-Çok yorgunum.
-Hayrola?
-Yarın temizlikçi gelecek, evi temizledim...
27 Haziran 2014 Cuma
26 Haziran 2014 Perşembe
Çadır'dan Satranç'a

Arslan
KÜÇÜKYILDIZ
Türkçedeki çat-ma fiili, çadır
ve benzeri bazı kelimelerle Satranç’ın özel bir ilgisi olup olmadığı henüz
dilciler tarafından ele alınmamıştır. Kanaatimizce bu fiil ve ilgili kelimelerin
incelenmesi Satranç’ın kökeni üzerindeki bilgilerimizi tazeleyip yeniden
düşünmemize fırsat verecektir. Satranç kelimesine yakın Türkçe kelimelerin
incelenmesiyle, satrancın kökenine dair bilgilerimizin geliştirileceği
düşünülmektedir. Makalemizde bu konu üzerinde durulacaktır.
Göçebe kavimlerde
kullanılan, kurulup sökülebilen ve kolayca taşınabilen çeşitli şekillerdeki
meskenlere çadır denilmektedir. Buna karşılık çadır, yerleşik hayata geçmiş
toplumlarda geçici amaçlarla kullanılmaktadır günümüzden örnek verecek olursak, bazı şehirlerimizde ramazan ayında senede bir
ay Ramazan Çadırları kurulmaktadır. Sözünü ettiğimiz Çadır ile Satranç’ın ne
alâkası olabilir diyeceksiniz! Bunu görmek için önce Çadır’ın ne olduğuna
ayrıntılı olarak bakmamız gerekiyor. Çünkü Çadır ve satranç kelimelerinin kökenlerinin
çatmaktan, çatışmaktan, satmaktan, sataşmaktan türemiş olduğu düşünülmektedir.
Sanat tarihçisi Celâl Esat
Arseven; çadır, çatı ve benzeri konularda ayrıntılı bilgiler vermiştir. Çadır,
insanların en eski zamanlarında da, hatta tarih öncesi devirlerde mağaralarda
barındıkları dönemlerde kullanılan bir mesken olduğuna şüphe yoktur. Ağaç
sırıklarını birbirine çatarak, üstünü çalı çırpı ile yapraklarla veyahut hayvan
postlarıyla örtmek suretiyle oluşturulan ilk sığınaklar, hiç şüphesiz ki çadır
ve evi doğuran ilkel meskenlerdir. Bunların en basit şekli eğimli vaziyette karşılıklı
olarak birbirine dayanmış, “çatılmış” sırıklardan meydana gelen başlığın iki
tarafındaki üçgen şekildeki açıklıklardan birini örtmek ve diğerini kapı olarak
bırakmak suretiyle yapılan sığınak şeklidir. (resim eklenebilir )
Dünya üzerindeki
çadırların çok çeşitli şekilleri vardır. Doğu ve Batı’daki çadırlar arasında
kuruluş ve şekil farkları vardır. Türklerin kullandığı çadır şekilleri de
bazı farklılıklar gösterir. Bir kısmı daha uzun süreli kalmak için, bir kısmı
da geçici olarak kullanılırdı. İsim değişiklikleri buradan kaynaklanmaktadır.
Tarih boyunca Türkler, Çadır’a Ev, Üy, İr, Oba, Otak, Yurt, Hayme, Kerekü,
Kereke (Gergi), Gerege, Çerge, Çadır veya Çatır ve Çetir de demişlerdir.
Osmanlılar Çadır’a Hayme diyorlardı. (Ankara’nın bir ilçesinin adı olan
Haymana, Hayme Ana’dan gelmiş bir söz olsa gerektir.) Çok daha başka adlar da
verdikleri şüphesizdir; yayıldıkları üç kıtada çadırlar, otağlar kurmuşlardır.
Türklerde Çadır adları ile ilgili ayrıntılı bir derleme yapılmamıştır. Çadırın;
Derim Ev, Kara Çadır, Topak Ev, Alaçık gibi birçok çeşidi vardır. Oldukça çok
çeşitte çadır kurabilen bir millet olduğumuz muhakkaktır ama bu konuda da
ayrıntılı bir çalışma yoktur.
Osmanlıları inceleyen
yabancı uzmanların çizdiği gravürleri ve minyatürlerimizi hatırlayınız; Sadece
askerî çadırların (Padişah Otağı’ndan asker gölgeliklerine kadar) onlarca
çeşidi bulunmaktadır. Bu çeşitlilik bile Çadır’la ilgili çok zengin bir kültüre
sahip olduğumuzu gösterir.
Çadır, gerçekten de Türk hayatının çeşitli
yönlerini, mesela Türk Mimarisini derinden etkilemiştir. Bu etkiler Türklerle de
sınırlı kalmamıştır. Strzygowski gibi bilim adamları, mimarlığın birçok
unsurunu çadırdan aldığını söylemiş, Doğu’daki kubbelerin, yuvarlak kümbetlerin,
efrizlere esas olan sayvanların ve daha birçok mimari ve süsleme
uygulamalarının Orta Asya Türk Çadırları’ndan geldiğini göstererek bir çadır
sanatından söz etmişlerdir. Bazı arkeologlar, Asya mimarisini eşyalarını bu
çadır sanatına bağlamakta ve Türk sanatının birçok unsurunu bu sanattan aldığı
kanaatine varmaktadırlar. Öyle düşünülüyor ki Orta ve Ön Asya’dan bütün dünyaya
yayılan Kubbe mimarisi çadırdan gelmektedir.[1]
Bu bakımdan Türk mimarlık tarihinde bir başlangıç teşkil ettiğine şüphe olmayan
Türk çadırları hakkında yapılacak araştırmaların sanatımız için önemi büyüktür.
Çadır, Türk ve Dünya
mimarisini etkilediği gibi mutlaka Türklerdeki başka kültürleri, sanatları da
etkilemiş olması veya onlarla ilişkilerinin bulunması gerekir. Çünkü avcılık ve
konargöçerlik dönemlerinde, hatta yerleşik düzene geçilen ekincilik döneminde
bile Türkler çok değişik şekillerde ve adlarda, her mevsime ve iklime uygun
kolay kurulabilen çadırlar kurmuşlardır. Mesela Tatarların beş ahşap çubuktan müteşekkil olan
ve istedikleri yerde kurdukları çadırlıkları vardı. Günümüzde de bazı alanlarda
bunların kullanıldığı görülmektedir. (Yazın Ankara-Çankırı yolundaki kavun
sergileri üzerine kurulan geçici çadırları görenleriniz vardır. Bahçe-bostan
kenarlarına kurulmuş Gergilere, Çatmalara da yazları rastlamışsınızdır.) Son
buzul çağından bu güne 13.000 yıl geçti. Avcılık, hayvancılık, konargöçerlik,
ekincilik gibi safhaları olan bu 13.000 yılın en azından 12.000 yılını çadırda
geçiren atalarımız elbette ki çadır çevresinde edindikleri bilgi ve görgülerini
bize aktarmıştır. Bu izler günlük hayatımızla o kadar iç içe girmiştir ki
dikkatli bakmazsak göremeyiz.
Ahmet Rasim “Çadır
Osmanlıların ilk hanesi, ilk sarayı, tahtgâhıdır.” demektedir. Vaktiyle
İstanbul’da çarşı içinde Çadırcılar ismini taşıyan bir sokak vardı. Sözlük
anlamıyla Çadır, göçebelerin, ordunun konakladığı yerde askerin, bekçi
ve koruyucu gibi kimselerin geçici olarak kullandıkları barınaktır. Kalın
bezden, keçe veya deriden yapılır. Çok defa koni biçiminde ve bazen dikdörtgen
şeklinde olur. Bir direkle kurulur ve etekleri iplerle kazıklara bağlanır.
eşanl. Otağ, Oba, Hayme, Hargâh, Çetr… Birçok çeşidi vardır, en büyüğüne “Otak”
ve küçüğüne “Çerge” denir. Tatar çadırına “Alaçık”, Türkmen çadırına “Dırım”
halı ve kilimden yapılanına da “Aba” denir. Kırgızistan’da “Boz Üy” denilen ve
Altaylarda kullanılan keçe çadırın küçüğüne “Çatır” denilmektedir.
[Farsça “çetr” sözü de çadırdan alınmadır.] Gölgelik olarak kullanılan büyücek
şemsiyeye de Çadır dendiği gibi, Anadolu’nun bazı yerlerinde kadınların örtündükleri
ve yatağa serdikleri çarşafa da çadır denmektedir.
Türklerin büyük bir kısmı,
Türkiye’de Çadır da dediğimiz bu geçici evlere, yukarda belirttiğimiz diğer adları
da vermiştir. Bu yüzden sadece Çadır’dan yola çıkarak bulabileceğimiz
malzemeler fazla olmayabilir. Çadır sözünün peşine düşüp bu kelimenin kökünün
nereden geldiğine bakarsak esas konumuz olan Türkçemizle Satranç ilişkisine
dair bilgilere daha kolay ulaşırız.
En ilkel çadırların veya
en sıradan çadırların iki sırığın birbirine “Çatılmasıyla” oluşturulduğundan
daha önce söz etmiştim. Öyle zannediyorum ki bu çat sözünün ve çatmak fiilinin
Türkçede önemli bir yeri vardır ve şaşırtıcı derecede geniş bir alanda kullanım
alanı bulmuştur. [2]
Yeri geldiğinde ayrıntılı olarak değineceğimiz gibi sat sözü de çat sözü ile
ilişkili olup yakın anlamlar içerir. Meselâ tarla ve bağ bekçilerinin geceleri
barınmaları için bir ağaç üzerine yüksekçe yapılan kulübe veya çardağa, bazı
yerlerde satma adı verilmektedir. [3]
Çat sözü kavuşma, birleşme ve bitirme noktası
anlamında kullanılır. (Dik yolun birleştiği noktaya Dörtyol çatı denir.) Vurma
veya çarpma sesi, patlama –çatlama anlamına geldiği gibi zaman bakımından
seyrekliği bildirir. Beklenmedik bir zamanda kapı çalınması sesine yahut
yakındaki kapıya Çat kapı denir. Bir yerde oyalanmaz, her yere
yetişir, her yerde hazır bulunur anlamında Çat orada, çat burada, çat kapı
ardında denir. Ara sıra (biraz, kırık dökük) anlamında Çat pat denir.
Çat’tan türemiş olan konumuzla ilgili bazı kelimelerin sözlük
anlamlarına alfabe sırasıyla daha yakından bakalım:
Çat: (I) a. Sert bir şeyin kırılırken çıkardığı ses. (II) a. hlk. İki yolun veya iki derenin birleştiği yer, kavşak. Eski bez parçası. 1. İki dere veya iki yolun birleştiği yer. 2. Orta yer. 3. Köşe başı. 4. İki tepe arasındaki geçit. 5. Tam karşı, yüz. 1. Kuyruk sokumu. 2. Bel.
Çakıl, küçük yuvarlık taş. Çetin, sert. Ateş. Soğuk
almaktan meydana gelen bir hayvan hastalığı. Mısır unundan yapılan fırında
pişirilen büyük, uzun ekmek. Özek, odak, merkez.
Orta yeri: Anlının çatına; alnının çatı: Alnının ortası hlk.
1. Hayvanın beli. 2. Bel salıklığı.
öz. a.
Erzurum iline bağlı ilçelerden biri. Adıyaman ili, Sincik ilçesi, merkez
bucağına bağlı bir yerleşim birimi. Nevşehir ili, merkez ilçesi, merkez
bucağına bağlı bir yerleşim birimi. Şanlıurfa ili, Ovacık bucağına bağlı bir
yerleşim birimi. Tokat ili, merkez ilçesi, merkez bucağına bağlı bir yerleşim
birimi.
Çatak: 1. İki
şeyin birbirine çatıldığı vakit husule gelen faslı-müştereki, su akıntı
yerleri. Damlanın eğik satıhlarının birbiriyle birleştiği ve yukarıda mahya denilen yüksek omurgayı,
aşağıda dere husule getiren alt kısımlara bağlayan parçalar birer çataktır.
Dağların birbirine çatılmasından hâsıl olan dereler de birer çatak teşkil
ederler. 2. Çatılmış manasında Orta Asya’da bir nevi çadıra verilen isimdir.
Çatır ve çadır kelimeleri bundandır.[4] 3. Birbirine
bitişip yanaşmış, yanaşıp çatışmış. İki dağın birbirine yanaşıp, çatılarak
oluşturdukları yer, dere yatağı
Çatal: 1. Ucu
ikiye ayrılmış şeylerin şekline denir. İki kola ayrılmış, ikiye ayrılmış bir
dal gibi. İki şıklı. 2. Ucu iki dişli olan yaba ve bu gibi aletlere denir. 3.
Yemek yemekte kullanılan alet. 4. Arabalarda okun girdiği yer. 5. Pamuk
eğirmeye mahsus alet. 6. Kalafatçıların kullandığı keskiye benzer uzunca alet.
7. İki anlamlı, iki şekilde anlaşılabilir, yorumlanabilir.
Çatalca: Bir yerleşim adı.
Çatalca: Bir yerleşim adı.
Çatal dayaklama
Çatal görmek:
Uykudan kalkan bir kimsenin nesneleri çift görmesi gibi iki görmek, “net
görememek”
Çatallı: Şüpheli ve karışık iki veya daha çok ihtimali olan
Çatal dayaklama: Bir
binanın eğretiye alınan bir kısmını tutmak için çatal gibi vurulan dayak veya
destek
Çatal Geçme: Marangozlukta
erkekli dişili dişlerin veya yuvaların açıldığı parçaların birbirine
tutturulması
Çatal Sakal: Ortasından ikiye ayrılmış sakal.
Çatal tahta (Çatal
Boğa): Marangozların kullandığı tahta
parçası.
Çatalağız
Çatal Avuç: İki eli yan yana getirilerek birleştirilen avuçlar.
Çatal Çeşme: Semavi Eyice'nin belittiğine göre Türk şehirlerinde, her birinde lüleleri bulunan iki veya üç cepheli çeşmelere verilen ad.
Çatal Çeşme: Semavi Eyice'nin belittiğine göre Türk şehirlerinde, her birinde lüleleri bulunan iki veya üç cepheli çeşmelere verilen ad.
Çatal kazık: Tutumlar
birbirine benzemediği için işin yürümesine engel olan söz sahipleri Çatal
kazık yere batmaz: Birden çok kimsenin söz sahibi olduğu iş yürümez.
Çatallandırmak: 1.
İkiye ayırıp çatal hale getirmek. 2. Şüpheli ve karışık hale getirmek
Çatallanma, Çatallanmak, Çatallaşma, Çatallaşmak,
Çatallaştırmak, Çatallı, Çatallık
(Çatal matal kaç çatal adında tahmine dayalı bir
de çocuk oyunumuz olduğunu hatırlayınız.)
Çatalmuk: Buğday tarlası için zararlı bir ot
Çatamak
Çatmaca
Çatmacı
Çatana: Küçük
vapur
Çatapat: Eğlence
fişeği
Çatarı: Bir tel
ipek, iki tel pamuktan dokunan bir çeşit kumaş.
Çatan
Çatanak
Çatı: 1. Çatılmış
yani, birbirine bağlanmış kereste ve benzeri kurulmuş şey, taslak. 2. Çatılmış
keresteden yapılmış binayı kaplayan ve kiremitleri tutan meyilli örtü.
Binaların üzerindeki koruyucu satıh. Evin çatısı. 3. Sığınılacak, barınılacak
yer, ev, mesken. 5. Silahların çatılmış durumu
Çatı altı, Çatı arası: Tavanla çatı üstünün arasındaki boşluk.
Çatı Bağlaması: Çatı makaslarının oluşturduğu üçgen
Çatı boşluğu: Tavanla çatı üstünün arasındaki boşluk.
Çatı katı:Çatı arasında elde edilen odalardan oluşan kat.
Çatı kırması: Çatının mail satıhlarının azalarak devamı.
Çatı kirişi, Çatı makası, Çatı merteği, Çatımsı, Çatı
omurgası, Çatı örtüsü, Çatı penceresi, Çatı penceresi yanağı, Çatı
Sağrısı:
Çatık: 1.
Uçlarından birbirine birleşmiş, kavuşmuş olan. 2. Birbirine yapışık aralıksız.
3. (Çatık çehre) Buruşturulmuş, ekşitilmiş (yüz, surat, çehre)
Çatık kaş: Öfkeyi belli etmek için birbirine yaklaştırılmış kaşlar
Çatık yüz: Asık surat, Çatık kaş
Çatıklaşmak: Çatık hale gelmek
Çatılı: 1. Çatılı bulunan (yapı) 2. Çatılmış durumda olan 3.
Başına çatkı dolamış olan.
Çatılma: 1. Çatılmak fiili
Çatılmak: 1.
Kurulmak, yapılmak. Çardak çatıldı. 2. Apışıp kalakalmak
Çatır: 1. Çadır,
Hayme, Çadır. 2. Kırgızcada Boz Üy(Keçe çadır)ün küçüğüne denir.
Altaylarda, yaylalarda hâlâ kullanılır. Sibirya’daki Türklerin,
Kızılderililerin kullandıkları çadırlara benzer. Ağaç uçları çatılarak yapılır.
Etrafı keçe ile (yenilerde branda ile) kapatılır. Boz Üyden küçük olmasına
rağmen bir aileyi içine alacak büyüklüktedir. Türklerdeki “çadır” kelimesi
buradan gelmektedir.
Çatırak:
Türkmenistan’da yolların çatılması, yol kavşağı, dörtyol kavşağı.[5]
Çatıraş: Kırgızlarda kareli defter anlamındadır.[6]
Çatır çatır:
Kereste, diş ve kemik gibi gevrek cisimlerin gürültüsünü tasvir eden, tekrar
şeklinde kullanılır: Bina çatır çatır yıkıldı. 2. mec. Rahatça, güçlük
çekmeden; Türkçeyi çatır çatır konuşuyor.
Çatır çutur, Çatırdama,
Çatırdamak, Çatırdatmak, Çatırtı
Çatışma: 1.
Çatışma fiili. 2. Silahla birbirine girme, vuruşma. 3. Savaş maksadıyla
ilerleyen çeşitli büyüklükteki iki askeri kuvvetin öncü birlikleri arasındaki
ilk silahlı vuruşma. 4. Yollarda yaya, otomobil gibi şeylerin karşılaşma
durumu.
Çatış-mak: 1.
Kavuşmak, ilişmek, uç uca bağlanmak. 2. Tokuşmak, birbirine çarpmak. 5. İki
veya daha çok şey aynı vakte rastlamak. 6. Kavga etmek 7. Silahlı olarak
çatışmak, çarpışmak, vuruşmak.
Çatışma Noktası: Tesadüf veya tesadüf noktası.
Çatışık: Çatışma halinde olan, birbirine uymayan.
Çatışıl-mak: Çatışmak fiili yapılmak
Çatıştır-mak: 1.
Uç uca kavuşturmak, iliştirmek, birbirine bağlamak. 2. Tokuşturmak, eşanl.
Müsademe ettirmek. 3. Birbirine düşman duruma getirip kavga ettirmek, birbirine
düşürmek.
Çatkı: 1.
Parçaları birbirine çatılarak kurulan ve kullanılan şeyler. 2. Yapılacak bir
şeyin ana kısımlarını teşkil eden esas manasındadır. Bir binanın çatısı ve
kafesi. 3. Çapraz bağlanan şey. 4. Marangozlukta bir mobilyanın çerçeve
ve esas kısımları ve iskeletine denir. 5. Terzilikte elbisenin çeşitli
parçalarını birbirine teyelleyerek birbirine çatılması. 6. Bir insan figürünün
çatkısı demek, onun şeklini ve vücudunun formlarını tayin eden esas hatlar ve
iskelet manasına gelir. 7. Bir alçı veya toprak heykeli tutmak için içine
konulan tutturma demiri veya ağaçlara da denir.
Çatkılı: Çatkılı olan
Çatkılık: Boyunduruğun geçirildi, çift öküzlerini birbirine
bağlayan ağaç.
Çatkın: 1. Bir
zengin veya büyükçe bir adama bağlanmış olan. (Filana çatkındır.) 2. Çatılmış
olan, çatık.
Çatlak: 1.
Parçaları ayrılmayacak derece az kırık olan şeylerin satıhlarında hasıl olan
ince yarıklar. 2. Yüz çatlağı, satıh çatlağı: Cismin içine geçmeyen ve yalnız
satıhta olan çatlaklar. Ellerin soğuktan çatlaması.
Çatlama
Çatla-mak: Parçaları
ayrılmayacak derece az kırık olan şeylerin satıhlarında hasıl olan ince
yarıkların oluşması.
Çatlat-mak
Çatma: Harmanda
döven sürme sırasında (veya başka işlerde) birkaç çift öküzün birlikte
koşulması.[7]
Çatmak: 1. Çatmak
fiili. 2. Geçici olarak iliştirilip durdurulmuş kereste, Kurmak, kereste ve
benzeri şeyleri birbirine bağlayıp durdurmak. (Çardağı çabucak çattılar.) 3.
Geçici ve kaba bir şekilde dikilmiş parçalar. 2. Ucuca kavuşturmak, iliştirmek,
tutturmak. (Dikiş çatmak.) 4. Orta Asya’da kullanılan çatılmış bir nevi çadıra ve
bunun çatkı çubukları heyeti ve mecmuasına denir. Çatmaktan gelen çatır
kelimesi de kurulan ve çatılmış ev manasındadır. 5. Çatkı, birçok parçanın
birlikte çatılmasından hasıl olan esas kısma, ki buna çatı da denir; çatma ise
ahşap inşaatta duvarlarını
teşkil eden ve
katlarını vücuda getiren kafes kısmına denir 6. Kapı ve dolap kanatlarının etraf
çerçevelerini teşkil eden ve ortadaki ayna kısımlarını tutan ayna kısmı. 7.
Üsküdar, Bilecik ve Bursa’da ipekle dokunan kabartma çiçekli kadife kumaş ki
çoğu lale üslubundandır. 8. Asker tüfeklerini uçlarından çaprazlama tutturarak
durdurmak: Silah çatmak. 9. Hayvana yük yüklemek, ki denge için iki
çatal değnek kullanılarak yapılır. 10. Vurmak, çarpmak. Eşanl. Müsadere etmek.
(Duvara çattı.) 11. Uğramak. İstenmeyen, hoşa gitmeyen bir durumla karşılaşmak
12. Tesadüf etmek. 13. Gemi çarpışıp batmak. 14. Mevsimi ve zamanı yaklaşmak.
15. Bağlanmak, dalkavuklukla yaranıp birinin sevgisini kazanmak. 16. Birine
sözlü veya yazılı hücum etmek. Kavgaya sebep olacak derecede birine sataşma.
17. (Yemeni, çatkı ve benzeri için) Başa bağlamak. Baş yemenisine çatkı da
denir. 18. (Başbaşa çatmak)İki veya daha fazla kimse bir araya gelerek bir şeyi
görüşmek. 19. (Kaş çatmak) Kaşlarını indirip yüz ekşitmek. 20. (Keyif çatmak)
Fazla sarhoş olmak, neşelenmek. 21. (Yemek çatma) Yemek hazırlayıvermek. 22.
(Çatısını çatma) Baş-göz edivermek, evlendirmek. 23. Boya ile yapılan kaş,
çatma kaş. 24. (Revzen Çatması) Alçı pencere ile ilgili.
Çatmalık veya Çatışmalık: Çarpışan iki şeyin arasına
müsadere kuvvetini azaltmak için kullanılan
madeni parça.
Çatra Patra: Bir
dili bozuk ve yalan yanlış konuşmayı tasvir eden tekrarlamadır: (Çatra patra
Türkçe söylüyor.)
Çattık teyellemesi kaldı: Sıkıntılı bir duruma düştük. Bunun arkası da var daha.
Çattır-mak: 1. Bir
şeyi bir başka şey ile vuruşturmak. 2. Gemiyi diğer gemiye çarptırıp batırmak.
3. Kereste ve benzer malzemeleri birbirine bağlayıp kurmak.
Çatuğören (Çatukören,
Çatören): Kastamonu’da Ilgaz yolu
üzerindeki bir köy adı.
Çaturanga: Hindistan’da
Satranca verilen ad.
Ev i: Küçük parçalara bölünen bir şeyin her bir kısmı, hane:
(Satrançtan fil evi, at evi)[8]
Kişte:
Kırgızistan’da satranca verilen ad.
Küşte: Türkmenistan ve Özbekistan’da satranca verilen ad.
Satma: (Aslı çatmadır) Tarla ve bağ bekçilerin geceleri
barınmaları için bir ağaç üzerine yüksekçe yapılan kulübe veya çardağa, bazı
yerlerde verilen isimdir. [9]
Sataşılma: Sataşılmak fiili.
Sataşıl-mak: Sataşmak fiiline konu olmak, sat. Fiiline uğramak.
Sataşkan: Saldırgan bir tabiatı olan, sataşan.
Sataşma: Sataşmak fiili.
Sataş-mak: 1.
Birbirine rast gelmek, buluşmak (müsadif olmak) 2. Rahat bırakmamak, saldırmak;
bana sataşma 3. Kavgaya sebep aramak, kavga çıkarmak için birine musallat
olmak; sebepsiz bana satış duruyordu. 4. Şaka etmek, şaka yollu birine
sarkıntılık etmek: çocuklar kendisine sataşıp rahat bırakmıyorlar.
Şatıra: Altay Türklerinde satranca benzeyen ve onun
öncülü olan oyunun adı.
Şıdıraa: Tıva Türklerince oynanan değişik satrançların
genel adı.
Şatarang: Hintçe
Çaturang sözünün İran’daki söylenişi.
Yudahin’in Kırgızca-Türkçe Sözlüğü’nde
konuyla ilgili ipuçları da oldukça fazladır;
çat, 1. (iç taraftan) bacakların birleştiği yer; çatınğdı kere-kere bas: bir
parça çabuk yürü! ;sunun çatı: nehrin mansabı (daga ör. bk. suurul);
2. adım; 3. dağın bir kısmının adıdır, el törgö çatka köçüp ketti:
halk yukarıya, dağlara göçtü.
çata, kıyalı çata: hiddetli, öfkeli, çabuk kızan kimse.
çatak, niza, kavga, ihtilaf, nifak, şikak; çır-çataktı süygön
kişi: kavgacı, talaşman kimse ; çatak konuşsiyasi es.: ihtilafları halleden
komisyon.
çatakçıl, talaşman, kavgacı.
çataktaş-, lafla takılmak, muhalefet etmek; münazaa etmek, kavga,
niza çıkarmak.
çataktaşuu, sözle birbirine takılma, çatışma.
çataş ı,içinden çıkılmaz bir durum, karışık iş.
çataş ıı, 1. karışmak, karmakarışık olmak; intizamsız bir hale
gelmek; 2. sayıklamak; tüşündö köp çataştı: rüyasında pek fazla
sayıkladı.
çataştır-, karıştırmak, karmakarışık etmek, intizamsız bir hale
komak; zihni teşviş etmek; ipin ucunu kaybettirmek.
çataşuu, 1. içinden çıkılmaz durum; 2. sayıklama
çetekte-, katmerleştirmek; karmakarışık etmek; işti çatektep aldı:
işi karmakarışık etti.
çatektöö, mudilleştirme, karıştırma.
çatına-, çatırtı ile çatlamak.
çatınat-, et. çatına-dan
çatır i f. 1 : çadır; [*] ; kol çatır : el çadırı,şemsiye; 2. çatı ;
saçak.
çatır ıı,çatırtı ; kov çatır dep ürktü koyunlar bağrışarak, ürektüler;
çatır-çatur : devamlı çatırtı; gümbürtü.
çatıra-, çatırdamak; takırtı yapmak.
çatıraş, f. satranç.
çatırat-, et. çatıra-dan
çatıray-, muhteşem bir görünüşe malik olmak; parlamak; çatıraygan
ak üy: muhteşem beyaz oba; çatıraygan kişi: mükellef elbiseler giymiş, kibar
tavırlı adam.
çatırça, küçül. çatır i den .
çatırçalan-, saçakla örtülmek.
çatırla- = çatıra-‘dan.
çatırluu, örtülmüş, çatılı (ev).
çatış ı, mudil, karışık, müşkül; çatış masele mat. : mudil mesele
çatış- ıı, çatallaşmak; karışmak (müdahale etmek) ; bir işe
karışarak içinden çıkamaz hale gelmek:
çatkayak, atın art ayakların üst kısımlarının arasındaki yarık.[*]
çatıştır-, karmakarışık bağlama (diyelim, bir atın
ayağını diğer atın ayağına bağlamak).
çatıştıruu, karıştırma, intizamsız bir duruma koma, zihni teşviş
etme, ipin ucunu kaybettirme.
çatkı: çatkı ayak= çatkayak
Satrançla Türkçemizdeki
çat, sat kökenli kelimelerin yakınlığının daha iyi anlaşılması için dikkatimizi
bir kere daha çadıra yöneltmemiz gerekiyor. Sıradan bir çadırın kurulabilmesi
için -belki biri çatallı- en az üç ağacın, sırığın birbirine çatılması gerekir.
Tıpkı askerlerin mola yerlerinde silah çatmaları gibi. Burada doğal olarak üç
şey çatışmaktadır. İkili bir çatışmayı temsil eden, iki kuvvetin, iki ordunun
çatışmasını gösteren satrancın bu noktada çadırla ilgisi yok gibi görünüyor.
Ancak, Çatma’dan kaynaklanan ve birbirine yanaşıp bitişen, çatışan şeyleri
anlatan Çatak sözünde olduğu gibi artık yavaş yavaş kelimeler ikili bir
çatışmayı işaret etmektedir. Çatak, iki dağın birbirine yanaşıp çatışarak
oluşturduğu dere anlamına gelmektedir. Çatal kelimesinde ise iki kola, ikiye
ayrılma, iki dişli, iki şıklı, iki anlamlı olma ve ikili görme gibi anlamlar
vardır ve ikili bir durum söz konusudur. Çatallandırmak, ikiye ayırıp çatal
hale getirmeyi temsil etmektedir. Keza Çatallanmak da böyledir. Çatallık ise bu
hali ifade eder. İlginçtir; bir çeşit kumaş olan Çatarı da bir tel ipek ve iki
tel pamuktan dokunmaktadır ve burada da ikili bir durum mevcuttur.
Çatı’dan türeyen sözlerden (en az üçlü bir yapıyı ifade eden Çadır ve diğerleri) yola çıkarak ikili bir durumun ifade edilmesini gördük. Ama bizi asıl ilgilendiren bu ikili yapının Satranç’taki gibi birbiriyle çatışması, sataşması, savaşmasıdır. Bu çatışma, elbette Çadır kurulurken karşılıklı birbirine çatılan sırıkların durumunu (iki sırığı iki zeki adam gibi de düşünebilirsiniz) hatırlatmaktadır; çıkardıkları ses çat veya çatır şeklinde olabilir. Silah Çatma, askerleri, savaşı hatırlatsa bile ikili bir çatışmadan hâlâ uzaktayız. Çatışma halinde olan ve birbirine uymayan (esanl. mütenâkız) şeyler için kullanılan Çatışık ve Çatışıl-mak kelimeleri de bu şiddetli çatışmayı göstermez. Ama çatışma fiilini gösteren “Çatışma” kelimesi aynı zamanda silahla birbirine girme, vuruşma ve savaş maksadıyla ilerleyen çeşitli büyüklükteki “iki” askerî kuvvetin öncü birlikleri arasındaki ilk silahlı vuruşmayı göstermektedir. Çatış-mak fiili ise tokuşmak, birbirine çarpmak (eşanl. müsâdeme), kavga etmek, silahlı olarak çatışmak, çarpışmak, vuruşmak ve ilâve olarak iki veya daha çok şeyin aynı vakte rastlaması anlamlarında kullanılmaktadır. Çatıştır-mak fiili ise tokuşturmak, birbirine düşman durumuna getirip kavga ettirmek, birbirine düşürmek anlamlarındadır.
Çatı’dan türeyen sözlerden (en az üçlü bir yapıyı ifade eden Çadır ve diğerleri) yola çıkarak ikili bir durumun ifade edilmesini gördük. Ama bizi asıl ilgilendiren bu ikili yapının Satranç’taki gibi birbiriyle çatışması, sataşması, savaşmasıdır. Bu çatışma, elbette Çadır kurulurken karşılıklı birbirine çatılan sırıkların durumunu (iki sırığı iki zeki adam gibi de düşünebilirsiniz) hatırlatmaktadır; çıkardıkları ses çat veya çatır şeklinde olabilir. Silah Çatma, askerleri, savaşı hatırlatsa bile ikili bir çatışmadan hâlâ uzaktayız. Çatışma halinde olan ve birbirine uymayan (esanl. mütenâkız) şeyler için kullanılan Çatışık ve Çatışıl-mak kelimeleri de bu şiddetli çatışmayı göstermez. Ama çatışma fiilini gösteren “Çatışma” kelimesi aynı zamanda silahla birbirine girme, vuruşma ve savaş maksadıyla ilerleyen çeşitli büyüklükteki “iki” askerî kuvvetin öncü birlikleri arasındaki ilk silahlı vuruşmayı göstermektedir. Çatış-mak fiili ise tokuşmak, birbirine çarpmak (eşanl. müsâdeme), kavga etmek, silahlı olarak çatışmak, çarpışmak, vuruşmak ve ilâve olarak iki veya daha çok şeyin aynı vakte rastlaması anlamlarında kullanılmaktadır. Çatıştır-mak fiili ise tokuşturmak, birbirine düşman durumuna getirip kavga ettirmek, birbirine düşürmek anlamlarındadır.
İki şeyin, tarafın,
ordunun şiddetli derin düşünceyle hazırlanan çatışmasının sembolik oyunu olan
Satranç kelimesini, yukarıdaki kelimelerin anlamlarını okurken hatırlamış
olmalısınız. Satrancın Hindistan’daki çok eski adı Çaturanga olmasının işimizi
daha da kolaylaştırdığını düşünebilirsiniz. (çat-u-r -a-nga) ayrımı bile bize kelimenin ek
ve köklerini veriyor gibidir; doğru da olabilir, yanlış da; Hintçecilerin
açıklamasına ihtiyaç vardır.) Hâlbuki bugünkü Hindistan’da Satranç’a Śataran̄ja (Şatıç diye
söyleniyor) denilmektedir. Belki de en eskı adı da böyle idi? Çaturanga bir
sürü Hint dili içinden birindeki tali bir kullanım idi? Ama yine de
yapbozumuzda eksik bazı noktalar var. Hindistan’dan İran’a geçerken Şatarang
adını almış olan satranç’ın, Türkçedeki “Ç” “S” dönüşmesi ile bir ilgisi
olabilir mi? Bu soruyu Türkçemizdeki ilginç bir kelime ile örneklendirmek
isterim. Bu kelime Satma’dır. Satma kelimesinin aslı Çatma’dır. Tarla ve bağ
bekçilerinin geceleri barınmaları için bir ağaç üzerine yüksekçe yaptıkları
kulübe veya çardağa bazı yerlerde verilen isimdir.[10]
İster Türkçedeki Çat sözü isterse ç-s dönüşümünden kaynaklanan Sat sözü ile
ilgili olsun, Satranç sözünün Türkçe bir kelime olması düşünülmelidir. Bizi bu
düşünceye getiren kelimelerden biri de Kırgızistan’da bugün kullanılan ve tıpkı
Satranç tahtasına benzeyen Kareli defter anlamındaki Çatıraş kelimesidir.
Çatıraş’ın kareli defteri için kullanılması, satranç tahtasının da kareli
deftere benzemesi çok önemlidir. Muhtemelen Satranç tahtası için Çatıraş adı
gibi bir ad olan Satranç adı kullanılmıştır. Satranç kelimesinin kareleme anlamında kullanılmasına hat sanatımızda "Satranç Usulü" kavramında rastlıyoruz: M. Uğur Derman Satranç Usulü'nü şöyle anlatıyor: " İnce yapılı yazılar kadar kalem hâkimiyetiyle yazılamadığı
için celî ve özellikle istifli celî yazımında farklı uygulamalar takip
edilmiştir. İşin güçlüğü dolayısıyla aynı ibareyi taşıyan celî yazılar, tekrar
tekrar ve ayrı ayrı yazılmadan kalıp olarak tamamlanmış bir esas nüshadan
çoğaltılır. Cami, mektep, çeşme, sebil gibi âbidelerin üstüne kitâbe olarak
yazılan ve mermere hâkkedilip çoğaltılmasına lüzum bulunmayan celîler de aynı
usulle hazırlanır. Elin yazma hususunda âciz kalacağı derecede iri olan celîler
önce küçük nisbette yazılır, sonra satranç usulü ile (kareleme)
büyütülür. Bunun usulü şöyledir: Hattatı zorlamayacak boyutta önceden yazılan
hat numunesinin her tarafı karelere bölünür. Yazı ne büyüklükte olacaksa o
kadar misli büyük karelere ayrılmış bir başka kâğıda karelerin mukabili
bulunarak gereken yerlerinden dikkatle çizilmek suretiyle aktarılır. Celînin
tekâmül etmediği devirlerde bu gibi yazılar beyaz renkli sağlam kâğıtlar
üzerine siyah is mürekkebiyle yazılır, düzeltmeler tashih kalemtıraşı ile
yapılırdı. Ancak XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren önceden siyaha boyanmış
kâğıtlar üzerine zırnıktan yapılmış sarı mürekkeple yazma usulü yerleşmeye
başlamıştır. " (İslam Ansiklopedisi, C. 16, Hat Maddesi)
İkili bir yapıyı, savaşmayı ve son olarak bu savaşın
yapıldığı meydanı ifade eden kelimeleri (Çatıraş) gördük. Tablomuz tamamlanmak
üzere gibi görünüyor. Bu noktada Satrancın öncülü olan Altay satrancının şeklini
(Bkz. Şekil 1) hatırlatmak istiyorum:
Şekil 1: Altay Türklerine ait
Şatıra Oyun tahtası
Hakan, ortadaki oyuncudur.
Diğer Oyuncular: Batır, Asker ve Yedek’tir.
İşte bu satrancın adı Şatra veya Şatıra’dır. Tuva
Türkleri de satranca Şıdıraa demektedirler. Tuva’daki satranç oyunları ile
satrancın öncülü olabilecek, satranç benzeri oyunlar derlenmiştir. 11 Mart
1928’de doğan İrgit Ungulçekoviç Cambu’nun derlediği Tıva Oyunlar adlı
kitabında Şıdıraa çeşitleri üzerinde durulmaktadır. Cambu bu oyunun değişik adlarla
oynanan şekilleri hakkında bilgi vermektedir: Buga Şıdıraa, İt Şıdıraa, Tugul
Şıdıraa, Mun-Mun, Çirgi Şıdıraa[11]
Bizim kanaatimiz şudur. Satrancın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu Mangala adlı
makalemizde de belirtildiği gibi Satranç Türk Zekâ oyunlarından gelişerek
olgunlaşmış bir oyundur.[12]
İlk defa Altay’da ortaya çıkmış, daha sonra Hindistan’a inmiş, oradan İran
üzerinden veya doğrudan Araplara geçmiş, onlar vasıtasıyla dünyaya dağılmıştır.
Dilbilimin verdiği bilgilerden yola çıkarsak Satranç, belki de İran yolu ile
değil doğrudan Türklerle birlikte Türkiye’ye gelmiştir. Çat, sat, çatır,
çatıra, çatıraş, sataş, satır, sıntıraç, şatıra, şadıraa gibi kelimelere
bakıldığında Satranç’ın da Türkçe bir kelime olduğu düşünülmektedir. Satranç
ile ilgili olarak bu kadar zengin bir dil malzemesi, Satrancın Türk kökenli
olduğunu işaret etmektedir.
Satranç bir Türk Zekâ
oyunu değilse, Karl Gottlieb von Windisch’in kitabında bildirdiği ve Baron
Kempelen tarafından 1730’larda Avrupa’da icad edilen ve başına bir Türk
kıyafetli mankenin oturtulduğu ilk Satranç otomatına veya makinasına neden “The
Turk” adı verilmiştir? [13]
Soru sormaktan keyif
almamız gerekiyor: Satranç, neden Azerbaycan’da Şah-Mat, Belarusya ve Rusya’da
Şahmat, Litvanya’da šachmatai adıyla yaygınlaşmıştır? Kırgızistan,
Özbekistan ve Türkmenistan’da Kişte veya Küşte adı verilmesinin sebebi nedir?
Bugün Hindistan’da Śataran̄ja, Endonezya ve Malezya’da Catur, Pakistan’da,
İran’da ve Arabistan’da Şataranç Türkiye’de Satranç, denen oyun, neden Araplar
vasıtasıyla IX. yy. da Avrupa’ya geçerken Arapların verdiği adla geçmemiştir?
Neden Satranç’a Filipinlerde Ahedres, İspanya’da Ajedrez, Portekiz’da
xadrez, Galiçya’da Xadrez denilmektedir de Haiti’de Echék, Fransa’da Échecs, Katalancada
Escacs, İrlanda’da Fichille, Afrika Dilinde Skaak, İsveç’te, Hollanda’da
Schack, Almanya’da Schach İtalya’da Scacchı, Danimarka’da Skak, Norveç’te
Sjakk, Finlandiya’da Shakki, Çekçede śachy, Arnavutlukta Shah, Macarcada Sakk,
Bulgaristan’da, Letoncada, Slovakçada śahs, Romanya’da, Sırbistan’da,
Hırvatistan’da Şah, Ukrayna’da Şahi, Lehçede Szachy, Baskça Xake ve İngiltere,
İzlanda, Slovanya, Makedonya ve Malta’da Chess, denilmektedir? Birbirine
benzeyen bunca addan sonra Satranç’a neden Estonya’da Male, Galce’de
Gwyddbwyll, İrlanda’da Ficheall ve Latincede Lodus Latruncularıus
denilmektedir?
Bu adlandırmaların bile
Satrancın güzergâhı hakkında bir ipucu olduğu apaçıktır. Yeni araştırmalarla bu
izlerin sürülmesi gerekmektedir. Yapılacak yeni araştırmalarla bu konudaki
mevcut bilgilerin daha da geliştirilmesi mümkündür.
[1] Arseven, Celal Esad. Sanat Ansiklopedisi. İstanbul,
MEB Devlet Kitapları, 1983. Çadır Maddesi, C.1. sf. 352-359
[2] http://tdkterim.gov.tr/bts/
Temel
Türkçe Sözlük, Sadeleştirilmiş ve Genişletilmiş Kamus-ı Türkî.. 1. Bsk. İst,
Tercüman Gazetesi / Yapı Kredi Bankası
Aksoy,
Ömer Asım. Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü C. I-II,
Ankara, TDK, 1984.
Ankara, TDK, 1984.
[3] Arseven, age. Sf. 1770
[6] http://arslanevi.blogspot.com/2011/02/satranc-tarihine-halkbilim-katkisi.html
Eldar Orazaliyev 1986 Talas doğ.
[7] Hanefi Tarhan, 1951 Ahlat
doğ.
[8] Arseven, age. Sf.
350
[9] Arseven, age. Sf. 1770
[10] Arseven, age. sf. 1770
[11] Cambu, İrgit. Tıva
Oyunlar, Ed. İ.Ç.Calçak, Kızıl, Tıvanın Nan Undurer Çeri, 1992 sf. 43-54
[13]
http://en.wikipedia.org/wiki/Karl_Gottlieb_von_Windisch
http://harvardpress.typepad.com/hup_publicity/2011/08/the-mechanical-turk.html
23 Haziran 2014 Pazartesi
Satrancı Türklerin Yarattığına İki Gösterge
A) SATRANCI TÜRKLERİN YARATTIĞINA İKİ GÖSTERGE
1) Piyon Neden Geri Gitmez?
Geçen yıl, Dokuz Eylül Satranç Kulübü'nde bulunduğum bir gün, ara bulup boş bir sınıfa girmiş, ışıkları kapatıp, karanlıkta kafamı dinlemeye koyulmuştum. Arada bir kulağıma diğer sınıftan sesler takılıyordu. Bir ara altı yaşındaki öğrenci, piyonu geriye doğru oynamaya kalkışınca, öğretmen öğrenciyi "piyon geri gitmez" diye uyarmıştı. Bunun üzerine öğrencinin sorusu ilgimi çekti: "Neden geri gitmez?"
Gerçekten de her taş geri gidebilir, ama piyonlar geri gidemez. Neden? Yanıtını bulmak, neredeyse hiç zamanımı almadı, çünkü askerlikle ilgili bir gerçeği zaten biliyordum: Ordunun temeli, yaya erlerdir. Karakuvvetlerinin hava ve deniz kuvvetlerinden üstünlüğü, bundandır. Bir savaş oyunu olan satranca, bu felsefe, çok zarif bir biçimde katılmış: Bütün ordu öğeleri geri dönebilir, ama ordunun temeli olan erler bir kez yürüdü mü, bir daha geri dönüş yoktur. Erlerin adımları, artık geri dönüşü olmayan adımlardır. Bu yüzden de en dikkatli atılması gereken adımlardır.
Satrançtan ne kadar uzaksanız size o kadar şaşırtıcı gelecektir ki, hemen hiçbir satranççı, piyonun neden geri gitmediğini bilmez. Bu kadar basit bir soruyu sormak, çok çok büyük çoğunluğunun aklına bile gelmez. En ustasından en toyuna, dilediğiniz satranççıya sorabilirsiniz. Dünyanın bir köşesinde birileri bunun üzerinde herhalde düşünmüş olsa gerek, ama ben hiçbir satranççının bunu tartıştığını duymadım. Oysaki bu, gerçek bir satranç eğitiminde öğretilmesi gereken ilk şeylerdendir, çünkü satrancın içindeki temel bir felsefedir. Bildiğim kadarıyla dünyanın hiçbir yerinde böyle bir satranç eğitimi verilmediğine göre, satranççılar, satrancın felsefesini öğrenmiyor demektir. Bu da, satrancın kendisinin tümüyle sıtratejiye dayanan bir oyun olmasına rağmen, çok büyük satranççıların gerçek yaşamlarında sıtratejinin ve savaşçılığın S'lerinden bile habersiz olmalarının nedenini açıklar.
Günümüz satranççıları, piyonun geri gitmemesi felsefesinden habersiz olsa da, satrancı yaratanların, bu felsefeyi ve yaşamın gerçekliğini satranç oyununa incelikle yedirdiğine özellikle dikkat çekerim. Bu, şu demek: Satrancı yaratan ulus, hem felsefeyi hem de savaşı kavramış, özümsemiş, bu alanlarda ustalaşmış bir ulustur. Tarih incelendiğinde çok açıkça görülür ki, dünyada bu tanıma uyan gelmiş geçmiş tek ulus Türklerdir. Bir ikincisi yoktur. Yalnızca bu bile, yani yalnızca "erlerin geri gitmemesi " kuralı bile satrancı Türklerin yarattığının bir göstergesidir.
2) Satranç Taşları Niye Bu Sırayla Dizilmiştir?
Sözünü ettiğim öğrencinin sorusunun yanıtını düşünmemin hemen ardından, satrancın Batılılar tarafından değiştirilmeden önceki kuralları üzerinde düşünmeye başlamıştım.
Batılılar değiştirmeden önce Fil, yukarıdaki Şekil 1'deki gibi hareket ederdi: Çaprazda, bir değil iki sonraki kareye atlardı. Bulunduğu kareyle gideceği kare arasındaki karede bir taş olması, hareketini engellemezdi (Şimdiki hareketi ise şöyledir: http://tr.wikipedia.org/wiki/Fil_(satranç). Yolunda bir taş olmadığı sürece çaprazda dilediği kadar uzun veya kısa gidebilir. Yolunun üstündeki taş üzerinden atlayamaz).
Vezir'in eski hareketi de Şekil 1'de görülüyor: Bulunduğu karenin hemen dibindeki çaprazlardan birine gidebilirdi (Şimdiyse şu şekilde:http://tr.wikipedia.org/wiki/Vezir_(satranç) . Yolunun üzerinde taş olmadığı sürece, ister düz ister çapraz, dilediği kadar uzun veya kısa gidebilir).
Şekil 2'de satranç taşlarının dizilimi görülüyor. Ön sıra, tümüyle piyonlardan oluşur. Arka sırada, kanatlarda Kaleler, yanlarında Atlar, Atların öteki yanlarında Filler, ortada ise Şah'la Vezir yeralır.
Batılılar değiştirmeden önceki kurallara, yani satrancı yaratanların belirlediği kurallara göre, en güçlü ve en hızlı taş, Kale'dir. At'la Fil'in hızları aynıdır, ancak At, hareket alanı içinde daha çok kareye etkidiği için Fil'den daha hareketlidir (Şekil 3'te Fil dört yeşilli kareden birine gidebilirken, aynı karedeki At, sekiz pembeli kareden birine gidebilir). Fil ise ortadaki Şah'la Vezir'den daha hızlıdır. Kısacası, satrancı yaratanlar, en hızlı ve hareketli taşları, kanatlardan ortaya doğru dizmiş.
Şimdi ön sıradaki erleri kaldırıp arka sıradakileri hız ve hareketliliklerine göre yarıştıralım. Gözünüzde de canlandırabileceğiniz gibi, kanatlardan ortaya doğru bir hilâl oluşur. Yani Türklerin en bilindik savaş taktiği. Türkler, satranç taşlarını, hilâl taktiğine göre dizmiş.
B) BATILILARIN KİMİ KURALLARI DEĞİŞTİRMESİNDEN SONRA SATRANÇ
Eski Dünya Şampiyonlarından Geri Kasparov (Avrupa'da Latince harflerle Garry, Garri falan diye yazılır), yazdığı bir kitapta şöyle demiş:
“Yaygın efsaneye göre satranca benzer ağır tempolu bir savaş oyunu hemen hemen iki bin yıl önce Hindistan’da doğmuş ve yavaş yavaş şekil değiştirerek Orta Asya’nın güneyinden, İran’dan ve Ortadoğu ülkelerinden çok uzun bir yol kat ederek, İber Yarımadası’na ulaşmıştır. Bununla birlikte Avrupalılar, satrancın 'Hint' versiyonuyla ancak 17. yüzyılın sonunda tanışmıştır. Ancak geçerli olan bir tek şey iddia edilebilir: Çağdaş satranç 15. yüzyılda Akdeniz’de ortaya çıkmıştır. O andan itibaren pisikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun haline gelen satranç, bir Avrupa icadıdır.”
Bu sözlerin daha açık tercümesi, şudur:
"Satrancın ilkel bir biçimi vardı ki bu, Hindistan’da ortaya çıkmış. Ancak, bu ilkel oyun, ne zaman ki Avrupa’nın mübarek eline değdi, işte o zaman gerçek anlamda satranç oluverdi. Artık satranç, daha önce öyle değilken, böylelikle bir sıtrateji oyununa, pisikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyuna dönüverdi. Yani satranç, aslında bir Avrupa icadıdır."
Satranç tarihçilerinin söylediğine göre, Avrupalı rahipler, Doğu'ya özgü bir oyun olduğu için satrancın Avrupa'da oynanmasını uzun yıllar engellemiş. En sonunda taşların adlarını ve oyunun bazı kurallarını kendilerine göre değiştirerek Avrupa'da da satranç oynanmaya başlamış. Aynı Avrupa, sömürgeci anlayışa ve güce sahip olduğu için de bugün satranç, zamanla bunların bozduğu kurallara ve belirlediği sıtandartlara göre oynanmaktadır. Eski kurallar üzerinde yapılan birkaç dönüştürüm, doğal olarak, bütün satranç açılışlarını ve birçok taktiği değiştirmiştir. Kasparov da bu açılış ve taktik değişimini şöyle yorumlamış: ”Satranç, eskiden pisikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun değilken, artık o biçim bir oyuna dönmüştür. Bu nedenle satranç gibi bir satrancın beşiği, Avrupa’dır”.
Galiba kimse de kendisine sormamış: Peki güzel kardeşim, bugün satranç tahtası 110 kareye çıksa, şimdikilerden farklı hareket eden birkaç taş eklense, bugüne kadarki bütün açılışlar tarihe karışacak. Yeni açılışlar, oyunlar doğacak. Ya da hiçbirşeyi değiştirme, yalnızca “filin en çok üç kare gidebileceği” kuralını koy. Yine eski oyunlar tarihe karışacak, yenileri doğacak. Sen bunu yapan ülkeyi, yine yuvarlak sözlerle, “satrancın icatçısı” olarak mı adlandıracaksın? Satranca yeniden, “psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun haline geldi” mi diyeceksin?
Kasparov'un bu zayıf hamleleri hangi amaçla yaptığını burada uzun uzun açıklamaya gerek yok. Ama Avrupalıların bazı değişiklikleri neden yaptığına ve bunun sonuçlarına bakmak, daha ilginç olacak.
1) Taşların Hareketlerindeki Değişiklik
İlkönce taşların hareketlerindeki değişikliğe bakalım. Avrupalılar değiştirmeden önceki satranca bakıldığında çok açıkça anlaşılır ki satranç eskiden, çok daha ağır ilerleyen, çok daha sabır isteyen ve içinde çok daha fazla sıtratejik seçenek barındıran bir oyundu. Doğu ve Batı felsefeleri karşılaştırıldığında ve yaşamlarına bakıldığında yine çok açıkça görülür ki Batılılar, mücadele sırasında sabırlı ve sakin kalamaz. Karşı tarafla eşit düzeyde oldukları bir mücadelede, olayların ağır ilerleyişine katlanamazlar. Kısacası, eski satrançtaki bu sabır isteyen uzun süreli mücadele, Batılıların yapısına uymamıştır. Bu nedenle de Fil ve Vezir'in kısıtlı hareketlerini olabildiğince genişletmişlerdir. Belli ki Fil'i ve Vezir'i oyuna bir an önce sokabilmek için de, özellikle en ortadaki iki piyonun bir an önce açılmasına gerek duymuşlar. Bu nedenle de tek kare tek kare ilerleyen piyonlar için şöyle bir kural getirmişlerdir: "Piyonlar ilk kez oynanırken iki kare ilerleyebilir".
Bunun satranç üzerinde çok önemli bir sonucu olmuştur: Siyahlar ve Beyazlar arasındaki eşitsizlik. Oyun gereğinden fazla hızlandığı için, açılış gereğinden fazla önem kazanmış oldu. Bu nedenle de Beyazlar, yalnızca "ilk hamleyi yapıp" oyuna başladığı için belirgin bir biçimde üstün başlar, ilk andaki o üstünlüğünü de genellikle kaybetmez. Siyahlar kendi sıtratejisini yaratmaya genellikle fırsat bulamaz ve bir çok zaman, oyun boyunca yalnızca kendini savunmaya bakar. Bu yüzden satrançta, düşünmenin, sabrın ve doğaçlama sıtratejinin ağırlığı azalmış, ezber ve deneyim ağırlık kazanmıştır. Bu nedenle ki eğer kitaplarda anlatılan bir yığın açılış teorisini ezberlemek istemezseniz, hele turnuvalara hiç katılmayın.
Beyaz-Siyah eşitsizliği konusunda hiçbir tartışmaya denkgelmedim. Ama benzer konularda Batılıların takındığı tavırları bildiğim için, bir Batılıya bu konuyu açarsanız, bir süre sonra hiç kuşkum yok ki şu sözlerle, bu eşitsizliği önemsiz gibi gösterecektir: "İki oyuncu yüz kere karşılaştığında ellişer kez Beyazla oynayacakları için, eşitsizlik ortadan kalkar". Ulen ben sana oyunun ayarını bozmuşsun diyorum, sen istatistikten sözedip, "uzun vadede her iki taraf da eşit kez ayarsız kefeye oturacağı için, bir adaletsizlik sözkonusu değil" diyorsun...
2) Taşların Adlarındaki Değişiklik
Son derece ilginç bir konu da bu. Avrupalılar satrancı kendilerine göre şekillendirirken, taşların adlarını da kendi toplumsal yapılarına göre değiştirmişlerdir.
Savaş Arabası'nın adı (Doğu'da sonraları Savaş Arabası'nın satrançtaki yerini, yine Doğu'da bulunan Top almıştır), Avrupa'da Kale olarak,
Atlı birlikleri temsil eden At'ın adı Şovalye olarak,
Filli birlikleri temsil eden Fil'in adı Rahip olarak,
Şah'ın adı Kıral olarak,
Vezir'in adı Kıraliçe olarak (Daha önce açıkladığım nedenlerle, bence Kağan Kıral'a, Hatun Kıraliçe'ye dönüşmüştür: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10152055991587735&set=a.10151757808512735.1073741826.673777734&type=3&src=https%3A%2F%2Ffbcdn-sphotos-a-a.akamaihd.net%2Fhphotos-ak-xpa1%2Ft1.0-9%2F10177358_10152055991587735_2212944572037687179_n.jpg&size=636%2C555),
Er'in adı da Piyon olarak değiştirilmiş.
Şevki Hacıoğlu'nun önemli yazısından da okunabileceği gibi, Avrupalıların koyduğu bu yeni adlar, tümüyle Avrupa'nın toplumsal yapısının ve sınıf sisteminin satranç tahtası üzerine izdüşümüdür (http://9eylulsatranc.org/satranc-sevki-hacioglu/).
Rahip, din sınıfını temsil eder.
Şovalye, asker sınıfını,
Kıral ve Kıraliçe, ülke başındaki soylu sınıfı,
Kale, para sınıfını yani zenginleri (yani Feodaller ve Burjuvalar),
Piyon ise yönetilenleri yani "ayak takımı" denilenleri temsil eder.
Şovalye, asker sınıfını,
Kıral ve Kıraliçe, ülke başındaki soylu sınıfı,
Kale, para sınıfını yani zenginleri (yani Feodaller ve Burjuvalar),
Piyon ise yönetilenleri yani "ayak takımı" denilenleri temsil eder.
Şevki Bey'in yazısında, bu konuyu ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz. Hemen şu yukarıda yazdığım karşılık listesini, özellikle de Kale-Para Sınıfı ikilisini yazının içine katması konusunda kendisine çok ısrar etmiştim, ama onu benim yazmamı istemişti. Bu yüzden de Kale'ye burada ayrıca değineceğim. Ama öncesinde şunu araya sıkıştırayım:
Dikkat edecek olursanız, eskiden ordular arasındaki savaşa ilişkin olan satranç, Avrupa'nın bakışıyla, toplumlar arasındaki savaşa dönüşmüştür. Bunun üzerinde düşünecek olursanız, aradaki ciddi fark şudur: Birinde savaş, savaş alanında biter. Diğerindeyse karşıdaki toplumla bir savaş biter, diğeri başlar. Bir başka deyişle, biri savaş kazanmaya, diğeri yoketmeye odaklıdır.
Küçüklüğümden beri, neden bu taşa Kale denmiş, diye merak ederdim: Kale hareket etmez ki. Üstelik önünde bir taş yoksa Kale'den atılan okun menzili savaş alanının sonuna kadar uzanırken, önünde bir tane piyon olsa bile menzil alanı daralıyor. Tabi ki buna bir yanıt bulamamıştım. Şevki Bey'in yazısını okuduktan sonra geriye yalnızca para sınıfı ve Kale'nin kaldığını gördüm. İyi de para sınıfı neden Kale'yle temsil edilir?
Batı'daki Toplumsal Evrim konusunda, özellikle Metin Aydoğan'ın "Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler" adlı iki ciltlik kitabını öneririm. Bu konuda, satrançla ilgili ve en kısa olarak şunları belirteyim:
Feodal ağalar, Roma'nın sahipsiz topraklarını ele geçirerek güçlenmiş ve bir zenginler sınıfı olarak belirmiştir. Bunlar; kale, sur ve şatolar inşa etmiştir. Zamanla bu kaleler, içeridekilere yetmez olmuş ve içerideki nüfusun dışarı atılmasıyla birlikte, Batı'da kentler oluşmaya başlamıştır. Feodallerin kale dışına attığı ve sömürdüğü bu kentliler arasından, zamanla Burjuva adlı bir kesim doğmuş ve bu Burjuvalar, yeni para sınıfı olarak Feodallerin koltuğuna oturmuştur. Artık Feodaller değil de Burjuvalar halkı sömürmeye ve kendi bölgelerini duvarlarla çevirmeye başlamıştır.
Burjuva adı, "kent" anlamına gelen "burg"dan doğmuştur. "Burg" adının kökeni için sözlüklere bakıldığında, her zaman olduğu gibi Ön, Orta Almanca'ya, carta curta gönderme yapıldığı, oraya da Hint-Avrupa adlı uydurma bir dil yapısından geldiğinin söylendiği görülür. Bir de bizim daha çok tanıdığımız "burç" sözcüğü var. "Kule, hisar, kale" anlamlarına gelir. Arapça olduğu söylenir. Sözcüklerin kökenbilimi konusunda uzman birisi değilim. Ancak, gerçekte Türkçe olan benzer hikâyeli çok sözcük örneği gördüğüm için, Burç sözcüğünün de Türkçe olabileceği konusuna dikkat çekmekten geri kalmayacağım. Hatta hiç kuşkum yok ki "Burç" sözcüğü, Türkçe'deki "Bur" kökünden geliyor (burmak ve burkmak eylemlerine dikkat ediniz). Tuncer Gülensoy'un "Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü" kitabından da görülebileceği gibi, "bur" sözcüğünün anlamlarından biri de "çevirerek kapatmak"tır.
Öyle veya böyle, "burg" sözcüğüyle "burç" sözcüğünün ilişkili olduğu kesin. Bu ikisi de "kale" ile ilişkili. Aynı zamanda, zengin sınıfı olarak hem Feodaller hem de Burjuvalar, "kale" ile ilişkili. Bunlardan başka, bugün Kale görünümlü satranç taşı için kullanılan İngilizce terim olan "rook"un, aynı zamanda "dolandırıcı, hilekâr" anlamlarına gelmesi, ayrıca ilginçtir. İşte satrançtaki Kale, bu yüzden hareket eder: Bugün kullandığımız satranç takımı, Batı'nın toplumsal yapısını gösterir.
C) SATRANÇ TAŞLARI ÜZERİNDEN "HALK" ve "ULUS" TANIMLARI
Batı sonrası satrançtaki taşların diziliminde dikkat çekici bir başka şey daha var. Öndeki taşlar yönetilen, arkadaki taşlar ise yönetenlerdir. Ben, yeri geldiğinde "ulus" ve "halk" kavramlarını genelde satranç taşları üzerinden şöyle anlatırım:
Batı'da "halk" olarak tanımlananlar, öndeki "yönetilenler" veya "ayak takımı" dedikleridir. "Ulus" olarak tanımlananlar ise ön ve arka sıranın tümüdür. Bir başka deyişle, Batılılar "ulusal egemenlik" derken, "yönetilenler" diye tanımladıkları kişilerin egemenliğini kastetmez. Üstü örtülü biçimde yönetenlerin egemenliği kastedilir. Yönetilenler, yani halk, yalnızca bir araçtır. Batı ülkelerinin tarihi incelendiğinde görülür ki "ulusal egemenlik", "demokrasi", "laiklik" gibi kavramlar, gerçekte asla ilkesel birer amaç olmamış, satranç takımının arka sırasındaki "büyük başların" kendi aralarındaki ve başkalarıyla güç kavgalarında, bu kavramlar da yalnızca birer araç olmuştur.
Türklerin "halk" ve "ulus" kavramları daha farklı tanımlanmıştır. "Halk" ile kastedilen, ülke içinde, yöneten yönetilen herkestir. "Ulus" ile kastedilen ise, dünyada ayrı devletler veya öbekler halinde yaşayan tüm Türklerin oluşturduğu topluluktur.
Örneğin Fıransa dışında bir Fıransız öbeği olmadığı için, Fıransızlar siyasal anlamdaki "ulus" tanımını, Türkler gibi yapamaz. Ancak, uluslararası ticarete bakıldığında görülür ki ülkeler, başka ülkelerdeki şirketlerinin tümünü "ulusal şirket" olarak tanımlar.
Böylelikle Batı, özellikle bulanık bırakılmış bu tanımdan dilediği gibi yararlanır: Sözkonusu örneğin Fıransız egemenliği olunca "ulus" denilen şey, farklı etnik kökenli de olsa yurttaşlık bağıyla bağlı, ülke içindeki herkestir. Farklı kökenlileri, incelikle, Piyon anlamındaki "halk" adıyla tanımlarlar. Ama sözkonusu örneğin Türk egemenliği olunca, "her biri ayrı bir ulus" diye tanımladıkları etnik kökenler yaratırlar.
Son olarak, Piyon'un neden geri dönmediği konusuna, burada yeniden dönerek bitireyim. İncelendiğinde anlaşılır ki eski satrançtaki Er, bugünkü satrançtaki Piyon'dan çok daha etkili ve değerlidir. Batı'nın bu anlayışı, örneğin İngilizlerin ünlü Çörçil'inin dilinde şöyle ifade bulmuştur: "Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir".
Eski satrançtaki "Er", ordunun temeli ve özü olduğu için geri dönmez.
Batı bozuntusu satrançta ise "Piyon", yem olduğu için geri dönmez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)