13 Nisan 2020 Pazartesi

Meyhaneden Bakınca

Birkaç yıl öncesine kadar Rıfat Ilgaz’ı hiç okumamıştım. Sadece Hababam Sınıfı’nı, o da filminden biliyordum. Televizyonlar her eğitim döneminin başına, ortasındaki tatile, sonuna bu filmi koyuyorlardı. Birkaç kere seyretmiş, bazılarının gülünç bulduğu bu filmden hoşlanmamıştım. Babam öğretmendi. Öğretmen okullu olmam dolayısıyla eğitimden az çok anlarım; filmi eğitim yönünden çok sakıncalı bir film olarak görmüştüm. Bana göre kuşakların bomboş yetişmesine zemin hazırlayan bir filmdi. Günahı boynuna; Rıfat Ilgaz’ın dediğine göre “Hababam Sınıfı”  sinemaya uyarlanırken değiştirilmişti. Filmi eserden fazla uzaklaşmış bir uyarlama olarak görmediğimi ifade etmek isterim.

Cide’ye yerleşince Rıfat Ilgaz’ı okumak farz oldu. Çünkü babasının Bartınlı olmasına karşın kendisini Cideli olarak tanıtmıştı. Cideliler de vefa gösterip her yıl bir temmuz ayında yaptıkları bir şenlikle anısını yaşatmaya çalışıyordu. Merak ettiğim eserlerini okumaya başladım. Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra, Sarı Yazma… Epeyce bir kitabını okudum. Yazdığı türler içinde en başarılı olduğu tür şiirdi. Hikâyelerini de beğendim ama romanları için aynı şeyi söyleyemem. Günlük konuşmaları da olağanüstü bir şekilde aktarabilme yeteneğine sahip bir yazar. Sinemacıların eserine ilgi göstermiş olması da bu yüzden.

“Karadeniz’in Kıyıcığında” son okuduğum romanı. Oldukça hacimli, kolay okunan, dili sade, akıcı bir roman; Türkçesiyle kendisini okutuyor. Ilgaz’ın diyalogları müthiştir. Konu bakımından toplumsal gerçekçilerin yolundan gitmeye kalkışmış ama becerememiş. Romanda sosyolojik kurallara, dine, ahlaka, töreye hukuka uymayan malzemeler kullandığı için inandırıcı olamamış. Tanrısal bakış, yazarın bakış açısı olunca, yazar da çok iyi bildiği meyhaneden topluma bakınca gördüğü olaylar, kahramanlar, davranışlar da gerçekçi olmuyor.

Eserin tamamı bir kasabayı eline almış Hacı Dursun’un oğlu Şevki’nin fabrikalarında çalışan on altı yaşındaki Güllü’ye sahip olması üzerinde dönüp duruyor. En sonunda olan oluyor; fırtınada batan motordan denize düşen, Değirmenci Ahmet’le Arabacı Hamit tarafından kurtarılan ve Hacı’nın fabrikasının temeli olan makineyi kol gücüyle çalıştıran ve Güllü ile evlenmek üzere olan denizci Recep, bir Kaptan’ın motoruna atlayıp gidiyor. Arada Hacı Dursun’un insanların emeğini nasıl sömürdüğü, karın tokluğuna nasıl çalıştırdığı, fakir fukaranın bin bir zahmetle fundalık ve kestanelikleri yakarak, işleyerek elde ettiği fındıklık arazisinin geçmiş tarihli tapusunu çıkarttırması ve kasabanın yöneticilerini avucunun içinde oynatması işleniyor.

Genellikle bu tür romanların ustaları okuyucuya bir çıkış yolu gösterir ve eğer Maksim Gorki gibi usta bir romancıysa o yolda kahramanlarını yürütür. Hoş Görki’nin sonu kendi açtığı yoldan yürüyenlerin eliyle, kafası ezilerek olmuştur ya neyse bu konumuz dışı. Bizim toplumsal gerçekçilerimiz genellikle tanımadıkları köyü, kasabayı romanlaştırırken zorlanmışlar, başarılı olamamışlardır. Keşke Rıfat Ilgaz güçlü bir kalem olarak ideolojik roman yazacağım diye böyle zorlanmasa da şiir yazsaydı:

Son Şiirim

Elim birine değsin,

Isıtayım üşüdüyse

Boşa gitmesin son sıcaklığım! (18.11.1991)

Şu güzelliğe bakın. Bir de şu romana. Ah Rıfat Hoca, bu harika kalemini niye meyhane dedikodularıyla öldürdün! Bilmez misin, iki tek atınca insanlar yapmadıkları şeyleri de yapmış, olmayan şeyleri olmuş gibi anlatır; bundan sosyal gerçekçilik, ideoloji çıkmaz. Çıkarsa böyle Fakir Baykurt’un romanları gibi vasatın altında yatan romanlar çıkar. Sonuç olarak, okumaya vaktiniz varsa, dili Orhan Pamuk’tan kat kat güzel olduğundan kolay okuyacağınız ama yoksa okumadığınız için pek de bir şey kaybetmeyeceğiniz bir roman Karadeniz’in Kıyıcığında. Yine de küçük kıyı kasabalarına göreve giden üst düzey memurlara ve özellikle ormancılara bu eseri okumalarını tavsiye ediyorum; ormanlarımızın yakılarak, fındıklığa çevrilerek nasıl küçüldüğünü, birilerinin mülkü haline geldiğini anlamalarına yardımcı olacaktır. Belki de küçük kıyı kasabalarında çarkın nasıl döndüğünü ve bu çarka nasıl girebileceklerini öğrenirler!

Unutmadan, yazarlar yerel ağızla değil İstanbul Türkçesiyle yazmalı!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder