20 Eylül 2024 Cuma

OK GİBİ HEDEFİNE YÜRÜMEK!

 

Arslan Küçükyıldız

Yakup Ömeroğlu’nu çalkantılı 1980’li yıllarda üniversite öğrenciyken, Ahmet Doğan Abi’nin Mithatpaşa Caddesi’ndeki Elif Kitabevi’nde tanıdım. O zamanlar soyadı Deliömeroğlu idi. Onun bu soyadını çok severdim. Kendisine hemen niçin bu soyadını aldıklarını sormuştum. Üniversite öğrencilerine kol kanat geren Ahmet Hoca, aynı zamanda çalıştığım Avukat Bürosu’nun zahmetli işlerine de koşturuyordu. Ankara Türk Ocağı çatısı altında bir araya gelen bu gençler boş vakitlerinde Elif Kitabevi’nde buluşuyorlardı. Okuyan, araştıran, birbirleriyle dost olan bu gençleri ileriki yıllarda Türk dünyasına önemli hizmetlerde görmek nasip oldu. Başarılarını takdirle takip ettim.

1990’da Sovyetler dağılmış, kaderin cilvesi olarak Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ve özerk Türk toplulukları doğmuştu. Ama ne bağımsızlık! Soydaşlarımız “Yetmiş yıldır Rus zulmü altındayız.” diyorlardı ama bazıları yüzlerce yıldır Rus’un pençesindeydi ve halen de pençeyi bırakmamıştı. Bu Türk devlet ve topluluklarının ekonomileri çok zayıftı, geniş caddelerinden başka neredeyse hiçbir şeyleri yoktu. Öyle ki ulusal yayın yapmaya çalışan Kırgızistan Televizyonuna 1970’li yıllarda Rusların çalışamaz raporu verildiği söylenmişti. Televizyon tekniğini bilen adamların hepsi Rus’tu. Türkiye’yi idare edenler Sovyetlerin dağılacağını hesap ederek buna göre bir çalışma yapmamıştı ama Türk Milliyetçileri, Ülkücüler öteden beri “Esir Türk İlleri”ndeki kardeşlerini tanıyor, biliyor, hesapsız kitapsız seviyor ve bu alanda gönüllü olarak çalışıyordu.

1990’da başlayan Türk Milletinin yeniden dirilişi döneminde ihtiyaçlar dağ gibi idi. Siyasi, medeni, ekonomik, diplomatik, haberleşme, iletişim, sanat, edebiyat… her alanda Türk Cumhuriyet ve topluluklarıyla çok süratli bir şekilde ilişkiler kurulmalı ve seviyeli bir şekilde yürütülmeliydi. Karşılıklı elçilikler açıldı. Rahmetli Alparslan Türkeş’in önderliğinde Türk Dünyası Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayları başlatıldı. TRT Avrasya TV yayınları devreye girdi. Devletimizin çok önemli bir adımı da Türk Cumhuriyetlerinden Türkiye’ye öğrenci getirmek oldu.

Sovyetlerin dağılması ile birlikte esen bağımsızlık esintisinde, Türk Ocakları’nın Türk dünyası gençlerini bir araya getirme çalışması sırasında Ömeroğlu ve arkadaşlarını daha yakından tanıdım. TRT’de TRT İNT-Avrasya TV kanalında müzik ve sanat programları hazırlıyor; Türk dünyasıyla ilgili her gelişmeyi yakından takip etmeye çalışıyor, bunları televizyonda yayınlamaya çalışıyordum. Hem çalıştığım alanla ilgisi, hem de bir Türk Ocaklı olmam dolayısıyla Yakup ve arkadaşlarıyla yollarımız sık sık kesişti. Programlarımıza katıldılar.

O kuşak, ocağın yetiştirdiği ender bir kuşaktı. Türk dünyasından Türkiye’ye gelen gençlerle doğal olarak kurdukları dostluk bağı, Türk Devletleri ve özerk bölgelerdeki aynı duyguyla yetişmiş gençleri de kapsadı. Kurultaylarda buluştular, yayın yaptılar; dostlukları bir teşkilata dönüştü. Sovyetlerin soktukları bütün ikiliklerin yavaş yavaş üstesinden gelindi. Yakup Ömeroğlu bu süreçte ilgisi, bilgisi, samimiyeti, güler yüzü, inceliği ile öne çıktı. Siyaset bilimine vakıf olmayanların kolay kolay yürütemeyeceği bu teşkilatın bir dönem idarecisi oldu. Kıbrıs’ta yapılan Türk Dünyası Gençlik Kurultayı’nı takip etme fırsatım oldu. Verilen emeğin şahidi oldum.

Televizyon çekimleri için gittiğim Türk Cumhuriyetlerinde sanatçıların çok büyük bir ekonomik sıkıntı içinde bulunduklarını görmüştüm. Yazarlar kitaplarını bastıracak yayınevi bulamıyor, yönetmenler film çekemiyordu. Eser üretememe noktasına gelmişlerdi. Tarihî Balasagun şehri kalıntısı olan Burana Minaresi yanındaki küçük müzede rastladığım bir sanatçı, müze duvarındaki resimden çok hoşlandığımı görünce kolumdan tutup duvarları çepeçevre resimle dolu küçük bir odaya götürmüş; “Bu resimleri ben yaptım, o gördüğünüz resimden çok daha güzellerini yapabilirim ama resim yapacak boyam ve malzemem yok!” demişti. Bu olaylar zihnimde bir Türk Dünyası Sanatçılar Vakfı kurma düşüncesini doğurdu. Tanıdığım arkadaşlarımdan, yazar ve bilim adamlarından ve bu arada Yakup Ömeroğlu’ndan vakfın kurucusu olmalarını istemiştim. Yakup sağ olsun beni kırmamış ve kabul etmişti. Teşebbüsümüz sonuçsuz kalmasaydı Avrasya Yazarlar Birliği kurulmadan önce bu sivil toplum kuruluşu içinde birlikte çalışma fırsatı bulacaktık. Nasip olmadı. Daha sonra beni Avrasya Yazarlar Birliği Derneği kurucu üyesi olmaya davet edince memnuniyetle kabul ettim. Kendisine Türk milletine hizmet edenlerin hizmetçisi olmaya hazır olduğumu söyledim.

Türkistan coğrafyasına defalarca gidip, aylarca, yıllarca kalıp eli boş dönen birçok insan tanımıştım. Yakup Ömeroğlu Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesindeki görevinden dönüşünde Yesi ile ilgili “Türkistan, Yesevi’nin şehri Yesi’ye Dair” adlı bir kitap yazmıştı. Kitabı okuduğumda hakkında bir yazı yazma ihtiyacı hissetmiş, Türk Yurdu Dergisi’nde de yayınlamıştım.[1] Türkistan Prodüktör Muharrem Sevil benden hazırlayacağı Asya’nın Kandilleri belgeselinin metni için Türkistan’ı tanıyan bir kalem sorduğunda tereddütsüz Yakup Ömeroğlu’nu tavsiye etmiştim. 

Kuruluş toplantımızı hatırlıyorum. Avrasya Yazarlar Birliği, Turan yolunda Türk dünyasının edebi birliği için çalışacaktı. Türk dünyası yazarları, edebi dergileri, yayıncıları, çevirmenler, eleştirmenler dikkatimizde olacaktı. Yayınlar yapacak, toplantılar düzenleyecektik. Bir dergi çıkarılması kararlaştırıldı. Kardeş Edebiyatlar adı daha önce kullanılmıştı. Adı Kardeş Kalemler oldu. Türk dünyası yazarlarının kitaplarını yayınlamaya karar verdik. Türk dünyasına yönelik bir roman veya hikâye yarışması açılması teklifim kabul gördü. Adı Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışması oldu. Kuruluşundan bu güne Yakup Ömeroğlu’na büyük destek veren Şair Ali Akbaş ağabey kuruluş duasını yaptığını hatırlıyorum. Kıt imkânlarla yola çıkmıştık. Kendimize ait bir mekânımız olmadığı için bir süre başka kuruluşların mekânlarını kullandık. Yakup AYB kahvaltılarında insanları buluşturdu. AYB çatısı altında güzel insanlarla, gençlerle tanıştık. Bu gençlerden daha sonra dergi ve yayınevleri kuranlar oldu. Türk dünyasının edebi dergileri ile ilgili çalışmalarımız başlamıştı. Dergimiz ve kitaplarımız yayınlandıkça mutluluk duyduk.

Yakup, hedefine giderken kimseyi incitmek istemeyen, dikkatli biriydi. İdarecisi bulunduğum TRT İNT ve TRT AVRASYA TV kanallarında bir Türkçe öğrenme programına ihtiyaç vardı. Bu program için AYB ile işbirliğine gitmiştik. Bu amaçla Cihan Özdemir Hoca ile bir hazırlık yaptık. Ben televizyondaki görevimden alındım. Projenin geleceği belirsizleşti. Yerime gelen arkadaşımızı tanıyordu. “Programı onunla gerçekleştirirsek nasıl olur?” diye nezaketen sormak için beni İskitler’de bir aşhaneye götürmüştü. Önemli olan projenin gerçekleşmesiydi elbette.

AYB’nin çatısı altında yürüttüğümüz işlerden biri de Bengü Kitabevi idi. Altındağ Belediyesinden kiraladığımız Hamamönü’ndeki bir dükkânı kitapçı dükkânı yapma işini üstlendim. Yayınlarımızı ve başka yayınları burada satabilirdik. Benim de vaktim vardı, yaklaşık iki yıl adı “Bengü” olan kitapçı dükkânımızla ilgilendim. Bengü Kitabevi’ne her geldiğinde yayınlarımızın vitrinlerde yer almasından duyduğu memnuniyeti Yakup’un yüzünden okurdum.

Genellikle sivil toplum kuruluşları birkaç fedakâr insanın omuzunda yürür. Yakup Ömeroğlu’nun başarısı, idareciliğinde, daha çok da siyasetindedir; ok gibi hedefine yürümüştür. AYB çatısı altında üç beş kişinin değil, birçok insanın çalışmalara uzun süre omuz vermesini sağlamıştır. Ayrılmalar olsa da bu hizmetler birikmiştir. Kardeş Kalemler ve dil dergisi düzenli olarak çıkmaya, Türk dünyası yazarlarından eserler artarak yayınlanmaya devam etti. Toplantılar, atölyeler birbirini kovaladı. Konak sohbetleri devam etti. Bu arada ben Türk Ocakları Sanat Edebiyat Kurulu ile ilgilenmeye başlayınca AYB çalışmalarına biraz uzak kaldım. Hatta Ocak bünyesinde kurduğumuz Kuşlukta Yazarlar Topluluğu toplantısına davet ettiğim Ali Akbaş ve Yakup Ömeroğlu’nun tatlı tarizlerine de hedef oldum. “Bu edebi topluluğu Türk Ocakları’nda değil AYB bünyesinde kurmalıydın!” dediler. Tabii onlar da birer Türk Ocaklı olarak asırlık Ocağın edebi bir muhite ihtiyacı olduğunu biliyorlardı.

2018 yılında emekli oldum. Ankara’dan ayrılıp Cide’ye yerleşince de AYB çalışmalarını uzaktan takip eder hale geldim. Yakup Ömeroğlu ile son yüz yüze görüşmemiz geçen sene yapılan AYB iftarında oldu. Her zamanki nezaketiyle davet edince iftara katılma ihtiyacı hissettim. Oradaki konuşmasında Kaşgarlı Mahmut’un kayıp kitabı ile ilgili toplantımızı hatırlattı. Duygulandım. Yeniden Ankara’ya gittiğimde AYB’ye uğradım, görevli arkadaştan birkaç kitap aldım. Başkan’a selam söylemesini istedim. Ayrıldıktan biraz sonra beni telefonla aradı. Görüşürüz dedik ama görüşemedik. Yakup Ömeroğlu gencecik ömrüne çok şey sığdırdı. Allah rahmetiyle kuşatsın.

Dileğim Türk dünyası yazarlarının AYB Bengü Yayınları’nca basılan eserlerinin çok daha geniş kitlelere ulaştırılması, Kardeş Kalemler’in okurlarının arttırılmasıdır. Türk dünyası edebiyatı için yapılan ve yapılacak işlerin nitelikli olmasının yanında geniş kitlelere ulaştırılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Türk milleti için yapılacak çok iş var!



[1] https://arslanevi.blogspot.com/2009/06/dokuzuncu-sehir.html

4 Mart 2022 Cuma

Mahmut Şükrü Sait - Turhan Selahattin İzzet 29 Mayıs1979

 


Davut Yağmur 03.03.1978

Kars’ın Ardahan ilçesine bağlı Tepeler köyünden olup 21 yaşındaydı. Ailesinin en büyük çocuğuydu. Erzurum Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü 2. sınıf öğrencisiydi. 

Ailece Ardahan’ın Kaptanpaşa Mahallesi'nde oturuyorlardı. Okul tatili münasebetiyle ailesinin yanında bulunduğu sırada, 21 Şubat günü, akşam saatlerinde kalabalık bir grup komünist militan tarafından evleri basıldı. 

Annesi ve babasıyla birlikte bıçaklanarak ağır yaralandılar. Erzurum’a hastahaneye kaldırıldıysa da kurtarılamayarak on gün sonra şehit oldu. Cenazesi, köyünün mezarlığına defnedildi. Babası, aldığı yaralar sebebiyle sakat kaldı.

BİZ FAŞİSTLERİ GEBERTTİK... 

O sene Ardahan’da kış, kara dedikleri türdendi, çok sert geçiyordu. Gerçi, okuduğu memleket olan Erzurum da buradan geri kalmazdı... İşte okul tatil olmuş, hergün hasretin ağırlaştırdığı geçmek bilmeyen günler, nihayet tükenmişti....

Her tarafın buz kesmiş karla kaplı olduğu bu memlekette hava o kadar soğuktu ki, tükrüğü daha ağızından çıkıp yere düşmeden, havadayken donuyordu. Hele yere düşen o buz parçasının çıkardığı tuhaf ses... İnsanı iliklerine kadar titretiyordu. Kara kışa aldıran kimdi...? 

Öyle pek uzak olmasa da Ardahan’da yolunu gözleyen bir anası vardı. Tez davranıp memlekete varmış baba ocağına, ana kucağına kavuşmuştu. Biliyordu sayılı günlerin çabuk biteceğini... Bu sebeple sevgisini adeta imbikliyordu. Ardahan kızıl bir sefalet içinde de olsa memleketin havası gerçekten hoştu. Dertleşecek arkadaşları da vardı. 

İşte bu gün de Ali Nail ile buluşmuşlardı. Evlerine yakın olan Zirai Donatım’ın tanıdık bekçisinin kulübesinde yanan ateşin başında demli çayları içip güzel bir sohbet etmişlerdi. Bu zevk bile her şeye değer diye geçirdi içinden... Az önce kulübeden çıkmış karnını doyurmak için evine gidiyordu. Anacığı ne pişirmişti ola ki... 

Pek kimse geçmediği için yolu izi belirsiz olmuş ara sokaktan çıkıp Lise Caddesi’nde yürürken duyduğu bazı patırtıların sebebini anlamak için ardına dönüp baktığında bir grup insanın kendisine doğru el kol sallayarak koştuğunu “Tutun faşisti..!” diye bağırdıklarını gördü... Bir grup komünist..! 

Bu alçakların eline düşmemek için hızla kaçmaya başladı, hem de arkasına bile bakmadan. Kaptanpaşa Mahallesi’ndeki evleri yakın bir yerdeydi zaten. Oraya kadar gelmeye cesaret edebileceklerine ihtimal vermiyordu. Ama, ardı sıra patlayan silahlar, peşindekilerin kötü niyetini de gösteriyordu... Silah sesleri ve bağırtılar arasından sıyrılan o korkunç çığlığı duyduktan sonra ardı sıra gelenlerin seslerinin azaldığını hissetti. 

Çok şükür eve varmıştı, dönüp ardına baktığında kimseleri göremedi. Telaşla içeri girdi. Anasına seslendi. Babası da evdeydi. Başından geçeni anlattı. Anası, korkuyla pencereye seyirtti. Ama, kimse yoktu dışarılarda... 

- Senin gözünü korkutmak için yapmışlar herhalde! dedi, babası. 

Davut, 

- Baba, valla silah sıkarak kovaladılar..! 

Bu cevapla evi içini koyu bir sıkıntı kapladı. 

Dakikalar bir birini itercesine geçiyordu ama, karanlık daha kavuşmamıştı... 

“Kahrolsun faşistler”, “Faşistlere ölüm!” sloganları tekrar duyulmaya başlandı. Davut, pencereden dışarıya baktığında tanıdığı-tanımadığı bir sürü komünist militanın evlerinin önünde yığıldığını görünce iyice şaşırdı. 

Kimisi küfrediyor, kimi de taş atıyordu ama devamlı „faşist katil dışarı“ diye bağırıyorlardı. Eve çaresizliğin getirdiği bir korku ve telaş hakim olmuştu. Dışarıdaki kısa sürede büyüyen kalabalıktan eve kadar sokulup kapıyı kırmak için zorlayanlar vardı. İçeriden ateş açılacağı korkusu olmasa ne kapı kalacak ne duvar... 

Bir müddet sonra siren sesleri ile kalabalık şöyle bir dalgalandı. Ablukanın bir yeri yırtılıp da polisler görününce aile halkı derin bir nefes aldı. Polislere kapıyı açtılar. Gelen polisler "Davut silah sıkmış, birini vurmuş“ diyorlardı ama bu saçma iddianın düzmece olduğunu kendileri de biliyorlardı. Evde arama yaptılar. Her hangi bir suç unsuru yoktu. 

Derken, olaylardan haberdar olan kaymakam vekili bir jandarma üstteğmeni olay yerine yetişti. Gözü dönmüş komünist eşkiyanın gösteri yapıp taşladığı evi korumaya çalışan polisler yol verdiler. 

Üstteğmen içeri girdi, ihbar ve şikayet için tekrar arama yaptırdı. Bir şey yoktu. 

Eşkiyalar, kapıda barikat kurmuş, kızıl salyalar saçarak devamlı “faşist katil dışarı” diye bağırıyorlar… Devlet aciz, görevliler canından korkuyor… Polis de, jandarma da şikayet edilen Davut’u gözaltına almak için evden çıkarıp karakola götürmeye korkuyor… 

İlk iş, dışarıdakileri yatıştırıp dağılmalarını sağlamak… Üsteğmen bir türlü üstesinden gelemediği bu işi bir başka şekilde çözmeye uğraşıyor: 

- Gençler biz içeride herhangi bir silah bulamadık. Müsaade edelim isterseniz sizlerden de 5-6 kişi içeri girsin ve bakıp görsün ki silah var mıdır, yok mudur? 

Ana bu, sezgisi güçlü… Yavrusuna kıyılacağını hissederek haykırıyor 

- Hayırrrr, ben evime kimseyi sokmam. 

Olacak gibi değil, kimse duymuyor bile kadını. Çaresizlik içinde son bir gayretle kapıya dikiliyor, elinde Kur’an-ı Kerim… İçeri girmek üzere hazırlanan militanlara, 

- Oğluma bir şey yapmayacağınıza dair Kur’an-ı Kerim üzerine yemin edin! Yoksa içeri sokmam… 

Gülerek yemin eder bu kafirler... İkisi kadın 6 kişidir bunlar... Hemen evin içine dağılır bu militanlar..."Davut nerede?" diyerek... 

Bu arada Davut, babası ile birlikte evin kelerine inip, evin aranmasını orada beklemeye başlar. Ama az sonra, kelerde korkunç bir boğuşma başlar, o bölmeye giren birinin "Buradalar" diye bağırması üzerine... Ana, elinde Kur’an, ileri atılır 

- Buna yemin ettiniz !!! 

Ana bir tarafa, Kitap bir tarafa savrulur… 

Davut’u ve babasını bıçaklarlar... İkisi de kanlar içinde yerlere yuvarlanır. Bu arada içerideki arbede dışarıdan fark edilmiştir, kalabalık içeri girmek için tekrar hücuma başlar... Polis ve jandarma engelini aşanlar eve doluşurlar. Ev talan edilir. Yarım saatten fazla süren bu hengame 

- Biz Faşistleri geberttik! 

nidasıyla son bulur. Kalabalık, coşkuyla marşlar söyleyerek hastahaneye doğru yürüyüşe geçer. Oltu Caddesi’nden başlayarak yollarının üstündeki Milliyetçi- Ülkücü bilinenlerin bütün ev ve dükkanları tahrip ederler. MHP ilçe teşkilatı ve Ülkü Ocakları’ binalarında olduğu gibi, sağcı bütün parti binaları da basılır, harap edilir. 

Olaylar, kısa sürede etrafa duyurulur, çevre ilçe ve köylerden gelen militanların katılımı ile süratle genişler. Komünist militanların kışkırttığı binlerce insan sokaklarda tahrip ve yağmaya girişirler. Olaya müdahale etmek için ordu birliklerinden yardım istenir. Tank ve kariyerler, Ardahan’a girene kadar olayların önü alınmaz 

İlçede olaylar bu şekilde gelişirken, öldü sanılarak kanlar içinde bırakılan Davut ve babasının iniltileri anayı sevindirse de herkes kendi canının derdine düştüğü için, yaralıları taşıyacak araba bulunamaz. Son çare, bir cemseye koyarlar Davut’u ve babasını öyle yollarlar Erzurum'a…. 

Hava soğuk, tükürük daha yere düşmeden donmaktadır… Bu memlekette kara bir kış yaşanmaktadır. Ama, her yer buz keserken Davut, ateşler içinde yanmakta, kavrulmaktadır. Baba, kendini unutmuş «Davud'um» diye haykırmaktadır. Saatler süren bir yolculuktan sonra Erzurum’a varılır… Davut ve babası, yoğun bakıma alınır… Baba, sakat kalacak da olsa kurtulur… 

Ama Davut şehit olur… Ruhu şad, mekanı cennet olsun.

ARDAHAN'LI ÜLKÜCÜLER


Not: Ülküdaşımızın öldürülmesiyle ilgili olarak ilgili makamlarca nasıl bir soruşturma yürütüldüğü, olayla ilgili bir dosya açıldı ise mahkeme safahatının ne olduğu bilinmiyor. Sorumlu polisler ve askerler ne gibi bir işlem görmüş bilgimiz yok. Bilen varsa yorum kısmında bilgi versin lütfen.

14 Ocak 2022 Cuma

Maraş Olayları 1978 yılında başlamadı!

Arslan Küçükyıldız

Ayrıntılara girmeden söylemek gerekirse, 16. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı Devletini zayıflatmak ve çökerterek Türkleri Anadolu’dan Asya’ya sürmek veya yok etmek isteyen Batılı devletler, Türkiye topraklarına seyyah, tüccar, bilim adamı, din adamı, kelebek avcısı…  görüntüsü altında casuslarını göndermeye başladı. Casusların ilk durağı İstanbul, arkasından Anadolu’daki Hristiyanların oturduğu şehirler oldu. İlk hedeflerinden biri Anadolu’da işbirliği yapabilecekleri dindaşlarını aramak, diğeri de Türklerin üstünlüklerini, zayıflıklarını ve hassas noktalarını öğrenmekti. Etnik durumu, din ve mezhep yapısını öğrenmekle işe koyuldular. İstanbul’daki Hristiyanlarla başlayıp Anadolu’daki Ermenilere, Süryanilere, Yezidilere… uzanan bu tanıma işlemi zorlu bir süreçti. Bölgedeki etnik unsurlar, Hıristiyanlar ve mezhepleri, Müslümanlar ve mezhepleri, bu arada Aleviler ilgilerini çekti. Kürtler ve Aleviler üzerinde bilgi toplamaya başladılar. Aleviler hakkındaki bilgileri seyyahlar, askeri ve sivil raportörler ve Hristiyan misyonerler aracılığıyla alıyorlardı. Kendilerince ufukta bir ışık görmüşlerdi.[1] Buralardan gelen bilgiler batılı devletlerin istihbarat birimlerince değerlendiriliyor ve sahadaki ajanların çalışmasına yardımcı oluyordu.

Osmanlı Devletinin son yüzyıllarında Hristiyanlar ticarete hâkimdi. Dil bilmeleri yüzünden saraya, tercüme odasına alınmışlardı. Osmanlı başkentinde matbaanın önce azınlıklar tarafından kullanılması ve ilk gazeteleri onların çıkarması, bilgi toplama, propaganda ve haber çarpıtma konusunda ustalaşmalarını sağlamıştı. Bu yüzden yabancı devletler tarafından kullanılmaya çok uygundular. Yabancıların ilk el attıkları alan kiliseler ve ilk devşirmeleri de din adamları ve tercümanlar oldu.

18. yüzyılın sonlarında Anadolu’daki Türkçeyi ve Hristiyanlığı öğrenmiş papaz çocuklarını Mısır’da Müslüman din adamı olarak yetiştirip Anadolu, Kafkasya, Arabistan ve Balkan coğrafyasına, özellikle Alevi ve Kürt köylerine din adamı olarak gönderdiler. Bu din adamlarına hem bilgi toplama, hem de cahil halkın yeme içme alışkanlıklarını değiştirerek geleneksel Müslüman inanç ve ibadetlerini zayıflatma görevi verilmişti.

19. yüzyılda Osmanlı Devleti zayıflamaya başlamıştı. İngilizler, Fransızlar, ABD Türkiye’de azınlık okulları ve hastaneler kurmaya başladılar. Özellikle Doğu illerimizde kurulan Amerikan Kolejleri yerli halk üzerinde çalışıyordu. Bu okullar yoluyla tanıdıkları zengin, yerli Hristiyan ailelerin çocuklarını Amerika’ya götürüp geleceğin kanaat önderleri olarak eğittiler. Geride kalan fakir ve köylü çocukları da daha sonra Türkleri sırtından vuracak olan Ermeni komitacılar olarak yetiştirildi. Elbette misyoner okullarına alınan Türk çocukları da oldu. Onların da büyük bir kısmı başka amaçlarla kullanılmak üzere devşirildi.

O sıralarda bütün devletlerin ajanlarının Doğu Anadolu’da cirit attığını söylemeye gerek yok. Bölgedeki ajanların bazıları şunlardı: Hanry Layard, Mordtman, Carsten Niebuhr, Dr. Madden, Helmut Von Moltke, Arminus Vambery, Victor Langlois ve eşlik eden (Ermeni) Butrhros Rock, M. Th. Deyrolle, T. M. Chevalier, Henry Binder, Bayan Bişhop, Henr Rigs, Henry Blocquville, Oskar Mann, Gertrude Bell, Binbaşı Soane, Annemarie Von Nathussius, Olga Moberg, Elin Sunvall, Bayan Gudhart, Martha Dahl, Ewald Banse, Mark Sykes, Arnold T. Wilson, Binbaşı Noel, Rawlinson, Müller, Lehmann-Haupt…[2] Bu ajanlar genellikle önceden belirlenen isimlerle temas kurdukları için farklı devletlerin adamları aynı kişi ile görüşebiliyordu. Örnek olarak Çemişgezekli Ali Gako ile yalnızca Dunmore ve takipçileri değil, Britanya’nın Diyarbakır konsolosu Taylor da görüşüyordu.[3] Yine Adile Hanımın ağırlamadığı casus yok gibiydi.[4] İngiliz ajanı Gertrude Bell’in sahadaki elemanı idi. Adela adlı bu hanım, önce Caf aşireti reisinin karısı yapılmış ve günü gelince reis ortadan kaldırılarak aşiretin başına geçirilmişti.

19. yüzyıl sonlarında Anadolu’daki Amerikan okullarında devşirilen Hristiyan ve Müslüman çocukları ile yüzyılın başlarında Müslüman din adamı olarak yetiştirilen papaz çocukları Amerikalılara daha yoğun bir bilgi akışı sağladılar. Bu sayede Amerika, sadece etnik ve mezhep yaralarını kaşımak ve kafaları karıştırmakla kalmadı, bu yaraları kanatmaya da başladı. 

Doğu Anadolu’da yirminci yüzyılın başlarında ABD (ve kısmen diğer Batılı ülkeler): Asker ve diplomatlarıyla, Amerikan misyoner okullarıyla, Gezici misyonerleriyle, Yetiştirdiği Yerel Hristiyan kanaat önderleriyle, Yetiştirdiği Teröristlerle, Yetiştirdiği Müslüman görünümlü din adamlarıyla, Devşirdiği Türk (Alevi-Sünni); Kürt gençleriyle, Gazeteleri ve gazetecileriyle, Devşirdikleri Türk-Kürt devlet adamlarıyla faaliyet gösteriyordu.

Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında verilen Kurtuluş Savaşı sırasında, sonrasında çıkan isyanlarda, özellikle Ermeni isyanında misyoner okullarının rolü çok büyüktü. Atatürk bunu biliyordu, düşmanı denize döktükten sonra bu okulları kapattı. Ancak ölümünden sonra işler değişti. İkinci Dünya Savaşından sonra Yalta’da yapılan paylaşımda Türkiye ABD’nin payına düşmüştü. ABD kışla seviyesine kadar inen Askeri yardımlarla işe başladı. Ankara’nın göbeği Balgat’ta Jusmaat diye bilinen üssü kurdu. Burada genellikle istihbarat çalışmaları yapılıyordu. ABD’nin Türkiye’nin çeşitli yerlerinde kurduğu bütün üslerde toplam 25 bin Amerikalı çalışıyordu. ABD, okullara süt tozu ve margarin yardımıyla göz boyadı. İngilizce öğretmek bahanesiyle bütün yurda yayılan Amerikan gönüllüleri ise köylere kadar giderek aylarca, yıllarca süren gözlemlerle bilgi topladı. Bunların tamamı ajan faaliyeti yürütüyor, mevcut ve toplanan bilgilerden hareket ederek Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmanın alt yapısını hazırlıyorlardı. Kürt ve Alevilerin desteği sağlanmalıydı. Özellikle Kürecik ABD üssünde çalışan ABD ajanları, yakın çevrede faaliyet gösterdi: Kürt kimliği, Alevi kimliği üzerinde durdular. Yerel kanaat önderleri yetiştirdiler. ABD’nin Marksizm propagandası yapacak bir okula ihtiyacı vardı; ODTÜ’yü kurdu. ABD çoğu casus olan hocalarıyla burada Marksist sosyalist, bölücü fikirler yaydı, örgütler kurdu, örgüt elemanları yetiştirdi. Yerel önderleri Başkentteki ODTÜ ve diğer üniversitelerde yetiştirdikleri teröristlerin emrine verdiler.

Bu çalışmalar yavaş yavaş meyvesini vermeye başlamışken 12 Mart 1971 muhtırası oldu. Muhtırayla, iktidarı ele geçirmeye ve dikta rejimi kurmaya kararlı sol bir askeri cuntanın darbesi önlenmişti. Marksist örgütler, ava giderken avlanmıştı. O güne kadar yetişen örgütler takibe başlandı. Anarşistler kır gerillası başlatmak için Doğudaki illere, köylere, dağlara gitmeye kalkıştı. Bölge, seyyahların, kelebek avcılarının, casusların, barış gönüllülerinin, gazetecilerin, yabancı ajanların en az iki yüz yıldır aralıksız çalışarak Alevi Sünni; Türk Kürt ayrımını gergef gibi işledikleri bir bölge idi. Buna karşılık etnik ve mezhep kışkırtıcılığı başarılı olamadı. Yanlarında olacaklarını düşündükleri bölge halkı Marksist teröristleri yakalayıp askere teslim etmişti.

ABD başta olmak üzere yabancı ülkelerin istihbarat, propaganda, kışkırtma, bölücülük faaliyetleri çok yönlü idi ve çok iyi yetiştirilmiş elemanlarca yürütülüyordu. ABD, elçiliği ve konsoloslukları, ABD üsleri ve Jusmaat çalışanları; uzman, gazeteci, tüccar, turist, bilim adamı vb. görüntüsüyle bölgeyi tahrik eden CİA ajanları; Türkiye’den devşirdikleri Hristiyan azınlıklar, Türklerden devşirdikleri gençler, Marksist örgütler, Bölücü örgütler, Bunları destekleyen Basın, devşirdikleri basın mensupları, Kurduğu ODTÜ, ele geçirdiği Siyasal ve Hukuk fakülteleri gibi okullar, ABD hedefleri için Marksist Leninist, Sosyalist anarşist ve bölücü yetiştiren merkezler, Bunları destekleyen ve Deniz Gezmişlere leblebi gibi bomba patlattıran askeri cunta heveslileri[5] Her şeye rağmen ABD, Türkiye’de sol bir darbe ile demokrasiyi rafa kaldırıp askeri dikta kuramamış, kır gerillası başlatamamış, Kürt-Türk, Alevi-Sünni bölememiş, Alevilerin desteğinde bir Kürt Devleti kurmayı başaramamıştı.

Ancak ABD’nin ektiği tohumlar hızla yeşeriyordu. 1971 sonrasında Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurma hedefi karartılmış, bir Kürt devleti kurma hedefi vitrine çıkarılmıştı. Özellikle Malatya, Elbistan, Pazarcık bölgelerinde Kürtler ve Aleviler iyice kışkırtılmıştı. İç ve dış ortam uygundu. Çok geniş kapsamlı, şeytanca düşünülüp planlanmış kanlı bir oyun tezgâhlandı: Maraş Olayları. Bu hain tezgâh sonucunda bir taşla birçok kuş vurulacak, nice canlar toprak olacak, nice saf bağırlar nefret ve kinle doldurularak gelecek nesillere miras bir kanayan yara bırakılacak; 12 Eylül’e zemin hazırlanacaktı. PKK’nın(ABD’nin) kurmayı düşündüğü Kürt devletinin sınırları Maraş’ı da içine alacak şekilde büyütülecek, haritaya eklenecekti. 

Güdümlü İstanbul basını şiddet olaylarını en başından beri sol örgütlerin Devletle çatışmasını sağ sol kavgası olarak takdim etmişti. Devleti ve rejimi dönüştürmek isteyen Marksist Leninist örgütlerin karşısında silahlı bir güç varmış gibi gösterildi. Böyle bir güç yoktu, hiç olmadı. Ülkücüler, oynanan oyunu görmüşlerdi ama devletin aczine seyirci kalamazlardı. “Hayır” diyerek fikirleriyle karşı koymaya çalıştılar. Olabildiği kadar silahlı mücadeleden uzak durdular. Ancak belli merkezlerce günde yirmiyi geçen ölü sayısı gün geçtikçe artırılmaya, yüzyıllardır kaşınan yaralar kanatılmaya başlandı.

Kürecik Amerikan üssünden çevre köylere, ilçe ve illere dağılan ajanlar Alevileri ve Kürtleri kışkırtmış, sol örgütlerin rahatça yönlendirebileceği kıvama getirmişti.

CHP iktidardaydı. Ecevit Başbakandı. Hükümeti ayarttığı milletvekilleriyle şaibeli pazarlıklar sonucu, kıl payı dengelerle kurmuştu. Bölücülüğü ile bilinen Şerafettin Elçi de bakanlar arasındaydı. Bütün illerde Milli Eğitime Marksist örgüt TÖB-DER’li öğretmen ve müdürler, Emniyete Marksist örgüt POL-DER’li polisler atanmıştı.

Uluslararası siyasi durum sıkıntılıydı. ABD’nin bütün baskısına rağmen Türkiye Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesine izin vermiyordu. Türkiye’de olağanüstü kanlı olaylar olmalı, sıkıyönetim ilan edilmeli, Darbe zemini hazırlanmalı, Darbe yaptırılmalı ve Türkiye pürüz olmaktan çıkarılmalıydı.

Türkiye hızla Maraş olaylarına yaklaşıyordu.

Yaraları derinleştirmek

Emperyalizmin yüzyıllardır kullandığı yöntemi “Divide and rule(Böl ve yönet)” biçim değiştirmişti. Yaraları, krizi, kaosu derinleştirmek yönteminde birleşen Marksist Leninistlerin, Yahudilerin, Masonların ve ABD’nin 20. Yüzyılda oyunlarında deneme tahtası olarak Türkiye’yi kullandıkları söylenebilir. “Türkiye hızla Maraş olaylarına sürükleniyordu”. Özellikle ABD, 1971’de Türkiye’yi doğusundan bölmek için, solu, kır gerillası yapmak üzere örgütlemiş, kamuoyu oluşturmuş ama bu yetmemişti. Türkiye çalışmalarında bu defa daha sağlam adımlarla yürüyecekti: Solda yeni bir düzenleme ve görevlendirme yapıldı. Sol artık Amerika düşmanlığı yapmayacak, bunun yerine faşizm düşmanlığı öne çıkarılacaktı. CİA için düşman gösterme işi çocuk oyuncağı idi ve düşman hazırdı. MHP ve Ülkücüler “Faşist”ti. Bütün basın bunu işleyecek, bu yüzden Ülkücü Hareket, fikir hareketini geliştirmek yerine sürekli savunmada kalacaktı. Marksist örgütlerin bir kısmı bölücülükte birleştirildi; APO’cular ve PKK ortaya çıktı. Alevi-Sünni ayrışması için de başta Aydınlık-TİKP grubu ve diğer örgütler yönlendirildi. Olayların tansiyonu yükseltildi. Ölümler, yaralamalar, bombalamalar ve diğer eylemler artırıldı.

ABD, aslında mutlu sona ulaşmak için daha uzun vadeli, derin ve etkili adımlar atmıştı. Özellikle yetiştirdiği iki isim Türkiye’nin en önemli mevkilerine yükseltiliyordu. Bunlardan biri, Silahlı kuvvetler içinde, kendisinin bile nasıl olduğuna şaşırdığı bir şekilde yükselen Kenan Evren, bir diğeri de siyasette yıldızı parlatılan Ecevit idi. 1945 sonrasında ABD, Türkiye’ye sadece Amerikan yardımlarını başlatmamıştı. Yardımlar vesileyle Ankara’nın göbeğinde kurduğu Jusmaat ve diğer üslerindeki görevlileri, çeşitli alanlarda, birlikte çalışabilecekleri isimleri mimlemeye ve bunları Amerika’ya vb. yerlere götürerek çeşitli alanlarda eğitmeye, görevlerinde yükselebilmeleri için, önlerini açmaya başlamıştı.

Kenan Evren, Amerikan yardımları başladıktan sonra ilgilendikleri isimlerden biriydi. Harp Okulunda 50. sıradaki bir tankçı nasıl oluyor da açılan NATO eğitim kurslarına katılmakla basamakları hızla tırmanabiliyordu? NATO’nun eğitim, planlama, yurt dışı görevlendirme işlerinden sorumlu yapıldı. Genelkurmay ikinci Başkanı ona “Gel bakalım NATO’cu” diyor, o da bunu iltifat olarak görüyordu.[6] Gün gelecek kendisine olduğu gibi yatırım yapılan “Bizim Çocuklar”dan biriyle; Ecevit’le yolu kesiştirilecekti. (Evren’in Deniz Gezmiş’le de yolu kesişmişti; Gezmiş, bir ara Evren’in evinde saklanmıştı[7] ama bu ayrı bir konu.)

Ecevit, Robert Kolejde dikkatleri çekmişti. Basın Yayın Genel Müdürlüğü, İngiltere görevi, Amerika’da iki burs[8]… Rockefeller Fonu bursu ile Harvard'a Ortadoğu tarihi ve sosyal psikoloji çalışmak üzere gittiği ikinci bursta ona (ve Türkiye’yi yöneten birçok kişiye) hocalık yapanlardan biri, ABD’nin derin devletinin en etkili isimlerinden Kissinger idi.[9] Ecevit, yıllar sonra Başbakan olduğunda bu bursun hakkını vererek, silahlanmanın ve bölücülük faaliyetlerinin önlenebilmesi için Kuvvet komutanlarınca teklif edilen genel silah aramasına razı olmayacak, komutanları “Son 10 yılda dünyada etnik bölünmeler başladı, dünyada böyle olunca bizde de bu gibi hareketler olacak, batılı ülkeler evvela Arapların birleşmesini önlemek için Kürtçülüğü teşvik ettiler, Amerika da bir zamanlar Kürtçü unsurları tahrik etti ve bu hususu Kissinger’a söylediğimde ’Evet bir zamanlar biz de teşvik yaptık, fakat şimdi yapmıyoruz, artık aynı hataları işlemiyoruz’ dedi”, diyerek[10] uyutmaya çalışacaktı.

12 Ocak 1978 de içlerinde Bölücü, Kürtçü Şerafettin Elçinin de bulunduğu bazı milletvekilleri ile yapılan şaibeli pazarlıklar sonucu, Ecevit Başbakan oldu ve hükümeti kurdu. Elçi de bakan yapılmıştı. Ecevit’in ilk icraatı Emniyeti POL-DER’e, Milli Eğitimi TÖB-DER’e teslim etmek idi. 19 Şubatta İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, çiçeği burnunda sayılabilecek Kara Kuvvetleri Komutanı Evren’e Ecevit Hükümetinin kendisini Genelkurmay Başkanı yapacağını bildirdi.[11] Evren Genelkurmay Başkanı olduktan sonra da Haydar Saltık’ı Genelkurmay İkinci Başkanı, Nurettin Ersin’i Kara Kuvvetleri, Sedat Celasun’u Jandarma Genel komutanlıklarına getirdi.

ABD, çeşitli unsurlarıyla sol örgütler üzerinde çalışıyordu. Dünya devletinin ön çalışması olarak ulus devletleri bölüp parçalayarak her kıtada AB gibi Birleşik Devletler kurup bunların tepesine oturmak istiyordu. Bu amaçla Türk solunu bir kuluçka makinesi gibi kullandı. Bölücü Kürtçülüğü, Ermenilerin katkısıyla, Türk solu içinde geliştirdi; PKK, solun şefkatli kucağında büyüdü, serpildi. Yine sol partiler eliyle meclise sokuldu. Aynı şekilde Alevi Sünni ayrışması da sınıf mücadelesiyle hiç ilgisi olmamasına rağmen solun, Marksist Leninist örgütlerin kucağında gerçekleştirildi.[12] CİA ajanları, Doğudaki bölücü Kürtçülüğü ve Alevi-Sünni ayrışmasını hızlandırmak için Türk solu içinde Maoculuğa yönlendirdiği örgütleri ve ekipleri devreye soktu. Doğuda öldürme, yaralama, bombalama eylemleri arttı. Kurtarılmış bölgeler oluşturulmaya başlandı. Gaziantep kalesine Çin bayrağı çekildi.

Ne yapılıp edilecek, kanlı kitle olayları gerçekleştirilecek, sıkıyönetim ilan ettirilecek, işkence timleri kurulacak, Egedeki Notam kaldırılacak, darbe yaptırılacak, Yunanistan NATO’nun askeri kanadına döndürülecek, bunların faturası da ABD’nin Türkiye’de hedefleri önündeki en büyük engel olan MHP’ye ve ülkücülere kesilerek, ülkücüler tehlike olmaktan çıkarılacaktı. Maraş Alevi Sünni kitle çatışması ve kanlı olayları için seçilmiş pilot illerin başında geliyordu. Seçilen diğer illerde kanlı olayların devamı sergilenecekti. Maraş kurtarılmış bölge yapılabilirse Fatsa’dan Adana’ya çizilen hat tamamlanmış olacaktı.

Ecevit hükümeti iktidara gelir gelmez neredeyse Maraş’taki bütün kurumların idarecilerini değiştirdi. Kurumların başına Marksist, Leninist, Maoist örgüt elemanları getirildi. Polis Marksist POL-DER’e teslim edildi. Bütün tayinler POL DER tarafından yapıldı. Bütün okulların yönetimine TÖB-DER’li Marksist müdürler getirildi. Okullar TÖB-DER’li öğretmenlerle dolduruldu. Maraş’ta mantar biter gibi sol örgüt şubeleri açılmaya başlandı.[13] Bu sıralarda CİA Maocularının düzenlediği çevre il ve ilçelerdeki, köylerdeki Alevileri ve Kürtleri kışkırtan eylemleri tırmanmaya başladı. ABD, kullanabileceği her tür malzemeyi kullanmaya başlamıştı. Kürecik’deki ajanları, doğrusu son ekimde iyi tohumlama yapmıştı.

Peki, olayların sorumlusu kim olacaktı? Bunun da hazırlanması gerekiyordu. Bu cümleden olmak üzere Maraş’ta POL DER’li emniyet mensuplarının mührünü yaptırdıkları, ülkücülerce kurulduğu iddia edilen “Türk Yıldırım Komandoları” ve “Esir Türkleri Kurtarma Ordusu” ETKO adlı, tamamen hayali, iki örgüt ortaya çıkarıldı! Bu örgütün kuranlardan biri POL-DER ise diğerleri de Cumhuriyet, Aydınlık gazeteleridir.  Nitekim, Cumhuriyet gazetesi, kentte görevli “bir emniyet mensubunun” şu ifadelerine yer veriyordu: “Yapılan soruşturma kentte meydana gelen patlamaların bir provokasyon olduğunu ortaya çıkarmıştır; komandolar, özellikle kendi kuruluşları olan derneklere bombayı atıyorlar, sonra da suçu solcu gruplara yüklemek istiyorlar.”[14] (Daha sonra Maraş Olayları davalarında yargılanan Maraş POL DER başkanı Celal Ergün, ifadesinde bu çakma örgütü nasıl kurulduğunu açıklamıştı.)

Maraş olaylarının ilk habercisi bombalı paketle Malatya Belediye Başkanı Hamido’nun gelini ve iki torunuyla öldürülmesi olayı oldu. Hamit Fendoğlu Malatya’da Sünni kökenli İzollu aşiretinin önderi ve MHP’nin de desteğiyle seçilen bağımsız belediye başkanıydı. Aynı tarihlerde aynı kişi tarafından gönderilen iki ayrı paket daha vardı. Biri Alevi kökenli aşiret önderi ve CHP Kahramanmaraş Pazarcık ilçe başkanı Memiş Özdal, diğeri de Sünni bir aşiretin önde gelen mensubu ve Adıyaman vali yardımcısı Abdülkadir Aksu idi. Memiş Özdal’a gönderilen paket iki posta çalışanı tarafından açıldı ve patlamada bir postacı hayatını kaybetti. Hamit Fendoğlu’na gönderilen bomba 17 Nisan 1978 günü elinde patladı ve ardından Malatya’da büyük olaylar yaşandı. Abdülkadir Aksu’ya gönderilen bomba Malatya olayından dolayı emniyet güçlerince bombalı paket olduğu şüphesiyle güvenlikli bir şekilde patlatılmıştı. Bu olay göstermiştir ki bölgeyi yangın yerine çevirecek tam bir Alevi-Sünni çatışması planlanmıştır. Üç ilimizin ateşe atıldığı ortadadır.[15] Malatya olayları, Maraş olaylarının adeta küçültülmüş bir örneğidir: 1. Olaydan öce ildeki sağcı polislerin tayini çıkarılmıştır. 2. Öldürme ve provokasyon yapılmıştır. 3. Başbakan ve önlem alabilecek bütün merciler aranmış, ancak zamanında yardım gelmemiştir. Dönemin Malatya Valisi Cahit Bayar, olaydan önce sağ görüşlü polislerin tayinine polisteki dengeyi bozacağı için izin vermediğini, çıkabilecek olayları, durumun vahametini Başbakan Ecevit’e ve diğer ilgili makamlara bildirdiğini söylemiştir: “Farklı etnik unsurların bulunduğu illerde adaletli ve dengeli davranma zorunluluğu göz ardı edilerek gelişi güzel, (belki de kasıtlı) tayinlerle bir gerginlik ortamı oluşturulmuştu... Kitlesel bir tayin zihnimi karıştırdı. Polisin sağ kesimi (biri hariç yanlış hatırlamıyorsam elli polis), Malatya’dan alınıyordu. En azından, birbirlerini kontrol edebilmeleri açısından her iki kesimi de muhafaza etmek zaruriydi. Bu tayin olayı sadece partizanlık olarak algılanabilirse de, bende büyük bir olaya hazırlık intibaı yarattı ve bu tayin emrini uygulamadım. Maraş’ta bu türden bir tayin emrinin yerine getirildiğini haricen öğrendim… Bir vali olarak yaptığım bütün uyarıların nazarı dikkate alınmadığını üzülerek gördüm. Hatta öylesine ki; olaylara asker yardımı çok geç geldi ve hiçbir müdahalede bulunmadı. Bombalama olayının bir Alevi-Sünni ayrışmasını hedeflediği (Maraş-Sivas ve Çorum olaylarıyla görüldüğü gibi) anlaşılmaktadır. Olayın faili bulunmadı veya bulunamadı. Muhtemelen bu bir ’servis işi’ ve nisyana terk edildi.[16] (Bombalı paketler için Kissinger’ın öğrencisi Ecevit, hemen sorumlu bir adres buluvermişti: Bombaları Atom Enerjisi Kurumunda, ülkücüler imal etmişti. CİA, bir taşla iki kuş birden vuruyordu. Hem Atom Enerjisi Kurumu, hem de bölgedeki olayların sorumlusu gibi gösterilerek MHP ve Ülkücüler yıpratılıyordu. Bunun koskoca bir yalan ve iftira olduğu hemen ortaya çıkacaktı.[17] Gözaltılar, sorgular, işkenceler… POL DER’li işkenceciler tarafından sorgulananlara, her yerde, “Emri Türkeş’ten aldım de, kurtul” deniliyordu.

Güneş Balçıkla Sıvanmaz

Tahrikler arka arkaya geliyordu; Malatya, Sivas, Elazığ olayları…[18] 5 Kasım 1978’de Adana’da “Bağımsız Kürdistan” mitingi yapıldı. Maalesef bu kışkırtma bile yetkilileri uyarmaya yetmedi. Maraş olayları daha çıkmadan engellenebilirdi.

Maraş’taki ilk kitlesel eylem köylülerin mazot zammını protesto için yaptıkları eylem oldu. CIA’nın Maocu solcularınca; Aydınlık ve TİKP tarafından örgütlenmişti. Traktörler şehrin girişinde durdurulmuş ama köylülerin yürüyüş yapmalarına izin verilmişti. Yürüyüşte bölücü Kürtçülerin üç renkli bayrağı açılmıştı.

Halk olaylarla, öldürmelerle, pankart ve bildirilerle… tahrik ediliyordu. Olayların önlenemez boyutlara geleceği görülüyordu. Sağduyu sahipleri dillerinin döndüğünce bütün makamları uyarıyordu. Türkeş, Malatya’da yaşanan olayların benzerlerinin Maraş ve Erzurum’da yaşanabileceğini söyleyerek Hükümeti uyarmıştı. Nisan ayında Kahramanmaraş'ta Pol - Der'li polis kılığındaki militanların emniyet müdürlüğündeki işkenceleri ve kanunsuzluklarını incelemek üzere gönderilen Milliyetçi Hareket Partisi Parlamento Heyeti, dönüşünde kamuoyuna şu açıklamayı yapmıştı ve ilgilileri şöyle ikaz ediyordu: “Kahramanmaraş'ta halkın yöneticilere karşı sevgi ve saygısı son derece azalmış ve güvensizlik belirmiştir. Bu arada, Maraş Valisi ve Emniyet Müdür ve amirleri tamamıyla Pol-Der mensubu bir kısım polislerin, bilhassa mahallin Pol - Der Başkanı polis memuru Fahri Öksüz'ün emrinde olduğu ve işkence tertibini Pol-Der'in yürüttüğünü mahallen tespit etmiş, müşahede etmiş bulunuyoruz. Ciddi tedbirler alınmadığı takdirde, yeni ve büyük olayların çıkması kuvvetle muhtemeldir.”[19] Olaylar öncesinde MİT uyarmıştı. Vali uyarılmıştı. Hükümet uyarılmıştı. Genelkurmay Başkanı Evren olup bitenleri ayrıntılarına kadar biliyordu; bölgedeki durumu bizzat komutanlarından dinlemişti.

CİA ajanı ABD Büyükelçiliği 2. Kâtibi Robert Alexander Peck, Sivas, Amasya, Malatya, Erzurum, Elazığ gibi Maraş’ta da “incelemelerde” bulunmuştu. Peck’in devlet, iş ve siyaset çevresinden görüştüklerine hep aynı soruları soruyordu. Bu sorular ABD’nin Türkiye’de ne yapmak istediğini göstermektedir. Amasya Belediye Başkanı Gündüz Türene sorulan sorular: “ 1. Amasya’da Sünnilerle Alevilerin oranı nedir? 2. Amasya’da genel nüfusa göre işçilerin oranı nedir? 3. Amasya’da solcu mu daha çok sayısal olarak, sağcı mı? 4. Amasya’daki çatışmalar mezhepsel, etnik ya da sağ-sol çatışmasından mı kaynaklanıyor? “ CIA ajanı Peck hangi şehre uğramışsa, orası kan gölüne dönmüş, Çorum Olayları sırasında da Çorumda görülmüştü.[20]

Sayım Memurları!

Aralık ayına gelindiğinde Kahramanmaraş’ta özellikle Alevi yurttaşların çoğunlukla yaşadıkları mahallelerde “nüfus sayımı” yaptığını söyleyen veya kendisini PTT görevlisi olarak tanıtan “memurlar” dolaşmaya başlamıştı. Bunlar evde yaşayanlar hakkında bilgi topluyor ve evleri kırmızı boyayla işaretliyordu. Sonradan, sadece boya ile işaretlenmiş evleri ateşe verdikleri ve içindekileri öldürdükleri anlaşılacaktı.[21]

Milli Piyangocular!

Şehirde yaşanan bir gariplik de, otellerde Milli Piyango satıcı olduğunu söyleyen “konukların” varlığı idi. İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’nın hazırlattığı bir raporda şöyle deniyordu: “19-25 Aralık 1978 tarihleri arasında Kahramanmaraş otellerinde kalan kişilerle ilgili yapılan araştırmada, kent dışından gelen 26 tane seyyar piyango bayii bulunduğu tespit edilmiştir. Kahramanmaraş ilinde yeteri kadar Milli Piyango bayii vardır. Ve 19-25 Aralık günlerinde çekiliş olamayacağına göre, sahte meslek göstererek kalan bu kişilerin, olaylardan haberdar olarak gelmiş militanlar oldukları kanısı uyanmaktadır.”

Çıkacak olaylardan haberdar olan, gereken tedbirleri almayan, olaylardan sonra da derhal müdahale edemeyen bir Başbakan,

Çıkacak olayların farkında olan ve olaylar çıktığında seyreden bir Genelkurmay Başkanı,

Olayları seyreden veya bizzat içinde yer alan kamu kuruluşlarının müdürleri,

Maraş’ta her kademede Marksist Leninist kadrolaşmayı sağlayan CHP,

Maraş’ta faaliyet gösteren anarşist-terörist Marksist-Komünist, sol örgütler: TKP/ ML DHB, HALKIN BİRLİĞİ, THKP/C DEV-SAVAŞ, PKK, APOCULAR. TİKP’nin yan kuruluşu PDA’nın Sosyalist Gençler Birliği; THKO-GMK yan kuruluşu (MYDGD) Maraş Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği, TKP’nin yan kuruluşu DİSK, AHO, KÖY KOOP, Maraş Halk Evleri, TÖB-DER, POL-DER, Demokratik Sol Kitle Derneği[22]

Bunların içine yerleşmiş bazı Taşnak kalıntısı Ermeni militanlar.

CİA ajanlarınca tahrike ve tahribe hazırlanmış Kürt vatandaşlar,

CİA ajanlarınca tahrike ve tahribe hazırlanmış Alevi vatandaşlar,

CİA ajanlarınca tahrike ve tahribe hazırlanmış Sünni vatandaşlar,

Bütün okullardaki öğrencileri zorla cenaze merasimlerine ve Yürük Selim Mahallesine götüren TÖB-DER,

Bu cenaze merasimlerinden öğrencilerin kaçamaması için kordon oluşturan, olayların ve tahriklerin bizzat içindeki POL-DER,

Başta Aydınlık, Cumhuriyet ve Milliyet gibi gazeteler olmak üzere bölücülüğü ve mezhep çatışmasını körükleyen, çanak tutan Basın organları,

ABD görevlileri, CİA ajanları; diğer ülkelerin ajan ve kışkırtıcıları: Nüfus sayımcıları, Milli piyangocular… (Olaylarda öldürülen ve kimliği belirlenemeyen “sünnetsiz” kişilerin bunlar olduğu düşünülüyor.)

CIA’nın denetimindeki bölücü sol örgütler. Ermeni Garbis Altınoğlu’nun yönetimindeki TKP/ML-DHB (Türkiye Komünist Partisi/ Marksist-Leninist Devrimci Halkın Birliği) örgütü üyeleridir. Zaten “Beş-altı aylık çocuğun bacaklarından tutup ikiye bölünmüş, karnından bıçaklanmış kadın, çocuk, genç, ihtiyar cesetleri” Ermeni Taşnaklarının olaylardaki damgası, mührüdür. Diğer Marksist örgütler de olaylara benzin dökmüştür.

Maraş olayları, hiç kuşkusuz, her yönü büyük bir titizlikle kurgulanmış bir CİA harekâtıdır. Kenan Evren’in yazdığı gibi olaylar MHP’li militanlar ve dinci yobazlar tarafından başlatılmamıştır.[23] MHP ve Ülkücülerin olayların sorumlusu olmadığı, mahkeme kararıyla sabittir. Olayları sorumlusu, İrfan Özaydınlı’nın dediği gibi sol örgütlerdir. Sıkıyönetimin İlanı hakkındaki TBMM görüşmesinde, İçişleri Bakanı yaptığı konuşmada “…22 Aralık 1978 günü Endüstri Meslek Lisesi öğretmenlerinden 2 öğretmen evlerine giderken vurularak öldürülüyor. Ertesi gün yani 22 Aralık Cuma günü, cenaze merasimi için aşırı sol fraksiyonların tahriki ile topluluk Devlet Hastanesinde toplanıyor ve camiye doğru yürüyüşe geçiriliyor. Burada Kahramanmaraş için gerçekten üzüntü veren aşırı sol fraksiyonların sloganları atılıyor…” dedi.[24] Aynı görüşmede MHP adına konuşan Sadi Somuncuoğlu incelemeler için Kahramanmaraş’ta bulunan Nevzat Kösoğlu’ndan aldığı bilgileri aktardı: “Sayın milletvekilleri; Kahramanmaraş'tan gelen acı haberler halâ kesilmedi, birbirini kovalıyor. En son olarak, Milliyetçi Hareket Partisi Grubundan dört milletvekili olay mahalline gitmişti. Oradan bize gönderdiği son bilgileri huzurunuzda okuyarak konuya girmek istiyorum: «Olaylar bir Alevi - Sünni çatışması değildir. Vaktiyle Nurhak dağlarında başlatılmış olan kır gerillası hareketinin, şehir gerillası hareketine dönüştürülmesinden ibarettir... Hareketin uygulayıcıları Mao'cu Aydınlık grubudur. Bunları tutan basın, aylardan beri bu gelişmenin hazırlığını yapmıştır. Aynı grubun buradaki militanları ise fiili hazırlığını ve silah teminini yapmıştır. Nitekim bunların önderi Mehmet Taşkesen hadiselerin başlatıcısı ve öncüsü olmuştur. Kahramanmaraş’taki bu hazırlıklar, birkaç ay evvel oraya göndermiş olduğumuz parlamenter heyetimizce görülmüş, ilgili bütün merciler uyarılmış, hatta bir Gensoru konusu yapılmış, buna nağmen ilgililer gerekli tedbiri almamışlardır. Hükümet bir yandan Kahramanmaraş'ın hassas bölge olduğunu ilan ederken, diğer yandan bu şehirdeki resmi müesseselere bölücü ve aşırı solcuları tayin etmiştir. Emniyet, Milli Eğitim ve bütün okullar ve YSE gibi kuruluşlar bunlar arasında sayılabilir. Bunlar Mao'cu olarak bilinen grubun buradaki mevzilenmesine zemin hazırlamışlardır. Mezhep ayrılıklarını Mao'cular maalesef malzeme olarak kullanmışlardır. Bu tayinler cümlesinden olarak, Kahramanmaraş'ta bulunan Pol-Der'li Marksist polisler aylardan beri işkencelerini devam ettirmişlerdir. Öyle ki, bu işkence hadiseleri Kahramanmaraşlıların her gün, konuştuğu bir mesele haline gelmiş ve gerilimi büyük ölçüde artırmıştır.

Bütün bu gelişmelerin sonunda hadiseler şu tarzda patlak vermiştir:

A) «Güneş Ne Zaman Doğacak» filminin oynandığı sinemaya söz konusu Mao'cu gruptan bir kişi tarafından bomba atılmıştır.

B) 21.12. 1978'de iki öğretmen siyasi olmayan bir sebepten dolayı öldürülmüş olmasına rağmen, bunu istismar eden aşırı solcular o gece mahallelerdeki bazı evleri taşlamışlardır.

C) Aynı gün Elbistan'da eski Cumhuriyet Halk Partisi Senatörü, Avukat ve sonradan partimizin üyesi olan Hilmi Soydan bir suikast sonucu öldürülmüştür.

D) İki öğretmenin cenaze törenine katılanlar, kadın ve erkek silahlı militanlardan oluşuyordu. Cenaze korteji cenazeyi Ulu camiye doğru gelinirken bazı sağcı milliyetçi tanınan vatandaşlarımıza ait dükkân ve işyerleri yakılıp, tahrip edilmiştir.

E) Ulu Camiye yaklaşan kalabalık, haşa, «Muhammed'in piçlerine burayı mezar edeceğiz» diye bağırmışlardır. … Camide bulunan cemaat ise bu «tavır yüzünden, cenazeyi camiye sokmak istememiştir. Cemaati tahrik edenler, cenazenin istismarcılarıdırlar. Bu sırada camide tedbir alan Pol-Der'li polisler havaya ateş etmişlerdir. Polislerin ateş açması askeri birlikler tarafından bir ara önlenmiş, ancak silah sesi üzerinle halk, cami önünde yığılmıştır. Cenazeyi askerlere bırakan silahlı militanlar, Yörükselim mahallesine doğru çekilirken bazı dükkânları tahrip etmiş, bu arada 'Milliyetçi Hareket Partisi Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Yusuf Özbaş'ın ve bazı vatandaşlarım evlerine silahla tecavüzde bulunmuşlardır… Yukarıda anlatmaya ve sıralamaya çalıştığımız olaylar, Kahramanmaraş'ta Sünnisiyle, Alevisiyle hepsi Türk ve Müslüman olan birçok vatandaşımızın ölümüne ve yaralanmasına sebep olan, olaylar zincirimin birkaç halkasından ibarettir. Bunların bir araya gelmesi ve bahsettiğimiz Mao'cu Aydınlık Grubunun tahrik ve kışkırtmalarının neticesi, Kahramanmaraş’ımız kana bulanmıştır…”

Mecliste İçlerinde Hasan Fehmi Güneşin de bulunduğu bazı CHP’li vekillerin sık sık hakarete varan sataşmalarla böldüğü konuşmasında Sadi Somuncuoğlu, onlara “İçişleri Bakanı, biraz önceki konuşmasında «Kahramanmaraş'taki vahşeti sol fraksiyonların başlattığını» söyledi. Bu sözleri, iktidarın başının günlerce iç savaş kışkırtıcılığı yapan, komünist fraksiyonların ihanetini gözlerden gizlemeye çalışan beyanlarıyla karşılaştırmanızı ve vicdanlarınızın önünde hesabınızı kendinize vermenizi rica ediyorum …kesinlikle söylüyoruz ki, Kahramanmaraş'taki kanlı olaylar mezhep kavgasının sonucu değildir...” dedi.[25] (Meclis’te İrfan Özaydınlı öyle dediydi, demediydi tartışması yapıldı. Zabıtlara bakıldığında görüldü ki Bakan böyle demiş. Bunun üzerine görüşmeler devam ederken CHP grubu toplandı ve Özaydınlı’nın bakanlığı, o toplantıdan sonra düşürüldü. Yerine de aranan DEV-SOL liderini makam aracına alıp Birinci Ordu Karargâhına gidebilecek kadar pervasız, sorgucu, işkenceci, düzmece itirafçı imal eden… Hasan Fehmi Güneş Bakan yapıldı.)

Sayın Sadi Somuncuoğlu’nun Meclis’te aktardığı bilgiler, İrfan Özaydınlı’nın da aralarında bulunduğu her partiden milletvekillerinin taptaze gözlemleriydi. Ancak Ecevit ve Hasan Fehmi Güneş, ısrarla olayı MHP ve ÜGD ile ilintili bir Alevi-Sünni çatışması olarak göstermek istiyordu.

 

Olayları başlatan bombayı, Ökkeş Şendiller değil DEV SAVAŞ mensubu Hasan Aydın atmıştır. Olayları ateşlemek için öldürülen TÖBDER ve TİKP’li öğretmenleri “kahpece” öldürenler de ülkücüler değil DEV SAVAŞ örgütüdür. Bu da mahkeme kararıyla sabittir.[26] (Suçluların önemli bir kısmı yakalanmış, yargılanmış ve idam cezası almışlar, çıkarılan afla serbest kalmışlardır.) Ayrıca müdahil avukatların MHP hakkında Cumhuriyet Başsavcılığına başvurulması hususundaki istemleri ve ÜGD Kahramanmaraş şubesinin kapatılmasına ilişkin istemin reddine karar verilmiştir.[27] Olayları Alevi-Sünni çatışması gibi görmek ve göstermek isteyenler bu gerçeği kabullenip söylemlerini gözden geçirmelidir. Milletimizin onca işkenceye rağmen sağduyusunu kaybetmemiş olmasından dolayı Sayın Ökkeş Şendiller(Kenger)’e şükran, onu katil gören veya gösteren bütün solcuların da bir özür borcu vardır. Askeri Mahkemelerin yargılamalar sonucu ulaştığı bilgiler Sadi Somuncuoğlu’nu haklı çıkardı. Güneş balçıkla sıvanamazdı ama çamur atılmış, izi de kalmıştı.

Maraş Olayları sıkıyönetimin ilanıyla sonuçlanacak, sıkıyönetimle güçlenen Evren 12 Eylül 1980 Darbesini yapacak, kanunsuz aramalar ve kurulan tezgâhlara dayanılarak yurt çapında yakalanan MHP’li ve Ülkücülere C-5lerde korkunç işkenceler yapılmaya başlanınca ABD’nin bütün olayların faturasını MHP ve ülkücülere kesmek niyeti daha da belirginleşecekti. Çünkü Amerikan yöntem ve teknikler kullanılan sorgu ve işkencelerde, Ökkeş Kenger’e ve daha binlerce kişiye POL-DER’li işkencecilerin ve bazı sorgulara bizzat katılan Bakan Hasan Fehmi Güneş’in söylediği şey aynıydı:[28] “Bana Türkeş emir verdi de, kurtul!” Ökkeş Kenger’i işkencede sorgulayanlarla 12 Eylülden sonra Mamak’ta ülkücüleri sorgulayan C5 sorgu ekibi aynı ekipti! 1978’de Maraş olayları dolayısıyla MHP’ye, ÜGD’ye ve Ökkeş Kenger’e kurulan tezgâh nasıl beraatla sonuçlandıysa 12 Eylül 1980’de MHP ve Ülkücü Kuruluşlar’a kurulan tezgâh da, -geç de olsa- açığa çıkacaktı.

ABD ve CİA, bunca elemana ve yerli işbirlikçiye, her yalana kanabilen saf insanlara dayanmasına rağmen, bence Maraş’ta istediğini yine de elde edememiştir. Ancak çalışmaları artarak sürmektedir. Buna karşılık apaçık ortada olan dava dosyalarına göre suçlular da belli olduğuna göre her kesimin yazarları da bu olayların şahitleri aramızdan ayrılmadan olayların karanlık kısımlarını aydınlatmalıdırlar.

Kanlı Maraş olaylarını “Sünniler Ulucami’de solcu öğretmenlerin cenaze namazının kılınmasına izin vermediler. Çıkan olaylar büyüdü. Sünniler alevi mahallelerine saldırarak daha önce işaretledikleri evlerdeki Alevileri genç yaşlı, kadın erkek, hamile, çoluk çocuk demeden kestiler.” şeklinde anlatanlar[29], kim olursa olsun, CIA’nın borusunu çalmaktadır. CİA ne kadar etkili ki, bugün hâlâ Maraş Davalarında olayları çıkaran başkişi olarak yargılanan ve beraat eden Ökkeş Şendiller(Kenger) çeşitli basın organlarında ve internet sitelerinde kelime oyunlarıyla suçlu gibi gösterilmeye çalışılıyor. Tam burada, kendisi gibi bir solcu tarafından Rus ruleti oynarken öldürüldüğü halde sanki bir ülkücü tarafından vurulmuş gibi gösterilen Mustafa Kuseyri olayını hatırlayalım. Olayın aslını Doğan Avcıoğlu, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Doğu Perinçek gibileri biliyordu ama koca koca üniversite hocaları, hukukçular, parti yöneticileri olayı istismar edip Faşizmi protesto yürüyüşü yapmışlardı.[30] Basın da bu çarpıtmaya çanak tutmuştu. Ne yazık ki basının önemli bir kısmı, gerçekleri çarpıtma ustası solcuların elindedir. Ökkeş Şendiller’in hâlâ binlerce internet sitesi tarafından suçlu ilan edilmesi hukuk rezaletidir. Meydan Larousse gibi ansiklopedileri tazminata mahkûm ettirmiş olması[31] hain yalanların önünü kesmeye yetmemiştir. Adaletin bu konuda hızla çalışıp, kanayan, kanatılan yaraların bir daha istismar edilemeyecek şekilde kapanmasına yardımcı olması gerekir.

Bu ülke, adına ne derseniz deyin Türk yurdudur. Alevi-Sünni, Türk-Kürt bir bütündür. Yedi değil, yetmiş yedi düvel de gelse, Allah’ın izniyle bu birliği bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Önümüzdeki günlerde ABD ve CİA tarafından, bir ihtilalin altyapısı olmak üzere, ekonomik sebeplerle halkın sokağa dökülmesinin teşvik edilebileceğini, bu eylemlere Kürt vatandaşlarımızı, Alevi-Sünni vatandaşlarımızı yönlendirip, çatıştırmak isteyebileceklerini; oyunlara, tahriklere kapılmamamız gerektiğini ilave etmek isterim.

Yolumuz, Türk milletinin hâkimiyetini tek yol gören Atatürk’ün yoludur.



[1] Gezik, Erdal. Alevi Hafızasını Tanımlamak: Geçmiş ve Tarih Arasında 

[2] Mehmet Bayrak, Osmanlıda Kürt Kadını

[3] Gezik. Age.

[4] http://arslanevi.blogspot.com/2016/01/osmanlida-kurt-kadini-yahut-kurtler.html

[5] Cemal Hasan, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım. Sf.56

[6] Kenan Evrenin Anıları, 1. Cilt, sf. 93

[7] Kenan Evrenin Anıları, 1. Cilt, sf. 150

1[8] ABD 1950’lerden itibaren çeşitli isimlerdeki burslarıyla gelecekte Türkiye’yi ve daha birçok devleti idare edecek olan isimleri yetiştirmiş veya yemlemiştir. Eisenhower Exchange Fellowship Bursu’nu da Demirel almıştı. (Talat Turhan, Derin Devlet, sf. 86)

[9] Mehmet Çetingüleç, Ecevit’in Anıları, sf. 94

[10] Kenan Evren’in Anıları, 1. cilt, sf.206  

[11] Kenan Evren’in Anıları, 1. cilt, sf.186

[12] 12 Eylül 1980 darbesinden sonra cezaevlerinde yatmak zorunda kalan sol örgüt mensuplarının çoğu Alevi gençlerinden oluşuyordu. 

[13] Maraş POL-DER Şb. Bşk. Celal Ergün 30.6.981 tarihli savcılık ifadesi

[14] Cumhuriyet 22. 04. 1978

[15] Nusret https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/katliam-yanlarina-kaldi-307518

[16] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/en-yetkili-agizdan-hamido-suikasti-8415185

[17] Ülkü Ocakları'nın eski başkanları Muharrem Şemsek ve Sami Bal'ın devletin resmi bombalarını gece nöbeti esnasında kurum dışına çıkarmalarına göz yumduğu için gözaltına alınan Hasan Ali Arıkan karakolca serbest bırakılmış. Gerekçe şuydu: “Ankara Nükleer Araştırma Merkezinde devlete ait bomba yapılmadığı bir kısmı çıkarıldı ise geri kalanları merkezde olmalıydı. Merkezde hiç bomba olmadığı için suçlanmasının mümkün olmadığı...” Benzeri gerekçelerle Yenimahalle Adliyesi'nde yargılanan Muharrem Şemsek beraat etti, Sami Bal’a da takipsizlik kararı verildi.

[18] İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’nın Sıkıyönetim İlanı hk. 26.12.1978 Salı günü TBMM konuşması.

[19] Sadi Somuncuoğlu’nun Sıkıyönetim İlanı hk. 26.12.1978 Salı günü TBMM konuşması.

[20] https://www.dunyabulteni.net/cia-mossad-kiskacinda-icisleri-bakani-hasan-fehmi-gunes-makale,17746.html

[21] https://www.solitiraz.com/haber-detay/40-yil-sonra-h%C3%A2l%C3%A2-kanayan-yara-kahramanmaras-1-bolum/491

[22] Maraş POL-DER Şb. Bşk. Celal Ergün’ün 30.6.981 tarihli savcılık ifadesi.

[23] Kenan Evrenin Anıları, 1. Cilt, sf. 230

[24] İrfan Özaydınlı, 26.12.1978 Salı günü Sıkıyönetim ilanı hk. Hükümet adına TBMM konuşması.

[25] Sadi Somuncuoğlu’nun 26.12.1978 Salı günü Sıkıyönetim ilanı hk. MHP adına yaptığı TBMM konuşması.

[26] Adana Sıkıyönetim 1 Numaralı Askeri Mahkemesi, 1980/520 ve 1984/208 numaralı Gerekçeli Kararları

[27] Askeri Yargıtay 5. Dairenin 11.7.1983 tarih ve 1982/530-1983/11 esas sayılı kararı ile onanmıştır.

[28] Ökkeş Şendiller, Kanlı Oyun-Maraş Olaylarının Perde Arkası, Sf. 134-135

[29] https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/maras-katliami-uzerinden-41-yil-gecti-maras-katliaminda-neler-yasandi-5518625/

[30] Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, sf. 28-29

[31] Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1987/ 558 numaralı kararı. (Başka tazminat ödeme kararları için ayrıca bkz: Ökkeş Şendiller, Kanlı Oyun, sf. 350-368)