009, https://anayasa.wordpress.com/2009/01/12/torelerimiz-geleneklerimiz-goreneklerimiz/

“Misafir Töresi”, anayasa.wordpress.com, 8 Aralık 2014, https://anayasa.wordpress.com/2014/12/08/misafir-toresi/

“Türk Töresi Değil”, anayasa.wordpress.com, https://anayasa.wordpress.com/turk-toresi-degil/

22 Temmuz 2025 Salı

TÜRKELİ'NİN GELECEĞİ

3. Roma?

Son günlerde çeşitli çevrelerde “3. Roma” kavramı açıkça dillendirilmeye ve 3. Roma İmparatorluğu'ndan söz edilmeye başlandı. Belki de yıllardır örtülü biçimde kulaklarımıza fısıldanan bu söylem bugünlerde hızla yüksek perdeden ifade ediliyor. Özellikle bazı siyasi ve "entelektüel" çevreler, Türkiye’nin yeni bir imparatorluk projesiyle tarih sahnesine dönebileceği yönündeki imaları sıklaştırdı.
Tarihi Çerçeve
Roma İmparatorluğu, Batı ve Doğu olarak ikiye ayrıldıktan sonra Batı Roma 476’da yıkıldı, Doğu Roma (Bizans) ise 1453’te Osmanlı tarafından sona erdirildi. Bu tarihler, Roma mirasının farklı devletler tarafından sahiplenilmesi tartışmalarını da doğurmuştur. İlk Roma Roma İmparatorluğu'dur. “İkinci Roma” kabul edilen İstanbul (eski adıyla Konstantinopolis) merkezli Bizans’tan sonra, Moskova’nın “Üçüncü Roma” olduğu iddiası Rus Ortodoks geleneğinde güçlü biçimde yer bulmuştur. Bu söyleme göre Roma'nın Hristiyanlığı taşıyan mirası Bizans’tan sonra Moskova’ya geçmiştir.
3. Roma kavramı tarih boyunca Moskova için kullanılmıştır: Rus Ortodoks Kilisesi ve Çarlık Rusyası, Bizans’ın varisi olduklarını savunarak “Moskova, üçüncü Roma’dır” tezini geliştirmiştir. Üçüncü Roma, ilk iki mirası sahiplenme iddiasındaki bir gücü simgeler. (https://youtu.be/4XsK0IX1jBY?si=0anc6hB2rkaq5p8Y
Türkiye özelinde ise son yıllarda bazı çevrelerin Osmanlı’yı “Roma’nın varisi” gibi sunmaya başlaması dikkat çekicidir. Bu çevreler İstanbul’un yeniden bir imparatorluk merkezi olabileceği iddiasını dillendirmekte, Osmanlı’nın “Kayser-i Rum” unvanına gönderme yaparak Türkiye’nin tarihsel bir görev üstlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Kimi İslamcı-muhafazakâr çevrelerce ileri sürülen Türkiye'nin söz konusu üçüncü Roma rolünü üstlenebileceğine dair dolaylı ve dolambaçlı söylemler dikkat çekmektedir. İstanbul’un tarihsel ağırlığı, Osmanlı mirası ve siyasi İslamcı ideolojinin evrensel bir güç olma arzusu, bu kavramın zihinlerde yeniden canlanmasına yol açmaktadır.
Osmanlıcılık ile 3. Roma Söylemi Birleşebilir mi?
Osmanlıcılık ve 3. Roma söylemi tarihsel olarak farklı kökenlerden beslenir. Osmanlıcılık, Türklük, hilafet veya doğu uygarlığına dayanan bir mirasa dayanırken, Roma söylemi Hristiyan dünya imparatorluğu tahayyülünün devamıdır. Buna rağmen, günümüzde bazı ideolojik çevreler bu iki kavramı birleştirmeye çalışmakta; böylece İstanbul’un hem hilafetin merkezi, hem de Roma’nın mirasçısı olarak konumlandırıldığı sembolik bir çerçeve oluşturulmaktadır.
Bu melez söylem, tarihsel doğrulardan çok bir jeopolitik meşruiyet arayışıdır. Türkiye'nin “medeniyetler üstü” yeni bir merkez olabileceği iddiası, İslamcılığı da aşarak farklı güç referanslarını içermeye başlamıştır. Bu durumda tarihsel miras, politik bir anlatı malzemesine dönüşmekte, halkın inanç ve değer dünyası ile çelişen bir yapı ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’yi yönetenlerin etnik ve dini kimliklerinin bu çalışmada ne derece etkili olduğu da tartışılmalıdır. Çünkü hem Müslüman olacaksınız hem de Hristiyan Roma’yı dirilteceksiniz; Romayı İstanbul merkezli yeni bir imparatorluk kuracaksınız. Bu büyük bir çelişki.
Halkın İlgi ve Bilinç Düzeyi
3. Roma İmparatorluğu kavramının içeriği, kaynağı ve nasıl bir tarihî temele oturtulduğu konusunda kamuoyunda büyük bir karanlık ve belirsizlik hâkim. Hatta denebilir ki, Türk ve Müslüman halkın büyük çoğunluğu, Osmanlıcılık maskesi altında yapılan Romacılıktan; böyle bir hazırlığın yapıldığından, böyle bir kavramın varlığından dahi habersizdir.
Tekrar edelim: Bu söylemler, kimi İslamcı ve Batıcı siyasal çevrelerde konuşulsa da halkın büyük bir kısmı ne bu iddiaların içeriğinden ne de varlığından haberdardır. Kaldı ki Roma İmparatorluğu'nun kuruluş hazırlıklarından haberi olsun.
Kamuoyu bir yandan “Osmanlıcılık” fikrine alıştırılırken, bunun mimarlarının şimdi de aynı kamuoyunu “Roma mirası”nı sahiplenmeye çağırması derin bir çelişki değil mi? Türk milletinin bu çelişkiyi görmesi için önce 3. Roma İmparatorluğu'nun kuruluş hazırlıklarını fark etmesi gerekir.
Toplumun büyük kesimi bu ideolojik sentezden ve tarihsel referanslardan habersizdir. Türk ve Müslüman halk, Osmanlı’nın manevi mirasını sahiplenirken, ona yüklenen yeni “Roma” rolünden haberdar değildir. Hatta böyle bir kavramın dahi varlığından çoğu zaman bihaberdir. Türk milletine "Türk kaşığı ile ecnebi herzesi mi yediriliyor?" belirsizdir. Kavramın içeriği hem karışık hem de örtülüdür; bu nedenle kamuoyunda açıkça tartışmaya açılması beklenmemelidir. Onun için Türk milleti dolambaçlı söylemleri kendi kendine çözmek durumundadır.
Kaynaklar ve Söylemler
Bu söylemi açık ya da örtük biçimde dile getiren bazı aktörler şunlardır:
- Ahmet Davutoğlu, çeşitli konuşmalarında Türkiye’nin bir “medeniyet havzasının merkezi” olduğunu, İstanbul’un tarihsel bir misyonu bulunduğunu belirtmiştir. Özellikle “Stratejik Derinlik” kitabında Osmanlı’nın ve dolaylı olarak Roma’nın mirasına vurgu yapılmaktadır.
- TRT’de yayınlanan bazı dizilerde, Osmanlı’nın Roma’ya karşı değil, Roma’nın devamı olduğu fikri işlenmektedir. Bu anlatılar özellikle genç izleyici kitlesi üzerinde etkilidir.
- İbrahim Kalın, Ayasofya’nın yeniden cami yapılması sürecinde “medeniyet mirasının” yeniden diriltilmesine atıf yapmıştır. Bu da Batı-Doğu-Roma-Bizans bağlantılarının Türkiye tarafından yeniden yorumlandığını gösteren bir işarettir.
- Yasin Aktay, bazı yazılarında Türkiye’nin bölgesel güç olmasının tarihsel bir temele oturduğunu savunmakta, Osmanlı’nın Roma sonrası dönemle ilişkilendirilmesine yeşil ışık yakmaktadır.
- Son günlerde sosyal medyada “3. Roma” söylemi, özellikle İstanbul’un Roma-Bizans mirası üzerinden Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bu mirası devraldığı iddialarını içeren paylaşımlarla yeniden gündeme gelmiştir. Bu tür sosyal medya paylaşımları, tarihsel anlatıyı modern ve "İslamcı" çevrelerin yorumlarıyla harmanlayarak geniş kitlelere ulaştırılmakta ve Türkiye'de “3. Roma” kavramının inşasına katkı sağlamaktadır.
(Ayrıca Bkz:
Sonuç: Tarih, Hedef mi, Araç mı?
“3. Roma” gibi kavramlar, tarihî hakikati temsil etmekten çok, bugünkü güç mücadelelerinin dilini yansıtır. Osmanlı ile Roma'nın aynı siyasi vizyonda buluşabileceği fikri, ne İslamî düşünceyle ne de tarihsel gerçeklikle bağdaşır. Bu tür ideolojik sentezler, halkın tarihî hafızasını bulanıklaştırmakta ve kültürel kimliği araçsallaştırmaktadır.
Gerçek tarihî bilinç, bu tür politik mühendisliklerin ötesine geçerek, geçmişle yüzleşmeyi ve hakikatin peşinde olmayı gerektirir. “3. Roma” söylemi, bu bilinçten çok bir yönlendirme ve yeni bir iktidar tahayyülünün ifadesidir.
Türkiye’de bazı çevrelerin dile getirdiği “3. Roma” fikri, tarihsel süreklilikten çok sembolik ve ideolojik bir inşa çabası olarak görülmelidir. Hem Osmanlı mirasına sahip çıkmak hem de Hristiyan Roma’yı yeniden canlandırmak gibi bir niyet, ciddi çelişkiler barındırmaktadır. Buna karşılık millî ve dinî kaynaklardan beslenmeyen "Roma Kulübü" kaynaklı bu söylemler hızla yayılmak istenmektedir. Bu söylemin taşıdığı tarihsel, siyasal ve kültürel anlamlar dikkatle analiz edilmelidir. Çünkü bu tür büyük anlatılar, çoğu zaman halkın değil, elitlerin kurguladığı bir geleceğin parçasıdır.
Gelecek yazı: Roma Klübü ve 3. Roma

https://haberiniz.com.tr/kose-yazari/arslan-kucukyildiz/yazi/turkelinin-gelecegi/?

1 Temmuz 2025 Salı

Tez

 T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalı Doktora Tezi Uluslararası Televizyon Yayıncılığının Tarihsel Gelişim Süreci: Fransa TV5 MONDE ile Türkiye TRT-INT ve TRT TÜRK Karşılaştırmalı İncelemesi Cenk DEMİRKIRAN 2502030105 Tez Danışmanı Prof. Dr. Suat GEZGİN İstanbul 2008

Kaynak: https://nek.istanbul.edu.tr/ekos/TEZ/43708.pdf 

Osmaniye'de Göçme Yalak/ Göçürme Oyunu

 Bizim ellerdeki, çocukluğumuzdaki Dokuzdaş oyunu unutulmaya yüz tutmuştu.

Derleme ve çalışmalarından dolayı Arslan Küçükyıldız Bey'e Teşekkürler.
OSMANİYE'DE GÖÇME YALAK / GÖÇMEN YALAK / YALAK / GÖV GÖÇTÜ ADLARIYLA BİLİNEN KÖÇÜRME (MANGALA) OYUNU YENİDEN CANLANDIRILIYOR
Göçme Yalak oyunu binlerce yıllık bir Türk Zekâ oyunu. Bin yıl önce Köçürme (Göçürme) adıyla oynanmış. Kaşgarlı Mahmut, Divanı Lügat'it Türk'ünde bu oyunu anlatıyor. Türkiye ve Türk Dünyasında oyunun 227 adla, 150'den fazla değişik oyun kurallarıyla oynandığı tespit edilmiş. Arslan Küçükyıldız sadece bu oyunla ilgili bir kitap yazdı ve bu oyunu, tarihini, kurallarını anlattı. Oyunun satranca yakın bir zorluk derecesi var ve satranca atalık eden oyunlardan biri olduğu belirtiliyor. Oyunu dünyaya Türkler tanıtmış ve dünyada Mangala adıyla meşhur olmuş. Türkiye'de de Mangala adıyla geleneksel olarak oynanan veya yeni türetilmiş oyunlar var. Oyun ülkemizde uzun zamandır unutulmaya terk edilmiş bir oyundu. Şimdi yerel Köçürme oyunları bir bir canlandırılmaya, dernekleri kurulmaya, yarışmaları yapılmaya başlandı.
Oyunun Osmaniye'de yeniden canlandırılması çalışmalarına başlangıç, Osmaniye Çocuk Oyunları Toyu sırasında oldu. Nesilden nesile aktarılması için önce hatırlanması ve hatırlatılması gerekiyordu. Bunun için de çok isabetle Dede Korkut İlköğretim Okulu seçilmişti. Meşale, Dede Korkut'ta yakıldı. Göçme yalak Osmaniye'ye Dede Korkut'tan yayılacak. Öğrenciler Köçürme yazarı Arslan Küçükyıldız'dan Göçme Yalak oyununun nasıl oynandığını öğrendiler. Çok kolay ve zevkli olduğunu söylediler. Arslan Küçükyıldız'a söz verdiler: "Biz bu oyunu önce arkadaşlarımıza ve okulumuza, daha sonra da Osmaniye'ye yeniden hatırlatacağız." dediler. Öğretmenleri okullarında bir Göçme Yalak Derneği kuracaklarını söylediler. Konuyla ilgili olarak Sayın Valimiz ve Belediye Başkanımıza Arslan Küçükyıldız tarafından, "İlköğretime başlayan her öğrenciye bir Göçme Yalak oyun tahtası hediye edilmesi" teklifi yapıldı. Kabul ettiler ve "yapalım" dediler.
Göçme Yalak oyununu gençlere tanıtmak için önce oyunun derlemesi yapıldı. Reşat Gürel, Necdet Arı, Ali Doğaner, İlyas Yüce, Kutalmış Gürel, Ünal Karaçalıoğlu, İsmet İpek, Muhittin Nalbant oyunu hatırladılar ve derlenmesine yardımcı oldular. Derlemede ortaya çok ilginç bir durum ortaya çıktı. Sadece Osmaniye'de oyunun birkaç çeşidi bulundu. 3 kuyulu, 9'ar taşlı oyunlar olduğu gibi 3'er kuyu 10'ar taşlı oyunlar da var.
Oyunun Osmaniye'de bin yıldır oynandığı tespit edildi: Bunun iki çok önemli arkeolojik belgesi bulundu. Birinci arkeolojik buluş Osmaniyeli Fatih Tülüce tarafından yapıldı ve en az bin yıllık, üç adet Göçme Yalak (Köçürme) Kayası bulundu. Fatih Tülüce Beyi bu buluşu için kutluyoruz. İkinci buluş yine Osmaniyeli, Adana Müzesi eski Müdürü ve Osmaniye Kızılay Derneği Şube Başkanı İsmet İpek'ten geldi. Dördüncü Göçme Yalak kayası da onun tarafından bulundu. İsmet Beyin bulduğu Göçme Yalak Kayası Osmaniye'nin Göçme Yalak oyunu açısından ne kadar zengin olduğunu gösterdi. Her iki buluş da Osmaniye'nin bu oyunda dünya çapında söz hakkı olduğunun göstergesi oldu.
Oyunun gençlere tanıtılması görevini Köçürme kitabının yazarı Arslan Küçükyıldız yaptı. Osmaniye Çocuk Oyunları Toyu'nun birinci gününde Atabey Koleji Mangala Kulübü üyesi öğrencilerine Göçme Yalak oyununu nasıl oynanacağını gösterdi. Atabey Koleji öğrencileri Göçme Yalak oyununu öğrendiler. Öğretmenleri Yavuz Selim Güneş, Göçme Yalak'ın öğrencilere öğretilmesi konusunda üzerlerine düşen görevi yapacaklarını söyledi. Öğrenci ve öğretmenler, kaynak kişiler, Osmaniye Satranç Derneği gibi Osmaniye Göçme Yalak Derneği'nin kuruluşu, okullarda yaygınlaştırılması ve öğrencilere öğretilerek yarışmalar yapılır hale gelmesi için çalışacaklarını söylediler.
Göçme Yalak oyununun yaygınlaşabilmesi için sadece kırda yere yalaklar açılarak değil, evlerde ve okullarda da oynanabilen bir oyun tahtasına ihtiyaç vardı. Fıçıcı Mustafa amcaya (Mustafa Özet; Aliveli Mah. Kadir Çavuşlar (Hamamlar) Sokağı 0.532.3706494) Arslan Küçükyıldız tarafından örnek bir oyun tahtası yaptırıldı. Bundan böyle Fıçıcı Amca Göçme Yalak Oyun tahtası isteyenlere oyun tahtası yapacağı sözünü verdi. Fıçıcı Amca tarafından yapılan ilk Göçme Yalak oyun tahtası da Şehir Müzesine, müzedeki kahvehaneye konulmak üzere hediye edildi.
Sıra, diğer illerimizdeki yerel Köçürme oyunlarının hayata geçirilmesinde. Başta Göçme Yalak oyununun yeniden canlanmasına vesile olan Osmaniye Çocuk Oyunları Toyunu başlatan Reşat Gürel Ağabey olmak üzere, bütün yetkililere ve emeği geçen herkese teşekkürler. (Muhittin Nalbant Bey'e de bu güzel fotoğraf için ayrıca teşekkür ediyoruz)



Kaynak: https://www.facebook.com/ariklar46/posts/bizim-ellerdeki-%C3%A7ocuklu%C4%9Fumuzdaki-dokuzda%C5%9F-oyunu-unutulmaya-y%C3%BCz-tutmu%C5%9Ftuderleme-v/998977246823375/

Sungurlu'da Bir Gece

 

TÜRK YURDU Eylül 1997 Sayı 121 SUNGURLU'DA BİR GECE-Arslan Küçükyıldız


Ayrıca Bkz: https://1000kitap.com/sungurlu-da-bir-gece--6516791



TÜRK DÜNYASI ve SANAT ÜZERİNE[1]

Çeşitli ilimlerin ortaya koydukları bilgi ve belgelere göre Türkler dünyanın en eski ve medeni milletlerinden biridir. Bugün medeniyetimizden bahsedilirken göz ardı edilen Türk sanatı konusuna genel bir bakışta bulunmak istiyoruz. Kanaatimizce hangi millet sahip olduğu eser ve abideleri araştırıp, bulup, üzerinde araştırmalar yapıp başta kendi kamuoyu olmak üzere dünya kamuoyuna gerektiği şekilde takdim edebilirse o millet ilim, fikir ve sanat hayatım geliştirmeye başlamış demektir. Türk Dünyasında bu çalışmaların yeterli olduğu söylenemez.

Türk milletinin yalnız sanat tarihi değil, neredeyse medeniyetinin her yönü araştırılmaya, korunmaya, geliştirilmeye muhtaç durumdadır (Türk Dünyası Gençlik Günleri Kültür ve Sanat Komisyonu Raporu, 1996:42-44)[2]. Sahip olduğumuz dünya görüşü, hakimiyet anlayışı, bizi yerinde duramaz, hareketli, durmadan yeni ülkeler fetheden ve yeni kültürlerle tanışan, zaman zaman kendi kültürünü o kültürler üzerinde hâkim kılmaya çalışan bir millet haline getirmiştir. Atalarımız dünyanın hemen bütün coğrafyalarında görülen varlıkları dolayısıyla bizlere çok zengin, ama aynı oranda içinden çıkılması güç bir kültürel miras bırakmışlardır. Bu coğrafyalarda büyük savaşlar tabii felaketler meydana gelmiş, totaliter rejimlerin milletimizin çeşitli toplulukları üzerinde yüzyıllarca sistemli olarak sürdürülen asimilasyon ve kökünden koparma çalışmaları olmuştur. Dil, alfabe ve gramerimiz üzerinde son asırlarda yürütülen politika ve baskılar sonucu kültürün ilk basamağı olan anadilimizi iyi konuşma ve yazma hassasiyetimizi kaybettiğimiz söylenebilir (MUALLÎMOĞLU, 1995:6-11)[3].Yine alfabe değişiklikleri Atilla İlhan'ın "dikey ve yatay kültürden koparılma" olarak özetlediği tecrübe, fikir ve düşüncelerin düzenli aktarılmamasını, yani hafıza kayıplarını doğurmuştur. Hem geçmişimizle, hem de komşu ve akrabalarımızla, Türkelleri ile münasebetlerimizi zayıflatan bu kayıplar öyle etkili olmuştur ki hafızamızı güçlendirme konusunda yeterli iradeyi göstermede bile isteksizlik duymaktayız. Hafıza kayıplarına; içinde altıyüz bin kitap bulunan Bağdat Kütüphanesinin Cengiz Han döneminde yok olması, Bursa'daki Osmanlı Arşivinin yakılması, son asır başlarında azınlıkların nüfus bilgilerini yok etmek amacıyla çıkarılan yangınlarda yok olan arşivlerimiz, Osmanlı Arşivinin bir bölümünün hurda niyetine Bulgaristan'a satılması, Kırım, Hive, Hokant Han Sarayları,  camileri, medreseleri, türbelerindeki binlerce sanat eserlerinin yağmalanması gibi faciaların örnek verilmesi mümkündür. Batıya kaçırılan İznik Çimleri, cami, türbe, medrese, mihrap, kapı ve süslemeleri, yüzlerce antika, paha biçilmez kitap, halı ve kilimlerden müzeler, kütüphaneler kurulmuştur. Bu sanat eserleri koruma altında olsalar dahi araştırıp inceleyebileceğimiz yakınlıkta değildir. Binlerce mezar, kurnaz Avrupalı ve Rus araştırmacılar veya hırsızlar tarafından kendi ülkelerine, Ermitaj'a taşımışlardır. Halen incelemeye açılmamış binlerce sanat eserimiz ise hem kendi müzelerimizde, hem de yabancı müzelerde veya şahsi koleksiyonlarda ilgi bekliyor.[4]

Son asırlarda Ortodoks fanatizmi denilebilecek bir başka tehlikeyi de sıkça yaşamış bulunuyoruz. Bu Türk-İslam eserlerinin iz bırakmamacasına yok edilmesidir. Sadece Kırım'da mevcut 1700 camiden bugüne beş tanesi kalabilmiş, bunlar da büyük ölçüde zarar görmüştür. Bulgaristan'da, Bosna'da, Azerbaycan'da işgal edilen bölgelerdeki eserler, mezar taşlarına varıncaya kadar tahrip edilmiştir.[5] Eski Sovyetler Birliği topraklarındaki on binlerce dini eserin, yerlerinin tespitinde bile güçlük çekilmekte, kalan eserlerin restore edilebilmeleri için, imkân, bilgi ve eleman bulunamamaktadır. Tamamen yok edilen bu eserlerle ilgili incelemeler için seyyahların gravürleri ve resimler dışında elimizde hiçbir materyal kalmamıştır. Türk Dünyası Sanatı ile ilgili bilgilere ulaşılması için gerekli olan derli toplu bir Türk Tarihi, Türk Felsefesi, Türk Dini Hayatı gibi eserler henüz yayınlanmamış, Türk Tarih ve Etnografya haritaları çizilememiştir. Biyografi otobiyografi türleri de maalesef gelişmediğinden araştırmacıların malzemeleri sınırlıdır. Bu alanda yetiştirdiğimiz uzmanların yeterli olmadığını, çoğunun çalışmalarında yönünü batıya dönmesi sonucu büyük bir boşluk oluştuğunu belirtmek gerekir. Özetle, sebebi ne olursa olsun, sanatımız yeterince araştırılamamış, sanat eserlerimiz tespit edilerek koruma altına alınamamış, sanat tarihimiz yazılamamıştır. Eğitimin yetersizliği, içte ve dışta sanatımızla ilgili kamuoyu yaratılamaması sonucu, başta halk el sanatları olmak üzere birçok sanat dalı yok olmuş, bir kısmı da yok olmak üzeredir.

Milletlerin kendilerine has yüksek sanat eserleri oluşturabilmeleri, o sanat eserlerini meydana getirecek sanatçıların kendi dönemlerine kadar olan sanat ve kültür hayatlarım çok iyi kavrayıp, özümseyip, kabiliyetleri oranında yeni sentezlere ulaşmalarıyla mümkündür. İşte bu sebeple Türk Sanatının en azından tarihi kökleri, felsefi temelleri, geçirdiği evreler, oluşturduğu eserler, kullandığı malzeme biçim, renk, üslup ve muhtevanın tespit edilmesi şarttır. Bunun da mevcut eser ve abidelerin dünyanın neresinde olursa olsun belgelenerek yayınlanmış olması gerekir. Henüz şartları araştırılmamış, üzerinde hiç durulmamış yönlerinin ortaya konulması için araştırma gezilerinin tertiplenerek, yeni keşiflerin yapılmasına imkân verilmelidir. Tabidir ki bu ilmi çalışmaları yürütecek ehliyette bilim adamları yetiştirilmelidir.

Geçen asırda Türk Sanatı ile ilgili çalışmalar, bizim varlık-yokluk mücadelesi verdiğimiz 19 ve 20. asır başlarında Avrupa'da hâkim olan bütün sanat eserlerinin kaynağını Antik Yunan'a bağlama zihniyetiyle yürütüldüğünden Akdeniz sanat tarzına uymayan eserler barbarların ilkel mahsulleri olarak görülmüştür. [6] Sonraki bütün çalışmalar genellikle bu hususu pekiştirmek yahut böylesine mantıksız kanaatleri çürütmek şeklinde gelişmiştir. Batılı sanat tarihçilerinde kendine has bir üslubu, biçimi, şekli, rengi, muhtevası olan Türk Sanatı'nın hakkının teslim edilmesinden çok Arap, İran, Hind ve Çin sanatlarının etkisinde kalmış bir sanat olarak gösterme gayretlerine günümüzde de rastlanmaktadır. (STRZYGOWSKİ, GLÜCK) [7]

1990 sonrasında dünyada gelişen olaylar, Türk Dünyası, Türkelleri veya Türkistan'ın bu yeni duruma karşı alacağı tavırlar açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Kendilerine ayrı ayrı milletler, ırklar, diller, alfabeler, sanatlar ve edebiyatlar izafe edilen Türk toplulukları, Türkî değil Türk halkları olduklarını görmeye başlamışlardır. Elbette bu gelişmeler sanat alanında da olmuştur. Her Türk topluluğu sahip olduğu sanat zenginliğini tanıtma çabasına girmiştir. Tanıtılan bu eserlerdeki ortak yönler ortak tarih, dil ve millet şuurunun gelişmesine, pekişmesine vesile olmaktadır. Ancak geniş çaplı ilmi çalışmalarla, yayınlarla desteklenmeyen bu çalışmalar bölgesel olmaktan öteye gidememektedir.

Günümüzde Türk dünyası aydınlarının ve sanat tarihçilerinin önünde duran mesele kendi sanatlarının kökünü, yayılma, etkileme ve etkileşme alanlarının tespiti ve ortaya konulmasıdır. Bu alanda Türk topluluklarındaki mevcut yayınlar, daha çok komünist rejimin "Siz barbarsınız, sizin sanatınız göçebe sanatıdır, ancak biz geldikten sonra sizin sanatınız gelişebildi." Şartlandırmasını pekiştirmek amacıyla Sovyet döneminde yapılmış çalışmalardır. Günümüzde ise çok sınırlı ekonomik imkânlar yayınlar yapılabilmekte, müzeler yeniden tanzim edilmekte, gözden uzak tutulan eser yeniden kamuoyuna mal edilmeye çalışılmaktadır. Milli kaynak arayışındaki kardeşlerim birazda bu sebeple aşırı titizlenerek Timur gibi cihangirler, Uluğ Bek, Ali Şir Nevâî, Ahmed Yesevi, Abay, Cambıl Cabaev, Mahdum Gulu gibi abide şahsiyetler üzerinde çalışmalar yapmaktadırlar. Yine dünyanın en büyük destanı olan Manas Destanı’mız bu dönemde yeniden ele alınmış, destandaki milli şuur gündeme getirilmiştir. Hatta Manas Destanı’ndaki diğer Türk topluluklarıyla, Selçuklu ve Osmanlı Devletiyle münasebetleri gün ışığına çıkmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti de yıllarca batı sanat eserlerine ve adamlarına gösterdiği ilgiyi, bu sefer kardeş Türk topluluklarının devlet, ilim, fikir ve sanat adamlarına çevirerek, bu gayretlere gerek ilmi çalışmalar, gerek yayınlar ve gerekse maddi açıdan desteklerle yardımcı olmaya çalışmaktadır. İşte asıl meseleye burada geliyoruz; Günümüzden birkaç asır, belki de bin yıl önce yaşamış şahsiyetlerin elimizdeki eserlerini basmak, yaymak ve üzerinde araştırma yapmak çok önemlidir. Bu şekilde o kişilerin elimizde olmayan eserlerine ulaşma arzusuyla yeni çalışmalar başlatmak mümkün olabilecektir. Hatta Türk Dünyasında gözden kaçmış eserlerin bulunması ve tanıtılmaları gelecek Türk Asrının inşası için çok gereklidir. Ancak çalışmalar bununla sınırlı kalmamalıdır. Şahsiyetler kadar onların oluşturduğu diğer abidelerin ve sanat eserlerinin incelenmesi de önemlidir. Bilebildiğimiz. Tespit edebildiğimiz dönemlerden geriye doğru giderek sanatımızın köklerini bulmamız, sahip olduğumuz eserleri barbarların yapmadığını, tarihin hiçbir döneminde barbarca bir tutum içinde olmadığımızı, gelecekte de böyle bir tutum içinde olmayacağımızı ispatlamamız gerekiyor. Aksi takdirde dünya kamuoyu bir yandan Türklerin sanatından olabildiğince istifade ederek onu sömürmeye, bir yandan da barbar olduğumuzu zihinlere aktarmaya devam edecektir.

Bugün Sibirya'da bulunan sanat eserlerinin Asur Babil'den, dolayısıyla Eski Yunanistan'dan çıktığını, bunun Pontus İskitleri tarafından Kuzey Asya'ya aktarıldığını düşünen batılı sanat tarihçilerine, Avusturyalı Josef Strzygowski'nin  "çadır sanatının en eski sanatlardan daha eski olduğu, hatta doğu devletleri sanatlanyla, daha sonraki Girit ve Yunan sanatlarının çıkışları üzerinde tesiri olduğu, bilhassa çadır sanatının hayatın zaruretlerinden doğan, pratik bir fayda sağlayan bir sanat olduğu, bir hükümdarın keyfine bağlı ısmarlama sanattan, kudret ve orijinallik bakımından çok daha güçlü bir sanat olduğu" şeklindeki cevabını ilmi çalışmaların ışığı altında verebilmek lazımdır. (STRZYGOWSKİ, GLÜCK, X)  Mevcut bilgilere çok değişik bakış açılarıyla yaklaşabilen araştırmalara ihtiyaç vardır. Mesela Azerbaycan'da yapılan bir çalışmada, halılarda kullanılan her renk bir nota olarak kabul edilmiş ve her halının müzik ifadesi bir türkü olarak tespit edilmiş, türküler de aynı yöntemle renk ifadesine dönüştürülerek son derece güzel halılar elde edilebileceği anlaşılmıştır. Özellikle dayanıklı malzemelerin çok sonraları kullanılmaya başlandığı Türk sanatı araştırmalarında bu çalışmalar çok önemlidir.

Türklerin göçebe hayatlarının yanında şehirler kurduklarım da biliyoruz. En az göçebe hayattan kalan deri, maden ve halı sanatı eserleri kadar, yerleşik hayatlarındaki mimarilerinin süsleme sanatı buluntularının da incelenmesi gerekmektedir. Yine bu çerçevede Doğu Türkistan'daki meşrep geleneğinin, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Irak, Azerbaycan ve Anadolu'ya Sıra Gezmesi, Kürsübaşı, Barana, Gezek, Keşik, Arabaşı, Herfene, Arifane ve Yaren sohbetleri şeklinde nasıl ulaştığının ele alınması lüzumludur. Türk aile; toplum ve devlet hayatı üzerinde kalıcı tesirler icra eden bu tür kurumların yabancı tesirleri uzaklaştırmadaki rolünü de açıklamış olacaktır. Bir yandan mevcut sanat eserleri ile kişi ve kurumlar titizlikle ele alınırken bir yandan da Rus ve batılı araştırmacıların bu konularla ilgili eserlerinin süratle dilimize kazandırılması önem taşımaktadır. Bu açıdan bakıldığında yüzdört yıl gecikmeli olsa da Orhun kitabelerinin metninin basılmasının ne kadar isabetli olduğu görülecektir. Yeri gelmişken henüz araştırılmamış başka kitabelerin Moğalistan'da 30-40 kadar, Tuva, Altay, Hakas, Buryat bölgelerinde ise sayısız şekilde araştırılmayı beklediği söylenmelidir. Hiç yoktan Orhun kitabelerinin tabiatın tahribinden korunması için üstlerinin örtülmesi lazımdır. Türk sanatı kıvrak zekâlara sahip, birkaç yabancı dil bilen, ilgili bilimlerden gıdalanabilen çok geniş coğrafya ve tarih içindeki maceramızı özümsemiş, konuyla ilgili tetkikleri incelemiş, çalışmalarında son derece dikkatli araştırmacılara, onları koruyan ve teşvik eden idarecilere, sanatlarında her türlü engele rağmen sebatkâr ve çalışkan olan sanatkârlara ihtiyaç duymaktadır.

Türkellerinin birbirleriyle olan sanat ilişkileri üzerinde de düşünmek gerekiyor. Sanatın her alanında yetişmiş, son derece kabiliyetli bilim adamlarımız ve onların basılı yahut hazırlayıp bastıramadıkları eserleri mevcuttur. Aynı şekilde binlerce sanatkârımız kendisini tanıtmaya çalışmaktadır. Dünya çapında ressam, mimar, heykeltraş, müzisyenimiz parasızlıktan, işsizlikten boş oturmaktadır. Onlara iş sipariş eden eski devlet yoktur. Yardım alabilecekleri sanat kuruluşları da yetersizdir. Bilim adamları çalışabilecekleri ülke ve üniversiteler, sanatçılar da sergiler yapabilecekleri, konserler verebilecekleri, ideallerini gerçekleştirebilecekleri devletler araştırmakla meşgullerdir. Bir kısım İsrail, A.B.D. ve Avrupa ülkelerine dolgun ücretlerle göç etmektedir. Türkiye'ye gelebilenler ise örgütlü bir yardım ve destek görememektedir. Müzelerimiz talan edilmeye sanat eserlerimiz ve kitaplarımız kaçırılmaya devam ediyor. Türkiye'de bilim ve sanat âleminin sınırlı da olsa yönlerini doğuya çevirmesini, kendi kültür değerlerimize sahip çıkmaya çalışmasını olumlu gelişmeler olarak değerlendirmekle beraber yetersiz bulmaktayız. Sivil toplum örgütleri, ilim adamları, sanatçılar gözlerini Türk ellerine çevirerek gerçekleştirmek istedikleri çalışmaları Avrupa, Amerika yerine Türkistan coğrafyasında yapmalıdır. Sadece Kazakistan'da 90.000 yerde incelenmemiş kümbetler[8], Ermitaj müzesinde henüz açılmamış kapılar vardır. Kırım gibi sanat eserlerinin toptan yok edildiği bölgelerde, yok edilen sanat eserlerini sadece hafızalarında yaşatabilen insanların yavaş yavaş göçtüğünü düşünmeliyiz.

Türkellerinin sanatçıları ziyaretlerinde karşılıklı olarak çok büyük yankılar uyandırmaktadır. Türkiye'den bir grup sanatçının Taşkent'te yedi bin kişilik konser salonunda ayakta alkışlandıkları hatırlanmalıdır. Kırgızistan'da tarihi Balasagun şehrinde ayakta kalabilmiş tek minarenin yanında kurulu küçük müzenin suretçisi (ressamı) Gülnara Muhammet Cankızı'nın sözleri her zaman kulaklarımdadır; "Ben çok güzel tarihi resimler yapabilirim. Ancak, Karahanlılar hakkında Kırgızistan Ansiklopedisinde uydurma bilgilerle dolu yalnızca bir tek paragraf var. Ne olur bana Karahanlılarla ilgili varsa resimli kitap gönderin. Benim tuvalim, fırçam, boyam ve kâğıdım yok. Bu malzemeler olursa tarihimizi okumak, düşünmek ve canlandırmak istiyorum. "[9]  Türk dünyası sanatçılarının bugün içinde bulunduğu durum bana göre budur. Sanat eğitim kurumlarımızın yetersizliği, yıllarca batı medeniyetiyle haşır neşir olmaktan kaynaklanan zayıflıklar, meselenin başka boyutlarıdır.

Son olarak Türk dünyasının sanatının köklerinin tespiti, araştırılması, geliştirilmesi, sanatçılarının teşviki ile ilgili olarak yapılan özel bir çalışmayı duyurmak isterim: Ankara'da Birleşik Türk Kültür ve Sanat Vakfı adı altında bir kuruluşun çalışmaları mevcuttur. Bu vakfın amaçları arasında yine Ankara'da Türk kültür ve sanatının buluşma noktası olarak değerlendirilebilecek Ankara Festivali yapılması, Türk Dünyası Müzesi ve Sanat Bankası’nın kurulması, arkeolojik araştırmalar yapılması, yardıma muhtaç sanatçıların teşvik ve ödüllendirilmesi, gelecek projelere destek olunması gibi konular vardır. Bu ve benzeri kuruluşlar günümüzde önemli işlevler kazanmışlardır. Gelecek güzel günlerden hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Dilde, fikirde, işte birlik kendiliğinden gelişecektir. Önemli olan, bugünlerde, izan sahibi aydınlarımızın ve özellikle geçlerimizin, karşılarında sıra dağlar gibi duran engin Türk kültürü ve sanatına hizmet etmeye canla başla çalışmalarıdır.



[1] Küçükyıldız, Arslan. Türk Dünyası Ve Sanat Üzerine, Bilig-6/Yaz’97, Sf. 169-173 https://bilig.yesevi.edu.tr/shw_artcl-3531.html

[2] VI. Türk Dünyası Gençlik Günleri, 16-22 Ağus-tos1996 (Ufa-Başkurdistan) Türk Yurdu Yayınları, Ankara.

[3] Muallimoğlu, Nejat, "Kültür, Kültürlü İnsan Üzerine" Bilge Dergisi, Yaz 1995, s.5

[4] L. Ligeti, Bilinmeyen İç Asya adlı eserinde Türkistan'dan Batı'ya kaçırılan sandıklar dolusu eserin adeta listesini vermektedir. 

[5] Doç. Dr. Ünlen Demiralp'in hatırlattığı gibi, Atina’da dört yüz yıldan fazla hüküm süren Osmanlı Devleti hiç bir esere dokunmadığı halde, bugün uygar denilen Yunanistan, Atina ve diğer bölgelerde Türk eserlerini tahrip etmeye devam etmektedir.

[6] Avrupa Medeniyetinin temeli olarak kabul edilen Antik Yunan Sanatı'nın Mezopotamya, Mısır ve Anadolu üzerinden geçerek Yunanistan'a gittiği söylenmektedir. Ayrıca Prof. Dr. Samir Kazımoğlu'nun Devran adlı romanında özetlediği ilmi çalışmalara göre Roma Medeniyeti, kaynağını Roma şehrini kuran Etrüsk’lerden, yani Türklerden almıştır. (Hoca özel sohbetimizin birinde Türk ilim âleminin gözünden Etrüsk'lerin kaçırıldığını ifade etmiştir ki, dikkate değer bir konudur.) Ayrıca bakınız Adile ayda Etrüskler Türk mü idi adlı eseri TKAE Yayım (Eser Fransızcaya da çevrilmiştir.) Bu eserde Etrüsklerin Türk oldukları ilmi delillerle ispat edilmiştir.

[7] STRZYGOWSKİ, Josef HEİNRİCH, Glück Eski Türk Sanatı ve Avrupa'ya Etkisi, Çev. A. Cemal Köprülü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

[8] Kazakistan Kültür Bakanının ifadesine göre

[9] 1993 yılında Nevruz münasebetiyle bulunduğumuz Kırgızistan'da tarihi Balasagun şehrinde çekimler

yaparken tanıştığımız bu sanatçı Bişkek Sanat Enstitüsünden mezun olmuştur.

Kaynak: https://bilig.yesevi.edu.tr/shw_artcl-3531.html



Sadi Somuncuoğlu Anısına

Rahmetli İbrahim Metin Abi onun için “Ülkücüleri yetiştiren dört temel isimden biri” demiş ve onları şöyle sıralamıştı: “Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Galip Erdem, Sadi Somuncuoğlu.”

Bu yüzden her ülkücünün mutlaka O’na dair anlatacakları olmuştur ve ülkücüler bunları anlatmakla, yazmakla mükelleftir.

Sadi Abi’nin vefatı vesilesiyle yine sosyal basında binlerce baş sağlığı mesajı yazıp okuyacağız. Bunun yerine O’na dair bilgileri, anıları; fikir ve düşüncelerini paylaşsak daha güzel olmaz mı, diye düşünüyorum. Çünkü ülkücülerin Sadi Somuncuoğlu hakkında anlatacağı çok şey olmalı.

Bize hakkını helal etsin. Durağı cennet olsun. Nur içinde yatsın.

Kitap: https://www.idealkultur.com/urun/sadi-somuncuoglu-anisina?srsltid=AfmBOooWurd8adBvXjkz_qHMn8Ht86DB5ZqsI_5vzYMzA6blgG4Md-Kt


Sadi Abi'yi yitirdik!

Türk milliyetçileri, ülkücüler, ağabeylerini, hocalarını; bilgelerinden, hafızalarından birini daha kaybetti. Sadi Somuncuoğlu sonsuzluğa karıştı. Çok üzgünüm. Emir büyük yerden. Ölüm, tadılacak.

Sadi Somuncuoğlu, hizmetleri Türk milletine anlatılması gereken önemli bir devlet adamı. O da yaşarken hak ettiği saygıyı görmeyen Türk büyüklerinden biri olarak göçtü. Özellikle Türk milletinin emniyet sigortası olan ülkücüler üzerindeki emeği çok büyüktür. Ona ülkücü geçinenlerin yaptıklarını ise söylemek gereksiz. Onlar artık ilahi adalete hesap verecekler.

Rahmetli İbrahim Metin Abi onun için "Ülkücüleri yetiştiren dört temel isimden biri" demiş ve onları şöyle sıralamıştı: "Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Galip Erdem, Sadi Somuncuoğlu."

Bu yüzden her ülkücünün mutlaka O''na dair anlatacakları olmuştur ve ülkücüler bunları anlatmakla, yazmakla mükelleftir.

Sadi Abi, emanetini teslim edene kadar, ağır hastalığına bakmadan Türk Milletini ve Ülkücüleri aydınlatmaya ve muhtemel tehlikelere karşı uyarmaya çalıştı. Şahidim.  Görüşmelerimizde bizleri çok okumaya ve araştırma yapmaya teşvik eder, araştırmamızda öğrendiklerimizi anlattırırdı. Yazdığı kitaplarını, makalelerini, YouTube''daki konuşmalarını gönderip okumamızı isterdi. Ateş çemberinde yürüdükleri günlerde bile, her hususta, bugünkü Türk milliyetçilerinden çok önde mücadele içinde olduklarını görürdüm. Hatırladığım birkaç hususu aktarmak isterim:

1978''de Tandoğan''da beş yüz bin ülkücünün katılımıyla yapılan ve dostu sevindiren, düşmanı çatlatan MHP Mitinginin, MHP''nin iktidara yürüyen, engellenmesi gereken büyük bir tehlike olarak görülmesine neden olduğunu, anlatmıştı. Sovyetlerin ABD ile anlaşarak 12 Eylül Darbesi ile MHP''nin iktidara gelmesini önlediklerini, söylemişti. Darbenin, Sovyetlerin denetimindeki Marksist örgütlerin yaptıkları eylemlerle hazırlandığını, ABD''nin "Bizim çocuklar" dediği Evren ve ekibiyle gerçekleştirildiğini belirtiyordu.

Sadi Somuncuoğlu, 12 Eylül 1980''de Türk Milliyetçilerine vurulan darbe ile 27 Mayıs 1960 ve 1944''de Türk Milliyetçilerine vurulan darbeyi bir bütün olarak görüyordu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk''ten sonra, Türkiye''de, basiretsiz Türk devleti yöneticileri tarafından, Türk milliyetçiliğinin tedbir alınması ve mücadele edilmesi gereken bir suç olarak kabul edildiğini ve devletin kara kitabına "tehlike" olarak girdiğini, örnekleriyle anlatıyordu. Türk milliyetçilerinin, 1944 ve 1980''de açılan davalarda, aynı şekilde Türkçü, Turancı, ırkçı, kafatasçı, komando, faşist vesaire olarak suçlandıklarına dikkatimizi çekmişti. Sadi Abi "Devletin kara kitabında ülkücülere bu peşin hükümlü ve olumsuz bakış yazılı olmasaydı, beşinci kol basın dâhil kimse ülkücülere kolay kolay Faşist yaftası yapıştıramazdı; asla Faşist, Amerikancı vs. olmadığımız, her zaman "Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; Her şey Türkler için" dediğimiz halde ne bu devlete, ne bu millete davamızı bir türlü anlatamadık. Bu konuları anlatmak bize düşerdi. Onun için çok çalışmamız gerekiyor." demişti. (Bu sözlerini bir vasiyet olarak kabul ediyorum.

Sadi Abi, 12 Eylül 1980''de MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası dolayısıyla tutuklandıktan ve bir süre cezaevinde yatıp tahliye olduktan sonra bir yemekte Cumhurbaşkanlarından Celal Bayar''la karşılaşmışlar. Bayar, Sadi Abi''yi yanına çağırmış ve mealen: "Türk milletinin tehlikede olduğunu sadece ülkücüler olarak siz gördünüz. Canla başla mücadele ettiniz. Siz olmasaydınız Türkiye Sovyetlerin peyki olurdu; Devletimiz büyük bir beladan kurtuldu. Şimdi darbeciler sizi yargılıyor. Bu aklın alacağı bir şey değil. Yarın benzer bir tehlike gelirse, devletimiz onunla mücadele edecek gücü nereden bulacak?" demiş.

Sadi Abi''nin vefatı vesilesiyle yine sosyal basında binlerce baş sağlığı mesajı yazıp okuyacağız. Bunun yerine O''na dair bilgileri, anıları; fikir ve düşüncelerini paylaşsak daha güzel olmaz mı, diye düşünüyorum. Çünkü ülkücülerin Sadi Somuncuoğlu hakkında anlatacağı çok şey olmalı

Bize hakkını helal etsin. Durağı cennet olsun. Nur içinde yatsın.


Kaynak: https://www.gunboyugazetesi.com/sadi-abiyi-yitirdik-132738h.htm