15 Haziran 2025 Pazar

Aşkın Adı Rize

 Sunuş [1]

Bir şehre, kasabaya ister seyahat, gezi amacıyla is-ter iş için olsun giderken aklımızın bir köşesinde o şehrin görülmesi gezilmesi gereken yerlerini görmeden dönmemek vardır. Ben, o şehirle ilgili kitapları bulmadan dönmemek düşüncesiyle yola çıkarım. Her gittiğim yerde de mutlaka o şehirle ilgili yazılmış ne varsa görmeye, beğendiklerimi satın almaya çalışırım. Ne yazık ki çok az kitapla geri dönmüşümdür. Ya gittiğim şehir hakkında yayımlanmış derli toplu kitap bulamam, mevcut yayınları beğenmem ya da böyle yayınlar yapılmışsa bile mevcudu tükenmiştir, arasam da bulamam. Nadiren arzu ettiğim gibi yazılmış yayınlar bulmuşumdur. Yayımlanmış kitapların çoğu ülkenin ve şehrin yönetici resimleriyle başla-yan ciltli, renkli, birinci sınıf kâğıtlara basılmış ama “göstermelik” kitaplardır. İçinde dişe dokunur çok az bilgi bulunur. O şehrin sevdalıları tarafından yazılmamıştır, kupkurudur, içi boştur. Kazara o şehirde doğmuş, yetişmiş, gönlünü ve mesaisini doğduğu, yaşadığı şehre vakfetmiş insanlara rastlarım. Onların yazdıkları yayınlar doğru düzgün basılamamıştır, belki renksizdir, ciltsizdir ama dopdoludur. Bu yayınların da -şehrine gönülden bağlı aydın ve yazarların azlığı, olanların da gün geçtikçe aramızdan ayrılması yüzünden- mevcudu kalmamıştır. Bu gibi kıymetli yayınların yeniden basılması gerektiğini düşünmek bile o şehre, irfanımıza bir hizmet olacağı hâlde, bunu düşünebilen yöneticilerimiz de parmakla gösterilecek kadar az olduğundan bu tür kitapları arasanız da bulamazsınız. Böyle yayınları yine o şehrin gerçek âşıklarının kütüphanelerinde bulabilirsiniz. Şehrimize hizmeti dokunur diye size takdim edilirler. Bu defa da büyük bir sorumluluk hissedersiniz; ben bu şehrin tanıtımına, gelişmesine ne gibi bir katkıda bulunabilirim diye düşünürsünüz.

Yazar, doğup büyümediği ama memuriyetindeki ilk görev yeri olan Rize’ye duyduğu büyük sevgiden kaynaklanan yazılarını bu kitapta bir araya topladı. “Aş-kın Adı Rize”, bir şehir neden ve nasıl sevilir, o şehre sevgiyle bakarken yürek nasıl titrer, bunu gösteren bir kitap oldu. “Rize güzellemesi” de denilebilecek bu kitap, ülkemizdeki şehirler hakkında yazılan kıymetli kitapların arasına karışıp okuyucusunu arayacak. Ülkemizin iftihar edeceği kadın doğum cerrahlarından Prof. Dr. Ayşe Filiz Yavuz, iki ameliyat arasındaki yazı yazma macerasına Rize’yi neden dâhil etti? Rize’de, Rize’ye gönülden bağlı Rize âşıkları, yazdıkları yok muydu? Elbette vardı ama türlü sebeplerle şehirlerini yazmıyorlardı, yazamıyorlardı. Kanaatimce Ayşe Filiz Yavuz Hanımefendi, bu konuda bir boşluk gördü ve bu boşluğun doldurulmasını görev edindi. Bu tutum, sorumlu bir aydın tutumudur. Keşke aydınlarımız yaşadıkları, bir vesileyle bulundukları, gör-dükleri şehirler için böyle kitaplar kaleme alsalar. Bir vatanı sevmek, o vatanın taşını toprağını, çiçeğini, böceğini, insanını, binasını, köyünü, sokağını, şehrini sevmekle oluyor. Sıradan sevgiler belki kayıt altına alınmıyor ama bir vatan parçasını aşkla sevdiğiniz zaman bu sevgiyi edebî yayınları, resme, fotoğrafa, mimariye, müziğe, sanata dönüştürüyorsunuz. Vatan sevgisi işte o zaman ölümsüzleşiyor, kalıcı hâle geliyor.

Ayşe Filiz Yavuz, bu kitapta Rize sevdasını ölümsüzleştirmiş bulunuyor. Edebiyat dünyamızda hikâyeci kimliğiyle parıldayan Ayşe Filiz Yavuz, bu kitapta olağanüstü duygulu kalemiyle Rize’yi anlatıyor. İnsan, kitabı okurken onunla birlikte Rize’ye gidiyor, yakın geçmişte-ki Rize’yi dolaşıyor, bugünkü Rize’de görülemeyen ama olması gereken güzellikleri görüyor.

Türkiye’de mülkü tapulayan, o mülkü güzelleştiren erenler dediğimiz büyük zatlar vardır. Bulundukları yeri, köyü, kasabayı, şehri güzelleştirirler. Aşkla bağlı oldukları şehirleri hakkında kitaplar yazan yazarlar, sanat eserle-ri oluşturanlar da bana göre o şehri güzelleştiren insanlardır. Onlar her türlü övgüye layıktır. Ayşe Filiz Yavuz kitabıyla Rize’yi güzelleştirmek isteyenlerin kervanına katılmıştır. Kendisini Rize’ye ve ülkemize katkılarından dolayı kutluyorum.

Oldukça zengin olan Rize şehir kitaplığı, “Aşkın Adı Rize” kitabıyla daha da zenginleşmiştir. Rize ve memleket sevdalılarının, Rize üzerine yazanların, yazılanların artması en büyük dileğimizdir.

Cennet parçası Rize sevilmez mi? Sevenler sevgili-sine, onu sevdiğini söylemez, yazmaz mı?



[1] Ayşe Filiz Yavuz’un Aşkın Adı Rize kitabı için yazılan sunuş yazısı.

Elmas'ın Hikâyesi - Ülkü Taşlıova

Gecekondu mahallesinin harap sokaklarında hayaller kurarak yürüyordu. Çıplak ayaklı çocuklara çorap, yıkılmaya yüz tutmuş evlere tadilât, bacası tütmeyen hanelere ümit olmayı düşündükçe gönlüne huzur doluyordu. “Hepsi olur inşallah.” dedi sessizce.

            Sonsuz gibi görünen gökyüzünün altında, uçurum kenarında yürür gibi ağır adımlarla çıktı taş basamağı. Sıdıka, merhamet duygusuyla içini çekti. Elindeki market poşetini yere bırakınca, diğer elindeki poşetin ağırlığı, omzunu aşağıya indirdi. Tırmandığı dik yokuş yormuştu onu, derin derin birkaç nefes alıp verdi.  Kapıyı yavaşça tıklattı. Aralanan kapıda Elmas’ la göz göze gelince gülümsedi. Ankara’ nın ayazı iliklerine işlemişti. İçeriden sızan sıcak hava yüzüne dokununca mutlu oldu. “Neyse ki kömür gelmiş. Bir de Arslan Bey şu işi hâlledebilse ne iyi olacak. Umarım güzel haberle gelir.” dedi içinden.

             “Temizlik malzemesi ve biraz yemeklik var.” diyerek poşetleri Elmas’ a verip kapının yanındaki orta yeri çökmüş kanepeye ilişti. İki odalı köhne evin oturulacak tek yeriydi orası. Beton zemine serilmiş eski bir halı, duvara dayalı süngeri ezilmiş yaylı da bir yatak vardı. Umutlarını unuttuğu yeni hayatında sadece sobası yeniydi. Bir hayırsever de yakacak vermişti.

            Hüzünlü gözleri minnet yüklü utangaç bakışlarını saklayamıyordu.  “Nasılsın Elmas, neler yaptın bugün? Kaç gündür uğrayamadım, aklım sende kaldı.” dedi Sıdıka. Elmas başını önüne eğdi. Sustu, düşündü. Aksanlı Türkçesiyle “İki günlük iş bulmuştum abla ama bugün beni geri gönderdiler. Ellerim yara olduğundan yerleri iyi silemedim onun için istemedi evin hanımı. Bana ‘Geldiğin yerde ne iş yapardın?’ diye sordu. Öğretmen olduğumu söyledim inanmadı. Yalan söylediğimi düşüşünmüş olmalı ki kızdı bana. Annemle yaşıyorum. Namusumuzu korumak için cehennemden kaçıp size sığındık dedim. İşe ihtiyacım var dedim ama…” diye anlatırken iki damla yaş kirpiklerinde titredi.

           Çaresizliğin esiri olan Elmas’ın ıslak kirpikleri ok olmuş yüreğine batmıştı. “Annen uyuyor mu?”diye sordu Elmas’a.

 “Uyuyor abla, getirdiğiniz ilaçlar sayesinde daha iyi şimdi. Allah razı olsun. Onca yol, onca sıkıntı…  Siz olmasaydınız ne yapardık bilmiyorum. Yol bilmiyoruz, iz bilmiyoruz. Üstelik elimizde ne var ne yok hepsini kaptırdık. Başımızda erkek yok ya etmedikleri kalmadı. Babam yaşasaydı keşke, o olsaydı her şey başka olurdu abla. Biliyor musun, babama ve ağabeylerime çok zulmettiler. O çaresiz bakışları aklımdan silinmiyor.”

 Elmas’ ın sesi hasta annesini uyandırmıştı.  Başından kayan siyah başörtüsünü alnına doğru çekerek yanlarına gelen anne, bir Elmas’ a, bir Sıdıka’ ya baktı. “Hoş geldin.” dedi yavaşça. Annesiyle Sıdıka’yı bir an yalnız bırakan Elmas elinde iki bardak suyla döndü. Onların oralarda adettendi, hiçbir şeyleri olmasa da gelen misafire Allah’ın en güzel nimeti olan su ikram edilirdi.

İkram edecek bir şeyleri olmayışına üzülen anne mahcuplaşarak “Allah büyük, bir gün her şey düzelecek. Biz böyle değildik, Telafer’de her şeyimiz vardı. Eşim Sadek ve iki oğlum ticaret yapardı, kızım ise Bağdat’ ta okuyarak öğretmen olmuştu.  Sonra o dehşet günler geldi çattı. Önce iş yerimizde ne var ne yok hepsini elimizden aldılar. Ardından, birkaç gün sonra kapımıza dayanarak onların askeri olması için eşimi ve oğullarımı tehdit etmeye başladılar. Karşı durunca da bayıltıncaya kadar dövdüler.

Gelişlerinin üstünden bir aya yakın zaman geçmişti. ‘Galiba bizden umutlarını kestiler, artık gelmezler.’ diye düşünürken, bir bahar şafağında kapının yumruklanmasıyla yerimizden fırladık. Uyku sersemliğiyle önce ne olduğunu anlayamadık. Sadek, korkulu gözlerle bize baktı. Elmas’a ve bana dönerek ‘Siz saklanın.’ dedi.  Biz saklanacak yer ararken oğullarım ve eşim ellerinde silah, yavaş adımlarla kapıya doğru ilerlediler. ‘İçeride olduğunuzu biliyoruz. Çıkın dışarı!’  diye bağırıyordu biri. Büyük oğlum kapıyı gören mutfak penceresinden dışarı baktığı anda alnından vurdular. Pencerenin önünde yere yığılan oğlumun cansız bedenini görünce şuurumu yitirerek çılgına dönmüştüm. Saklandığım yerden fırlayarak kaptığım bıçakla oğlumun intikamını almak istiyordum. Gözüm, yerde yatan oğlumdan başka hiçbir şeyi görmüyordu. Sonra kırılan kapıdan birçok siyah giysili adam ellerinde silahlarla eve daldılar. Evin içi savaş meydanı gibiydi. Kimin kime, nereye ateş ettiği belli değildi. Duvarlar, eşyalar, pencere camları darmadağın olmuştu. Her yer toz duman içinde kalmış, göz gözü görmüyordu. Ortalığa yayılan barut kokusu nefes aldırmıyordu.

Sonra silahlar susmuş, Sadek’in ensesine silahının namlusunu dayamış olan iri yarı,kızıl sakallı adam ‘Demek bize katılmazsınız öylemi?’ diyerek bağırıp duruyordu.  ‘Şimdi kaldır başını, bak bakalım ne göreceksin?’ demesiyle karşısında diz çöktürdükleri küçük oğlumu taraması bir oldu. Yüklüğün en dibine saklanan kızım Elmas olanları görmüyordu. Ben ise şuurumu yitirmiş televizyon seyreder gibi olanları izliyordum. Büyük oğlumla beraber duygularım da zalimler tarafından vurularak öldürülmüştü. Kalbim ise küçük evladımı öyle görünce taşa dönmüştü.

Güneş, camları kırılmış penceremizden sızarak, içerisinde tozların oynaştığı ışıklarını kanlar içinde yatan oğullarımın üzerine el feneri gibi tutuyordu.

İki oğlunun ölümüne şahit olan eşimin elleri arkadan bağlanmıştı. Gözyaşları çaresizliğine tercüman oluyordu.  Kaç zamandır yapılan zulüm insanları öyle korkutmuş, öyle sindirmişti ki onca silah sesine, bağrışmaya kimse gelip müdahale edememişti.  Sanki Telafer yerin dibine batmıştı. ‘Yine hayır mı diyeceksin bize? De de göreyim.’ diyerek bağıran kızıl sakallıya, eşim cevap vermeden önce kelimeyi şahadetini getirdi, ardından var gücüyle ‘Hayır.’ diye bağırmasıyla birlikte boynundan fışkıran kan duvarı kırmızıya boyadı.”

Robot gibi yaşadıklarını bir çırpıda anlatan anne, hiçbir şey demeden diğer odada ki yer yatağına doğru yürüdü.

Elmas, “Sıdıka abla o günden sonra annem hep böyle. Hep uyuyor, uyandığında karşısında kimse olsun ya da olmasın yaşadıklarını anlatıyor, sonra tekrar gidip uyuyor. Aklî dengesi bozuldu. Tedavi ettirmem gerekiyor. Ama elimizde hiçbir imkân yok. Abla şartlar insanlara her şeyi yaptırıyor. Nazlı bir öğretmenken birçok acı, sorumluluk bir anda beni güçlü biri yaptı. Bir karar vermem gerekiyordu. Ya her türlü zulme evet diyecektim ya da annemin ve kendimin iffetini korumak için Türkiye’ye kaçacaktım. İş yerimiz yağmalanmıştı. Elimizde biraz para ve altın takılarımız vardı. Birisiyle anlaştım. Paslanmış eski bir tankerin içinde bizi Türkiye’ ye sokacaktı. Öyle de yaptı. Tankerin altından açtığı kapaktan içeri girdik. Yirmi dört saatten fazla orada yol aldık. Tankerdeki birkaç delik nefes almamızı kolaylaştırıyordu. Dura kalka geldiğimiz yol, onca saatten sonra bir gece yarısı sona erdi. Şoför’ün kapağı açarak, ‘Buraya kadar inin artık. Türkiye’deyiz.’ demesiyle tankerden indik. Oturmaktan dizlerimiz tutulmuş, ayaklarımız uyuşmuştu. Derin derin nefes alarak temiz havayı ciğerlerimize çektik. İnsanlık hâli işte abla, o an mutlu olmuştuk.

    Annemin sessiz sessiz iç çekişleri yüreğimi yakıyordu. Ardımızda çocukluğumuzu, gençliğimizi, sevdiklerimizi, babamı, ağabeylerimi, mahallemizi, şehrimizi, ülkemizi bırakarak hiç görmediğimiz bir yere ayak basmıştık.  Biliyor musun abla bu nasıl bir duygudur? Öyle çaresiz, öyle muhtaçsınız ki tutunacak bir dal, sığınacak bir gölge ararsınız. Acılarınız artık bütün bedeninizi ve benliğinizi sardığından, acı çekmeden yaşamayı adeta unutursunuz.  Sonra abla, tankerin sahibi bizi tehdit ederek elimizde ne var ne yok hepsini aldı. Gecenin karanlığında bizi orada bırakarak çekip gitti. Anne, kız bilmediğimiz bir yerde öylece kalakalmıştık. En büyük çare, çaresiz kalınan zamanlarda bulunuyormuş. Üzülüp ağlamak faydasızdı.  Karanlıkta ışığı görmek ne kadar güzeldir bir bilseniz. Uzakta gördüğüm ışık bana umut olmuştu. Birkaç torbadan oluşan eşyalarımızı alarak ışığa doğru yürüdük. Meğer ne kadar uzakmış, biz ışığa doğru yürüdükçe ışıkta sanki ileriye yürüyordu. Sabah ezanı okunduğunda ışığın bir köy olduğunu anlamıştık ama bizim de adım atacak takatimiz kalmamıştı.

          Sabah namazı için camiye gelen Türk kardeşlerimiz bizi evlerine aldılar. Bir ay misafir ettiler. Ankara’ ya gelebilmemiz için de para yardımı yaptılar. Sonra da Allah sizi karşımıza çıkardı Sıdıka abla.  Şükran borçluyuz size. Bir de annem iyileşse…”  dedi.

Kapı vurulduğunda Sıdıka saatine baktı. İçinden, “Tam zamanında geldi koca yürekli adam.” diye düşündü.  Elmas kapıyı açınca sevinerek gülümsedi.  “Hoş geldin Arslan ağabey.” dedi. Arslan Küçükyıldız “Elmas kızım işlemlerin tamamlandı.  İşe başlıyorsun, üstelik kendi işine. Türkmen okulundaki çocuklara Türkçe okuma yazma öğreteceksin. Bir de annen için doktorla konuştuk. İyi olacak inşallah! Hadi gülümse bakayım, ihtiyacın olan her şeyi getirdik.”  dediğinde ne diyeceğini bilemeyen Elmas, bir Sıdıka’ ya baktı, bir Arslan’a. Minnet sözleri boğazında düğümlendi.  Başını önüne eğdi iki damla gözyaşı ayakucuna düştü.

Çilekler Kızarınca - Çağrı Küçükyıldız

Merhaba güzel gün, kavurucu güneş! Arkamızda kalan denizi de selamlamayı unutmamalıyım. İnsan aşıkken çevresinde gördüğü her şey dile gelirmiş. Bunu yeni anlıyorum. Çarkçıbaşı ile Yalta'nın dar sokaklarına tırmanıyoruz. Çok zamanımız yok. İşimizi bir an önce bitirip gemiye dönmeliyiz. Geminin limandan ayrılmasına saatler kaldı. Yeşil gözlümün elime tutuşturduğu adrese bakıp tarif ettiği şekilde ilerlerken sokak isimlerini takip etmeye çalışıyorum.

Aceleyle aldığımız takım elbisem bol geliyor. Yaz güneşi tepemize vurdukça ceketimin terden sırılsıklam olduğunun farkına varıyorum. En iyisi çıkarıp elimde taşımak.
Bu işkence bir an önce bitse de kurtulabilsem. Kravatmış, ceketmiş, böyle şeyleri oldum olası sevmedim. Bir adım geriden gelen Çarkçıbaşı'na bakıyorum. Bayramlıklarını çekmiş, kır saçlarını taramış ve sakal tıraşı olmuş bir şekilde vazifesini yapmaya hazır. Beyaz gömleği ve pos bıyığıyla Hulusi Kentmen'e benzetiyorum.

"Çarkçıbaşım, yokuş çıkarken pek ağır yola düştük ama bu gidişle gemiye geç kalacağız."

"Tamam Taner Kaptan, tornayı yükseltelim. Pek ağır yoldan tam yol ileriye çıkalım! Ama sen yine de güzel Tatarcanı veya hiç olmazsa kırık Rusçanı kullanıp adresi birilerine danışsan mı acaba? Geç kalırsak Beybaba bizi çiğ çiğ yer."

Köstence'den İstanbul'a göç ettiğimiz zamandan beri evimizde konuşulduğu için Tatarcama güveniyorum. Yine de heyecandan dilim tutulursa diye korkuyorum. Çarkçıbaşı haklı. Etrafıma bakınıp adres sorabileceğim birini arıyorum. Öğlen sıcağında sokaklar bomboş. Mecburen evi bulana kadar dün tarif ettiği şekilde sabırla yürümek zorundayız.

Çarkçıbaşı sanki bir tiyatro oyununa hazırlanırmış gibi rol kesiyor. Güya beni eğlendirip rahatlatmaya çalışıyor. Sesini gürleştirip sanki karşısında birileri varmış gibi konuşuyor. Ben de kulağı alışsın diye Kırım Tatarcasıyla karşılık veriyorum. Zaten Türkiye'de yaşayan biri için Yalıboyu şivesini anlamak hiç de zor değil.

Hayatımın en önemli günlerinden birinin nasıl geçeceğini şimdiden kestirmek zor. İnşallah bu işten elimiz boş dönmeyiz. Her şey yolunda giderse hayatım büsbütün değişecek. Peki ya gitmezse? Bir aksilik çıkarsa kahrolurum. Kendimi en kötüsüne hazırlamak istesem de bir türlü yapamıyorum. Onu gemiyle kaçırmak bile ihtimaller arasında. Elimden başka bir şey gelmezse gemi kaçak bir yolcuyla kalkar, işte o kadar!

Bir yandan gözüm saatte. Kaybedecek çok fazla vaktimiz yok. Adımlarımı daha da hızlandırıyorum. Bu mesele artık yalnızca benim değil, geminin meselesi haline geldi. Beybaba da dahil herkes benden iyi haberleri bekliyor. Onları mahçup etmemeliyim. Neyse ki dünyanın en tatlı gülüşünü hayalimde canlandırdıkça heyecanım yatışıyor. Onu ilk gördüğümde yeşil gözlerinden kalbine uzanan bir tünelden geçtiğim anı hatırlıyorum.

Bir Kırım Tatarı olarak hep ana vatanım olan Kırım yarımadasını ziyaret etmek istemiştim ve Beybaba'dan geminin sonraki seferinin Yalta'ya çıktığını öğrendiğimde dünyalar benim olmuştu. Limana vardığımızda ise daha büyük bir sevinç yaşayacaktım: Bize geminin limanda on gün kadar kalacağı söylendi. Yükümüzü üreten fabrikada grev olduğu için hazırda ellerinde yük kalmamıştı ve üretildikçe gemiye yüklenecekti. Bu da benim için atalarımın yaşadığı yerleri  tanımak ve gezmek için bulunmaz bir fırsattı.

O gün vardiyadan sonra gezinmek için dışarı çıkmıştım. Önce Yalta'yı tanıtan rehber kitaplardan almak istiyordum. Limanın dışında bulunan bir sokaktan geçerken karşıma küçük bir kitapçı çıktı. İçeri girdiğimde o, sırtı kapıya dönük bir şekilde kitapları raflara yerleştiriyordu. Neredeyse incecik beline kadar uzanan buğday sarısı örgülerini görünce  Rusça selam verdim. Yüzünü bana doğru dönerken örgüleri yanlara savruldu. Sonra karşıma çıkan yemyeşil gözler... Dilimi damağımı kurutan, elimi ayağımı dolaştıran gözler. O raflarda duran bir kitap olsaydım da ince ve uzun parmaklarıyla tozumu alsaydı diye geçirdim içimden.

Ben kem küm ederek derdimi anlatmaya çalışırken gülmeye başladı. Kim bilir yüzüm nasıl kızarmıştı. Bana nereli olduğumu sordu. Türk'üm dediğimde önce şaşırdı, sonra kalabalıklar arasında bir tanıdığa rastlamışçasına yüzünde güller açtı. Konuşmasını Tatarca sürdürdü. O an aramızdaki perde kalkıverdi. Daha önce çalıştığım gemideki Ruslardan kapabildiğim Rusça ile ondan ne kadar hoşlandığımı asla hakkıyla ifade edemezdim.

Oysa asıl şaşkınlığı ben ona yaşatacaktım: Ben de Tatarcaya dönüp kendimi bir turist gibi hissetmenin verdiği rahatlıkla daha önce hiç bu kadar güzel bir Kırım Tatarı görmediğimi söyledim! Alt dudağını ısırıp mahçup bir şekilde bakışlarını öne eğdi.

Günler sonra bu karşılaşmamızı hatırlayıp hatırlayıp gülecektik. Kendimi toparlayıp Yalta'yı gezmek istediğimi ama bir rehbere ihtiyacım olduğunu söyledim. Bana birkaç kitap çıkardı. Kitapları incelerken duvarda asılı duran çerçeve dikkatimi çekti. Elinde oltayla küçük bir tekneden balık tutan sakallı bir adamın siyah beyaz fotoğrafı duruyordu karşımda. Bu fotoğrafın içeride biraz daha zaman geçirmek için iyi bir fırsat olacağını düşündüm. Parmağımla çerçeveyi işaret ederek balık tutmayı çok sevdiğimi, denizci olduğumu ve buraya gemiyle geldiğimi söyledim. Aslında büyük bir hata ettiğimi yüzü asılınca anladım.

Geminin limanda uzun bir süre kalacağını anlatıp şehri gezmek için hangi kitabı tavsiye ettiğini sordum. Bana yaklaşıp narin parmağıyla en kalın olanını gösterdi. İçerisinde bolca resim ve haritalar vardı. Ondan gelen hoş kokuyu duyabiliyordum. Gül bahçesinde gibiydim. Kitabın sayfalarını açıp içindekileri tanıtırken göz ucuyla vitrinin camına yansıyan görüntümüze bakıyordum. Böyle kusursuz bir güzelin yanında olmak ne gurur vericiydi! Sonra kitapla pek ilgilenmediğimi görüp başını kaldırdı. Gözlerimiz vitrinin camında kesişti. Doğrudan olmasa bile onunla böyle göz göze geldik.

Kırım Tatarı olup da Kırım'a ilk kez gelmeme şaşırdı. Ona hikâyemizi anlattım: Yüz elli sene evvel atalarımın Köstence'ye göç ettiklerini ve sonrasında Köstence'deki Tatarların bir kısmının Türkiye'ye göç ettiğini söyledim. O da Türkiye'yi hiç görmediğini ama gitmeyi çok  istediğini söyledi.

Ertesi gün geminin kırtasiye ihtiyaçlarını karşılamak için Beybaba'dan izin istedim. Köprü üstünde haritalarla çalışırken böyle şeylere ihtiyaç oluyordu. Bana biraz para verdi. Hemen soluğu yine kitapçıda aldım. Bu sefer ismini öğrenmeliydim. Parayı uzatırken ismimi söyledim. Utangaç bir gülümsemenin ardında "Ben de Reyan." dedi.

Zaman hızla geçerken işlerimin yoğun olmadığı günler liman vardiyalarım biter bitmez soluğu yanında alıyordum. Bahanem zaten hazırdı: Gezerken bir bilene sormak rehberi okuyup keşfetmekten daha kolaydı. En sonunda beni bir gün gezdirebileceğini söyledi. Neredeyse sevinçten boynuna sarılacaktım.

Bir pazar günü öğleden sonra buluştuk. Edebiyatı sevdiğim için Çehov'un evini gezip İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'nın geleceğinin tartışıldığı Livadya Sarayı'na gittik. Ardından teleferikle Ayuv Dağı'nı geride bırakıp Aypetri Zirvesi'ne çıktık. Ufuktaki silüetlere bakınca aslında Sinop'un ne kadar da yakın olduğunu anlayabiliyordum. Denizi seyrederken bana ailesinden bahsetti. Kitapçıda gördüğüm fotoğraf babasınınmış. Adamcağız zamanında tüccarmış ama denize tutkunmuş ve balık tutmayı çok severmiş. Bir eylül sabahı oltalarını alıp sahilden açılmış ve akşam üzeri şiddetli bir fırtına çıkmış. Teknesi alabora olmuş ve bir daha da onu gören olmamış. En acısı da babasının bir mezarının bile olmamasıydı.

Babasının hikâyesini dinlerken göz yaşlarını silmek bana düşmüştü. Yeşil gözleri sanki babası gibi denizde boğuluyordu. Ben de ona nenemin Karadeniz'de boğulan amcasını anlattım. Dedeleri bir gecede Kırım'dan vagonlara doldurulup Sibirya'ya sürülmüştü.

Reyan'a o kadar alışıyordum ki ona sarılıp biraz olsun teselli etmek istiyordum ama bunu yapmaya cesaretim yoktu. Kendimi tutmasam ben de ağlayacaktım. Onunla gülmek de ağlamak da birdi. Her türlü huzurdu. Yanıbaşımda otururken eskiden ne kadar da yalnız olduğumun farkına varıyordum. Meğer insan aşk karşısına çıkana kadar bunu fark etmiyormuş. Onu neşelendirmek için limanı işaret ederek:

"Bak bakalım, bizim gemiyi seçebilecek misin limanda." dedim.

Sanki parmağıyla koymuş gibi gemiyi işaret ederek ismini bile söyledi: "Arslan Bey". Evet, bu bizim gemimizdi ve şirketin sahibinin adını taşıyordu. Ona çalıştığım geminin adını söylediğimi  hatırlamıyordum. Açıkçası şaşırmıştım.

"Gemiyi nereden biliyorsun, ben mi söylemiştim?"

"Balıklar söyledi. Hatta geminin limandan ayrılmasına bir haftadan az var, onu da biliyorum."

Geminin yakında kalkacağını, kendimden bile saklamaya çalıştığım bu gerçeği kimden ve nasıl öğrenmişti? Gözleri nemlenmişti. Çantasından mendil çıkarma bahanesiyle sırtını döndü ve gözlerini sildi.

"Artık eve gitmem lâzım!" dedi.

"Seni bırakayım." dedim. Kesin bir dille reddetti. Annemden biliyordum: Tatar kızlarının dediği dedikti. Üzerine gitmemeye karar verdim ve ayrıldık. Limana yürürken içimi bir heyecan kapladı. Acaba o da bana âşık mıydı? Bu kız sırlarla doluydu. Beni kendine gittikçe daha çok âşık ediyordu.

Ertesi gün yanına gittiğimde beni bir kez daha şaşırtmayı başardı: Dükkanın içerisi mis gibi çilek kokuyordu. Kocaman bir kutu çileği gemiye götürmem için hazırlamıştı. Gemideki arkadaşlarımı da hesaba katmıştı. Çilek mevsiminde Yalta'da bulunmanın ayrıcalığını yaşıyordum. Evlerinin önünde çilek bahçesi varmış. O gün hiç çekinmeden yanında saatlerce kaldım. Ellerinden çilek yedim. Vardiya saatimin hiç gelmemesini istedim. Gelen müşterilerle artık ben de ilgileniyordum. Sanki biz evlenmiş, bir aile kurmuştuk da o kitapçı dükkânı bizimdi. Hayatımda en sevdiğim üç şey bir araya gelmişti: Reyan, kitaplar ve çilek. Geminin yakında limandan ayrılacağını bildiğimizden geçen her bir dakika bizim için çok kıymetliydi. Konuşacağımız çok şey vardı. Akşam altıya doğru ayrılık vakti geldi, vardiyam başlayacaktı.

O akşam çilekleri hem zabitan salonuna hem de tayfa salonuna paylaştırdım. Tayfa mest olmuştu. Tabi herkes bu kadar çileği nereden bulduğumu sordu. Kaş göz işaretiyle imalı sözler, benimle dalga geçmeler gırla gidiyordu. Zabitan salonunda Çarkçıbaşı'yla tavla oynarken üzerime geldikçe geliyorlardı. En sonunda Çarkçıbaşı "Çocuğu rahat bırakın yahu, âşık olmuş besbelli." dedi.

Herkes kamarasına çekildikten sonra "Anlat bakalım kim bu çilek güzeli?" diye sorunca başladım anlatmaya. Zaten çok efkârlıydım. Topu topu beş gündür tanıdığım Reyan'ı birlikte geçirdiğimiz her anı yeniden yaşarcasına, sanki beş yıllık sevgilimmiş gibi anlattım.

"Merak etme, gemi kalktıktan sonra unutur gidersin." diyecek zannettim. Ama o:

"Neden kızı annesinden istemiyoruz o zaman?" dedi. Bunu hiç beklemiyordum.

"Babasını denizde kaybetmiş bir kız neden benim gibi bir denizciyle evlensin? Annesi neden bana kızını versin?"

"Sen bakma altmış yaşında hâlâ denizde çalıştığıma. Bu geminin demirbaşı oldum artık. Aşk senin gibi kimi insana denizi bıraktırır ama kimi insanı da denize çıkarır. Benim için böyle oldu: Bana sevdiğimi vermediler. Çabucak pes edip uzaklaşmak istedim her şeyden. Kendimi bir makine dairesinde buldum. Sen öyle yapma. Aşıksan gerisi teferruat. Ne gerekiyorsa yap. Denizi bırakman gerekse bile."

Kafam iyice karışmıştı. Gözüm Reyan'dan başka bir şey görmüyordu ama daha yeni tanıdığım bir kadınla evlenmekten bahsediyordum. Geçmişte "Etrafımda bir sürü mutsuz evlilik varken evleneceğim kadını iyice tanımalıyım." diyen ben aklımı bir kenara koyup kalbimden geçeni mi yapmalıydım? Henüz daha dördüncü kaptandım; hani gemide daha çok tecrübe kazanıp süvariliğe kadar yükselecektim? Hayallerim ne olacaktı? Hadi denizi bıraktım diyelim, Türkiye'de mi yaşayacaktık yoksa burada mı... Ailemin rızasını almamıştım. Bırakın müstakbel gelinlerini tanımayı ismini bile bilmiyorlardı. Bu işleri aceleye getirmek doğru muydu?

İkinci kaptanın dediğine göre yüklemenin bitmesine dört gün kalmıştı. Keşke zaman dursa da gemi Yalta'dan hiç ayrılmasa diye kara kara düşünürken aklıma bir fikir geldi. Vicdanım hiç rahat etmese de bunu yapmak zorundaydım, en azından denemekten bir zarar gelmezdi.
Her gün öğleden sonra dörtte liman vinçlerini kullanan işçilerin vardiya değişimi yapılıyordu. Bir cebime beş yüz diğer cebime üç yüz dolar para koyup vardiya değişiminde kimseye çaktırmadan rıhtıma indim. Vinçleri yönlendirmek için elinde telsizle emirler yağdıran amirin kulübesine girdim. Dilim döndüğünce vinçlerin yavaşlatılmasını, yüklemeyi daha geç bitirmeleri gerektiğini söyledim. Adam şaşırıp nedenini sorunca cebimden beş yüz doları çıkarıp masasına koydum. Gözleri ışıldadı. Hâlâ neden diye sorunca diğer cebimdeki üç yüz doları da çıkarıp yüzüne doğru salladım ama bu sefer masasına bırakmayıp cebime koydum. Masadaki paraları büyük bir iştahla hızlıca cebine tıkıştırdı. Bana geminin kalkışını en fazla iki gün geciktirebileceğini söyledi. Mecburen kabul ettim. Bu gerçekten hatırı sayılır bir paraydı ama karşılığında gemi limanda daha fazla kalacaktı. Bu da Reyan'ı biraz daha tanımak ve belki de evlilik kararı alabilmek için önümde altı gün daha olduğu anlamına geliyordu.

Ertesi gün Beybaba ile köprü üstünde karşılaştık. Korkuyla selam verip hızlıca uzaklaşmak istedim ama kurtulamadım. Merdivenleri inerken bana seslendi. İçimden "Şimdi hapı yuttuk." dedim. Anlaşılan dün verdiğim rüşvetin kokusu çıkmıştı. İşiteceğim azara kendimi hazırlamalıydım.

"Buyrun Süvari Bey." Höpürdeterek öğlen kahvesinden bir yudum aldı.

"Bu sabah acente geldi gemiye." Korkudan elim ayağım titriyordu. "Vinçlerde arıza varmış, yükleme iyice gecikecekmiş. Kumanya geminin kalkmasına yakın gelecek. Bilgin olsun." 

"Tamamdır Süvari Bey." İçim rahatlamıştı. Biraz pahalıya patlasa da planım tıkır tıkır işliyordu. Müjdemi Reyan'a vermek için koşarcasına yanına gittim. Onu daha önce hiç olmadığı kadar sevinçli gördüm. Ben daha söylemeden:

"Geminiz biraz gecikecekmiş. Gezemediğimiz daha çok yer var zaten!" dedi.

"Senden de bir şey kaçmıyor. Nerden öğrendin bunu? Yine balıklar mı söyledi?" dedim.

Bu sefer kaçış yoktu, sırrını anlatacaktı: Her sabah limanın gümrükçüleri günlük gazetelerini almak için uğrarlarmış. Reyan da gümrükçülerden en taze haberleri böyle alıyormuş.

"Geminin ne zaman gideceği neden seni bu kadar ilgilendiriyor peki?" diye sordum.

Bakışlarını benden kaçırdı. Yanakları bana yedirdiği çilekler gibi kızarmıştı. Cevap vermek yerine geminin neden geciktiğini anlatmamı istedi. Ben de ona yaptığım çılgın planı ve bu planın nasıl işlediğini anlattım. O şaşkın şaşkın dinlerken "Bütün bunlar seni daha fazla görebilmek için." diye ekledim.

Az önceki sorumu tekrarladım. Acaba bu sefer içindekiler dökülecek mi diye. O da benim verdiğim cevabı verdi: Sıkıla sıkıla "Seni daha fazla görmek için." dedi.

İşte o an anladım ki ben aşkı bulmakla kalmamıştım, aynı zamanda aşk da beni bulmuştu. Hani bir işaret gelse de ne yapacağıma karar versem dediğiniz zamanlarda bir söz işitir ve içiniz huzur bulur ya, işte ben de öyle rahatlamıştım. Beni bu aşkın içine çeken felek elbet bizi kayırırdı. Kaybedecek bir saniyem dahi yoktu. "Benimle evlen!" dedim. Reyan böyle bir şeyi beklemiyordu. Ne diyeceğini bilemedi. Bir yanı çocuklar gibi şendi ama diğer yanı kaygılı gibiydi. Duvarda asılı duran babasının fotoğrafına baktı.

"Sen Türkiye'de, ben burada... Nasıl olacak bu iş? Babamın yolunu gözlediğim gibi şimdi de senin yolunu mu gözleyeyim? Zaten annem bir denizciye asla kızını vermez."

Ona sımsıkı sarıldım. "Merak etme. Bunları ben de düşündüm. Bir şekilde halledeceğiz. Denizi bırakmaya hazırım. Senden kıymetli mi?" dedim.

Artık bu işin şakası yoktu. Zaman hızla tükeniyordu. Durumu Çarkçıbaşı'na açtım. Bana defalarca emin olup olmadığımı sordu. Nokta kadar tereddütüm yoktu. Reyan olmadan hayatımı sürdürürsem gözüm hep arkada kalacaktı. Elimden gelen ne varsa yapmak zorundaydım. Acabalarla yaşamak istemiyordum. Çarkçıbaşı ile güzel bir plan yaptık.

Ertesi gün Reyan'a planımızı anlatıp bombayı patlattım. Çocuklar gibi sevindi. Mantıklı düşünmek şöyle dursun, sanki bir masalın içindeydik ve ikimiz de büyü bozulmadan kavuşmayı istiyorduk.  Reyan annesinden çekindiği için benden bir kez bile bahsetmemişti. Her şeyin yolunda gideceğini umarak işleri oldu bittiye getirecektik. Hemen kuyumcuya gidip söz yüzüklerimizi aldık. Bana güzel bir takım elbise seçtik. Ardından çikolatamızı aldık.

Bunları düşünürken elimdeki güllere bakıyorum. Tam on yedi tane var. Taze olsunlar diye bu sabah limanın çıkışındaki çiçekçide güzel bir buket yaptırdım. Müstakbel kayınvalidemin gözüne girebilmeliyim. Kadıncağız dün Reyan'ı istemeye geleceğimizi öğrendiğinde kim bilir ne çok kızmıştır.

Nihayet karşımıza ağır adımlarla yürüyen biri çıkıyor ve adresi gösteriyorum. Meğer evin yakınlarındaymışız. Sola dönünce pembe boyalı iki katlı evin balkonunda bizi bekleyen Reyan'ı görüyoruz. Üzerinde kırmızı, işlemeli bir kaftan var ve kafasına pembe dantelli bir kalpak takmış. Müstakbel eşim o kadar güzel ki gözümde ne gemi, ne de Türkiye'deki ailem var. Ömrümün sonuna kadar onunla Yalta'da yaşayabilirim.

Anne kız bizi kapıda karşılıyorlar. Annesi somurtuyor. Reyan'ın ise yüzünden düşen bin parça. Ayakkabılarımızı içeri alırken yanaşıp annesinin çok öfkeli olduğunu ve ne derse alttan almam gerektiğini fısıldıyor. Elimdeki çiçek ve çikolatayı masaya bırakıyorum. Reyan kahve pişiriyor. Kahvelerimizin sonuna doğru Çarkçıbaşı duvardaki saate bakıyor. Bana göz kırparak benden işaret bekliyor. İşareti veriyorum ve planımızı uygulamaya koyuyoruz. Çarkçıbaşı sözü alıyor:

"Efendim, Reyan kızımızın da bahsetmiş olacağı üzere biz Türkiye'de bir inşaat firmasında çalışıyoruz. Kırım'da yürüttüğümüz işler var. Taner Bey ile birlikte işlerimizi idare etmek için senenin bir yarısı Türkiye'de diğer yarısı buralardayız. Sebebi ziyaretimize gelecek olursak, oğlumuz Taner Bey ve kızınız Reyan Hanım birbirlerini tanımışlar, sevmişler..."

Çarkçıbaşı beni öve öve bitiremiyor. Reyan bana bakıp tebessüm etmeye çalışıyor. Annesi hâlâ tedirgin, yüzü kıpkırmızı kesilmiş.

"Taner Bey'in peder ve validesi aile dostumuz ama kendileri İstanbul'dalar. Gönül isterdi ki bu anlamlı ziyarette onlar da bulunabilsinler. Ancak bu görev bana düştü. Malumunuz bizim de akşam üzeri Türkiye'ye dönmemiz için saat sekizde havaalanında olmamız gerekiyor. Lâfı daha fazla uzatmanın bir anlamı yok. Efendim, Allah'ın emri ve peygamberin kavli ile..."

Çarkçıbaşı bir şeyler daha söylüyor ama dinleyecek durumda değilim. Herkes Büyük Hanımdan gelecek cevabı bekliyor. En son ne zaman böyle önemli bir cevabı beklediğimi düşünüyorum. Babamın sabah namazından sonra gazete bayiine gidip üniversite sınavı sonuçlarını yayınlayan bir gazeteyle eve dönmesi için beklediğim zaman aklıma geliyor.

Annesi derin bir nefes alıyor ve Reyan'a dönüyor. Reyan annesine inat bakışlarını bana çeviriyor. O da benim gibi "Ne olacaksa olsun artık!" der gibi. Büyük Hanım az sonra söyleceklerini kurguluyormuşçasına uzaklara dalıyor. Beklenen cevap bir türlü gelmiyor. Onun yerine bize bu işin neden bu kadar oldu bittiye getirildiğini anlamadığını, böyle yangından mal kaçırır gibi kız istemenin aslında yanlış olduğunu ama Türkiye'ye döneceğimiz için hoş görmeye çalıştığını anlatıyor. Bense ecel terleri döküyorum. Bu iş burada bitmez diye kendimi teskin etmeye çalışıyorum. Reyan'ı gemiyle kaçırmaktan başka bir çare yok. Bu evden onsuz  çıkamam! Ortalığı derin bir sessizlik alıyor. Çarkçıbaşı da şaşırmış durumda. "Ne yapalım şimdi?" der gibilerden birbirimize bakıyoruz. Büyük Hanım sonra attığı fırçanın yeni bir paragrafına başlıyor. İnsanın hayatında eş ve iş iki önemli şeymiş ve aceleye getirilmesi doğru değilmiş. Nihayet konuşmasını bitiriyor:

"Bütün bunlara rağmen gençler aralarında anlaşmışlar. Bize de evet demek düşer. Yalnız uzaktan yuva kurmak zordur. Burada yaşasınlar isterim."

Yaşadığımız kısa süreli fırtına geçip gidiyor. Kravatımı gevşetiyorum. Derin bir oh çekiyorum. Evet, zor olduğu doğru ama artık Reyan'dan sözlüm diye bahsedeceğim! Keşke bizimkiler de bu âna şahit olsalardı diye içimden geçiriyorum. Oğullarının yüzlerce deniz mili uzakta ne işler çevirdiğini bir duysalar dünyayı başıma dar ederlerdi. Çarkçıbaşı bir telaşla ceketinin cebinden birbirine kurdelayla bağlı söz yüzüklerimizi çıkarıp parmaklarımıza takıyor. Kurdela kesme vazifesini de müstakbel kayınvalideme bırakıyoruz.

Çarkçıbaşı sözü bana veriyor. Ben oldukça rahatım. Bu soruya önceden çalışmıştık. İşim gereği Reyan ile niyetimizin İstanbul'da yaşamak olduğunu söylüyorum. Kadının yüzü asılıyor ama sonra isterse onu da yanımıza alabileceğimizi, onu baştacı yapacağımızı söylüyorum. Elini öpüyor ve gururla ona "ana" diyorum. Reyan da Çarkçıbaşı'nın elini öpüyor. Büyük Hanım gözyaşlarını tutamıyor. Koşar adım mutfağa gidiyor. O hazır uzaklaşmışken Reyan'la birbirimize sarılıyoruz. Ardından o da annesini takip ediyor. Mutfaktan bize çiğ börek getiriyorlar. Annem kadar güzel yapmışlar mı derken üç tane yiyorum.

Çarkçıbaşının keyfi yerinde. Az önce benim yüzümden iyi bir fırça yemiş olsa da hepsi geride kalmış sanki. Ayranla çiğ börekleri büyük bir iştahla götürüyor. Böyle paldır küldür dünürcü olacağını kim bilebilirdi ki? Onu nikâh şahidim yapmaya karar veriyorum. Benim suç ortağım olarak bunu çoktan hak etti. Sırrımızı mümkün olduğunca saklamalı, saklayamadığım yerde de olayın iç yüzünü Büyük Hanımın yüreğine indirmeden sakin sakin anlatmalıyım. Tabii bundan önce Reyan'a verdiğim sözü tutup gemide çalışmayı bırakmalıyım ki kadıncağızın içi rahat etsin.

Ömrümde hiçbir şey kolay olmamıştı benim için. Bugün de böyle: Her şey yoluna girdi derken Reyan bana göz kırpıp "Sizin uçağınız kaçtaydı? Geç kalmayasınız!" diyor. Gözüm duvardaki saate kayıyor. Aman Allah'ım! Geminin kalkacağı vakti kaçırdığımız yetmiyormuş gibi üzerine de yarım saati geçirmişiz! Heyecandan içtiğim ayran boğazıma duruyor. Reyan elimdeki tabağı alıp masaya koyuyor ve yumruğuyla sırtıma vuruyor. Çarkçıbaşı "Taner, hemen kaçalım. Taksiyle gidelim." diyor.

Nezaketi bir kenara bırakıp hemen müsaade istiyoruz. Reyan telefonla taksi çağırıyor. Akmescit'e gitmemiz bir hayli zaman alacak ve acele etmezsek uçağı kaçıracağız. Heyecandan ben bile bir an için uçağa bineceğiz yalanına inanıyorum! Geminin bizim yüzümüzden gecikmesi ve Çarkçıbaşı'nın da bu suça ortak olması yaşayacağımız en büyük rezalet. Beybaba'nın yüzüne nasıl bakacağız!

Aşağıdan taksinin kornası duyuluyor. Müstakbel kayınvalidemin elini öpüyorum. İlk kez bana sarılıyor. Reyan'la da vedalaşıp evden çıkıyoruz. Taksinin kapısını kapattığım anda Reyan'ın balkondan bize seslendiğini işitiyorum: "Duruuun!" Acaba bir şey mi unuttuk? Elinde bir poşetle çıkageliyor. Arabanın camından uzatıyor. Taksi şoförüne bir şeyler söylüyor. Bir tek gemi kelimesini anlıyorum. Elindeki parayı şoföre uzatıyor. Çarkçıbaşı gerilmiş bir şekilde "Davay!" diyor, "kaybedecek bir saniyemiz bile yok!"

Taksi uzaklaşırken arka camdan Reyanıma son bir kez bakıyorum. Bekle beni sevgilim, bekle. Yakında düğünümüz var. Taksi dar sokaklardan hışımla ilerlerken yokuş aşağı uçuyormuşuz gibi. Reyan'ın verdiği poşetin içinde dört tane küçük çilek saksısı duruyor. Yanına da küçük bir zarf bırakılmış. Ben zarfı açmaya çalışırken Çarkçıbaşı fırçayı basıyor: Şimdi zamanı mıymış böyle şeylerin? Beybaba'ya nasıl hesap vereceğimizi düşünmek varken! Adamı daha fazla kızdırmamak için zarfı cebime koyuyorum.

Hakikaten gemide nasıl hesap vereceğiz? İsterse gemiden atıldın desinler. Dünya umrumda mı? Diğer yarımı bulmuş ve hatta annesinden istemişim nasıl olsa. Tek üzüldüğüm şey Çarkçıbaşı'na bir söz gelmesi. Adam makine dairesinde gemiyi hazırlamak için torna çark yapması gerekirken dünürcübaşı olmuş.

Neyse ki çok geçmeden limana varıyoruz. Taksi bizi liman kapısında bırakıyor. Koşa koşa gemiye giderken uzaktan tanıdık biri bize doğru yaklaşıyor. Bu limanın amiri. Beni gördüğüne seviniyor. Sırıta sırıta bizi durduruyor. Biz soluk soluğa kalmışız. Çekil de gidelim be adam, sırası mı şimdi!

Rusçasını anlayabildiğim kadarıyla nereden geldiğimizi soruyor.

Dilim döndüğünce derdimi anlatmaya çalışıyorum:

"Gemi kalkacak, bizi bekliyorlar."

"Borcunu ödemeden gemiyi kaldıracağımı mı sanıyorsun? Para diyorum para!"

Tabi ya, nasıl da unutmuşum! Rüşvetimin ikinci taksitini vermek için sabahtan hazırlayıp cebime koymuştum. Telaşeden unutmuşum. Elimi cebime götürürken Çarkçıbaşı bana bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyor. Cebimden içerisinde üç yüz doların bulunduğu zarfı çıkarıp veriyorum. Çarkçıbaşı kaşları çatılmış bana bakıyor. Ortada bir kabahat olduğu kesin ve benim açıklamamı bekliyor gibi. Adam zarfı açıp da beni daha çok rezil etmese bari.

Tam tersine, adam o kadar pişkin ki, zarfı açıp parayı hızlıca sayıyor ve tekrar geri koyuyor. "Bizim çocuklara gidip söyleyeyim de vinçler hızlansın artık." deyip pis pis sırıtıyor ve yolumuzdan çekiliyor.

Çarkçıbaşı bir şey demese de genişleyen burun deliklerinden ve kaşlarını çatmasından anlıyorum: Benden bir açıklama bekliyor. En iyisi bunu başka bir güne bırakmak. Artık koşmuyoruz ama yine de hızlı yürüyoruz. Bizi neyin beklediğini bilmeden. Zihnimden her türlü senaryoyu geçiriyorum. Gemiye yaklaştıkça güvertede bir gecikme telaşı olmadığını anlamak içimi rahatlatıyor.

Beybaba bizi iskele merdiveninin başında karşılıyor. Koşturmaktan üstümüz başımız dağılmış durumda. Çarkçıbaşı'na lâf söyletmemek için daha rıhtımdan Beybaba'yı selamlıyorum:

"Süvari Bey, kusura bakmayın. Geç kalmamız tamamen benim kusurum. Çarkçıbaşım sadece bana yardım etmek istedi. Neredeyse geminin geç kalmasına sebep oluyorduk."

"Taner, oğlum, onu bırak da söyle bakalım. Kızı aldık mı?"

Biz iskele merdivenini çıkarken Beybaba'nın bunu sorduktan sonra kahkahayı basması bizi de neşelendiriyor. Sonra gururla sağ elimdeki söz yüzüğümü gösteriyorum. Beybaba bizi kucaklayıp tebrik ediyor. Ben tekrar özür dilemeden edemiyorum. Beybaba elini omzuma koyup, teselli ediyor: Vinçler her zamanki gibi oldukça ağır çalışmış. Yükün bitmesi için daha birkaç saate ihtiyaç varmış ve merak edilecek bir şey yokmuş.

Suçluluk duygusuyla hiç vakit kaybetmeden kamarama çıkıp tulumumu giydim. Baretimi alıp üçüncü kaptandan vardiyayı devraldım. Rüşvet verdiğim adam biraz sonra gemiye geldi. Yükün bir saate kadar biteceğini ve kılavuz kaptanın gemiyi kaldırmak için yolda olduğunu haber verdi. Ayrılırken bana bıyık altından gülmeyi de ihmal etmedi.

O kadar olayın yaşandığı bir günün ardından bir de limandan ayrılırken manevrada yorulunca yattığım yeri bilemedim. Zaten hayatımın en önemli kararlarından birini almaya çalışırken birkaç gündür uykularım kaçmıştı. Öyle huzurlu, öyle deliksiz uyumuşum ki neredeyse vardiyaya uyanamayacaktım. Karadeniz de sevincime ortak oldu. Havanın ve trafiğin sakin olduğu bir vardiyadan sonra kamarama girdiğimde aklıma çilek saksıları geldi. Lombozumun kenarına dizip suladım ve onları güneşle buluşturdum. Çileklerin birkaçının üstleri hafif kırmızı, diğerleri ise hâlâ beyazdı. Reyan'ın ellerinin değdiğini düşünüp en kırmızı olanını öptüm ve limanda yapamadığım işlerin peşine düşmek üzere güverteye çıktım.

Akşam üzeri kamarama girdiğimde mis gibi çilek kokusuyla karşılaştım. Daha önce hiçbir bitkiyle konuşmamıştım ama aşk beni öylesine değiştirmişti ki çileklerimin hâl hatırlarını sordum. Güneş onlara iyi gelmişti. Öğlen yarı beline kadar kızarmış olan çilek güneşi görünce akşama kadar tamamen kızarmıştı. Bir gün daha beklesem mi diye düşündüm ama dayanamadım. Koparıp Reyan'ın dudağını öptüğümü hayal ederek ısırdım. Daha önce hiç lombozumdan denizi seyrederken çilek yememiştim. Hele sözlümün elinde yetişen bir çileği asla. Belki de hayatımda yediğim en güzel çilekti.

Gemi iskele tarafta Cide'yi bordalıyordu. Sahildeki evlere bakıp içerisinde benden daha mutlu birilerinin olduğuna ihtimal vermedim. Aşk yanımda olmasa karadakilerin hayatlarına özenir, gemide çalışırken kim bilir neleri kaçırdığıma üzülürdüm. Oysa şimdi karadakilerin özeneceği bir aşka bu gemi sayesinde kavuşmuştum.

Çileğin tadı damağımdayken birden aklıma zarf geliyor. Acaba nerede? Çilek poşetinin içinde olmadığına göre başka bir yere koymuş olmalıyım. Hah! Aklıma geldi. Limana gelirken takside Çarkçıbaşı'nın fırçasını yedikten sonra ceketimin iç cebine koymuştum. Zarfı açıp içinden çıkan notu okuyorum:

"Sevgilim, çilekler qüneşsiz yaşayalmaz, men de sensiz yaşayalmam."

 

13 Haziran 2025 Cuma

Satranç Üzerine-Satranç Tarihi

(Sezai Karakoç Anadolu Lisesi Yayını) Balkon Dergisi Sayı 1 Ocak 2024 sf. 94-95 

Taner Ölmez - Matematik Öğretmeni

https://www.calameo.com/read/007590010fc1996725c61

Kaynak: Satranç Tarihçesi, Türkiye Satranç Federasyonu Satranç Federasyonu (Er. Tar.: 31.09.2015 ) 

Not: Kaynakta belirtilen yazıyı bulamadım. Federasyon bu sayfayı kaldırmış olmalı. Neden kaldırdı merak ettim. 

Yazsam Ne Olacak?

Haydaa! Ne mi olacak? Kuzum, yazmayanlara bir şey mi oluyor da sen bu soruyu soruyorsun? Tamam, yazınca, hem de etkili bir şeyler yazınca başına altından bir taç kondurmuyorlar. Yazarlık, şairlik günümüzde beş para etmiyor. Doğru lakin meseleye farklı cephelerden bakılmalı. Mesela yazmak, kendini ifade etmek; kendini inşa etmek değil mi?

Anlamlandıramadığımız dünyayı, âlemleri, olayları insanları çözümlemek istiyoruz. Bu aslında kendini tanıma ile başlayan bir inşa süreci. Sen kendini yeni inşaya başlayanlardan mı yoksa kendimi inşa ettim, diyenlerden misin? Dur, bana kulak ver. Sözlerim hepimize.
Yazma, bir nevi kendini biçimlendirme yolu. Yazmak için önce yazma ihtiyacı hissediyorsun. Yazdıkça kendin oluyorsun. Bir yetenek midir? Doğuştan da gelebilir, sonradan da edinilebilir yazma isteği, becerisi... İnsanın görgüsü, bilgisi, yaşadığı olaylar onu yazmaya itebilir. Okuduklarında rastladığı bir kırıntı kişiyi kanatlandırabilir. Güzel düşünüp konuştuğunu söyleyen bir öğretmeni "Neden Yazmıyorsun? Sen şiir, hikâye, roman yaz!" diyerek onu ateşlemiş olabilir. Hatta okuduğu eserler, aldığı eğitim yazmaya zorlayabilir de. Yazmaya bunlar değil de gençlik duyguları, sevgiler, karşılıksız aşkları, reddedilme, hayal kırıklığı da yol açmış olabilir. Yaşanan bir felaket onu intihar etmek yerine yazmaya sevk etmiştir, belki de. Ulaşılamayan hedefler, mutsuz evlilikler, sonuçsuz koşular, anlaşılamamak, savaşlar, fakirlik... Daha birçok sebep insanı yazar yapmaya yetebilir. Sen bunların yazıya geçirilmesini, tarihe bir not düşülmesini az şey mi sanıyorsun? Diğer insanlar bundan kendisine göre dersler çıkarır, yaşanmış şeyler sıkıcı, rehbersiz, başıboş hayatında ona yol gösterir.
Yazmaya başlamanın sebepleri ne olursa olsun yazar için dört nokta çok önemli: Yazar dolu olacak, anlatacağı şeyler olacak, olmazsa daima kendini her dem yeniden doldurmayı bilecek; okuyacak, gezecek, görecek, gözlem yapacak, malzeme biriktirecektir. Yazdıkça bittiği için malzemesini tazeleme ihtiyacındadır o. Kendi birikimiyle edindiği bu malzemeyi estetikle yoğurduğunda özgün bakış açıları ortaya çıkar. Bu bakımdan o bir deniz feneri gibidir. İkincisi de dilini, Türkçeyi çok iyi bilecek okuyucusu, dilin bütün imkânlarının, hatta daha fazlasının kullanıldığı metinlerinden zevk alacaktır. Üçüncüsü, yazdıklarına şaka veya nükte katabilecek güçte olmasıdır. Dolu bir beyin, güzel bir Türkçe ve şakacı bir üslup kadar okuyucuyu kavrayacak bir şey yoktur. Dördüncüsü de yazarın sadece dille değil, zamana, olaylara, şahıslara yaklaşımı ile kendine özgü bir üslup sahibi olmasıdır. Onu farklı ve vazgeçilmez kılan üsluptur okuyucusunun gözünde. Farklı olmak, değerli olmak, yazmak için yeterli değil midir? Burnunuza dikkat edin, biraz büyümüşse yazmayın!
Yazmanın şartları yoksa yazma eylemi gerçekleşemez mi? Yani "Aç maymun oynamaz mı?" Oynar elbette. Dünyada birçok yazar, mesela çok sevdiğim Martin Eden'in yazarı Jack London, Türklerin dünya çapındaki yazarlarından Cengiz Dağcı, şairlerinden Mehmet Akif Ersoy tabir yerindeyse açken yazmışlardır. London bir gemi tayfası, Dağcı bir garsondu. Akif' kağıt bulamadığı için kaldığı evin duvarına kömürle yazmıştı İstiklal Marşı'mızın ilk kıtalarını ve ihtimal beş parasızdı. “Yazarın hayatını idame ettireceği bir imkânı yoksa nasıl yazsın; yazmak para kazandırıyor mu ki, yazsa noolcak?” dediğinizi duyar gibiyim. Sabırsızsanız ben ne yapabilirim?
Yazar çevresince takdir edilmiyorsa yazamaz, buna katılırım. Ailesi, eşi dostu hatta yayıncısı onu takdir ve teşvik etmezse yazarın işi elbette zordur ama büyüklük, bunlar olmadan da yazabilmektedir. Her yazarı teşvik eden Kemal Çapraz gibi, Behçet Kemal Gürsoy, Feridun Yıldız gibi yayın yönetmenleri bulmak elbette zordur. Bu doğal besin, yazara hava kadar, su kadar, yemek kadar lazım bir nesnedir. Olmazsa artık yazar olmuş olanlar müstesna, genç yazarın hayat bulması zordur.
Nihayet yazar, usta bir yazar olmadan önce, yazmaya başlamamışsa yahut yazdıkları bir yayın organında yayınlanmamışsa yazamaz. Bu yayın organının yaygın olup olmamasının zerrece bir önemi yoktur. Sen yaz ki yazdıklarının bir şeye benzeyip benzemediği, ne mal olduğu ortaya çıksın. Sağda solda yazar sıfatıyla ahkâm kesmek kolay. Yazsana! Yazdığın zaman sepetinde ne kadar pamuğun olduğu görülür. Yazdıklarının kalitesi ortaya çıkar. Kaliten, senin konuşmaya da hakkın olup olmadığını ortaya koyacaktır. Yaz ki senin ne kıratta olduğunu ortaya koyacak, yazacak, belki de konuşacak birileri çıksın. Senin kıratını ortaya koyacak birisi çıkmıyor ve sen hâlâ yazıyorsan, iki şık geçerli: Ya sen ipe sapa gelmez şeyler yazıyorsun yahut da gerçek eleştirmenler yok, yetişmemiş. Eleştirisi, eleştirmeni olamayan edebiyatımızın vay haline! Yazarak edebiyatımızın eleştiriye ihtiyacını da ortaya koymuş olmayacak mısın?
Yazmaya başlamış, yazdıkları yayınlanmış, okuyucu tepkilerini öğrenmeye başlamış yazarı en önemli meselesi okuyanların azlığıdır. O yazmanın zevkini almıştır okuyucu avına çıkmış ama okuyucu azlığı, olmayışı onu zincire vurulmuşa döndürür. Daha geniş bir okuyucu kitlesine yazdıklarını ulaştıracak bir ortam, bir yayın evi, bir gazete, bir dergi, bir örütbağ sayfası bulamazsa ondan yazmasını beklemeyin. Kabuğuna çekilmeye hazırdır artık. Türkiye'de, Basın'ın şişirdiği üç beş yazardan fırsat bulup okuyucuya ulaşmak da neredeyse imkânsızdır. Birkaç yayın evi genç yeteneklere, dolu beyinlere fırsat sunar. Hâlbuki gerçek yazarlar bu fırsatları takip edecek durumda değildir. Onun işi yazmak... İş kovalamak değil ki. Tabi o fırsatlar da kaçıp gider.
Yazdıklarını iyi bir yayın evine gönderen çok uzun denilebilecek bir süre yayın evinden heyecanla haber bekler. Genellikle gelen cevap olumsuzdur milli duruşlu, tanınmamış yazarlar için. Editör(!) bir kenarda unutmayacak, keyfi yerinde olacak, konuyu bilecek, eseri değerlendirebilecek olgunlukta olacak, eseri ticari bulacak vs. Zordur olumlu cevap almak. Diyelim ki olumlu cevap aldınız. Yayın evi küçük ve imkânları da kısıtlıysa yayın sırasına konur eser. Bekle Allah bekle! Yayın evini arasan bir türlü, aramasan bir türlü. Farz edelim ki kitabınız basıldı, matbaadan çıktı. Yayın evinin imkânları kısıtlıysa, dağıtım ağına, sokamaz. Aracı dağıtıcılar da altı ayda mı, bir yılda mı yayın evinin parasını vermediği için kısa zamanda yayın evine top attırırlar. Dağıtım ağına reklamsız sokulan kitaplar okuyucunun dikkatini çekmez. Okuyucuya kitabı fark ettirmeniz gerekir. Okuyucuya kitabı fark ettirmek için kitapçılara gidip kitabınızı ön raflara koymak istersiniz, bırakmazlar. Reklamı yapılmayan hiçbir mala rağbet edilmeyen bir dünyada yaşıyoruz. Gazetelerin köşe başlarını tutmuş birkaç kitap eleştirmeni ancak belli yazarların kitaplarına geçit verir. Böyle bir ortamda yazarın tanınması, okunması zordur. Edebiyat dergileri, örütbağ sayfaları da kitabı tanıtmıyorsa o kitabın vay haline, unutulmaya adaydır. Yazarın gönlünü hoş etmekten başka bir işe yaramaz yayınlanmış olması. Bu durumda birileri çıkıp, değeri bilinmeyen kitap ve yazarıyla ilgili üç beş laf eder, kitabı tanıtır, kitapla ilgili bir eleştiri yazısı yazarsa belki yeni bir şansı olur yazarın. Bu tür yazıları yazacak olanların da kitabınızı görmesi, vakit ayırması, dikkatini vermesi gerekir. Elden ele dağılacak bu yazılar, meraklılarına bir şekilde ulaşacaktır.
Ülkemizin nüfusu düşünüldüğünde okuyanımız pek azdır. Diyelim ki kitaptan okuyucunun haberi oldu. Okumaya niyet etti, parası olmalıdır ki kitabı edinebilsin. Baş döndürücü bir dünyada, çalışma ve koşturmadan fırsat bulup kitabı aldı, okudu. Bu okuyucunun, yazara “Eline sağlık, çok güzel bir kitap yazmışsın!” demeyecektir. Buna zamanı yoktur. Olsa da böyle şeylerin önemi aklına gelmez bile. Bu süreçte yazar, yeni bir esere başlamak yerine yazdıklarından gelecek tepkileri beklemektedir. Eli, kalemi yeni bir eseri yazmaya gitmez. Okuyucusundan gelecek övgüleri beklemektedir. Yazsam ne olacak? diyen yazarın ilacı, eczane raflarında bekleyen ilaç gibidir. Bir tek kişi bile olsa yeterlidir onun için. Bu konuda böyle düşünen yazardan farklı düşünüyorum. Bu takdir ve teşviği beklemeden yazmalısın. Çünkü –üzülerek söyleyeyim- bu eleştiri gelemeyebilir de. Okuyanın artması, iyi kitaba değer veren iyi okuyucuların çoğalması, iyi eserlerin yazılmasına bağlıdır. Öyleyse yazdıklarını takdir edecek okuyucuları bulmak, yetiştirmek için yazmalısın. Yazsan şu olacak: Yazmak boşalmaktır. Boşalmak için önce dolman gerekecek, bunun için bol bol okuyacaksın. Yani önce kendin iyi eserlere ulaşacaksın. Ulaştığında da -eşek değilsen eğer- okuduğun eseri yazan yazarı eleştirecek, eserin beğendiğin, beğenmediğin yanlarını tenkit edeceksin. Tabii o yazar da bir başka yazarla karşı karşıya olduğunu görecek ve takdirini esirgemeyecek. Özetle, okuyucunu, eleştirmenini kendi kendine bulacaksın.
Bu süreçte yazdıkların hiç okunmuyor olamaz. Mutlaka okunuyor. En azından yayınevinin yayın yönetmeni, düzeltmeni, sahibi vs. okudu eserini. Bir kişiye bile yazdıkların ulaştıysa, ki ulaştı, gam yeme. O bir kişi senden aldıklarıyla güzelliklere vesile olacaktır. Takdir edilmek, fark edilmek istiyordun, olmadı ama bu, bundan sonraki eserlerinde gerçekleşmeyecek anlamına gelmez.
Belki de yazdıklarını iyice demlenmeden, ayıklanmadan, eleştiri süzgecinden geçirmeden, hiç de az olmayan dikkatsiz yayın yönetmenleri sayesinde, okuyucunun karşısına çıkardın? Tedavisi, yazdıklarınızı ehil dostlarınıza okutup tavsiyelerine kulak vermeden önce, kimsenin başını ağrıtmadan, iyice demlendirip öyle görücüye çıkmanızdır. Nice güzel eserler, küçük dikkat eksiklikleri yüzünden heba olur. Yazdıklarını on kere oku, on kere okut. Hatalarını, sevaplarını sana söyleyebilecek gerçek dostların olsun. Öyle bir yayın eviyle çalış ki düzeltmeni tek bir imlâ hatası bırakmasın yazdıklarında. Kitabının kapağıyla, iç kapağıyla bizzat ilgilen. Unutma ki estetiği yüksek kitaplar okuyucuyu yakalar. Kitabının her şeyiyle ilgili ol. Yayın evine çok az iş bırak. Çünkü yayın evleri bu konuda tembeldir, asıl mesailerini kitabını dağıtım ağına sokmak ve dönecek hesaplara ayırmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca hazıra konmayı da sevdiklerini düşün.
Yazdıkların zülfüyara dokunuyorsa, ikaz, tehdit, küfür ve dayaktan başlayan, hapislere uzanan bir süreci de yaşayabilirsin. Olsun. Bunların her birinin yaşatacağı kendine has sıkıntıları, acıları, duygu ve düşünceleri vardır. Bunları öğrenmiş olursun. Kolayca “Büyük yazar” olunmuyor. Hiç olmazsa bu konuları yazarken işkembeden sallamamış, yaşayarak, bilerek yazmış olursun. Yazdıkça kimlerle aşık attığını, dans ettiğini, kimin ayağının nasırına bastığını göreceksin. Bundan keyif alacaksın. Seni oradan buradan; ocaktan bucaktan; partiden purtudan arayacaklar, şöyle yazsaydın keşke filan diyecekler; eksiklerini göreceksin! Yazmak düşman kazanmaktır. Dostlarını bile incitmen mümkündür yazarken. Ama onların gönüllerini almak yazarlar için daha kolaydır; yazdıkları şiir, makale, deneme, hikâye veya romanlarının içine müspet bir şahıs olarak giriverdiklerini görünce her şeyi unutacaklardır.
İşin keyifli tarafı şudur: Yazdıkça diğer yazarlarla tanışacaksın. Yazarları ve yazar geçinenleri göreceksin. Sen hangisi olmak istiyorsun, ona karar vereceksin. Gerçek yazar mı, uyduruk yazar mı olacaksın yerini belirleyeceksin. Az şey midir bu?
Genç adam, yaz! Yazmakla yazar olunamasa bile etrafında okuyan yazan adam olarak görülürsün. Herkes sana fikrini sorar. Danışılan adam olursun. Bu da bir şeydir. Yaz! Sana “deli” desinler. “Yazmakla bir şey olacak sanki!” desinler. Sen yazmaya devam et. Seni okuyacak bir kişi bile varsa ki en kötü ihtimalde bile vardır, sen iyi bir yazarsın. O bir kişi için yazmaya devam etmelisin. Şairini dediği gibi:
Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize (Atsız/Yolların Sonu)
Ben bütün bu sıkıntılara niye katlanayım? dediğini duyar gibiyim. Dostum, insanız biz. Atalar, “At ölür meydan kalır, yiğit ölür namı kalır.” demiş. Sadece bugün için duygu, düşünce ve bilgilerimizi paylaşmak, tanınmak, takdir edilmek istemiyoruz. Geleceğe bir şeyler bırakmak istiyoruz. Amel defterimiz açık kalsın istiyoruz. Yazdıklarımız suya yazılmıyor, kâğıda yazılıyor. Geleceği bırakacağımız en büyük miras, çocuklarımızdan sonra, eserlerimizdir. Bugün o bir tek okuyucuyu, eleştirmeni bulamamışsak, gelecekte bulma ümidimiz olmalı. Unutmadan, bir gün kitabını sahaflarda kelepir kitaplar arasında görürsen de üzülme. Kime imzaladığına bak sadece. Kimler için kitap imzalamaman gerektiğini, öğrenmiş olursun.
İşte böyle dostum. Karamsar olma. Dolusun. Kendini az çok yetiştirmişsin. Bu bilgileri okuduklarınla, gözlemlerinle, dikkatinle her gün daha da geliştiriyorsun. Kendini koyuverme! Yazmaya devam et. Yazdıkça daha çok insan olduğunu, daha iyi insan olduğunu hissedeceksin. Kendini daha iyi tanıyacak, dünyayı daha fazla anlamlandıracaksın. Bir gün gelecek, bu emeklerin karşılıksız kalmayacak. Bir okuyucu gelecek, eserini alacak, bir satırının altını çizecek ve “Buldum, işte bu!” diyecek, senden söz edecek veya etmese bile sen bunu hissedeceksin.
Yazarsan iyi olacak.
19 Haziran 2012