15 Haziran 2025 Pazar

Elmas'ın Hikâyesi - Ülkü Taşlıova

Gecekondu mahallesinin harap sokaklarında hayaller kurarak yürüyordu. Çıplak ayaklı çocuklara çorap, yıkılmaya yüz tutmuş evlere tadilât, bacası tütmeyen hanelere ümit olmayı düşündükçe gönlüne huzur doluyordu. “Hepsi olur inşallah.” dedi sessizce.

            Sonsuz gibi görünen gökyüzünün altında, uçurum kenarında yürür gibi ağır adımlarla çıktı taş basamağı. Sıdıka, merhamet duygusuyla içini çekti. Elindeki market poşetini yere bırakınca, diğer elindeki poşetin ağırlığı, omzunu aşağıya indirdi. Tırmandığı dik yokuş yormuştu onu, derin derin birkaç nefes alıp verdi.  Kapıyı yavaşça tıklattı. Aralanan kapıda Elmas’ la göz göze gelince gülümsedi. Ankara’ nın ayazı iliklerine işlemişti. İçeriden sızan sıcak hava yüzüne dokununca mutlu oldu. “Neyse ki kömür gelmiş. Bir de Arslan Bey şu işi hâlledebilse ne iyi olacak. Umarım güzel haberle gelir.” dedi içinden.

             “Temizlik malzemesi ve biraz yemeklik var.” diyerek poşetleri Elmas’ a verip kapının yanındaki orta yeri çökmüş kanepeye ilişti. İki odalı köhne evin oturulacak tek yeriydi orası. Beton zemine serilmiş eski bir halı, duvara dayalı süngeri ezilmiş yaylı da bir yatak vardı. Umutlarını unuttuğu yeni hayatında sadece sobası yeniydi. Bir hayırsever de yakacak vermişti.

            Hüzünlü gözleri minnet yüklü utangaç bakışlarını saklayamıyordu.  “Nasılsın Elmas, neler yaptın bugün? Kaç gündür uğrayamadım, aklım sende kaldı.” dedi Sıdıka. Elmas başını önüne eğdi. Sustu, düşündü. Aksanlı Türkçesiyle “İki günlük iş bulmuştum abla ama bugün beni geri gönderdiler. Ellerim yara olduğundan yerleri iyi silemedim onun için istemedi evin hanımı. Bana ‘Geldiğin yerde ne iş yapardın?’ diye sordu. Öğretmen olduğumu söyledim inanmadı. Yalan söylediğimi düşüşünmüş olmalı ki kızdı bana. Annemle yaşıyorum. Namusumuzu korumak için cehennemden kaçıp size sığındık dedim. İşe ihtiyacım var dedim ama…” diye anlatırken iki damla yaş kirpiklerinde titredi.

           Çaresizliğin esiri olan Elmas’ın ıslak kirpikleri ok olmuş yüreğine batmıştı. “Annen uyuyor mu?”diye sordu Elmas’a.

 “Uyuyor abla, getirdiğiniz ilaçlar sayesinde daha iyi şimdi. Allah razı olsun. Onca yol, onca sıkıntı…  Siz olmasaydınız ne yapardık bilmiyorum. Yol bilmiyoruz, iz bilmiyoruz. Üstelik elimizde ne var ne yok hepsini kaptırdık. Başımızda erkek yok ya etmedikleri kalmadı. Babam yaşasaydı keşke, o olsaydı her şey başka olurdu abla. Biliyor musun, babama ve ağabeylerime çok zulmettiler. O çaresiz bakışları aklımdan silinmiyor.”

 Elmas’ ın sesi hasta annesini uyandırmıştı.  Başından kayan siyah başörtüsünü alnına doğru çekerek yanlarına gelen anne, bir Elmas’ a, bir Sıdıka’ ya baktı. “Hoş geldin.” dedi yavaşça. Annesiyle Sıdıka’yı bir an yalnız bırakan Elmas elinde iki bardak suyla döndü. Onların oralarda adettendi, hiçbir şeyleri olmasa da gelen misafire Allah’ın en güzel nimeti olan su ikram edilirdi.

İkram edecek bir şeyleri olmayışına üzülen anne mahcuplaşarak “Allah büyük, bir gün her şey düzelecek. Biz böyle değildik, Telafer’de her şeyimiz vardı. Eşim Sadek ve iki oğlum ticaret yapardı, kızım ise Bağdat’ ta okuyarak öğretmen olmuştu.  Sonra o dehşet günler geldi çattı. Önce iş yerimizde ne var ne yok hepsini elimizden aldılar. Ardından, birkaç gün sonra kapımıza dayanarak onların askeri olması için eşimi ve oğullarımı tehdit etmeye başladılar. Karşı durunca da bayıltıncaya kadar dövdüler.

Gelişlerinin üstünden bir aya yakın zaman geçmişti. ‘Galiba bizden umutlarını kestiler, artık gelmezler.’ diye düşünürken, bir bahar şafağında kapının yumruklanmasıyla yerimizden fırladık. Uyku sersemliğiyle önce ne olduğunu anlayamadık. Sadek, korkulu gözlerle bize baktı. Elmas’a ve bana dönerek ‘Siz saklanın.’ dedi.  Biz saklanacak yer ararken oğullarım ve eşim ellerinde silah, yavaş adımlarla kapıya doğru ilerlediler. ‘İçeride olduğunuzu biliyoruz. Çıkın dışarı!’  diye bağırıyordu biri. Büyük oğlum kapıyı gören mutfak penceresinden dışarı baktığı anda alnından vurdular. Pencerenin önünde yere yığılan oğlumun cansız bedenini görünce şuurumu yitirerek çılgına dönmüştüm. Saklandığım yerden fırlayarak kaptığım bıçakla oğlumun intikamını almak istiyordum. Gözüm, yerde yatan oğlumdan başka hiçbir şeyi görmüyordu. Sonra kırılan kapıdan birçok siyah giysili adam ellerinde silahlarla eve daldılar. Evin içi savaş meydanı gibiydi. Kimin kime, nereye ateş ettiği belli değildi. Duvarlar, eşyalar, pencere camları darmadağın olmuştu. Her yer toz duman içinde kalmış, göz gözü görmüyordu. Ortalığa yayılan barut kokusu nefes aldırmıyordu.

Sonra silahlar susmuş, Sadek’in ensesine silahının namlusunu dayamış olan iri yarı,kızıl sakallı adam ‘Demek bize katılmazsınız öylemi?’ diyerek bağırıp duruyordu.  ‘Şimdi kaldır başını, bak bakalım ne göreceksin?’ demesiyle karşısında diz çöktürdükleri küçük oğlumu taraması bir oldu. Yüklüğün en dibine saklanan kızım Elmas olanları görmüyordu. Ben ise şuurumu yitirmiş televizyon seyreder gibi olanları izliyordum. Büyük oğlumla beraber duygularım da zalimler tarafından vurularak öldürülmüştü. Kalbim ise küçük evladımı öyle görünce taşa dönmüştü.

Güneş, camları kırılmış penceremizden sızarak, içerisinde tozların oynaştığı ışıklarını kanlar içinde yatan oğullarımın üzerine el feneri gibi tutuyordu.

İki oğlunun ölümüne şahit olan eşimin elleri arkadan bağlanmıştı. Gözyaşları çaresizliğine tercüman oluyordu.  Kaç zamandır yapılan zulüm insanları öyle korkutmuş, öyle sindirmişti ki onca silah sesine, bağrışmaya kimse gelip müdahale edememişti.  Sanki Telafer yerin dibine batmıştı. ‘Yine hayır mı diyeceksin bize? De de göreyim.’ diyerek bağıran kızıl sakallıya, eşim cevap vermeden önce kelimeyi şahadetini getirdi, ardından var gücüyle ‘Hayır.’ diye bağırmasıyla birlikte boynundan fışkıran kan duvarı kırmızıya boyadı.”

Robot gibi yaşadıklarını bir çırpıda anlatan anne, hiçbir şey demeden diğer odada ki yer yatağına doğru yürüdü.

Elmas, “Sıdıka abla o günden sonra annem hep böyle. Hep uyuyor, uyandığında karşısında kimse olsun ya da olmasın yaşadıklarını anlatıyor, sonra tekrar gidip uyuyor. Aklî dengesi bozuldu. Tedavi ettirmem gerekiyor. Ama elimizde hiçbir imkân yok. Abla şartlar insanlara her şeyi yaptırıyor. Nazlı bir öğretmenken birçok acı, sorumluluk bir anda beni güçlü biri yaptı. Bir karar vermem gerekiyordu. Ya her türlü zulme evet diyecektim ya da annemin ve kendimin iffetini korumak için Türkiye’ye kaçacaktım. İş yerimiz yağmalanmıştı. Elimizde biraz para ve altın takılarımız vardı. Birisiyle anlaştım. Paslanmış eski bir tankerin içinde bizi Türkiye’ ye sokacaktı. Öyle de yaptı. Tankerin altından açtığı kapaktan içeri girdik. Yirmi dört saatten fazla orada yol aldık. Tankerdeki birkaç delik nefes almamızı kolaylaştırıyordu. Dura kalka geldiğimiz yol, onca saatten sonra bir gece yarısı sona erdi. Şoför’ün kapağı açarak, ‘Buraya kadar inin artık. Türkiye’deyiz.’ demesiyle tankerden indik. Oturmaktan dizlerimiz tutulmuş, ayaklarımız uyuşmuştu. Derin derin nefes alarak temiz havayı ciğerlerimize çektik. İnsanlık hâli işte abla, o an mutlu olmuştuk.

    Annemin sessiz sessiz iç çekişleri yüreğimi yakıyordu. Ardımızda çocukluğumuzu, gençliğimizi, sevdiklerimizi, babamı, ağabeylerimi, mahallemizi, şehrimizi, ülkemizi bırakarak hiç görmediğimiz bir yere ayak basmıştık.  Biliyor musun abla bu nasıl bir duygudur? Öyle çaresiz, öyle muhtaçsınız ki tutunacak bir dal, sığınacak bir gölge ararsınız. Acılarınız artık bütün bedeninizi ve benliğinizi sardığından, acı çekmeden yaşamayı adeta unutursunuz.  Sonra abla, tankerin sahibi bizi tehdit ederek elimizde ne var ne yok hepsini aldı. Gecenin karanlığında bizi orada bırakarak çekip gitti. Anne, kız bilmediğimiz bir yerde öylece kalakalmıştık. En büyük çare, çaresiz kalınan zamanlarda bulunuyormuş. Üzülüp ağlamak faydasızdı.  Karanlıkta ışığı görmek ne kadar güzeldir bir bilseniz. Uzakta gördüğüm ışık bana umut olmuştu. Birkaç torbadan oluşan eşyalarımızı alarak ışığa doğru yürüdük. Meğer ne kadar uzakmış, biz ışığa doğru yürüdükçe ışıkta sanki ileriye yürüyordu. Sabah ezanı okunduğunda ışığın bir köy olduğunu anlamıştık ama bizim de adım atacak takatimiz kalmamıştı.

          Sabah namazı için camiye gelen Türk kardeşlerimiz bizi evlerine aldılar. Bir ay misafir ettiler. Ankara’ ya gelebilmemiz için de para yardımı yaptılar. Sonra da Allah sizi karşımıza çıkardı Sıdıka abla.  Şükran borçluyuz size. Bir de annem iyileşse…”  dedi.

Kapı vurulduğunda Sıdıka saatine baktı. İçinden, “Tam zamanında geldi koca yürekli adam.” diye düşündü.  Elmas kapıyı açınca sevinerek gülümsedi.  “Hoş geldin Arslan ağabey.” dedi. Arslan Küçükyıldız “Elmas kızım işlemlerin tamamlandı.  İşe başlıyorsun, üstelik kendi işine. Türkmen okulundaki çocuklara Türkçe okuma yazma öğreteceksin. Bir de annen için doktorla konuştuk. İyi olacak inşallah! Hadi gülümse bakayım, ihtiyacın olan her şeyi getirdik.”  dediğinde ne diyeceğini bilemeyen Elmas, bir Sıdıka’ ya baktı, bir Arslan’a. Minnet sözleri boğazında düğümlendi.  Başını önüne eğdi iki damla gözyaşı ayakucuna düştü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder