17 Haziran 2014 Salı

Bitmeyen Hasret

           Selçuk Küçükyıldız

           Hava iyice kararmaya başlamıştı. Bahçedeki ceviz ağaçlarının dalları yağan karla iyice eğilmişti; erik ağaçlarına gerili ipe asılan çamaşırlar kardan nasibini almış, beyazı da renklisi de tek renge bürünmüştü. Ali Ağalar yeni aldıkları lüksü* bu akşam erken yakmışlardı herhalde; çünkü camlarındaki parlak ışık bayağı dışarı yansımıştı. Pakize Hanım sildiği gaz lambasının şişesini yerine yerleştirmeye çalıyordu. Kızı Muazzez ise günün son ışıklarıyla elindeki kasnağa gerili sim işlemeyi tamamlamaya çalışıyordu. Ahırdaki işini bitiren Hakkı Bey, üstündeki saman tozlarını karın üzerine silkeleye silkeleye eve yöneldi. Karısını kızdırmamalıydı; yemeğin vaktinde yenmesi altmış yıldır onların evinde gelenekti. Dış kapının kapanma sesini duyan Pakize Hanım, tabakları yuvarlak yer sofrasına dizmeye başladı. Tarhana çorbasının mis gibi kokusu eve girer girmez Hakkı Bey’in burnuna kadar gelmişti, bayılırdı bu güzel kokuya ihtiyar. Ellerini koridorun sonundaki lavaboda güzelce yıkadıktan sonra yemek kokan odaya yöneldi. Pakize Hanım eşinin yalnız geldiğini görünce:
           - Hani Selçuk nerde? diye sordu kocasına.
           - Hanım biliyorsun, yarın çocuğun tatili bitiyor. Bugün kayığa binmekten eve gelip öğle yemeği yemek bile aklına gelmedi. Herhalde arkadaşlarıyla vedalaşıyordur; gelir nerdeyse.
           Tam o sırada sokak kapısının açılıp kapandığını duydular; ardından da oda kapısının gıcırtısı içerdeki sessizliği bozdu. Selçuk kıpkırmızı olmuş ellerini oğuşturarak sobaya koştu. Bir yandan da soğuktan korunmak için başına sardığı uzun boyunbağını çözüyordu. Başka zaman olsa Pakize Hanım ona epeyce söylenirdi yemeğe geç kaldığı için; ama ayrılık acısı onun da yüreğini sızlatmaya başlamıştı; bu nedenle sesini çıkarmadı. Bu çocuk torunu değildi sanki onun yüreğinden kopmuştu. Zaten zaman zaman “Onu ben doğurdum.”derdi latife olsun diye. Selçuk iki yaşına girdiğinde kardeşi Arslan çıkagelmişti dünyaya. Babası Hasan Bey de kardeşiyle birbirlerini kıskanmasınlar diye onu büyükannesine emanet etmiş, öğretmenlik yaptığı Taşköprü’ye dönmüştü. İlkokula gitme vakti gelene kadar onu Pakize Hanım büyütmüştü.
           Hep birlikte çorbayı kaşıklamaya başladılar. Ardından gelen ufak patateslerle yapılmış yemeğin lezzeti doyumsuzdu. Oldum olası büyükannesi harika yemekler yapardı. Köyde ne zaman bir düğün, mevlit olsa hep onu çağırırlardı aşçı olarak. Bu güzel yemeklere kim bilir kaç gün ya da ay sonra kavuşacaktı. Bu yemekler hiç bitmese, sofradan hiç kalkılmasa gece sonsuza kadar devam etse ne olurdu sanki? Neden babasının okulunda okumak zorundaydı ki? Halası Muazzez Hanım, bu durgun havayı dağıtmak için ona nerede kayığa bindiklerini sordu. Selçuk başladı ballandıra ballandıra anlatmaya. Hayatındaki en güzel günlerden birini geçirmişti çünkü arkadaşlarıyla, nasıl anlatmazdı:
           - Mıkçık Tepesi’nin doruğundan Köstekoğulları’nın evine kadar karları çiğneyerek kayık yolu yaptık. Hep orda kaydık. Benim kayık bir keresinde kırıldı. İlhan Abim, onların samanlıkta tamir ediverdi…
           Çocuk bunları anlatırken gaz lambasının loş ışığı Hakkı Bey’in gözyaşlarını saklayabiliyordu. Bu ses ne yazık ki ertesi akşam sofrada yankılanmayacaktı; torunu babasının öğretmenlik yaptığı köye sömestr sonu sebebiyle dönmek zorundaydı. Pakize Hanım, kocasının gözyaşlarını fark etti; dirseğiyle dürterek onu uyardı. Anlarsa çocuğu teselli etmeleri çok zor olurdu. Kabak tatlısıyla güzelim akşam yemeği sona erdi. Pakize Hanım kızı Muazzez’e bu akşam keşiğin* kimde olduğunu sordu. O da Ali Ağalar’da olduğu söyledi. Yatsı namazlarını kılınca hep birlikte oturmaya gideceklerdi. Selçuk’u bu köye bağlayan pek çok sebepten bir tanesi de bu güzel adetlerdi. Özellikle de kış aylarının doyulmaz ev oturmaları. On iki haneli bu küçük köyde her akşam ayrı bir evde toplanılır, gece yarılarına kadar kadınlar ayrı, erkekler ayrı eğlenirlerdi.
           Ay ışığı geceyi öylesine aydınlatıyordu ki karşı dağdaki çam ağaçları nerdeyse tek tek sayılıyordu. Hakkı Bey’in elindeki gemici fenerine bile gerek yoktu. O da zaten adet kabilinden feneri eline almıştı. Selçuk, karda düşmemek için, bir eliyle halasını bir eliyle de büyükannesini sıkıca tutarak yürüyordu. Üç gün önce yağan kar iyice toprakla kucaklaşmış pek de onu terk edeceğe benzemiyordu. Pakize Hanım:
           - Allah vere de yarın da böyle soğuk olsa Ilımanlar’ın buzları erimese; yoksa Akçakese’ye giderken çayı geçmeniz çok zor olur. Selçuk:
           - Büyükbabam beni ata bindirdi mi çay may anlamaz geçeriz büyükanne sen merak etme. Muazzez Hanım:
           - İnşallah sağ salim varırsınız.
           Ali Ağa kapıda karşıladı onları. Selçuk’un yanağını okşadı. Erkeklerin oturdukları odaya büyükbabasıyla girdiler. Nuri Ağayla, Meşkenlerin Hafız Ağa onlardan önce gelmişlerdi. Hoşbeş ettiler. Yavaş yavaş diğer köylüler de odayı doldurmaya başladılar. İkili üçlü sohbet başladı. Dereden tepeden konuşuluyordu. Geçim kaynakları son derece kısıtlıydı köylülerin. Dağdan kestikleri odunları eşeklerle şehre götürüp kış harçlıklarını çıkarıyorlardı. Hakkı Bey’in aklı fikri torununu, oğlu Hasan Bey’in öğretmenlik yaptığı köye nasıl ulaştıracağıyla ilgiliydi. Çayı geçmek gerekiyordu oraya ulaşmak için. Kış mevsimi olmasaydı iş kolaydı. Paçaları sıvayıp suya dalardı. Torununu sırtına bindirip karşı kıyıya geçirirdi; ama şimdi kar günlerce durmadan yağmış, her tarafı bastırmıştı. Güneş hafif yüzünü gösterir göstermez karlar eriyor küçük dereler çayı azgınlaştırıyor; geçilmesi zorlaşıyordu. Faik Ağa’ya döndü:
           - Fayık, bugün şehre odun satmaya gittin mi?
           - Gittim Ağa, niye sordun?
           - Yarın oğlanı Akçakese’ye götüreceğim de; çayın suyu yükseldi mi diye merak ettim.
           - Valla Ağa, epeyce yükselmişti. Yarın güneş açmazsa korkma. Tersi olursa işin zor. Küp Hüseyin araya girdi:
           - Ağa! Niye zora sokuyorsun kendini. Selçuk Bey’i şehre götür. İhsangazi otobüsüne bindiriver; nasıl olsa okulun önünden geçmiyor mu?
           Selçuk’un yaşına göre olgun tavırları bütün köylüler tarafından takdir edilir, hepsi de ona “bey” diye hitap ederdi. Bu hitap bey sülalesi olarak olmalarının yanında eğitime değer verilmesiyle de ilgiliydi; çünkü babasına da köyde tahsil yapmış tek kişi olduğundan aynı şekilde seslenirlerdi.
           - Haklısın Hüseyin ama ben de diğer torunları özledim, onları gitmişken göreyim diyorum. Artık ne çıkarsa bahtına!
           Çaylar içildikten sonra sıra ev oturmalarının en sevilen heyecanlı oyunu yüzük saklamaya gelmişti. İki taraf belirlendi. İhtiyarlar biraz geri çekilerek oyun için ortada gençlere yer bıraktılar. Hakkı Bey, dünürü Çaycıoğlu İsmail Bey, amcazadesi Tevfik Bey ve Paşa Salih eskilerden anlatmaya başladılar. Kurtuluş Savaşı yılları Hakkı Bey’in hatırından hiç çıkmazdı zaten. Ankara’ya Kastamonu’dan yürüyerek nasıl on iki günde ulaştıklarını oradan trenle Eskişehir’e nakledilişlerini bilmem kaçıncı kezdir anlatıyordu. İsmail Bey de İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı sırasında muhafız alayındaki askerlik günlerinden bahsediyordu. Bu arada oyun bütün heyecanıyla devam ediyordu. Arada ihtiyarlar gençlerin olduğu tarafa boyunlarını uzatarak oyunun gidişatını da anlamaya çalışıyorlardı.
           Yüzük saklama oyununun bu köyde ne zamandır oynandığını kimse hatırlamıyordu. Bir tepsi üzerine ters çevrilen yedi adet kahve fincanı ve bir yüzükle oynanırdı. Yüzük, takımlardan birinin bir oyuncusu tarafından ya kapı arkasında ya da sedir altında fincanlardan birine saklanır, karşı takımın bulması istenirdi. İlk veya son fincanın altından yüzük çıkarsa saklama sırası karşı tarafa geçerdi. Her bir fincanın sayı değeri vardı. Mesela ikinci fincanın altından yüzük çıkarsa saklayan taraf on iki sayı kazanırdı.
           Oyunu Selçuk’un da bulunduğu takım kazandı; bir alkış koptu o zaman. İhtiyarların koyu sohbetini bölen alkışın sebebini onlar da “Ne oldu, ne oldu?”sorularıyla anlamaya çalıştılar. Sonucu öğrenen Hakkı Bey, Nuri Ağa’ya:
           - Eeee Nuri, sen iyi duvar örersin, bunu herkes bilir. Bir de burada göster marifetini, dedi. O da:
           - Ağalar ne derse o olur, yenilen taraf gelsin ortaya, karşılığını verdi.
           Duvar örme yüzük oyununun sonuç bölümüydü aslında. Yenilen tarafa küçük eziyetler içeren, oyuna renk katan bir bölüm. Oyunun dışında kalan iki kişi bir ipi yerden elli-altmış santim yüksekte gergince tutar yenilen tarafın oyuncuları bu ipe göre birer taş gibi dizilmeye çalışılırdı. Duvarı ören usta eline bir meşe sopası alır ipe göre durmayanın sağına soluna canını çok acıtmayacak kadar vurur, gülüşmeler arasında duvar örme işi bir müddet devam ederdi. Arada bir usta, oyuncuların üzerlerine taşlar iyice birbirini tutsun diye su atardı.
           Nuri Ağa, duvar örme işini tamamladıktan sonra ev sahibi Ali Bey’in oğlu Cahit, büyük yuvarlak bir yer sofrasıyla kapıdan girdi. Vakit gece yarısına doğru bir hayli ilerlemişti ama adına yatsılık denen bu yemek de bir adetti gece oturmalarında. Çaycıoğlu İsmail Bey ev sahibine:
           - Ali Bey, zahmet ettin dedi. O da:
           - Zahmet ne demek Ağa, gençler saatlerdir iş yaptılar, yoruldular, bizleri de eğlendirdiler. Allah ne verdiyse bir iki lokma yedirebilirsem ne mutlu bana, dedi.
           Önce ihtiyarlar sonra gençler bağdaş kurup yer sofrasına sıkış tepiş oturdular. Tepsideki burmalı çörek taslardaki erik hoşafı eşliğinde yenmeye başlandı. Yemek sonundaki duayı Meşken’in Hafız yaptı. Köylüler oturmadan dağılırken Selçuk’a hayırlı yolculuk ve başarı dilediler.

***

           Her köye gelişinde halasıyla paylaştığı yer yatağından bir türlü çıkmak istemiyordu Selçuk. Bu evdeki son saatlerin de tadını çıkarmak istiyordu anlaşılan. Pakize Hanım ise kuzine üstünde çayı çoktan demlemişti. Elindeki somunu dilimleyip sobanın üzerine diziyordu kızartmak için. Kızıyla torununa seslendi:
           - Kalkın bakalım tembeller, öğlen oldu!
           Sonunda kahvaltı sofrasında buluştular; ama lokmalar diziliyordu hepsinin de boğazına. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.” diye başlayan türkü geldi aklına Pakize Hanım’ın. Bu çocuğu burada okutmak, yanlarında sürekli kalmasını sağlamak niye mümkün olmuyordu? Halbuki köydeki çocuklarla Budamış’a yeni açılan ilkokula gidip gelmesi hiç de zor değildi. Hasan’a bu fikrini açtığında: “Anne, o öğretmen benim kadar oğlanla ilgilenmez, onunla ilgili büyük hedeflerim var; kendim yetiştirmeliyim.” diye karşı çıkmıştı. Oğlunun düşüncesi güzeldi ama bu çocuğun bitmeyen hasreti, gözyaşları ne olacaktı? Kendisi anlatmamış mıydı öğretmenlik yaptığı köydeki mutsuzluğunu? Her gece yorganını başına çekip ağladığını. İstemiyordu işte o köye gitmeyi. Bu durum derslerine de yansırsa ne olacaktı? Madem öyle torununu dört-beş sene aralıksız büyütsün diye kendisine bırakmasaydı, diğer kardeşleri ve annesinden ayırmasaydı. Bir kedinin veya köpeğin bile evden ayrılışı, yok oluşu sahipleri için yıkım değil miydi? Kaldı ki bu bir çocuktu, üstelik çok duygusal bir çocuk. Eliyle yanağına aşağı süzülen gözyaşını sezdirmeden sildi. Bir iç geçirdi, soluklandı: “Havalar ısınınca babası gene getirir nasıl olsa.” diye gönlüne ferahlık verdi.
           Ayrılık vakti gelmişti. Hakkı Bey kır atı güzelce doyurmuş, eyerlemişti. Halı heybenin gözleri çam sakızı çoban armağanı misali yiyeceklerle doldurulmuştu. Onların seslerini merak edip cama çıkan amcazade torunu Fikret de, anneannesi Aliye Hanım’la ayrılık anına şahitlik ediyorlardı. Selçuk önce halasıyla sonra da büyükannesiyle vedalaştı. Artık birbirine karışan göz yaşlarını ayırt etmek imkânsızdı. Bir hamlede torununu atın eyerine oturttu Hakkı Bey. Çocuk atkıyla sarılı başını geride kalanlara son kez çevirdiğinde büyükannesi çoktan Ayet-el Kürsi’leri sıralamaya başlamıştı.
           Güneş sabah saatlerinden beri güzel yüzünü göstermiş, ısınan havayla saçaklardaki sivri buzlar çat çut düşmeye başlamıştı. Bu sesler kır atı bayağı korkuttu; hayvan burnundan garip sesler çıkartmaya başladı. Gece oturmasında konuşulanlar aklına geldi Hakkı Bey’in. Sular yükselirse, Karaçomak Çay’ını  nasıl geçerlerdi?
           Aşağıoluk’a geldiklerinde rahat su içmesi için atın gemini çıkardı. Karabakallar ve serçeler de oluğun şırıl şırıl akan suyundan içiyorlardı. Geçen nisanda torunuyla buradaki kavaklarını budamış, budanan dalları köye taşımışlardı.
           İki yakası irili ufaklı ağaçlarla kaplı dereyi takip ederek önce Dereköy mevkiine vardılar. Ev, ahır, samanlık duvarlarının kalıntıları vardı burada, çok eski bir yerleşim yeriydi. Şu anda yaşayan olmamasına rağmen bu adla anılıyordu. Selçuk’un büyükbabasının da büyük bir bahçesi vardı az ilerde. Bulacık Köyü’nden gelen küçük dere bu bahçenin kenarından geçerdi. Hatta suyun önüne zaman zaman bent oluşturup sulama yaparlardı. Yirmi-yirmibeş tane elma, sekiz-on tane de erik ağacı vardı bahçede. Ceviz ağacına kurulan salıncakta çocuklar ne güzel sallanırdı. Eylül ayı gelip de hasat başladı mı kağnı arabasıyla patates ve elmalar köye taşınırdı. Koca koca tencerelerde mısırlar, patatesler pişirilir; gülüş cümbüş çalışılır, insan yorulduğunun farkına bile varmazdı. Selçuk: “Keşke şu an gene o günlerde olsak.” diye düşündü.
           Ali Ağaların tarlası şimdi karlarla ne güzel örtülmüştü. Tarlanın Karakaya tarafındaki söğüt ağacı yaz aylarında hayvan otlatanların yemek molası verdikleri çok güzel bir mekandı. Çobanlar azıklarını* orta yere açarlar, ekmekler ve diğer yiyecekler birbirine karışırdı. Ne güzel alışkanlıktı şu azık katma. Bu sayede gurur, kibir kalmıyordu kimsede. Herkes birbirinin getirdiğini yemek zorunda kalıyordu. Selçuk kim bilir kaç kez büyükannesiyle hayvan otlatırken bu zevki tatmıştı.
           Çocuk, bunları aklından geçirirken Karaçomak Çayı kenarına gelmişlerdi. Çaydaki suyun epeyce yükseldiği görülüyordu. Yazın hayvanların öğle saatlerinde gölgelendiği söğüt ağaçlarının etek dallarına kadar sular çıkmıştı. Korktuğu başına gelmişti Hakkı Bey’in. Karlar açan güneşle bir hayli erimiş çay kudurmuştu. Torununa cesaret vermek için:
           - Merak etme, bu at daha önce böyle çok sular gördü, dedi.
           Selçuk, dedesinin ne zaman ata bineceğini merak ediyordu; çünkü atı fazla yormamak için köyden beri hep yürümüştü ihtiyar. Nihayet yüksekçe bir taşın yanına atı çekerek o da torununun arkasına bindi ve atı çaya sürdü. At önce direndi ama ihtiyarın atın karnını üzengiyle sertçe yoklamasına dayanamadı, girdi suya. Büyük buz parçaları suyun üstünde ağır ağır dönerek üzerlerine geliyordu. Bunlar atın daha fazla huysuzlanmasına sebep oldu. Neredeyse çayı yarılamışlardı. Çocuğun ve dedesinin ayakları da yükselen suyla ıslanmaya başlamıştı. Tam bu sırada oldukça büyük bir buz kütlesi atın ön ayaklarına vurdu. Baştan beri huysuzlanan at kontrolden çıktı ve çifte atmaya başladı; dede-torunu sırtından suya attı. Hakkı Bey, atın dizginini elinden bırakmamıştı ama torunu bu karmaşada nereye savrulmuştu? Suya batıp çıkan torununun boğuk boğuk “büyükbaba” diye seslendiğini duydu; göğsüne kadar çıkan suyu yararak hemen oraya yöneldi. Bu anda azgın suların söküp getirdiği bir ağaç parçası ihtiyarı sulara gömdü; neyse çabuk çıktı su yüzüne adamcağız. Gene sürüklenen torununa yöneldi. Ne çare ki ona ulaşamıyor, torunu suda bir görünüp bir kayboluyordu. “Allah’ım yardım et!”diye bağırdı çaresizce. Çocuğa bir şey olursa ne yapardı?
           Yaradan sesi duymuştu sanki. Karandu Köyü’nden Rıza, şehirden eşekleriyle odun satmaktan geliyordu. Şoseden yeni ayrılmıştı. O da kendi köyüne ulaşmak için aynı çayı geçmek zorunda olduğundan gözleri kır atla üstündekilere takılmıştı. Bir aksilik olduğunu anlayıp olanca gücüyle çaya doğru koşmaya başladı. Beline kadar dalıp küçük çocuğu sudan çekti, aldı. Sonra da  atını sudan çıkarmaya çalışan Hakkı Bey’e yardım etti.
           Dede-torun gözyaşları içinde su kenarında kucaklaştılar. Kır at da oldukça sersemlemişti, su yutmuştu bu badirede. Kafasını, kuyruğunu iki yana sallıyor sırtındaki heybeden sular yere süzülüyordu. İhtiyar:
           - Evlat seni Allah gönderdi, Hızır gibi yetiştin, sen olmasaydın torunumu su alıp götürmüştü, dedi; tekrar tekrar teşekkür etti.
           - Amca, sırılsıklam olmuşsunuz birazdan İhsangazi otobüsü şoseden geçer, hiç olmazsa çocuğu bindirirsin. Sen de sakın ata binme gideceğin yere kadar yürü, yoksa donarsın, dedi Rıza.
           - Adamın dediği gibi şoseye çıkar çıkmaz otobüs geldi. Hakkı Bey şoföre sıkı sıkı tembihledi çocuğu nerede indirmesi gerektiğini.
           Annesi Hayrunnisa Hanım’ın gözleri hep yoldaydı. Hatta gün içinde kaç defa çocuklarını yol kenarına gönderip: “Ağabeyiniz geliyor mu, gidin bakın.” demişti. Yol nöbeti Selçuk’un iki yaş küçüğü Arslan’daydı. Kendisine zaman zaman camından gazete fırlatılan turuncu renkli otobüsü görünce sevindi. Gene gazete atarlardı belki. Elini kolunu sallaya sallaya “Gazete at, gazete at!” diye bağırmaya başladı Arslan. Şoför sağ sinyali yakıp yavaşladı. Bu defa gazeteyi durup mu vereceklerdi yoksa? O da ne, başı boyunbağıyla sarılı bir çocuk indi ön kapıdan! Ağabeyi miydi acaba? Evet ağabeyiydi. Onu, atla dedesinin getireceğini zannediyorlardı ama o otobüsten inmişti. Bir gariplik vardı bu işte! İki kardeş sarıldılar birbirlerine. O anda Arslan onun sırılsıklam olduğunu fark etti ve sebebini sordu. Duyduklarından sonra ağabeyini bırakıp öğretmen lojmanına koşmaya başladı:
           - Anne, anne ağabeyim çaya düşmüş! Arslan’ın söylediklerini duyan annesinin dizlerinin bağı çözüldü. Banyodaki çamaşır yıkama işini bırakıp sese koştu; oğlunu omzundan tutup sarsmaya başladı:
           - Kimden duydun yavrum, kim söyledi bunları?
           - Kendisi anne, kendisi…
           Derin bir oh çekti Hayrunnisa’nım! Bu sırada Selçuk da zaten lojman kapısına gelmişti. Göz yaşları içinde kucakladı ıslak çocuğu. Olanları öğrenir öğrenmez onu soydu, banyoya götürdü. Çamaşır yıkamak için hazırladığı suyu başından aşağı dökmeye başladı. Bir yandan da kızı Serpil’e seslendi:
           - Babanız kahveye köylülerle oyun oynamaya gitmişti, Orhan’la beraber gidin çağırın. Çabuk eve gelsin. Dedeniz yarım saat sonra burada olur!

Selçuk Küçükyıldız
7 Ocak 2012 / İstanbul

azık: kumanya türü yemek
keşik: ev oturması
lüks: Gaz ile çalışan, lambaya göre teknolojisi gelişmiş aydınlatma aracı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder