Merhaba güzel gün, kavurucu güneş! Arkamızda kalan denizi
de selamlamayı unutmamalıyım. İnsan aşıkken çevresinde gördüğü her şey dile
gelirmiş. Bunu yeni anlıyorum. Çarkçıbaşı ile Yalta'nın dar sokaklarına
tırmanıyoruz. Çok zamanımız yok. İşimizi bir an önce bitirip gemiye dönmeliyiz.
Geminin limandan ayrılmasına saatler kaldı. Yeşil gözlümün elime tutuşturduğu
adrese bakıp tarif ettiği şekilde ilerlerken sokak isimlerini takip etmeye
çalışıyorum.
Aceleyle aldığımız takım elbisem bol geliyor. Yaz güneşi
tepemize vurdukça ceketimin terden sırılsıklam olduğunun farkına varıyorum. En
iyisi çıkarıp elimde taşımak.
Bu işkence bir an önce bitse de kurtulabilsem. Kravatmış, ceketmiş, böyle
şeyleri oldum olası sevmedim. Bir adım geriden gelen Çarkçıbaşı'na bakıyorum.
Bayramlıklarını çekmiş, kır saçlarını taramış ve sakal tıraşı olmuş bir şekilde
vazifesini yapmaya hazır. Beyaz gömleği ve pos bıyığıyla Hulusi Kentmen'e
benzetiyorum.
"Çarkçıbaşım, yokuş çıkarken pek ağır yola düştük
ama bu gidişle gemiye geç kalacağız."
"Tamam Taner Kaptan, tornayı yükseltelim. Pek ağır
yoldan tam yol ileriye çıkalım! Ama sen yine de güzel Tatarcanı veya hiç
olmazsa kırık Rusçanı kullanıp adresi birilerine danışsan mı acaba? Geç
kalırsak Beybaba bizi çiğ çiğ yer."
Köstence'den İstanbul'a göç ettiğimiz zamandan beri
evimizde konuşulduğu için Tatarcama güveniyorum. Yine de heyecandan dilim
tutulursa diye korkuyorum. Çarkçıbaşı haklı. Etrafıma bakınıp adres
sorabileceğim birini arıyorum. Öğlen sıcağında sokaklar bomboş. Mecburen evi
bulana kadar dün tarif ettiği şekilde sabırla yürümek zorundayız.
Çarkçıbaşı sanki bir tiyatro oyununa hazırlanırmış gibi
rol kesiyor. Güya beni eğlendirip rahatlatmaya çalışıyor. Sesini gürleştirip
sanki karşısında birileri varmış gibi konuşuyor. Ben de kulağı alışsın diye
Kırım Tatarcasıyla karşılık veriyorum. Zaten Türkiye'de yaşayan biri için
Yalıboyu şivesini anlamak hiç de zor değil.
Hayatımın en önemli günlerinden birinin nasıl geçeceğini
şimdiden kestirmek zor. İnşallah bu işten elimiz boş dönmeyiz. Her şey yolunda
giderse hayatım büsbütün değişecek. Peki ya gitmezse? Bir aksilik çıkarsa
kahrolurum. Kendimi en kötüsüne hazırlamak istesem de bir türlü yapamıyorum.
Onu gemiyle kaçırmak bile ihtimaller arasında. Elimden başka bir şey gelmezse
gemi kaçak bir yolcuyla kalkar, işte o kadar!
Bir yandan gözüm saatte. Kaybedecek çok fazla vaktimiz
yok. Adımlarımı daha da hızlandırıyorum. Bu mesele artık yalnızca benim değil,
geminin meselesi haline geldi. Beybaba da dahil herkes benden iyi haberleri
bekliyor. Onları mahçup etmemeliyim. Neyse ki dünyanın en tatlı gülüşünü
hayalimde canlandırdıkça heyecanım yatışıyor. Onu ilk gördüğümde yeşil
gözlerinden kalbine uzanan bir tünelden geçtiğim anı hatırlıyorum.
Bir Kırım Tatarı olarak hep ana vatanım olan Kırım
yarımadasını ziyaret etmek istemiştim ve Beybaba'dan geminin sonraki seferinin
Yalta'ya çıktığını öğrendiğimde dünyalar benim olmuştu. Limana vardığımızda ise
daha büyük bir sevinç yaşayacaktım: Bize geminin limanda on gün kadar kalacağı söylendi.
Yükümüzü üreten fabrikada grev olduğu için hazırda ellerinde yük kalmamıştı ve
üretildikçe gemiye yüklenecekti. Bu da benim için atalarımın yaşadığı
yerleri tanımak ve gezmek için bulunmaz
bir fırsattı.
O gün vardiyadan sonra gezinmek için dışarı çıkmıştım.
Önce Yalta'yı tanıtan rehber kitaplardan almak istiyordum. Limanın dışında
bulunan bir sokaktan geçerken karşıma küçük bir kitapçı çıktı. İçeri girdiğimde
o, sırtı kapıya dönük bir şekilde kitapları raflara yerleştiriyordu. Neredeyse
incecik beline kadar uzanan buğday sarısı örgülerini görünce Rusça selam verdim. Yüzünü bana doğru
dönerken örgüleri yanlara savruldu. Sonra karşıma çıkan yemyeşil gözler...
Dilimi damağımı kurutan, elimi ayağımı dolaştıran gözler. O raflarda duran bir
kitap olsaydım da ince ve uzun parmaklarıyla tozumu alsaydı diye geçirdim
içimden.
Ben kem küm ederek derdimi anlatmaya çalışırken gülmeye
başladı. Kim bilir yüzüm nasıl kızarmıştı. Bana nereli olduğumu sordu. Türk'üm
dediğimde önce şaşırdı, sonra kalabalıklar arasında bir tanıdığa
rastlamışçasına yüzünde güller açtı. Konuşmasını Tatarca sürdürdü. O an
aramızdaki perde kalkıverdi. Daha önce çalıştığım gemideki Ruslardan
kapabildiğim Rusça ile ondan ne kadar hoşlandığımı asla hakkıyla ifade
edemezdim.
Oysa asıl şaşkınlığı ben ona yaşatacaktım: Ben de
Tatarcaya dönüp kendimi bir turist gibi hissetmenin verdiği rahatlıkla daha
önce hiç bu kadar güzel bir Kırım Tatarı görmediğimi söyledim! Alt dudağını
ısırıp mahçup bir şekilde bakışlarını öne eğdi.
Günler sonra bu karşılaşmamızı hatırlayıp hatırlayıp
gülecektik. Kendimi toparlayıp Yalta'yı gezmek istediğimi ama bir rehbere
ihtiyacım olduğunu söyledim. Bana birkaç kitap çıkardı. Kitapları incelerken
duvarda asılı duran çerçeve dikkatimi çekti. Elinde oltayla küçük bir tekneden
balık tutan sakallı bir adamın siyah beyaz fotoğrafı duruyordu karşımda. Bu
fotoğrafın içeride biraz daha zaman geçirmek için iyi bir fırsat olacağını
düşündüm. Parmağımla çerçeveyi işaret ederek balık tutmayı çok sevdiğimi,
denizci olduğumu ve buraya gemiyle geldiğimi söyledim. Aslında büyük bir hata
ettiğimi yüzü asılınca anladım.
Geminin limanda uzun bir süre kalacağını anlatıp şehri
gezmek için hangi kitabı tavsiye ettiğini sordum. Bana yaklaşıp narin
parmağıyla en kalın olanını gösterdi. İçerisinde bolca resim ve haritalar
vardı. Ondan gelen hoş kokuyu duyabiliyordum. Gül bahçesinde gibiydim. Kitabın
sayfalarını açıp içindekileri tanıtırken göz ucuyla vitrinin camına yansıyan
görüntümüze bakıyordum. Böyle kusursuz bir güzelin yanında olmak ne gurur
vericiydi! Sonra kitapla pek ilgilenmediğimi görüp başını kaldırdı. Gözlerimiz
vitrinin camında kesişti. Doğrudan olmasa bile onunla böyle göz göze geldik.
Kırım Tatarı olup da Kırım'a ilk kez gelmeme şaşırdı. Ona
hikâyemizi anlattım: Yüz elli sene evvel atalarımın Köstence'ye göç ettiklerini
ve sonrasında Köstence'deki Tatarların bir kısmının Türkiye'ye göç ettiğini
söyledim. O da Türkiye'yi hiç görmediğini ama gitmeyi çok istediğini söyledi.
Ertesi gün geminin kırtasiye ihtiyaçlarını karşılamak
için Beybaba'dan izin istedim. Köprü üstünde haritalarla çalışırken böyle
şeylere ihtiyaç oluyordu. Bana biraz para verdi. Hemen soluğu yine kitapçıda
aldım. Bu sefer ismini öğrenmeliydim. Parayı uzatırken ismimi söyledim. Utangaç
bir gülümsemenin ardında "Ben de Reyan." dedi.
Zaman hızla geçerken işlerimin yoğun olmadığı günler
liman vardiyalarım biter bitmez soluğu yanında alıyordum. Bahanem zaten
hazırdı: Gezerken bir bilene sormak rehberi okuyup keşfetmekten daha kolaydı.
En sonunda beni bir gün gezdirebileceğini söyledi. Neredeyse sevinçten boynuna
sarılacaktım.
Bir pazar günü öğleden sonra buluştuk. Edebiyatı sevdiğim
için Çehov'un evini gezip İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'nın geleceğinin
tartışıldığı Livadya Sarayı'na gittik. Ardından teleferikle Ayuv Dağı'nı geride
bırakıp Aypetri Zirvesi'ne çıktık. Ufuktaki silüetlere bakınca aslında Sinop'un
ne kadar da yakın olduğunu anlayabiliyordum. Denizi seyrederken bana ailesinden
bahsetti. Kitapçıda gördüğüm fotoğraf babasınınmış. Adamcağız zamanında tüccarmış
ama denize tutkunmuş ve balık tutmayı çok severmiş. Bir eylül sabahı oltalarını
alıp sahilden açılmış ve akşam üzeri şiddetli bir fırtına çıkmış. Teknesi
alabora olmuş ve bir daha da onu gören olmamış. En acısı da babasının bir
mezarının bile olmamasıydı.
Babasının hikâyesini dinlerken göz yaşlarını silmek bana
düşmüştü. Yeşil gözleri sanki babası gibi denizde boğuluyordu. Ben de ona
nenemin Karadeniz'de boğulan amcasını anlattım. Dedeleri bir gecede Kırım'dan
vagonlara doldurulup Sibirya'ya sürülmüştü.
Reyan'a o kadar alışıyordum ki ona sarılıp biraz olsun
teselli etmek istiyordum ama bunu yapmaya cesaretim yoktu. Kendimi tutmasam ben
de ağlayacaktım. Onunla gülmek de ağlamak da birdi. Her türlü huzurdu.
Yanıbaşımda otururken eskiden ne kadar da yalnız olduğumun farkına varıyordum.
Meğer insan aşk karşısına çıkana kadar bunu fark etmiyormuş. Onu neşelendirmek
için limanı işaret ederek:
"Bak bakalım, bizim gemiyi seçebilecek misin
limanda." dedim.
Sanki parmağıyla koymuş gibi gemiyi işaret ederek ismini
bile söyledi: "Arslan Bey". Evet, bu bizim gemimizdi ve şirketin
sahibinin adını taşıyordu. Ona çalıştığım geminin adını söylediğimi hatırlamıyordum. Açıkçası şaşırmıştım.
"Gemiyi nereden biliyorsun, ben mi
söylemiştim?"
"Balıklar söyledi. Hatta geminin limandan
ayrılmasına bir haftadan az var, onu da biliyorum."
Geminin yakında kalkacağını, kendimden bile saklamaya
çalıştığım bu gerçeği kimden ve nasıl öğrenmişti? Gözleri nemlenmişti.
Çantasından mendil çıkarma bahanesiyle sırtını döndü ve gözlerini sildi.
"Artık eve gitmem lâzım!" dedi.
"Seni bırakayım." dedim. Kesin bir dille
reddetti. Annemden biliyordum: Tatar kızlarının dediği dedikti. Üzerine
gitmemeye karar verdim ve ayrıldık. Limana yürürken içimi bir heyecan kapladı.
Acaba o da bana âşık mıydı? Bu kız sırlarla doluydu. Beni kendine gittikçe daha
çok âşık ediyordu.
Ertesi gün yanına gittiğimde beni bir kez daha şaşırtmayı
başardı: Dükkanın içerisi mis gibi çilek kokuyordu. Kocaman bir kutu çileği
gemiye götürmem için hazırlamıştı. Gemideki arkadaşlarımı da hesaba katmıştı.
Çilek mevsiminde Yalta'da bulunmanın ayrıcalığını yaşıyordum. Evlerinin önünde
çilek bahçesi varmış. O gün hiç çekinmeden yanında saatlerce kaldım. Ellerinden
çilek yedim. Vardiya saatimin hiç gelmemesini istedim. Gelen müşterilerle artık
ben de ilgileniyordum. Sanki biz evlenmiş, bir aile kurmuştuk da o kitapçı
dükkânı bizimdi. Hayatımda en sevdiğim üç şey bir araya gelmişti: Reyan,
kitaplar ve çilek. Geminin yakında limandan ayrılacağını bildiğimizden geçen
her bir dakika bizim için çok kıymetliydi. Konuşacağımız çok şey vardı. Akşam
altıya doğru ayrılık vakti geldi, vardiyam başlayacaktı.
O akşam çilekleri hem zabitan salonuna hem de tayfa
salonuna paylaştırdım. Tayfa mest olmuştu. Tabi herkes bu kadar çileği nereden
bulduğumu sordu. Kaş göz işaretiyle imalı sözler, benimle dalga geçmeler gırla
gidiyordu. Zabitan salonunda Çarkçıbaşı'yla tavla oynarken üzerime geldikçe
geliyorlardı. En sonunda Çarkçıbaşı "Çocuğu rahat bırakın yahu, âşık olmuş
besbelli." dedi.
Herkes kamarasına çekildikten sonra "Anlat bakalım
kim bu çilek güzeli?" diye sorunca başladım anlatmaya. Zaten çok
efkârlıydım. Topu topu beş gündür tanıdığım Reyan'ı birlikte geçirdiğimiz her
anı yeniden yaşarcasına, sanki beş yıllık sevgilimmiş gibi anlattım.
"Merak etme, gemi kalktıktan sonra unutur
gidersin." diyecek zannettim. Ama o:
"Neden kızı annesinden istemiyoruz o zaman?"
dedi. Bunu hiç beklemiyordum.
"Babasını denizde kaybetmiş bir kız neden benim gibi
bir denizciyle evlensin? Annesi neden bana kızını versin?"
"Sen bakma altmış yaşında hâlâ denizde çalıştığıma.
Bu geminin demirbaşı oldum artık. Aşk senin gibi kimi insana denizi bıraktırır
ama kimi insanı da denize çıkarır. Benim için böyle oldu: Bana sevdiğimi
vermediler. Çabucak pes edip uzaklaşmak istedim her şeyden. Kendimi bir makine
dairesinde buldum. Sen öyle yapma. Aşıksan gerisi teferruat. Ne gerekiyorsa
yap. Denizi bırakman gerekse bile."
Kafam iyice karışmıştı. Gözüm Reyan'dan başka bir şey
görmüyordu ama daha yeni tanıdığım bir kadınla evlenmekten bahsediyordum.
Geçmişte "Etrafımda bir sürü mutsuz evlilik varken evleneceğim kadını
iyice tanımalıyım." diyen ben aklımı bir kenara koyup kalbimden geçeni mi
yapmalıydım? Henüz daha dördüncü kaptandım; hani gemide daha çok tecrübe
kazanıp süvariliğe kadar yükselecektim? Hayallerim ne olacaktı? Hadi denizi
bıraktım diyelim, Türkiye'de mi yaşayacaktık yoksa burada mı... Ailemin
rızasını almamıştım. Bırakın müstakbel gelinlerini tanımayı ismini bile
bilmiyorlardı. Bu işleri aceleye getirmek doğru muydu?
İkinci kaptanın dediğine göre yüklemenin bitmesine dört
gün kalmıştı. Keşke zaman dursa da gemi Yalta'dan hiç ayrılmasa diye kara kara
düşünürken aklıma bir fikir geldi. Vicdanım hiç rahat etmese de bunu yapmak
zorundaydım, en azından denemekten bir zarar gelmezdi.
Her gün öğleden sonra dörtte liman vinçlerini kullanan işçilerin vardiya
değişimi yapılıyordu. Bir cebime beş yüz diğer cebime üç yüz dolar para koyup
vardiya değişiminde kimseye çaktırmadan rıhtıma indim. Vinçleri yönlendirmek
için elinde telsizle emirler yağdıran amirin kulübesine girdim. Dilim
döndüğünce vinçlerin yavaşlatılmasını, yüklemeyi daha geç bitirmeleri
gerektiğini söyledim. Adam şaşırıp nedenini sorunca cebimden beş yüz doları
çıkarıp masasına koydum. Gözleri ışıldadı. Hâlâ neden diye sorunca diğer
cebimdeki üç yüz doları da çıkarıp yüzüne doğru salladım ama bu sefer masasına
bırakmayıp cebime koydum. Masadaki paraları büyük bir iştahla hızlıca cebine
tıkıştırdı. Bana geminin kalkışını en fazla iki gün geciktirebileceğini
söyledi. Mecburen kabul ettim. Bu gerçekten hatırı sayılır bir paraydı ama
karşılığında gemi limanda daha fazla kalacaktı. Bu da Reyan'ı biraz daha
tanımak ve belki de evlilik kararı alabilmek için önümde altı gün daha olduğu
anlamına geliyordu.
Ertesi gün Beybaba ile köprü üstünde karşılaştık.
Korkuyla selam verip hızlıca uzaklaşmak istedim ama kurtulamadım. Merdivenleri
inerken bana seslendi. İçimden "Şimdi hapı yuttuk." dedim. Anlaşılan
dün verdiğim rüşvetin kokusu çıkmıştı. İşiteceğim azara kendimi
hazırlamalıydım.
"Buyrun Süvari Bey." Höpürdeterek öğlen
kahvesinden bir yudum aldı.
"Bu sabah acente geldi gemiye." Korkudan elim
ayağım titriyordu. "Vinçlerde arıza varmış, yükleme iyice gecikecekmiş.
Kumanya geminin kalkmasına yakın gelecek. Bilgin olsun."
"Tamamdır Süvari Bey." İçim rahatlamıştı. Biraz
pahalıya patlasa da planım tıkır tıkır işliyordu. Müjdemi Reyan'a vermek için
koşarcasına yanına gittim. Onu daha önce hiç olmadığı kadar sevinçli gördüm.
Ben daha söylemeden:
"Geminiz biraz gecikecekmiş. Gezemediğimiz daha çok
yer var zaten!" dedi.
"Senden de bir şey kaçmıyor. Nerden öğrendin bunu?
Yine balıklar mı söyledi?" dedim.
Bu sefer kaçış yoktu, sırrını anlatacaktı: Her sabah
limanın gümrükçüleri günlük gazetelerini almak için uğrarlarmış. Reyan da
gümrükçülerden en taze haberleri böyle alıyormuş.
"Geminin ne zaman gideceği neden seni bu kadar
ilgilendiriyor peki?" diye sordum.
Bakışlarını benden kaçırdı. Yanakları bana yedirdiği
çilekler gibi kızarmıştı. Cevap vermek yerine geminin neden geciktiğini
anlatmamı istedi. Ben de ona yaptığım çılgın planı ve bu planın nasıl
işlediğini anlattım. O şaşkın şaşkın dinlerken "Bütün bunlar seni daha
fazla görebilmek için." diye ekledim.
Az önceki sorumu tekrarladım. Acaba bu sefer içindekiler
dökülecek mi diye. O da benim verdiğim cevabı verdi: Sıkıla sıkıla "Seni
daha fazla görmek için." dedi.
İşte o an anladım ki ben aşkı bulmakla kalmamıştım, aynı
zamanda aşk da beni bulmuştu. Hani bir işaret gelse de ne yapacağıma karar
versem dediğiniz zamanlarda bir söz işitir ve içiniz huzur bulur ya, işte ben
de öyle rahatlamıştım. Beni bu aşkın içine çeken felek elbet bizi kayırırdı.
Kaybedecek bir saniyem dahi yoktu. "Benimle evlen!" dedim. Reyan
böyle bir şeyi beklemiyordu. Ne diyeceğini bilemedi. Bir yanı çocuklar gibi
şendi ama diğer yanı kaygılı gibiydi. Duvarda asılı duran babasının fotoğrafına
baktı.
"Sen Türkiye'de, ben burada... Nasıl olacak bu iş?
Babamın yolunu gözlediğim gibi şimdi de senin yolunu mu gözleyeyim? Zaten annem
bir denizciye asla kızını vermez."
Ona sımsıkı sarıldım. "Merak etme. Bunları ben de
düşündüm. Bir şekilde halledeceğiz. Denizi bırakmaya hazırım. Senden kıymetli
mi?" dedim.
Artık bu işin şakası yoktu. Zaman hızla tükeniyordu.
Durumu Çarkçıbaşı'na açtım. Bana defalarca emin olup olmadığımı sordu. Nokta
kadar tereddütüm yoktu. Reyan olmadan hayatımı sürdürürsem gözüm hep arkada
kalacaktı. Elimden gelen ne varsa yapmak zorundaydım. Acabalarla yaşamak
istemiyordum. Çarkçıbaşı ile güzel bir plan yaptık.
Ertesi gün Reyan'a planımızı anlatıp bombayı patlattım.
Çocuklar gibi sevindi. Mantıklı düşünmek şöyle dursun, sanki bir masalın
içindeydik ve ikimiz de büyü bozulmadan kavuşmayı istiyorduk. Reyan annesinden çekindiği için benden bir
kez bile bahsetmemişti. Her şeyin yolunda gideceğini umarak işleri oldu bittiye
getirecektik. Hemen kuyumcuya gidip söz yüzüklerimizi aldık. Bana güzel bir
takım elbise seçtik. Ardından çikolatamızı aldık.
Bunları düşünürken elimdeki güllere bakıyorum. Tam on
yedi tane var. Taze olsunlar diye bu sabah limanın çıkışındaki çiçekçide güzel
bir buket yaptırdım. Müstakbel kayınvalidemin gözüne girebilmeliyim. Kadıncağız
dün Reyan'ı istemeye geleceğimizi öğrendiğinde kim bilir ne çok kızmıştır.
Nihayet karşımıza ağır adımlarla yürüyen biri çıkıyor ve
adresi gösteriyorum. Meğer evin yakınlarındaymışız. Sola dönünce pembe boyalı
iki katlı evin balkonunda bizi bekleyen Reyan'ı görüyoruz. Üzerinde kırmızı,
işlemeli bir kaftan var ve kafasına pembe dantelli bir kalpak takmış. Müstakbel
eşim o kadar güzel ki gözümde ne gemi, ne de Türkiye'deki ailem var. Ömrümün
sonuna kadar onunla Yalta'da yaşayabilirim.
Anne kız bizi kapıda karşılıyorlar. Annesi somurtuyor.
Reyan'ın ise yüzünden düşen bin parça. Ayakkabılarımızı içeri alırken yanaşıp
annesinin çok öfkeli olduğunu ve ne derse alttan almam gerektiğini fısıldıyor.
Elimdeki çiçek ve çikolatayı masaya bırakıyorum. Reyan kahve pişiriyor.
Kahvelerimizin sonuna doğru Çarkçıbaşı duvardaki saate bakıyor. Bana göz
kırparak benden işaret bekliyor. İşareti veriyorum ve planımızı uygulamaya
koyuyoruz. Çarkçıbaşı sözü alıyor:
"Efendim, Reyan kızımızın da bahsetmiş olacağı üzere
biz Türkiye'de bir inşaat firmasında çalışıyoruz. Kırım'da yürüttüğümüz işler
var. Taner Bey ile birlikte işlerimizi idare etmek için senenin bir yarısı
Türkiye'de diğer yarısı buralardayız. Sebebi ziyaretimize gelecek olursak,
oğlumuz Taner Bey ve kızınız Reyan Hanım birbirlerini tanımışlar,
sevmişler..."
Çarkçıbaşı beni öve öve bitiremiyor. Reyan bana bakıp
tebessüm etmeye çalışıyor. Annesi hâlâ tedirgin, yüzü kıpkırmızı kesilmiş.
"Taner Bey'in peder ve validesi aile dostumuz ama
kendileri İstanbul'dalar. Gönül isterdi ki bu anlamlı ziyarette onlar da
bulunabilsinler. Ancak bu görev bana düştü. Malumunuz bizim de akşam üzeri
Türkiye'ye dönmemiz için saat sekizde havaalanında olmamız gerekiyor. Lâfı daha
fazla uzatmanın bir anlamı yok. Efendim, Allah'ın emri ve peygamberin kavli
ile..."
Çarkçıbaşı bir şeyler daha söylüyor ama dinleyecek
durumda değilim. Herkes Büyük Hanımdan gelecek cevabı bekliyor. En son ne zaman
böyle önemli bir cevabı beklediğimi düşünüyorum. Babamın sabah namazından sonra
gazete bayiine gidip üniversite sınavı sonuçlarını yayınlayan bir gazeteyle eve
dönmesi için beklediğim zaman aklıma geliyor.
Annesi derin bir nefes alıyor ve Reyan'a dönüyor. Reyan
annesine inat bakışlarını bana çeviriyor. O da benim gibi "Ne olacaksa
olsun artık!" der gibi. Büyük Hanım az sonra söyleceklerini
kurguluyormuşçasına uzaklara dalıyor. Beklenen cevap bir türlü gelmiyor. Onun
yerine bize bu işin neden bu kadar oldu bittiye getirildiğini anlamadığını,
böyle yangından mal kaçırır gibi kız istemenin aslında yanlış olduğunu ama
Türkiye'ye döneceğimiz için hoş görmeye çalıştığını anlatıyor. Bense ecel
terleri döküyorum. Bu iş burada bitmez diye kendimi teskin etmeye çalışıyorum.
Reyan'ı gemiyle kaçırmaktan başka bir çare yok. Bu evden onsuz çıkamam! Ortalığı derin bir sessizlik alıyor.
Çarkçıbaşı da şaşırmış durumda. "Ne yapalım şimdi?" der gibilerden
birbirimize bakıyoruz. Büyük Hanım sonra attığı fırçanın yeni bir paragrafına
başlıyor. İnsanın hayatında eş ve iş iki önemli şeymiş ve aceleye getirilmesi
doğru değilmiş. Nihayet konuşmasını bitiriyor:
"Bütün bunlara rağmen gençler aralarında
anlaşmışlar. Bize de evet demek düşer. Yalnız uzaktan yuva kurmak zordur.
Burada yaşasınlar isterim."
Yaşadığımız kısa süreli fırtına geçip gidiyor. Kravatımı
gevşetiyorum. Derin bir oh çekiyorum. Evet, zor olduğu doğru ama artık
Reyan'dan sözlüm diye bahsedeceğim! Keşke bizimkiler de bu âna şahit olsalardı
diye içimden geçiriyorum. Oğullarının yüzlerce deniz mili uzakta ne işler
çevirdiğini bir duysalar dünyayı başıma dar ederlerdi. Çarkçıbaşı bir telaşla
ceketinin cebinden birbirine kurdelayla bağlı söz yüzüklerimizi çıkarıp
parmaklarımıza takıyor. Kurdela kesme vazifesini de müstakbel kayınvalideme
bırakıyoruz.
Çarkçıbaşı sözü bana veriyor. Ben oldukça rahatım. Bu
soruya önceden çalışmıştık. İşim gereği Reyan ile niyetimizin İstanbul'da
yaşamak olduğunu söylüyorum. Kadının yüzü asılıyor ama sonra isterse onu da
yanımıza alabileceğimizi, onu baştacı yapacağımızı söylüyorum. Elini öpüyor ve
gururla ona "ana" diyorum. Reyan da Çarkçıbaşı'nın elini öpüyor.
Büyük Hanım gözyaşlarını tutamıyor. Koşar adım mutfağa gidiyor. O hazır
uzaklaşmışken Reyan'la birbirimize sarılıyoruz. Ardından o da annesini takip
ediyor. Mutfaktan bize çiğ börek getiriyorlar. Annem kadar güzel yapmışlar mı
derken üç tane yiyorum.
Çarkçıbaşının keyfi yerinde. Az önce benim yüzümden iyi
bir fırça yemiş olsa da hepsi geride kalmış sanki. Ayranla çiğ börekleri büyük
bir iştahla götürüyor. Böyle paldır küldür dünürcü olacağını kim bilebilirdi
ki? Onu nikâh şahidim yapmaya karar veriyorum. Benim suç ortağım olarak bunu
çoktan hak etti. Sırrımızı mümkün olduğunca saklamalı, saklayamadığım yerde de
olayın iç yüzünü Büyük Hanımın yüreğine indirmeden sakin sakin anlatmalıyım.
Tabii bundan önce Reyan'a verdiğim sözü tutup gemide çalışmayı bırakmalıyım ki
kadıncağızın içi rahat etsin.
Ömrümde hiçbir şey kolay olmamıştı benim için. Bugün de
böyle: Her şey yoluna girdi derken Reyan bana göz kırpıp "Sizin uçağınız
kaçtaydı? Geç kalmayasınız!" diyor. Gözüm duvardaki saate kayıyor. Aman
Allah'ım! Geminin kalkacağı vakti kaçırdığımız yetmiyormuş gibi üzerine de
yarım saati geçirmişiz! Heyecandan içtiğim ayran boğazıma duruyor. Reyan
elimdeki tabağı alıp masaya koyuyor ve yumruğuyla sırtıma vuruyor. Çarkçıbaşı
"Taner, hemen kaçalım. Taksiyle gidelim." diyor.
Nezaketi bir kenara bırakıp hemen müsaade istiyoruz.
Reyan telefonla taksi çağırıyor. Akmescit'e gitmemiz bir hayli zaman alacak ve
acele etmezsek uçağı kaçıracağız. Heyecandan ben bile bir an için uçağa
bineceğiz yalanına inanıyorum! Geminin bizim yüzümüzden gecikmesi ve
Çarkçıbaşı'nın da bu suça ortak olması yaşayacağımız en büyük rezalet.
Beybaba'nın yüzüne nasıl bakacağız!
Aşağıdan taksinin kornası duyuluyor. Müstakbel kayınvalidemin
elini öpüyorum. İlk kez bana sarılıyor. Reyan'la da vedalaşıp evden çıkıyoruz.
Taksinin kapısını kapattığım anda Reyan'ın balkondan bize seslendiğini
işitiyorum: "Duruuun!" Acaba bir şey mi unuttuk? Elinde bir poşetle
çıkageliyor. Arabanın camından uzatıyor. Taksi şoförüne bir şeyler söylüyor.
Bir tek gemi kelimesini anlıyorum. Elindeki parayı şoföre uzatıyor. Çarkçıbaşı
gerilmiş bir şekilde "Davay!" diyor, "kaybedecek bir saniyemiz
bile yok!"
Taksi uzaklaşırken arka camdan Reyanıma son bir kez
bakıyorum. Bekle beni sevgilim, bekle. Yakında düğünümüz var. Taksi dar
sokaklardan hışımla ilerlerken yokuş aşağı uçuyormuşuz gibi. Reyan'ın verdiği
poşetin içinde dört tane küçük çilek saksısı duruyor. Yanına da küçük bir zarf
bırakılmış. Ben zarfı açmaya çalışırken Çarkçıbaşı fırçayı basıyor: Şimdi
zamanı mıymış böyle şeylerin? Beybaba'ya nasıl hesap vereceğimizi düşünmek
varken! Adamı daha fazla kızdırmamak için zarfı cebime koyuyorum.
Hakikaten gemide nasıl hesap vereceğiz? İsterse gemiden
atıldın desinler. Dünya umrumda mı? Diğer yarımı bulmuş ve hatta annesinden
istemişim nasıl olsa. Tek üzüldüğüm şey Çarkçıbaşı'na bir söz gelmesi. Adam
makine dairesinde gemiyi hazırlamak için torna çark yapması gerekirken
dünürcübaşı olmuş.
Neyse ki çok geçmeden limana varıyoruz. Taksi bizi liman
kapısında bırakıyor. Koşa koşa gemiye giderken uzaktan tanıdık biri bize doğru
yaklaşıyor. Bu limanın amiri. Beni gördüğüne seviniyor. Sırıta sırıta bizi
durduruyor. Biz soluk soluğa kalmışız. Çekil de gidelim be adam, sırası mı
şimdi!
Rusçasını anlayabildiğim kadarıyla nereden geldiğimizi
soruyor.
Dilim döndüğünce derdimi anlatmaya çalışıyorum:
"Gemi kalkacak, bizi bekliyorlar."
"Borcunu ödemeden gemiyi kaldıracağımı mı
sanıyorsun? Para diyorum para!"
Tabi ya, nasıl da unutmuşum! Rüşvetimin ikinci taksitini
vermek için sabahtan hazırlayıp cebime koymuştum. Telaşeden unutmuşum. Elimi
cebime götürürken Çarkçıbaşı bana bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyor.
Cebimden içerisinde üç yüz doların bulunduğu zarfı çıkarıp veriyorum.
Çarkçıbaşı kaşları çatılmış bana bakıyor. Ortada bir kabahat olduğu kesin ve
benim açıklamamı bekliyor gibi. Adam zarfı açıp da beni daha çok rezil etmese
bari.
Tam tersine, adam o kadar pişkin ki, zarfı açıp parayı
hızlıca sayıyor ve tekrar geri koyuyor. "Bizim çocuklara gidip söyleyeyim
de vinçler hızlansın artık." deyip pis pis sırıtıyor ve yolumuzdan
çekiliyor.
Çarkçıbaşı bir şey demese de genişleyen burun
deliklerinden ve kaşlarını çatmasından anlıyorum: Benden bir açıklama bekliyor.
En iyisi bunu başka bir güne bırakmak. Artık koşmuyoruz ama yine de hızlı
yürüyoruz. Bizi neyin beklediğini bilmeden. Zihnimden her türlü senaryoyu
geçiriyorum. Gemiye yaklaştıkça güvertede bir gecikme telaşı olmadığını anlamak
içimi rahatlatıyor.
Beybaba bizi iskele merdiveninin başında karşılıyor.
Koşturmaktan üstümüz başımız dağılmış durumda. Çarkçıbaşı'na lâf söyletmemek
için daha rıhtımdan Beybaba'yı selamlıyorum:
"Süvari Bey, kusura bakmayın. Geç kalmamız tamamen
benim kusurum. Çarkçıbaşım sadece bana yardım etmek istedi. Neredeyse geminin
geç kalmasına sebep oluyorduk."
"Taner, oğlum, onu bırak da söyle bakalım. Kızı
aldık mı?"
Biz iskele merdivenini çıkarken Beybaba'nın bunu
sorduktan sonra kahkahayı basması bizi de neşelendiriyor. Sonra gururla sağ
elimdeki söz yüzüğümü gösteriyorum. Beybaba bizi kucaklayıp tebrik ediyor. Ben
tekrar özür dilemeden edemiyorum. Beybaba elini omzuma koyup, teselli ediyor:
Vinçler her zamanki gibi oldukça ağır çalışmış. Yükün bitmesi için daha birkaç
saate ihtiyaç varmış ve merak edilecek bir şey yokmuş.
Suçluluk duygusuyla hiç vakit kaybetmeden kamarama çıkıp
tulumumu giydim. Baretimi alıp üçüncü kaptandan vardiyayı devraldım. Rüşvet
verdiğim adam biraz sonra gemiye geldi. Yükün bir saate kadar biteceğini ve
kılavuz kaptanın gemiyi kaldırmak için yolda olduğunu haber verdi. Ayrılırken
bana bıyık altından gülmeyi de ihmal etmedi.
O kadar olayın yaşandığı bir günün ardından bir de
limandan ayrılırken manevrada yorulunca yattığım yeri bilemedim. Zaten
hayatımın en önemli kararlarından birini almaya çalışırken birkaç gündür
uykularım kaçmıştı. Öyle huzurlu, öyle deliksiz uyumuşum ki neredeyse vardiyaya
uyanamayacaktım. Karadeniz de sevincime ortak oldu. Havanın ve trafiğin sakin
olduğu bir vardiyadan sonra kamarama girdiğimde aklıma çilek saksıları geldi.
Lombozumun kenarına dizip suladım ve onları güneşle buluşturdum. Çileklerin
birkaçının üstleri hafif kırmızı, diğerleri ise hâlâ beyazdı. Reyan'ın
ellerinin değdiğini düşünüp en kırmızı olanını öptüm ve limanda yapamadığım
işlerin peşine düşmek üzere güverteye çıktım.
Akşam üzeri kamarama girdiğimde mis gibi çilek kokusuyla
karşılaştım. Daha önce hiçbir bitkiyle konuşmamıştım ama aşk beni öylesine
değiştirmişti ki çileklerimin hâl hatırlarını sordum. Güneş onlara iyi
gelmişti. Öğlen yarı beline kadar kızarmış olan çilek güneşi görünce akşama
kadar tamamen kızarmıştı. Bir gün daha beklesem mi diye düşündüm ama
dayanamadım. Koparıp Reyan'ın dudağını öptüğümü hayal ederek ısırdım. Daha önce
hiç lombozumdan denizi seyrederken çilek yememiştim. Hele sözlümün elinde
yetişen bir çileği asla. Belki de hayatımda yediğim en güzel çilekti.
Gemi iskele tarafta Cide'yi bordalıyordu. Sahildeki
evlere bakıp içerisinde benden daha mutlu birilerinin olduğuna ihtimal
vermedim. Aşk yanımda olmasa karadakilerin hayatlarına özenir, gemide çalışırken
kim bilir neleri kaçırdığıma üzülürdüm. Oysa şimdi karadakilerin özeneceği bir
aşka bu gemi sayesinde kavuşmuştum.
Çileğin tadı damağımdayken birden aklıma zarf geliyor.
Acaba nerede? Çilek poşetinin içinde olmadığına göre başka bir yere koymuş olmalıyım.
Hah! Aklıma geldi. Limana gelirken takside Çarkçıbaşı'nın fırçasını yedikten
sonra ceketimin iç cebine koymuştum. Zarfı açıp içinden çıkan notu okuyorum:
"Sevgilim, çilekler qüneşsiz yaşayalmaz, men de
sensiz yaşayalmam."