Gecekondu mahallesinin harap sokaklarında hayaller
kurarak yürüyordu. Çıplak ayaklı çocuklara çorap, yıkılmaya yüz tutmuş evlere
tadilât, bacası tütmeyen hanelere ümit olmayı düşündükçe gönlüne huzur
doluyordu. “Hepsi olur inşallah.” dedi sessizce.
Sonsuz gibi görünen gökyüzünün
altında, uçurum kenarında yürür gibi ağır adımlarla çıktı taş basamağı. Sıdıka,
merhamet duygusuyla içini çekti. Elindeki market poşetini yere bırakınca, diğer
elindeki poşetin ağırlığı, omzunu aşağıya indirdi. Tırmandığı dik yokuş
yormuştu onu, derin derin birkaç nefes alıp verdi. Kapıyı yavaşça tıklattı. Aralanan kapıda
Elmas’ la göz göze gelince gülümsedi. Ankara’ nın ayazı iliklerine işlemişti.
İçeriden sızan sıcak hava yüzüne dokununca mutlu oldu. “Neyse ki kömür gelmiş.
Bir de Arslan Bey şu işi hâlledebilse ne iyi olacak. Umarım güzel haberle
gelir.” dedi içinden.
“Temizlik malzemesi ve biraz yemeklik var.”
diyerek poşetleri Elmas’ a verip kapının yanındaki orta yeri çökmüş kanepeye
ilişti. İki odalı köhne evin oturulacak tek yeriydi orası. Beton zemine
serilmiş eski bir halı, duvara dayalı süngeri ezilmiş yaylı da bir yatak vardı.
Umutlarını unuttuğu yeni hayatında sadece sobası yeniydi. Bir hayırsever de
yakacak vermişti.
Hüzünlü gözleri minnet yüklü utangaç
bakışlarını saklayamıyordu. “Nasılsın
Elmas, neler yaptın bugün? Kaç gündür uğrayamadım, aklım sende kaldı.” dedi
Sıdıka. Elmas başını önüne eğdi. Sustu, düşündü. Aksanlı Türkçesiyle “İki
günlük iş bulmuştum abla ama bugün beni geri gönderdiler. Ellerim yara
olduğundan yerleri iyi silemedim onun için istemedi evin hanımı. Bana ‘Geldiğin
yerde ne iş yapardın?’ diye sordu. Öğretmen olduğumu söyledim inanmadı. Yalan
söylediğimi düşüşünmüş olmalı ki kızdı bana. Annemle yaşıyorum. Namusumuzu
korumak için cehennemden kaçıp size sığındık dedim. İşe ihtiyacım var dedim
ama…” diye anlatırken iki damla yaş kirpiklerinde titredi.
Çaresizliğin esiri olan Elmas’ın
ıslak kirpikleri ok olmuş yüreğine batmıştı. “Annen uyuyor mu?”diye sordu
Elmas’a.
“Uyuyor abla,
getirdiğiniz ilaçlar sayesinde daha iyi şimdi. Allah razı olsun. Onca yol, onca
sıkıntı… Siz olmasaydınız ne yapardık
bilmiyorum. Yol bilmiyoruz, iz bilmiyoruz. Üstelik elimizde ne var ne yok
hepsini kaptırdık. Başımızda erkek yok ya etmedikleri kalmadı. Babam yaşasaydı
keşke, o olsaydı her şey başka olurdu abla. Biliyor musun, babama ve
ağabeylerime çok zulmettiler. O çaresiz bakışları aklımdan silinmiyor.”
Elmas’ ın sesi
hasta annesini uyandırmıştı. Başından
kayan siyah başörtüsünü alnına doğru çekerek yanlarına gelen anne, bir Elmas’
a, bir Sıdıka’ ya baktı. “Hoş geldin.” dedi yavaşça. Annesiyle Sıdıka’yı bir an
yalnız bırakan Elmas elinde iki bardak suyla döndü. Onların oralarda adettendi,
hiçbir şeyleri olmasa da gelen misafire Allah’ın en güzel nimeti olan su ikram
edilirdi.
İkram edecek bir şeyleri olmayışına üzülen anne
mahcuplaşarak “Allah büyük, bir gün her şey düzelecek. Biz böyle değildik,
Telafer’de her şeyimiz vardı. Eşim Sadek ve iki oğlum ticaret yapardı, kızım
ise Bağdat’ ta okuyarak öğretmen olmuştu.
Sonra o dehşet günler geldi çattı. Önce iş yerimizde ne var ne yok
hepsini elimizden aldılar. Ardından, birkaç gün sonra kapımıza dayanarak
onların askeri olması için eşimi ve oğullarımı tehdit etmeye başladılar. Karşı
durunca da bayıltıncaya kadar dövdüler.
Gelişlerinin üstünden bir aya yakın zaman geçmişti.
‘Galiba bizden umutlarını kestiler, artık gelmezler.’ diye düşünürken, bir
bahar şafağında kapının yumruklanmasıyla yerimizden fırladık. Uyku
sersemliğiyle önce ne olduğunu anlayamadık. Sadek, korkulu gözlerle bize baktı.
Elmas’a ve bana dönerek ‘Siz saklanın.’ dedi.
Biz saklanacak yer ararken oğullarım ve eşim ellerinde silah, yavaş
adımlarla kapıya doğru ilerlediler. ‘İçeride olduğunuzu biliyoruz. Çıkın
dışarı!’ diye bağırıyordu biri. Büyük
oğlum kapıyı gören mutfak penceresinden dışarı baktığı anda alnından vurdular.
Pencerenin önünde yere yığılan oğlumun cansız bedenini görünce şuurumu
yitirerek çılgına dönmüştüm. Saklandığım yerden fırlayarak kaptığım bıçakla
oğlumun intikamını almak istiyordum. Gözüm, yerde yatan oğlumdan başka hiçbir
şeyi görmüyordu. Sonra kırılan kapıdan birçok siyah giysili adam ellerinde silahlarla
eve daldılar. Evin içi savaş meydanı gibiydi. Kimin kime, nereye ateş ettiği
belli değildi. Duvarlar, eşyalar, pencere camları darmadağın olmuştu. Her yer
toz duman içinde kalmış, göz gözü görmüyordu. Ortalığa yayılan barut kokusu
nefes aldırmıyordu.
Sonra silahlar susmuş, Sadek’in ensesine silahının
namlusunu dayamış olan iri yarı,kızıl sakallı adam ‘Demek bize katılmazsınız
öylemi?’ diyerek bağırıp duruyordu.
‘Şimdi kaldır başını, bak bakalım ne göreceksin?’ demesiyle karşısında
diz çöktürdükleri küçük oğlumu taraması bir oldu. Yüklüğün en dibine saklanan
kızım Elmas olanları görmüyordu. Ben ise şuurumu yitirmiş televizyon seyreder
gibi olanları izliyordum. Büyük oğlumla beraber duygularım da zalimler
tarafından vurularak öldürülmüştü. Kalbim ise küçük evladımı öyle görünce taşa
dönmüştü.
Güneş, camları kırılmış penceremizden sızarak,
içerisinde tozların oynaştığı ışıklarını kanlar içinde yatan oğullarımın
üzerine el feneri gibi tutuyordu.
İki oğlunun ölümüne şahit olan eşimin elleri arkadan
bağlanmıştı. Gözyaşları çaresizliğine tercüman oluyordu. Kaç zamandır yapılan zulüm insanları öyle
korkutmuş, öyle sindirmişti ki onca silah sesine, bağrışmaya kimse gelip
müdahale edememişti. Sanki Telafer yerin
dibine batmıştı. ‘Yine hayır mı diyeceksin bize? De de göreyim.’ diyerek
bağıran kızıl sakallıya, eşim cevap vermeden önce kelimeyi şahadetini getirdi,
ardından var gücüyle ‘Hayır.’ diye bağırmasıyla birlikte boynundan fışkıran kan
duvarı kırmızıya boyadı.”
Robot gibi yaşadıklarını bir çırpıda anlatan anne,
hiçbir şey demeden diğer odada ki yer yatağına doğru yürüdü.
Elmas, “Sıdıka abla o günden sonra annem hep böyle.
Hep uyuyor, uyandığında karşısında kimse olsun ya da olmasın yaşadıklarını
anlatıyor, sonra tekrar gidip uyuyor. Aklî dengesi bozuldu. Tedavi ettirmem
gerekiyor. Ama elimizde hiçbir imkân yok. Abla şartlar insanlara her şeyi
yaptırıyor. Nazlı bir öğretmenken birçok acı, sorumluluk bir anda beni güçlü
biri yaptı. Bir karar vermem gerekiyordu. Ya her türlü zulme evet diyecektim ya
da annemin ve kendimin iffetini korumak için Türkiye’ye kaçacaktım. İş yerimiz
yağmalanmıştı. Elimizde biraz para ve altın takılarımız vardı. Birisiyle
anlaştım. Paslanmış eski bir tankerin içinde bizi Türkiye’ ye sokacaktı. Öyle
de yaptı. Tankerin altından açtığı kapaktan içeri girdik. Yirmi dört saatten
fazla orada yol aldık. Tankerdeki birkaç delik nefes almamızı
kolaylaştırıyordu. Dura kalka geldiğimiz yol, onca saatten sonra bir gece
yarısı sona erdi. Şoför’ün kapağı açarak, ‘Buraya kadar inin artık. Türkiye’deyiz.’
demesiyle tankerden indik. Oturmaktan dizlerimiz tutulmuş, ayaklarımız
uyuşmuştu. Derin derin nefes alarak temiz havayı ciğerlerimize çektik. İnsanlık
hâli işte abla, o an mutlu olmuştuk.
Annemin
sessiz sessiz iç çekişleri yüreğimi yakıyordu. Ardımızda çocukluğumuzu,
gençliğimizi, sevdiklerimizi, babamı, ağabeylerimi, mahallemizi, şehrimizi,
ülkemizi bırakarak hiç görmediğimiz bir yere ayak basmıştık. Biliyor musun abla bu nasıl bir duygudur?
Öyle çaresiz, öyle muhtaçsınız ki tutunacak bir dal, sığınacak bir gölge
ararsınız. Acılarınız artık bütün bedeninizi ve benliğinizi sardığından, acı
çekmeden yaşamayı adeta unutursunuz.
Sonra abla, tankerin sahibi bizi tehdit ederek elimizde ne var ne yok
hepsini aldı. Gecenin karanlığında bizi orada bırakarak çekip gitti. Anne, kız
bilmediğimiz bir yerde öylece kalakalmıştık. En büyük çare, çaresiz kalınan
zamanlarda bulunuyormuş. Üzülüp ağlamak faydasızdı. Karanlıkta ışığı görmek ne kadar güzeldir bir
bilseniz. Uzakta gördüğüm ışık bana umut olmuştu. Birkaç torbadan oluşan
eşyalarımızı alarak ışığa doğru yürüdük. Meğer ne kadar uzakmış, biz ışığa
doğru yürüdükçe ışıkta sanki ileriye yürüyordu. Sabah ezanı okunduğunda ışığın
bir köy olduğunu anlamıştık ama bizim de adım atacak takatimiz kalmamıştı.
Sabah
namazı için camiye gelen Türk kardeşlerimiz bizi evlerine aldılar. Bir ay
misafir ettiler. Ankara’ ya gelebilmemiz için de para yardımı yaptılar. Sonra
da Allah sizi karşımıza çıkardı Sıdıka abla.
Şükran borçluyuz size. Bir de annem iyileşse…” dedi.
Kapı vurulduğunda Sıdıka saatine baktı. İçinden, “Tam
zamanında geldi koca yürekli adam.” diye düşündü. Elmas kapıyı açınca sevinerek gülümsedi. “Hoş geldin Arslan ağabey.” dedi. Arslan
Küçükyıldız “Elmas kızım işlemlerin tamamlandı.
İşe başlıyorsun, üstelik kendi işine. Türkmen okulundaki çocuklara
Türkçe okuma yazma öğreteceksin. Bir de annen için doktorla konuştuk. İyi
olacak inşallah! Hadi gülümse bakayım, ihtiyacın olan her şeyi getirdik.” dediğinde ne diyeceğini bilemeyen Elmas, bir
Sıdıka’ ya baktı, bir Arslan’a. Minnet sözleri boğazında düğümlendi. Başını önüne eğdi iki damla gözyaşı ayakucuna
düştü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder